14 Ekim 2019

Fakir Baykurt'u Anmak mı, Anlamak mı?

Niçin ölüm yıldönümlerinde akla gelir, iz bırakmış kişiler? Garip gider. Ölüm tarihini temel alış, yuğ törenlerini düşündür. Hani onda, ölenin kalıtını paylaşmak gibi ilkel sevinç vardır ya ürkütür beni. İz bırakmışları, doğum yıldönümlerinde anmak, daha yeğ değil mi? İyi ki sen geldin de bize ön açtın; o izden yürüyoruz ilerisine, seni unutmadık, açtığın çığırı, insanlık için, kocaman bir yola dönüştüreceğiz demek, halkayı halkaya ekleyerek tarihin olumluluk zincirini, karanlıktan aydınlığa doğru uzatmak olmaz mı böylesi?

Ekim ayındayız (2002): Fakir Baykurt için anma toplantıları yapılacak. Kimileri, gerçeğinden yaklaşacak ona, kimileri ise, kendilerini öne çıkarma basamağı yapacak etkinlikleri. Hele, salt inanca dayalı cemaatlerce yapılıyorsa anma toplantıları, o güzel insanlar nesneleştirilir, katkı maddesi olarak kullanılır, gerçeğin üstü küllenir. İşte o nedenle, anmak mı, anlamak mı diyorum. Anmak; birini ya da bir şeyi akla getirmek, sözünü etmek yada onu düşünmek; anlamak; bir şeyin ne demek olduğunu, neye işaret ettiğini kavramak; yeni bilgileri eskileriyle bir araya getirerek sonuç niteliğinde başka bilgi edinmek; içinde bulunulan durumun gerçeğini kavramak. Anlamak kavramı; neyin ne demek olduğunu öğrenmek için, karşılaştırmalardan sonuç çıkarmayı, olandan yeni üretimi, bilgiyi ilerisine sıçratmayı, bulunduğunuz durumu doğru algılamayı içeriyor. Durağan değil, düşünüşü, ilerisine koşturan bir kavram.

2002'nin Ekiminde, Fakir Baykurt' un ülkesi ne durumda? Dili, ekini (kültürü) yabancı etkiye iyice açılmış; ulusal bağımsızlığı kağşamış; ekonomisi dibe vurmuş, kaldırılan kapitülasyonun kıskacına düşmüşüz yeniden. Sanki dünyanın ilk bağımsızlık savaşını vermemişiz, Sevr ile yüz yüzeyiz yine. Türkiye geçmişteki çağdaş kazanımlarını, tüketip yabancıya ve geriye savruluşa teslim olmanın ayıbını yaşıyor şimdi. Böyle bir ülkede, kalemiyle edimiyle aydınlanmacılığa koşulmuş, sosyal değişimlere örneklik etmiş bir yazarın yetişmesi şaşırtıcı. Kim bu Fakir Baykurt, nereden, nasıl çıktı geldi aydınlık yüzüyle, ön açıcılığıyla?

Fakir'e, köy enstitüleri, Kurtuluş Savaşı felsefesi üstüne temellenen uluslaşma, kültürleşme, kalkınma sürecinden bakmak gerekir. Çünkü köy enstitüleri, ulusal bağımsızlık savaşının öngördüğü Yeni Türkiye'yi oluşturma kurumlarından birisiydi. Köy enstitüleri, Türk ulusunun, dünya eğitim ve bilim felsefesine önemli bir katkısıdır. Köy enstitülü Fakir hem toplumsal hem de yazınsal bir aydınlamacıdır. Aydınlanma denildiği zaman, hemen bilim gelir akla. Doğrudur da, bilimin ana toprağı anadilinizdir. Dil, düşünceyi; düşünce dili yeder, evriltir. Dille düşüncenizi dokur, duygularınızı kanatlandırırsınız, edebiyatla ulusal ve evrensel bakış açınızı seçer, düşünüş üretimine durursunuz; oradan bilimi yakalarsınız. Aydınlamaya başlar, dünyaya bakışınızı ayarlar, yaşamınıza ona göre biçim ve yön verirsiniz.

