Benim sevgili dinleyicilerim ve okuyucularım!
Uzun derbederlik hayatımda o kaldırımdan bu kaldırıma; o kapıdan bu kapıya; o diyardan bu diyara; ney im ve mey imle bir kuru yaprak gibi savruldum. O günlerde beni sinenize bastınız, gönlünüzde yer verdiniz, kusurlarımı affettiniz!
Rica ederim, burada da müspet bir hakikat aramayınız! Hatalarıma göz yumup bunları hoş görünüz.
Size fazla bir hizmet olamadı. Şimdilik:
Başı yoktur sonu yoktur bu kitab-ı dehrin
Ortasından elimizde iki üç yaprak var mısralarında ifadesini bulan şu cildi sunabildim. Baki hürmetler, hepinizin gözlerinizden öperim.
Uzun derbederlik hayatımda o kaldırımdan bu kaldırıma; o kapıdan bu kapıya; o diyardan bu diyara; ney im ve mey imle bir kuru yaprak gibi savruldum. O günlerde beni sinenize bastınız, gönlünüzde yer verdiniz, kusurlarımı affettiniz!
Rica ederim, burada da müspet bir hakikat aramayınız! Hatalarıma göz yumup bunları hoş görünüz.
Size fazla bir hizmet olamadı. Şimdilik:
Başı yoktur sonu yoktur bu kitab-ı dehrin
Ortasından elimizde iki üç yaprak var mısralarında ifadesini bulan şu cildi sunabildim. Baki hürmetler, hepinizin gözlerinizden öperim.
KITA
Felsefemdir kitab-ı imanım,
Taparım kendi ruhumun sesine.
Secde eyler hakikatim her ân,
Kalbimin âteş-i mukaddesine.
Felsefemdir kitab-ı imanım,
Taparım kendi ruhumun sesine.
Secde eyler hakikatim her ân,
Kalbimin âteş-i mukaddesine.
Neyzen Tevfik
Çoban Armağanını Sunarken!
Her eser yazanın gittiği yola uyarak şu karalamalarım için bir iki kelimelik söz de ben söyleyeyim.
Aşinalarım iyi bilirler ki ben şimdiye kadar kendi kendime hasbihal kılıklı yazdığım üç beş satırı hiçbir zaman okuyun diye kimseye sunmadım. Zaten bence şu muhakkak ki, herhangi bir yazıyı bitirinceye kadar, duyduğum cılız heyecanımın neşesini hisseder gibi olurum. Eserin bitmesiyle beraber o heyecan da uçar gider. Yani onlar bende yok veya yanmış sayılır. Israrsız tekrarına lüzum dahi görmem.
Bunların kitap şeklinde basılması ne hatırımdan ne de hayalimden geçti. Fakat yıllardan beri birçok dostlarım, belki de bana bir teselli olur diye bu birkaç mısraın basılmasını ısrarla teklif ettiler. Hâlâ da eder dururlar. Hatta:"Bunları bize ver, biz bastıralım. Sen karışma," diyenler pek çok olmuştur.
Bense bu teklifin ne kadar güç olduğunu bildiğim için bu sözleri ne dostlarım söylemiş, ne de ben duymuşum gibi telakki ettim.
Ne garip ki benim bu yoldaki ümitsizliğim, şu son yıllarda canlanır gibi oldu. Hatta aziz dostlarımdan birkaç zatın tenezzülen himmetleriyle şimdi de basılıyor. Bu kitap haline geliş, ayakkabımın pençesini yaptırmakta tereddüt gösteren benim için, kudretimin yetmeyeceği bir mesele.
Memleketçe bilindiği üzere bu yazıların hemen pek çoğu hastanelerde, diğer kısmı meyhanelerde, baştan çıktığım perişanlık devirlerinde yazılmış veya sayıklanmıştır. Bersami hamlelerin tufan ve girdapları ortasında dönerken, şuraya buraya veya hastane duvarlarına karalanan veya mırıldandığım sıralarda tesadüfen yanımda bulunanlar tarafından not edilen bu dağınık sözlerde, asla mutlak bir hikmet olduğunu kabul etmiyorum.
