25 Mart 2019

Neyzen Tevfik - Azab-ı Mukaddes

 
Benim sevgili dinleyicilerim ve okuyucularım!
Uzun derbederlik hayatımda o kaldırımdan bu kaldırıma; o kapıdan bu kapıya; o diyardan bu diyara; ney im ve mey imle bir kuru yaprak gibi savruldum. O günlerde beni sinenize bastınız, gönlünüzde yer verdiniz, kusurlarımı affettiniz!
Rica ederim, burada da müspet bir hakikat aramayınız! Hatalarıma göz yumup bunları hoş görünüz.
Size fazla bir hizmet olamadı. Şimdilik:
Başı yoktur sonu yoktur bu kitab-ı dehrin
Ortasından elimizde iki üç yaprak var mısralarında ifadesini bulan şu cildi sunabildim. Baki hürmetler, hepinizin gözlerinizden öperim.


KITA
Felsefemdir kitab-ı imanım,
Taparım kendi ruhumun sesine.
Secde eyler hakikatim her ân,
Kalbimin âteş-i mukaddesine.
Neyzen Tevfik



Çoban Armağanını Sunarken! 

Her eser yazanın gittiği yola uyarak şu karalamalarım için bir iki kelimelik söz de ben söyleyeyim.

Aşinalarım iyi bilirler ki ben şimdiye kadar kendi kendime hasbihal kılıklı yazdığım üç beş satırı hiçbir zaman okuyun di­ye kimseye sunmadım. Zaten bence şu muhakkak ki, herhangi bir yazıyı bitirinceye kadar, duyduğum cılız heyecanımın ne­şesini hisseder gibi olurum. Eserin bitmesiyle beraber o heye­can da uçar gider. Yani onlar bende yok veya yanmış sayılır. Israrsız tekrarına lüzum dahi görmem.

Bunların kitap şeklinde basılması ne hatırımdan ne de ha­yalimden geçti. Fakat yıllardan beri birçok dostlarım, belki de bana bir teselli olur diye bu birkaç mısraın basılmasını ısrarla teklif ettiler. Hâlâ da eder dururlar. Hatta:"Bunları  bize  ver,  biz  bastıralım.  Sen  karışma,"  diyenler pek çok olmuştur.

Bense bu teklifin ne kadar güç olduğunu bildiğim için bu sözleri ne dostlarım söylemiş, ne de ben duymuşum gibi te­lakki ettim.

Ne garip ki benim bu yoldaki ümitsizliğim, şu son yıllarda canlanır gibi oldu. Hatta aziz dostlarımdan birkaç zatın tenezzülen himmetleriyle şimdi de basılıyor. Bu kitap haline geliş, ayakkabımın pençesini yaptırmakta tereddüt gösteren benim için, kudretimin yetmeyeceği bir mesele.

Memleketçe bilindiği üzere bu yazıların hemen pek çoğu has­tanelerde, diğer kısmı meyhanelerde, baştan çıktığım perişanlık devirlerinde yazılmış veya sayıklanmıştır.  Bersami  hamlelerin tufan ve girdapları ortasında dönerken, şuraya buraya veya has­tane duvarlarına karalanan veya mırıldandığım sıralarda tesa­düfen yanımda bulunanlar tarafından not edilen bu dağınık söz­lerde, asla mutlak bir hikmet olduğunu kabul etmiyorum.

Nitekim tıp fakültesinde ve diğer hastanelerdeyken; adiarı güzide hekimlerimiz arasında sayılan Doktor İsmail Celal Pa­şa,  Derviş  Asaf  Paşa  ve  daha  isimlerini  unuttuğum  birçok muhterem dostlarım tarafından o zamanlar okunmuş, gülün­müş, birçok tarafları şaka ve latife olarak kabul edilmiştir.

Yıllardan beri geçirdiğim ruhi hamlelerin üzerimde hüküm sürdüğü anlarda hemen hemen gayrişuurî ve gayriiradî dene­cek bir halet-i  maraziye devrinde ifade edilen bahis  mevzuu şiirlerin, sonlarındaki söylenme tarihleri de bunun böyle oldu­ğunu tespit etmektedir.

