03 Ekim 2012

Tütüncü Dükkanı - Fernando Pessoa

hiçbir şey değilim.
hiçbir şey de olmayacağım.
bir şey olmayı istemem.
ancak, dünyanın bütün düşleri var bende.
odamın pencereleri,
kimsenin kim olduğunu bilmediği, milyonlarca
kişiden birinin odasının
(tut ki tanıyorlar, odamı ne bilsinler...)
devamlı insanların gelip geçtiği bir caddenin
gizemine açılıyorsunuz,
bütün düşüncelere sapa kalan bir caddeye,
gerçek, imkansızca gerçek; kesin, bilinmezcesine
kesin
varlıkların ve kayaların altındaki şeylerin
gizemiyle,
duvarları rutubetlendirip insanların saçalrına
aklar düşüren ölümle,
hiçlik yolunda her şeyin katarını süren kaderle.
gerçeği öğrenmiş gibi yıkıldım bugün.
ölmek üzereymiş gibi aydınlandım bugün.
ve bu eve, caddenin bu yanına dönmek üzere
el sallamaktan daha fazla
bir yakınlık duymamıştım eşyalara.
bu bina ve caddenin bu yanı, sıra sıra vagon olur,
kalkış düdüğüyle
kafamın içinde döne döne,
ve bu gidiş sinirlerimi gerer, çıtırdatır
kemiklerimi.
bugün şaşkınım, düşünmüş taşınmış ve unutmuş
biri gibi.
caddenin karşısındaki tütüncü dükkanının
dış gerçekliği
ve her şeyin bir rüya olduğuna dair hislerimin
iç gerçekliğiyle duyduğum sadakat arasında
kaldım bugün.
çuvalladım her şeyde.
hedefsiz olduğum için, belki de, hiçliğe
yuvarlandım,
evin arka camından kaçarak fırlatıp attım
bana sundukları eğitimi.
kırlara çıktım da büyük umutlarla:
bütün bulduğum çimenler ve ağaçlardı,
insanlarsa diğerleriyle aynı.
gerisin geri camdan içeri girdim, bir sandalyeye
oturdum.
ne düşünmeliydim?
ne olduğumum bilmeyen ben, ne olacağımı
nereden bilirim?
düşündüğüm olmak mı? ama ben çok şey olmayı
düşünüyorum!
aynı şey olmayı düşünen öyle çok kişi var ki,
hepimiz birden olamayız.
dahi mi?! şu anda yüz binlerce beyin, benim gibi,
bir dahi olduğunu hayal ediyor,
ve muhtemelen tarih birini bile kaydetmeyecek.
hayali fetihleri bir gübre yığınından başka bir şey
olmayacak.
hayır, kendime inanmıyorum.
bütün tımarhaneler kesin yargı sahibi delilerle
dolu!
ya ben? hiçbir kesin yargısı olmayan, onlardan
daha mı az, daha mı çok haklıyım?
hayır, ben bile...
şu anda kaç tavan arasında veya başka katında
dünyanın,
hayal kuran, kendisi olduğuna inanmış ne dahler
var, bilsen!
nice kibirli, soylu ve pırıltılı hedefler var ki
-evet, gerçekten kibirli, soylu ve pırıltılı
ve belki de ulaşılabilir-
bir nebze olsun gerçek gün ışığı göremeyecek ve
onlara
kulak verecek birini bulamayacaklar.
onu fethetmeye doğanlar içindir dünya,
haklı olsalar bile fethetmeyi hayal edenelr için
değil.
napalyon'dan daha fazlasını yaptım düşlerimde.
isa'dan daha fazla insanlık sığdırdım fani
göğsüme.
kant'ın bir kere olsun kaleme almadığı felsefeler
kurdum gizlice.