Nitekim tıp fakültesinde ve diğer hastanelerdeyken; adiarı güzide hekimlerimiz arasında sayılan Doktor İsmail Celal Paşa, Derviş Asaf Paşa ve daha isimlerini unuttuğum birçok muhterem dostlarım tarafından o zamanlar okunmuş, gülünmüş, birçok tarafları şaka ve latife olarak kabul edilmiştir.
Yıllardan beri geçirdiğim ruhi hamlelerin üzerimde hüküm sürdüğü anlarda hemen hemen gayrişuurî ve gayriiradî denecek bir halet-i maraziye devrinde ifade edilen bahis mevzuu şiirlerin, sonlarındaki söylenme tarihleri de bunun böyle olduğunu tespit etmektedir.
Muasırlarımın diliyle yazdığım bu şiirlerde Arapça ve Farsça kelimeler çok gibi görünecektir. Bugün için bilhassa gençler tarafından anlaşılması zor olan bu kelimeleri çıkarıp atamazdık. Kitabın sonundaki lügatçe bu mahzuru kısmen olsun, telafi edecektir zannederim.
Şimdiye kadar ben, gerek sazımdan, gerek sözümden dünya menfaati temin etmek kahramanlığını gösteremedim. Yetmiş yıldır sazımla sözüm yüzünden elime geçen para; Tavuk- pazan meyhanelerinde, hesabını bilir bir sarhoşa meze dahi temin edemez. Anlatayım:
Sazımı hiçbir zaman paraya tabi kılmadım. Böyle bir vaziyeti beni yaşatan en büyük hayat arkadaşım, sadık ve vefalı neyime karşı hakaret telakki ederim. Doldurduğum yüze yakın plaktan aldığımın yüzüne dahi bakmadım.
İşgal devrinde Eskişehir’deyken, Hiç’i yazmıştım. Bunu üstat Ahmet Halit Bey basmak lütufkârlığında bulundu. Müteşekkirim. Kaç nüsha basıldı? Bunu sormak cüretini kabul ede
mem. Yalnız şunun farkındayım ki, hepsini tanıdığım halde, hiçbir işportacının sergisinde veya bir aktar dükkânında kesekâğıdı olarak da görmedim.
İşte bu ilk perişannamenin kârından Ahmet Halit Yaşaroğlu, Sirkeci’de Manto denilmekle maruf olan meyhaneciye beş lira olan borcumu verdi. Bana da zannedersem bir miktar kitap vermişti. Onları ise Eskişehir’de Yunanlılar alıp götürdüler.
Cumhuriyet’in ilanından sonra iki formalık diğer bir eserimi rahmetli Haşan Sait Çelebi bastırdı. Bana da eser sahibi olarak, Avukat Haşan Hayri’den aldığı bir lirayı getirip verdi.
Telif hakkı ödeniyor, şaka değil.
Birkaç sene evveldi. Çapanoğlu Münir Süleyman bana, hayat ve ahvalimden ve birkaç perişan sözümden seçme yaparak bir kitap yazacağını söyledi
Benim için böyle konuşmaya bile değmez olan bu kitabın basılmasını manalı bir sükût ile karşıladım. Yani demek istiyordum ki:
“Bu kadar aşinalığımıza ve dostluğumuza binaen artık bu kitabın basılmasından sonra bırakacağı kârdan, bana da küçük bir kemik parçası fırlatırsınız!” Bu sadece bir ümitti.
O günlerde otuzuncu veya bilmem kaçıncı dosyamı tanzim ettirmek için Bakırköy Tımarhanesi’nde bulunuyordum. Kitabın basıldığını kıymetli Doktor Neşet Halil Öztan söyledi.