O nedenle, Cumhuriyet, dil devrimine ön verdi. Çağını doldurmuş bir imparatorluğun, ulusal düşünüş dizgesinden yoksun, yabandan derleme dili, çağın kavramlarını anlatmaya yetmezdi. Onunla bilim yapamazdınız. Edebiyatınız, sizi söyleyemezdi. Halkı başka, devleti başka telden çalan bir yapı, nasıl ulus olabilirdi, nasıl devlet olabilirdi? İmparatorluğu bitiren nedenlerden birisi de ulusal dili olmamak, kendi diliyle düşünememek. Dolayısıyla bilim yapamamaktır. O nedenle çağ dışı kalmıştır.

Çağdaşlaşma, yenileşmemiz, Türk-çe'deki gelişmelerimizle doğru orantılıdır. Ne kadar Türkçe konuştuksa, o kadar Türkçe düşündük. Türkçe düşündüğümüz oranda ulusal edebiyatımız açılım kazandı, bilimde ivme kazandık. Türkçe düşünüp Türkçe yazmaya başlayışımızla, edebiyatımızın, bilimimizin boyut kazanışı ve dışa açılışı başattır.

Fakir'in, bu arada köy enstitülerinin edebiyatımızdaki yerini belirlemek için, Türk edebiyatının dönemlerine kısaca bir göz atmak gerekir:

Tanzimat; Batıya öykünerek sorunlarımızı dile getirme, insanımızı edebiyatın öznesi yapma özleminde. Doğrultusunun bilincini edinememiş, yöntemini bulamamış henüz. Açmazı öykünmecilik.

Meşrutiyetler: Tanzimat'ın özentiyle aldığı türleri geliştirmeye, halkı edebiyata sokmaya çalışıyor. Ama si-yasal çalkantılardan başını alamıyor.

Milli Edebiyat; geçmişten gelen halk edebiyatının diline, biçemine öykünerek, bizi söylemeye yöneliyor, ama biçimi aşıp içeriğe inemiyor. Avurdu dolu, sesi kıvamını bulmuş değil. Becerisi, özlemine göre hayli kısıtlı.

Cumhuriyet (1923-1950); Ulusal dille düşünmeye, yazmaya çalışıyordu. Dilde, düşünüşünü ve duyuşunu dokumada önemli aşamalardan geçti. Bunun yanında Kurtuluşun coşkusu, eskinin çelici tortulardan sakınma ve kurmakta olduğu toplumsal düzeni koruma güdüsü; edebiyatımıza övgüsel, coşkusal gölgeleri ağdırmış, ulusal ülküsü dışına karşı titizliği, sakınıcılığı sezdiriyordu. Anılan aksaklıklarına karşın, gelişmeciliğe kapalı değildi öyle. Onun getirileri, alttan alta, daha ilerisine gebe bırakıyordu edebiyatımızı, düşünüşümüzü.

Toplumculuğun önüne kütük atmış gibi görünen bu dönemi, daha doğru algılayabilmek için Cumhuriyetin, ana doğrultusuna, köy enstitülerinin ana toprağına değinelim kısaca: Daha Kurtuluş Savaşı sürerken (Nisan 1921) Mustafa Kemal, Ankara'da eğitim şurasını (eğitim danışma kurulunu) toplamıştı. Düşman denize döküldüğünde (9 Eylül 1922), askeri başarının yetmediğini, asıl kurtuluşun bundan sonra başlayacağını söylüyordu. Kurtuluş Savaşı özgörevinin (misyonunun) üstüne temellenecek Türk Devrimi / Aydınlanması, nasıl uygulamaya geçirilecekti, yolu yöntemi neydi?
* Kaderci toplum, eleştirel düşünüş kazanmalı,
* Bunun için ümmetten ulusa (millete) geçilmeli,
* Kul, kafası öte dünyaya ayarlı insanı birey kimliğine ulaştırır, yurttaş yaparsanız, ulus olabilirdiniz.
* Çağını kavrayamamış kültür çevremizi değiştirip, çağdaş kültürle ulusal kültürü emiştirerek ulusal kimliğimizi yüceltebilirdik.
* İlkel tarımdan rasyonel (usa dayanan) üretime yönelmeliydik.
* Sanayi devrimini gerçekleştirerek, demokrasinin itici, gücünü yaratmalı, yurdu bayındır, insanımızı mutlu kılabilmeydik.
* Ondan sonra oligarşik yapıdan eksiksiz demokrasiye geçebilirdik.