ne var ki ben tavan arasındaki adamım ve belki de
hep böyle olacağım;
ben hep kerameti kendinde biri olacağım;
ben hep kapısız duvarların kapılarının yüzüne
kapanmasını bekleyen biri olacağım,
sonsuzluğun şarkısını bir tavuk kümesinde
çığıran ve tanrı'nın sesini kapatılmış bir
kuyuda duyan.
bana güvenmek mi? aman, hayır, kalsın orda.
savur doğa ateşler içindeki başıma
güneşini, yağmurunu, saçıma dolanan rüzgarını,
geriye kalanlar da gelsin gelirse; gelmeleri
gerekiyorsa, veyahut gelmesinler.
yıldızların hasta kalpli kökleri,
bir an önce kalkalım da yataklarımızdan
fethedelim bütün dünyayı,
uyanalım ki belirsizdir o,
kalkalım ki yabancıdır o,
terk edelim evi ki bütün yeryüzüdür o,
dahası güneş sistemi,samanyolu ve sonsuzluk.
(çikolata te, küçük kız;
çikolata ye!
gör, şu dünyada daha farklı bir metafizik yok
çikolatadan başka.
gör, bütün dinlerin öğrettikleri de farklı değil
şekerci dükkanının öğrettiklerinden.
ye, küçük pasaklı, ye!
böyle hakikatli çikolata yiyebilir miyim ben de
senin gibi?
ama düşünüyorum da, gümüş kağıdı
kaldırdığımda kalay yaprağı sadece
geriye kalan.
her şeyi atıyorum yere, tıpkı hayatımı attığım
gibi.)
ama en azından bir acı kalıyor geriye o
olmayacağım şeyden,
hızlı kaligrafisi bu dizelerin,
imkansız adına yıkık sütunlar.
en azından gözyaşsız bir aşağılama hediye
ediyorum kendime,
en azından soylu olan kol hareketleriyle attığım
gibi
varlığım olan kirli çamaşırları, liste yok, devam
ediyor nesnelerin seyri,
gömleksiz kalıyorum evde.
(sen, avutucu olan, var olmayan ve bundan
dolayı avutucu olan,
yunan tanrıçası, yaşayan bir heykel gibi
yontulmuş.)
sen, düşünülmeyecek kadar soylu ve çaresiz
roma vatandaşı,
sen, gezgin şarkıcıların tanrıçası, parlıyor
güzelliğin önünde,
sen, onsekizinci yüzyılın markizi, dekolte giysiler
içinde ve uzaklarda,
babamızın zamanından kalma anlı şanlı sokak
kadını,
modern bir şey belki de -bilmiyorum nesin-,
olan biten hepsi bu, sensin ilham verdikçe
verecek!
kalbim boşaltılmış bir çöp kutusu.
insanlar nasıl yalvar yakar olurlarsa ruhlara,
yalvarıyorum öyle
ben de kendime, ve bulamıyorum hiçbir şey.
pencerenin önüne gidiyorum ve görüyorum
caddeyi bir mutlak açıklık gibi.
görüyorum dükkanalrı, görüyorum kaldırımları,
görüyorum geçip giden arabaları,
görüyorum karşıdan karşıya geçen giysili canlı
varlıkları,
görüyorum herkes gibi var olan köpekleri de,
ve bütün bunlar yük oluyor omuzlarıma bir
sürgün hükmü gibi,
yabancıdır hepsi, her eşy gibi.
yaşadım, okudum, sevdim ve hatta inandım,
ne var ki bugün kıskanıyorum her dilenciyi o bn
olmadığı için.
görüyorum her bir paçavrasını, yaraları ve
yalanı,
görüyorum da kendime bakıyorum bir: belki de
sen hiç yaşamadın, hiç okumadın, hiç
sevmedin, hiç inanmadın.