Hastanede gayet güzel bakılıyordum. Buna rağmen otelin oda kirası veya insan olmak bahanesiyle asgari derecedeki ihtiyaçlardan bazılarını teyemmüm kabilinden gidermek için, bu kitaptan üç beş kuruş gelir diye ümitleniyordum. Elimden geldiği kadar bekledim. Hiçbir ses çıkmadı.
“Meşguliyetleriyle beni düşünemediler,” diye tevil ettim. Aziz kadehdaşım Tarık Carım’la haber gönderdim. Bizim Tarık, münfail bir suratla dönüp geldi. Sebebini sordum. Münir Süleyman Çapanoğlu’nun fena halde hiddetlenip, köpürüp, Tarık Carım’a adeta nahoş bir vaziyette:
“Ne parasıymış!” diyerek çıkıştığını anladım. Ben de sözümden vazgeçtim.
İşte, sevgili okuyucularım, bu kitaptan kalıp kalmadığını siz benden daha iyi bilirsiniz!
Anlattığım bu vaziyetlere göre açıkça:
“Davul senin boynunda kalsın, parsayı biz toplayacağız,” demek istediler.
Ayrıca birçok gazete ve mecmualarda haberim olmadan veya yanlış bir şekilde veyahut da bana ait olmayan parçalar basıldı.
Saygısız ve münasebetsiz bazı şöhret sevdalıları, benim adımla etrafa fışkı attılar. Böylece memleketimin kıymetleriyle aramı açmaya çalıştılar.
Hatta yine böyle bir hadisede Ahmet Emin Yalman’a Bakırköy Tımarhanesi’nden gönderdiğim ve
Vatan gazetesinin 26 Kasım 1945 tarihli sayısında çıkan mektubumun bir yerinde şöyle demiştim:
“Kimler tarafından yazıldığı bence malum olmayan bu yoldaki daha birçok hezeyanların bana isnat edildiğini biliyorum. Hatta ağızdan ağza yayılmazdan evvel maarifçi birçok dostlanma hususi surette okudukları ve yazdıkları bu melanet zifoslarını, bana isnat etmekten çekinmeyen bulanık ruhlu, kuş beyinli şahısların kimler olduğunu; aşinalarımın keskin zekâları seçmekte ve şahsiyetlerini tayindehiç de güçlük çekmemektedirler... ”
Çok şükür bütün gayretime rağmen fısıltıyla konuşup haykırdığını zannedenler kadar cesur; yüzlerine maske takıp emek, fikir, ad ve haysiyet hırsızlığı yapanlar kadar medeni bir insan olamadım.
Bu bahis açılmışken şü alakayı kaydetmeden geçemeyeceğim.
Aşinalarım iyi bilirler ki ben şimdiye kadar kendi kendime hasbihal kılıklı yazdığım üç beş satırı hiçbir zaman okuyun diye kimseye sunmadım. Zaten bence şu muhakkak ki, herhangi bir yazıyı bitirinceye kadar, duyduğum cılız heyecanımın neşesini hisseder gibi olurum. Eserin bitmesiyle beraber o heyecan da uçar gider. Yani onlar bende yok veya yanmış sayılır. Israrsız tekrarına lüzum dahi görmem.
Bunların kitap şeklinde basılması ne hatırımdan ne de hayalimden geçti. Fakat yıllardan beri birçok dostlarım, belki de bana bir teselli olur diye bu birkaç mısraın basılmasını ısrarla teklif ettiler. Hâlâ da eder dururlar. Hatta:"Bunları bize ver, biz bastıralım. Sen karışma," diyenler pek çok olmuştur.
Bense bu teklifin ne kadar güç olduğunu bildiğim için bu sözleri ne dostlarım söylemiş, ne de ben duymuşum gibi telakki ettim.
Ne garip ki benim bu yoldaki ümitsizliğim, şu son yıllarda canlanır gibi oldu. Hatta aziz dostlarımdan birkaç zatın tenezzülen himmetleriyle şimdi de basılıyor. Bu kitap haline geliş, ayakkabımın pençesini yaptırmakta tereddüt gösteren benim için, kudretimin yetmeyeceği bir mesele.