Bu gerek ve isterler yasayla, özlemle yaşama indirilemezdi. Çağının ve ulusal gereklerin insanını yetiştirmeliydiniz. İnsanı değiştiren dönüştüren, ona sorumluluk kazandıran, haklarını koruma bilincini aşılayan, toplumsal kişiliğini oluşturan eğitimdir. İşte bu gerçek ve zorunluluktan ötürü; bilimsel, kültürel birikimleri olan Avrupa'nın İtalya'sında, Almanya'sında, 1940'lara doğru faşizmin temelleri atılırken, Türkiye'de köy enstitüleri kuruluyordu, eğitim seferberliğine girişilmişti. Salt köy enstitüleri mi? Liselerde felsefe, mantık vardı, Batı aydınlanmasına ön açan klasiklerden kimi yardımcı kitap olarak kullanılıyordu. Felsefe kitaplarında Marks da vardı.

Bu seferberlikte öncelik köye verildi: Çünkü Türkiye'nin %80'i köylüydü. O köylüydü, Kurtuluş Savaşının ön saflarında çarpışan, şehit olan. Köy, yüzyıllardır kendi üstüne kilitlenmiş, insanı Etiler çağını aşamamıştı: Kara sapandan, bulgur pilavı, kuru fasulye, turşudan ötesine ulaşamamıştı. Asur çarığını bulabilirse mutlanıyordu. Çağdaş devletin tepesiyle tabanı, birbirinde uzaksa nasıl anlaşacaklar, nasıl birbiriyle elleşip iş kotarıp ilerleyebileceklerdi? Demokrasiyi kuracaksanız, önce onun insanını yetiştireceksiniz. Onlar, demokrasiyi bölüşecek, kollayacak koruyacak bilinç ve anlayışa ulaşabilirse, Ortaçağ karanlığından sıyrılabilirdiniz.

Nasıl bir eğitimle? Atatürk: "Eğitim ve öğretimde uygulanacak yöntem; bilgiyi insan için gereksiz bir süs, başkasına üstün gelme, dolayısıyla başkasını zorlama aracı ya da uygar bir zevkten çok, donanım ve güç haline getirmektir. "diyordu ve ekliyordu: "Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür." Kültürleşecek, uluslaşacaktık önce. Düşünüşümüzün kirizmasını yapacaktık. Eğitimle edineceğimiz kişilikle bilimi kullanacak, kişisel, toplumsal yaşamamıza esenlik getirebilecektik.

Bakar mısınız, Atatürk, bilgi zorlama aracı olmasın, yaşamı kolaylaştırsın, kişiyi başarılı kılsın diyor. Yaşadığımız çağa, bilgi çağı deniliyor. Bilimin yaşama uygulanışına (teknolojiye) sahip olanlar, onun gücüyle egemenliklerini pekiştirmek, dünyanın bir bölümünü çıkarlarına köle yapmak için ellerinden geleni arkalarına koymuyor. Zorlama aracı olarak kullanıyor bilgiyi. Emperyalizmin paramparça ettiği İmparatorluktan, çağdaş bir devlet yaratan ve savaşın hemen arkasından "Yurtta barış, dünyada barış" diyen Atatürk'teki insanlık ülküsü ile, sözüm ona demokrasi adına, olur olmaz bütün eksiklikleri Cumhuriyet'e, Mustafa Kemal'e fatura eden demokrasi sahtekârları arasındaki farkı görüyor musunuz? O'nun, "eğitim uygulamalı, yaşamsal olsun, insanın başarısı, mutluluğu için yapılsın" buyruğu değil midir, köy enstitülerindeki eğitim uygulaması?