(çünkü gerçekte her şeyi yapmak mümkün
olabilir de olmayabilir de.)
belki de sen sadece kuyruğu koparılan bir
kertenkele gibi var oldun,
kertenkeleden ayrı bir kuyruk olarak sürünüp
duran.
yarattım kendimden hiç bilmeden iyiyi,
ne yapabilirdim kendimden, olmayandan.
yanlış kılıklara büründüm bir zamanlar,
hemen olmadığım biri sandım kendimi
ve bir şey diyemedim, kayboldum.
maskeyi çıkaracağım anda ise yüzüme
yapışmıştı o.
çıkarıp da aynada gördüğümde kendimi
zaten yaşlanmıştım.
sarhoştum, sökemediğim kılığımı nasıl giydiğimi
bilmek de istemiyordum artık.
maskeyi fırlatıp
helada sızdım.
sahibinin şımarttığı bir it gibi.
böylesi daha zararsızdı,
ve ne asil olduğumu kanıtlayacak bu hikayeyi
yazacaktım,
nafile dizelerimin müzikal cevheri
caddenin karşısındaki Tütüncü Dükkanı'ndan
bakmak yerine
sadece kendi yarattığım bir şey gibi size
bakabildiğimdendir,
var olmanın bilinçliliğini ezdiğimde,
ayyaşın tökezlediği halı
ya da çingenelerin çaldığı beş para etmez bir
paspas gibi.
ama işte Tütüncü Dükkanı'nın sahibi kapıya çıktı
öylece duruyor.
cansıkıcı bir boyun eğmişlikle bakarım ona,
yarı yarıya ulaşılmaz bir ruhun sıkıntısıyla
birlikte.
o da ölecek, ben de öleceğim...
o tabelasını bırakacak geride, bense şiirlerimi,
nihayetinde onun da izi kalmayacak, benim
şiirlerimin de.
bunu belirleyen cadde de ölecek en nihayetinde,
neticede şiirlerimi yazdığım dilde.
ardından bu dolanıp duran gezegen de,
bütün bunların hepsi olduktan sonra ölecek!
diğer güneş sistemlerindeki başka gezegenlerde
bize benzer bir şeyler,
şiir gibi bir şeyler yazmaya,
tabela gibi bir şeyin altında hayata devam
edecekler.
mutlaka biri diğeriyle karşılaşır.
daima bir şey diğeri kadar yararsızdır elbette.
imkansız, gerçeklik kadar aptalcadır.
daima iç gizem, yüzeyde uyuyan gizemlilik kadar
gerçektir.
mutlaka bu ya da daima o
ya da ne biri ne de diğeri.
ama Tütüncü Dükkanı'na adamın biri girmiştir
(tütün almaya mı?)
ve makul gerçeklik aniden çarpar beni,
sandalyemden şöyle bir doğrulurum -nerjik,
kati, insanca-
ve bu dizeleri, aksini söylesemde, yazmaya...
bir sigara yakarım onları ayzmayı düşünürken
ve o sigarada, bütün o düşündüklerimin
özgürlüğünün tadını alırım.
gözlerim dumanı izler
kendi izimmiş gibi.
ve zevklenirim o hassa ve en uygun anda
tüm düşüncelerden kurtuluş
ve tam hissedilemeyenlerin metafizik
uyanıklığıyla.
şöyle bir kaykılırım sandalyede
tüttürmeyi sürdürerek.
kader izin verdiği sürece
tüttürmeye devam edeceğim.
(şu benim çamaşırcı olan kadının kızıyla
evlenseydim, belki mutlu olacaktım.)
sandalyeden kalkar, pencereye giderim.
adam Tütüncü Dükkanı'ndan çıkmıştır
(bozuklukları mı cebine koymaktadır?)
hah, tanıdım onu: hiç de metafizik olmayan
Esteves bu.
(tütüncü kapıya çıkmıştır.)
ilahi bir dürtü altındaymışcasına
Esteves döner ve beni görür,
bir selam sarkıtır,
ben de "Merhaba Esteves diye bağırırım
ve evren
ümitlerin, ideallerin olmadığı yerine çekilir
ve Tütüncü gülümser.

 
 Çvr: Adnan Özer