Memleketçe bilindiği üzere bu yazıların hemen pek çoğu hastanelerde, diğer kısmı meyhanelerde, baştan çıktığım perişanlık devirlerinde yazılmış veya sayıklanmıştır. Bersami hamlelerin tufan ve girdapları ortasında dönerken, şuraya buraya veya hastane duvarlarına karalanan veya mırıldandığım sıralarda tesadüfen yanımda bulunanlar tarafından not edilen bu dağınık sözlerde, asla mutlak bir hikmet olduğunu kabul etmiyorum.
Nitekim tıp fakültesinde ve diğer hastanelerdeyken; adiarı güzide hekimlerimiz arasında sayılan Doktor İsmail Celal Paşa, Derviş Asaf Paşa ve daha isimlerini unuttuğum birçok muhterem dostlarım tarafından o zamanlar okunmuş, gülünmüş, birçok tarafları şaka ve latife olarak kabul edilmiştir.
Yıllardan beri geçirdiğim ruhi hamlelerin üzerimde hüküm sürdüğü anlarda hemen hemen gayrişuurî ve gayriiradî denecek bir halet-i maraziye devrinde ifade edilen bahis mevzuu şiirlerin, sonlarındaki söylenme tarihleri de bunun böyle olduğunu tespit etmektedir.
Muasırlarımın diliyle yazdığım bu şiirlerde Arapça ve Farsça kelimeler çok gibi görünecektir. Bugün için bilhassa gençler tarafından anlaşılması zor olan bu kelimeleri çıkarıp atamazdık. Kitabın sonundaki lügatçe bu mahzuru kısmen olsun, telafi edecektir zannederim.
Şimdiye kadar ben, gerek sazımdan, gerek sözümden dünya menfaati temin etmek kahramanlığını gösteremedim. Yetmiş yıldır sazımla sözüm yüzünden elime geçen para; Tavuk- pazan meyhanelerinde, hesabını bilir bir sarhoşa meze dahi temin edemez. Anlatayım:
Sazımı hiçbir zaman paraya tabi kılmadım. Böyle bir vaziyeti beni yaşatan en büyük hayat arkadaşım, sadık ve vefalı neyime karşı hakaret telakki ederim. Doldurduğum yüze yakın plaktan aldığımın yüzüne dahi bakmadım.
İşgal devrinde Eskişehir’deyken, Hiç’i yazmıştım. Bunu üstat Ahmet Halit Bey basmak lütufkârlığında bulundu. Müteşekkirim. Kaç nüsha basıldı? Bunu sormak cüretini kabul ede
mem. Yalnız şunun farkındayım ki, hepsini tanıdığım halde, hiçbir işportacının sergisinde veya bir aktar dükkânında kesekâğıdı olarak da görmedim.
İşte bu ilk perişannamenin kârından Ahmet Halit Yaşaroğlu, Sirkeci’de Manto denilmekle maruf olan meyhaneciye beş lira olan borcumu verdi. Bana da zannedersem bir miktar kitap vermişti. Onları ise Eskişehir’de Yunanlılar alıp götürdüler.
Cumhuriyet’in ilanından sonra iki formalık diğer bir eserimi rahmetli Haşan Sait Çelebi bastırdı. Bana da eser sahibi olarak, Avukat Haşan Hayri’den aldığı bir lirayı getirip verdi.
Telif hakkı ödeniyor, şaka değil.
Birkaç sene evveldi. Çapanoğlu Münir Süleyman bana, hayat ve ahvalimden ve birkaç perişan sözümden seçme yaparak bir kitap yazacağını söyledi
Benim için böyle konuşmaya bile değmez olan bu kitabın basılmasını manalı bir sükût ile karşıladım. Yani demek istiyordum ki:
“Bu kadar aşinalığımıza ve dostluğumuza binaen artık bu kitabın basılmasından sonra bırakacağı kârdan, bana da küçük bir kemik parçası fırlatırsınız!” Bu sadece bir ümitti.