Muasırlarımın diliyle yazdığım bu şiirlerde Arapça ve Fars­ça kelimeler çok gibi görünecektir. Bugün için bilhassa genç­ler tarafından anlaşılması zor olan  bu kelimeleri çıkarıp ata­mazdık. Kitabın sonundaki lügatçe bu mahzuru kısmen olsun, telafi edecektir zannederim.

Şimdiye kadar ben, gerek sazımdan, gerek sözümden dün­ya menfaati temin etmek kahramanlığını gösteremedim. Yet­miş yıldır sazımla sözüm yüzünden elime geçen para; Tavuk- pazan meyhanelerinde, hesabını bilir bir sarhoşa meze dahi temin edemez. Anlatayım:

Sazımı hiçbir zaman paraya tabi kılmadım. Böyle bir vazi­yeti  beni yaşatan en büyük hayat arkadaşım, sadık ve vefalı neyime karşı hakaret telakki ederim. Doldurduğum  yüze  yakın  plaktan  aldığımın  yüzüne  dahi bakmadım.

İşgal devrinde Eskişehir’deyken, Hiç’i yazmıştım. Bunu üs­tat Ahmet Halit Bey basmak lütufkârlığında bulundu. Müteşek­kirim.  Kaç  nüsha  basıldı?  Bunu  sormak cüretini  kabul  ede­
mem.  Yalnız  şunun  farkındayım ki,  hepsini tanıdığım  halde, hiçbir işportacının sergisinde veya bir aktar dükkânında kese­kâğıdı olarak da görmedim.

İşte bu ilk perişannamenin kârından Ahmet Halit Yaşaroğlu, Sirkeci’de Manto denilmekle maruf olan meyhaneciye beş lira olan borcumu verdi. Bana da zannedersem bir miktar ki­tap vermişti. Onları ise Eskişehir’de Yunanlılar alıp götürdüler.

Cumhuriyet’in ilanından sonra iki formalık diğer bir eseri­mi  rahmetli  Haşan  Sait  Çelebi  bastırdı.  Bana da eser sahibi olarak, Avukat Haşan Hayri’den aldığı bir lirayı getirip verdi.
Telif hakkı ödeniyor, şaka değil.

Birkaç sene evveldi. Çapanoğlu Münir Süleyman bana, ha­yat ve ahvalimden ve birkaç perişan sözümden seçme yapa­rak bir kitap yazacağını söyledi

Benim için böyle konuşmaya bile değmez olan bu kitabın basılmasını manalı bir sükût ile karşıladım. Yani demek isti­yordum ki:

“Bu kadar aşinalığımıza ve dostluğumuza binaen artık bu kitabın  basılmasından sonra bırakacağı kârdan,  bana da kü­çük bir kemik parçası fırlatırsınız!” Bu sadece bir ümitti.

O   günlerde otuzuncu veya bilmem kaçıncı dosyamı tanzim ettirmek için Bakırköy Tımarhanesi’nde bulunuyordum. Kita­bın basıldığını kıymetli Doktor Neşet Halil Öztan söyledi.

Hastanede gayet güzel bakılıyordum. Buna rağmen otelin oda kirası veya insan olmak bahanesiyle asgari derecedeki ih­tiyaçlardan bazılarını teyemmüm kabilinden gidermek için, bu kitaptan üç beş kuruş gelir diye ümitleniyordum. Elimden gel­diği kadar bekledim. Hiçbir ses çıkmadı.

“Meşguliyetleriyle  beni  düşünemediler,”  diye  tevil  ettim. Aziz kadehdaşım Tarık Carım’la haber gönderdim. Bizim Ta­rık, münfail bir suratla dönüp geldi. Sebebini sordum. Münir Süleyman  Çapanoğlu’nun  fena  halde  hiddetlenip,  köpürüp, Tarık Carım’a adeta nahoş bir vaziyette:

“Ne  parasıymış!”  diyerek  çıkıştığını  anladım.  Ben  de  sö­zümden vazgeçtim.

İşte, sevgili okuyucularım, bu kitaptan kalıp kalmadığını siz benden daha iyi bilirsiniz!

Anlattığım bu vaziyetlere göre açıkça:

“Davul senin  boynunda kalsın,  parsayı  biz toplayacağız,” demek istediler.

Ayrıca birçok gazete ve mecmualarda haberim olmadan veya yanlış bir şekilde veyahut da bana ait olmayan parçalar basıldı.