O köy enstitüleriyle halkın dili girdi yazınımıza. Halkımız, sorunlarımız, edebiyatımızın öznesi oldu. Edebiyat coğrafyamız genişledi. Belli bir kesimin tekelinden çıkıyordu edebiyat ve düşünüş. Öyle ki, o köy enstitülü yazarlardan etkilenen kuşak sosyalizme yöneliyordu. Toplumda kıpırdanmalar seziliyordu. Birilerinin sömürüsünün önü kesilecekti. Egemenlik, Cumhuriyetin amaçladığı gibi halka mı geçecekti? Kuşkulanıyor, korkuyorlardı. O köy enstitülerden Fakir Baykurt, Cumhuriyet'in aydınlanma / çağdaşlaşma doğrultusu diye yukarıda saydıklarımın gerçekleşmesi için yazıyordu, okunuyordu. Bir de öğretmenler sendikasının başına geçmişti. Halk, bu sendikayı, siyasal parti sanıyor, seviyordu.

Egemen çevrelerin iyice huzuru kaçtı: İçlerine sindiremedikleri, kıyın kıyın saldırıp yıkmaya çalıştıkları, Cumhuriyetin, gerçekten yaşama inmesinin savaşımına duran Fakir Baykurt'a fırsat verirler miydi?

Fakir'in dışlanışı, yurtdışına itelenişi; Cumhuriyetin, Mustafa Kemal düşünüşünün inkârıydı. Uluslaşma / kültürleşme sürecimize ket vurmaydı, toplumumuzun yönünü, yeniden Ortaçağ karanlığa çekip sömürüyü sürdürme oyunuydu elbette.

Geçen gün, Fakir'i anmak için yapılan toplantıda konuştu, Binnur Bacı. İlkokul'dan ötesine ulaşamamış, bu köylü kadını, Fakir'i duyuyor, onu okumaya çalışıyor. 49 yaşında kitap sahibi olarak edebiyat dünyasına girebiliyor. O toplantıdaki dili ne kadar aydınlık, ne kadar çıplak gerçekti. O oranda da incelikli, esprili. Aynı zamanda uyanık bilinçli. Ülkemizi, yukarıda değindiğimiz açmaza getirenlerin topunu cendereden geçirseniz, bir Binnur Bacı damıtamazsınız. Köy enstitüleri kapatıldıktan yıllar sonra Fakir'i tanımaya çalışan Binnur Bacı gibi kaç Binnur olacaktı; köy enstitüleri kapatılmasa, Cumhuriyet eğitiminin doğrultusu saptırılmasaydı, bir düşünün. Bir daha düşünün Fakir'in gücünü, ona kimin, neden, niçin saldırıya geçtiğini, ışıktan ürkenleri...

Kuruluşundan 62 yıl; kapatılışından 56 yıl sonra köy enstitüleri niye gündemde? Ömrü kısa (5-6 yıl), tartışması bu kadar uzun bir eğitim kurumu var mıdır dünyada? Halkın köy enstitülerine özlemi, Kurtuluş Savaşı felsefesi üstüne temellenen dizgemize özlemdir; öfkesi, bugünkü çarpık eğitime tepkidendir. 1919'un olanaksızlık ve ufuk darlığında mazlum milletlere örnek olacak bir tansığı (mucizeyi) gerçekleştiren Türk ulusu, neden yeniden bir ulusal imeceye koşulmasın? Şu kılıf değiştirmiş kapitalizmin küreselleşme, globalleşme etiketli palavrasına karşı çıkanlar var, dünyanın uzak köşelerinde. Onların ayaklanan damarlarında Mustafa Kemal düşünüşünün nabzı mı atıyor dersiniz.

Öyleyse ulusal değer ve dertlerimizin yazarı, savaşımcısı Fakir'in boyutu bildiğimizin ötesine taşar. Onu anlamak, algılayabilmek için, içinde oluştuğu dönemi, aldığı eğitimi, edim ve tutumuyla yapıtlarını incelemek irdelemek gerekir.

Toplumunda iz bırakanlar, anmalık değil, aydınlık içindir. Hele çıkarcı, sadece kuru inancından başka değeri olmayanların aracı olamaz, bize izlek çizenler. Dünyada ne ki varsa gelişim adına, kirtim kirtim birikimlerin örgüsüdür. Onun tezgâhtarı Fakir benzeri yazarlar, düşünürler, bilim adamlarıdır. Onların köprüsünden geçeriz ötelere.

Aralık 2002
   Osman Bolulu