O günlerde otuzuncu veya bilmem kaçıncı dosyamı tanzim ettirmek için Bakırköy Tımarhanesi’nde bulunuyordum. Kitabın basıldığını kıymetli Doktor Neşet Halil Öztan söyledi.
Hastanede gayet güzel bakılıyordum. Buna rağmen otelin oda kirası veya insan olmak bahanesiyle asgari derecedeki ihtiyaçlardan bazılarını teyemmüm kabilinden gidermek için, bu kitaptan üç beş kuruş gelir diye ümitleniyordum. Elimden geldiği kadar bekledim. Hiçbir ses çıkmadı.
“Meşguliyetleriyle beni düşünemediler,” diye tevil ettim. Aziz kadehdaşım Tarık Carım’la haber gönderdim. Bizim Tarık, münfail bir suratla dönüp geldi. Sebebini sordum. Münir Süleyman Çapanoğlu’nun fena halde hiddetlenip, köpürüp, Tarık Carım’a adeta nahoş bir vaziyette:
“Ne parasıymış!” diyerek çıkıştığını anladım. Ben de sözümden vazgeçtim.
İşte, sevgili okuyucularım, bu kitaptan kalıp kalmadığını siz benden daha iyi bilirsiniz!
Anlattığım bu vaziyetlere göre açıkça:
“Davul senin boynunda kalsın, parsayı biz toplayacağız,” demek istediler.
Ayrıca birçok gazete ve mecmualarda haberim olmadan veya yanlış bir şekilde veyahut da bana ait olmayan parçalar basıldı.
Saygısız ve münasebetsiz bazı şöhret sevdalıları, benim adımla etrafa fışkı attılar. Böylece memleketimin kıymetleriyle aramı açmaya çalıştılar.
Hatta yine böyle bir hadisede Ahmet Emin Yalman’a Bakırköy Tımarhanesi’nden gönderdiğim ve
Vatan gazetesinin 26 Kasım 1945 tarihli sayısında çıkan mektubumun bir yerinde şöyle demiştim:
“Kimler tarafından yazıldığı bence malum olmayan bu yoldaki daha birçok hezeyanların bana isnat edildiğini biliyorum. Hatta ağızdan ağza yayılmazdan evvel maarifçi birçok dostlanma hususi surette okudukları ve yazdıkları bu melanet zifoslarını, bana isnat etmekten çekinmeyen bulanık ruhlu, kuş beyinli şahısların kimler olduğunu; aşinalarımın keskin zekâları seçmekte ve şahsiyetlerini tayindehiç de güçlük çekmemektedirler... ”
Çok şükür bütün gayretime rağmen fısıltıyla konuşup haykırdığını zannedenler kadar cesur; yüzlerine maske takıp emek, fikir, ad ve haysiyet hırsızlığı yapanlar kadar medeni bir insan olamadım.
Bu bahis açılmışken şü alakayı kaydetmeden geçemeyeceğim.
Vatan gazetesi son zamanlarda bazı şiirlerimi her birini on beş yirmi liralık ücretle basmak nezaketini gösterdi. Bu imkânı veren Ahmet Emin Yalman’a burada teşekkür ederim.
Azâb-ı Mukaddesim, bence çok kıymetli olan hazırlanması himmetinin kahramanı;
Vatan gazetesi muharrirlerinden hukukçu İhsan Ada’dır.
Eğenin bu kıymetli çocuğu, Akdeniz dalgalarının ninnileriyle büyüyen bu Türk genci, eserin vücuda gelmesi için yorulmak bilmez bir şekilde çalıştı. Fikren, bedenen, nakden fedakârlık yapmıştır. Şu kalenderane yazıların yolunda yapılan bu fedakârlığın, eserin fakirane kıymetiyle müsavi olmadığını bilirim. Rodoslu İhsan’ın bu gayret ve yardımlarının minnetini ödeyemeyeceğim.