Saygısız  ve  münasebetsiz  bazı  şöhret  sevdalıları,  benim adımla etrafa fışkı attılar. Böylece memleketimin kıymetleriy­le aramı açmaya çalıştılar.

Hatta yine böyle bir hadisede Ahmet Emin Yalman’a Bakır­köy Tımarhanesi’nden  gönderdiğim ve
Vatan gazetesinin  26 Kasım  1945 tarihli sayısında çıkan  mektubumun  bir yerinde şöyle demiştim:

“Kimler tarafından yazıldığı bence malum olmayan bu yolda­ki daha birçok hezeyanların bana isnat edildiğini biliyorum. Hat­ta ağızdan ağza yayılmazdan evvel maarifçi birçok dostlanma hususi surette  okudukları  ve yazdıkları  bu  melanet zifoslarını, bana isnat etmekten çekinmeyen bulanık ruhlu,  kuş beyinli şa­hısların kimler olduğunu; aşinalarımın keskin zekâları seçmekte ve şahsiyetlerini tayindehiç de güçlük çekmemektedirler... ”

Çok şükür bütün gayretime rağmen fısıltıyla konuşup hay­kırdığını  zannedenler  kadar  cesur;  yüzlerine  maske  takıp emek, fikir, ad ve haysiyet hırsızlığı yapanlar kadar medeni bir insan olamadım.

Bu bahis açılmışken şü alakayı kaydetmeden geçemeyece­ğim. 
Vatan gazetesi son zamanlarda bazı şiirlerimi her birini on beş yirmi liralık ücretle basmak nezaketini gösterdi. Bu im­kânı veren Ahmet Emin Yalman’a burada teşekkür ederim.

Azâb-ı Mukaddesim, bence çok kıymetli olan hazırlanması himmetinin  kahramanı;
Vatan gazetesi  muharrirlerinden  hu­kukçu İhsan Ada’dır.

Eğenin bu kıymetli çocuğu, Akdeniz dalgalarının ninnileriy­le büyüyen bu Türk genci, eserin vücuda gelmesi için yorul­mak bilmez bir şekilde çalıştı. Fikren, bedenen, nakden feda­kârlık yapmıştır. Şu kalenderane yazıların yolunda yapılan bu fedakârlığın, eserin fakirane kıymetiyle müsavi olmadığını bi­lirim. Rodoslu İhsan’ın bu gayret ve yardımlarının minnetini ödeyemeyeceğim.

Bu hususta ehemmiyetli ve vâkıfane bir şekilde yardımı do­kunan, diğer dostumuzla; yanlarında bulunan şiirlerimin kop­yasını vermeleri için yapılan müracaatları kabul edenlere de­rin minnet hislerimi bildiririm.

Bu  eserin  basılması  hususunda  ayrıca  güçlükler  vardı. Bence bu cildi, yukarıda da söylediğim gibi doğrudan doğru­ya bastırmak imkânsızdı. Yaptığımız bazı teşebbüsler arasın­da Kardeşler Basımevi aramızda kararlaştırılan hükümler da­iresinde basmayı deruhte etti. Telif hakkı ve kitap verdi. Bu hususta gösterdiği lütuftan dolayı basımevinin sahiplerinden Kemal Onan’a teşekkür ederim.

Benim sevgili dinleyicilerim ve okuyucularım!

Uzun derbederlik hayatımda, o kaldırımdan bu kaldırıma; o kapıdan bu kapıya; o diyardan bu diyara; neyim ve meyimle bir kuru yaprak gibi savruldum. O günlerde beni sinenize bas­tınız, gönlünüzde yer verdiniz, kusurlarımı affettiniz!

Rica ederim, burada da müspet bir hakikat aramayınız! Ha­talarıma göz yumup bunları hoş görünüz!

Size fazla bir hizmetim olamadı. Şimdilik;

Başı yoktur sonu yoktur şu kitab-ı dehrin, 
Ortasından elimizde iki üç yaprak var. mısralarında ifadesini bulan şu cildi sunabildim. 
Baki hürmet­ler, hepinizin gözlerinizden öperim.

Beşiktaş, Saman İskelesi, 10 Eylül 1948
Neyzen Tevfik Kolaylı