Bu hususta ehemmiyetli ve vâkıfane bir şekilde yardımı dokunan, diğer dostumuzla; yanlarında bulunan şiirlerimin kopyasını vermeleri için yapılan müracaatları kabul edenlere derin minnet hislerimi bildiririm.
Bu eserin basılması hususunda ayrıca güçlükler vardı. Bence bu cildi, yukarıda da söylediğim gibi doğrudan doğruya bastırmak imkânsızdı. Yaptığımız bazı teşebbüsler arasında Kardeşler Basımevi aramızda kararlaştırılan hükümler dairesinde basmayı deruhte etti. Telif hakkı ve kitap verdi. Bu hususta gösterdiği lütuftan dolayı basımevinin sahiplerinden Kemal Onan’a teşekkür ederim.
Benim sevgili dinleyicilerim ve okuyucularım!
Uzun derbederlik hayatımda, o kaldırımdan bu kaldırıma; o kapıdan bu kapıya; o diyardan bu diyara; neyim ve meyimle bir kuru yaprak gibi savruldum. O günlerde beni sinenize bastınız, gönlünüzde yer verdiniz, kusurlarımı affettiniz!
Rica ederim, burada da müspet bir hakikat aramayınız! Hatalarıma göz yumup bunları hoş görünüz!
Size fazla bir hizmetim olamadı. Şimdilik;
Başı yoktur sonu yoktur şu kitab-ı dehrin,
Azâb-ı Mukaddesim, bence çok kıymetli olan hazırlanması himmetinin kahramanı;
Vatan gazetesi muharrirlerinden hukukçu İhsan Ada’dır.
Eğenin bu kıymetli çocuğu, Akdeniz dalgalarının ninnileriyle büyüyen bu Türk genci, eserin vücuda gelmesi için yorulmak bilmez bir şekilde çalıştı. Fikren, bedenen, nakden fedakârlık yapmıştır. Şu kalenderane yazıların yolunda yapılan bu fedakârlığın, eserin fakirane kıymetiyle müsavi olmadığını bilirim. Rodoslu İhsan’ın bu gayret ve yardımlarının minnetini ödeyemeyeceğim.
Bu hususta ehemmiyetli ve vâkıfane bir şekilde yardımı dokunan, diğer dostumuzla; yanlarında bulunan şiirlerimin kopyasını vermeleri için yapılan müracaatları kabul edenlere derin minnet hislerimi bildiririm.
Bu eserin basılması hususunda ayrıca güçlükler vardı. Bence bu cildi, yukarıda da söylediğim gibi doğrudan doğruya bastırmak imkânsızdı. Yaptığımız bazı teşebbüsler arasında Kardeşler Basımevi aramızda kararlaştırılan hükümler dairesinde basmayı deruhte etti. Telif hakkı ve kitap verdi. Bu hususta gösterdiği lütuftan dolayı basımevinin sahiplerinden Kemal Onan’a teşekkür ederim.
Benim sevgili dinleyicilerim ve okuyucularım!
Uzun derbederlik hayatımda, o kaldırımdan bu kaldırıma; o kapıdan bu kapıya; o diyardan bu diyara; neyim ve meyimle bir kuru yaprak gibi savruldum. O günlerde beni sinenize bastınız, gönlünüzde yer verdiniz, kusurlarımı affettiniz!
Rica ederim, burada da müspet bir hakikat aramayınız! Hatalarıma göz yumup bunları hoş görünüz!
Size fazla bir hizmetim olamadı. Şimdilik;
Başı yoktur sonu yoktur şu kitab-ı dehrin,
Ortasından elimizde iki üç yaprak var. mısralarında ifadesini bulan şu cildi sunabildim.
Baki hürmetler, hepinizin gözlerinizden öperim.
Beşiktaş, Saman İskelesi, 10 Eylül 1948
Neyzen Tevfik Kolaylı
Beşiktaş, Saman İskelesi, 10 Eylül 1948
Neyzen Tevfik Kolaylı