09 Nisan 2021

Charles Baudelaire

  "Yaşlı Hokkabaz"
 
Tatile çıkmış kalabalık dört bir yana açılıp yayılıyor, bol bol eğleniyordu. Cambazların, hokkabazların, hayvan oynatıcıların, gezgin satıcıların bel bağladıkları şenliklerden, yılın kötü günlerinin acısını çıkaracak şenliklerden biriydi. Halk böyle günlerde acıyı, işi, her şeyi unutur gibi gelir bana; tıpkı çocuklara benzer böyle günlerde. Küçükler için bir tatil günüdür bu, okul korkusunun yirmi dört saatliğine ertelenmesidir. Büyükler içinse, yaşamın kötü güçleriyle yapılan savaşta bir ateşkes, evrensel yorgunluk ve evrensel çarpışmada bir soluklanmadır. 

Seçkin çevrenin insanları bile, düşünceyle ilgili çalışmalarla uğraşanlar bile bu kitle şenliğinin etkisinden güç sıyrılır. Bu kaygısızlık havasından kendilerine düşen payı onlar da içlerine çeker ister istemez. Bana gelince, gerçek bir Parisli olarak, böyle görkemli günlerde hindiler gibi kabaran tüm o barakaları gözden geçirmeyi hiç kaçırmam. 

Zorlu bir yarışmaya girişmişlerdi gerçekten: bağırıyor, böğürüyor, uluyorlardı. Bir bağırtı, bakır şangırtısı, hava fişeği patlaması karışımıdır gidiyordu. Külahları kırmızı kurdeleli maskaralar, palyaçolar, yelden, yağmurdan, güneşten sertleşmiş yüzlerini buruşturuyorlardı; etkilerinden kuşku duymayan oyuncuların güveniyle parlak sözler söylüyor, şakalar savuruyorlardı. Molière’in nükteleri ve şakalarındaki gibi yüklü ve sağlam bir güldürgenlik vardı şakalarında. Kol ve bacaklarının kocamanlığıyla mağrur, orangutanlar gibi alınsız ve kafasız Herkül’ler, bugün için dünden yıkanmış kispetlerinin içinde kurum satıyorlardı. Periler, prensesler gibi güzel oyuncu kızlar, eteklerini kıvılcımlarla dolduran fenerlerin ışığı altında zıplıyor, taklalar atıyorlardı. 

Işık, toz, sevinç, gürültüydü her şey; kimileri harcıyor, kimileri kazanıyordu, harcayan da, kazanan da aynı ölçüde sevinçliydi. Çocuklar bir çubuk şeker koparabilmek için annelerinin eteğine asılıyor ya da Tanrı gibi göz kamaştırıcı bir hokkabazı daha iyi görebilmek için babalarının omuzlarına çıkıyorlardı. Dört bir yanda bir kızartma kokusu dolaşıyor, tüm kokuları gölgede bırakıyordu; şenliğin buhuru gibiydi. 

Baraka dizisinin ucunda, en ucunda, sanki utanmış da kendini tüm bu tantanadan sürgün etmiş gibi duran, zavallı bir hokkabaz gördüm; kambur, bitkin, kocamıştı, bir insan yıkıntısıydı, kulübesinin direklerinden birine belini vermişti; kulübesiyse hayvanlığa en yakın yabanılın kulübesinden de düşkündü, akıp tüten iki mumu yoksunluğunu daha bir iyi aydınlatıyordu. 

Her yanda sevinç, kazanç, eğlence; her yanda ertesi gün de bir ekmek yeme güveni; her yanda canlılığın taşkın patlayışı. Burada salt yoksunluk, dehşet tam olsun diye de karşıtlığı sanattan çok yoksulluktan kaynaklanan, gülünç paçavralarla gülünç bir kılığa girmiş yoksunluk. Gülmüyordu düşkün adam! Ağlamıyordu, oynamıyor, el kol sallamıyor, bağırmıyor, yalvarmıyordu, sevinçli ya da acılı hiçbir şarkı söylemiyordu. Dilsiz ve kımıltısızdı. Her şeyden el çekmiş, her şeyden vazgeçmişti. Yazgısını tamamlamıştı. 
 
Ama oynak dalgaları soğuk yoksunluğunun birkaç adım ötesinde duran kalabalığa, ışığa, ne derin, ne unutulmaz bir bakışla bakmaktaydı! İsterinin korkunç elinin gırtlağımı sıktığını duydum, bu düşmek istemeyen, bu söz dinlemez gözyaşları gözlerimi kamaştırır gibi oldu. 
 
Ne yapmalıydı? Bu pis kokulu karanlıkların içinde, yırtık pırtık perdesinin ardında hangi tuhaflığı, hangi harikayı göstereceğini talihsizden sormak neye yarardı? Aslına bakarsanız, göze de alamıyordum bunu; çekingenliğimin nedeni belki sizi güldürür, ama ben gene de söyleyeyim; gururunu incitmekten korkuyordum. En sonunda, düşüncemi sezeceğini umarak, geçerken tahtalarından birinin üzerine birkaç kuruş bırakmaya karar vermiştim. Ama bu sırada, kim bilir hangi kargaşalığın yol açtığı bir insan dalgası beni uzaklara sürükledi.
 
Dönüşte bir türlü aklımdan çıkaramıyordum bu görüntüyü, beklenmedik üzüntümü çözümlemeye çalıştım, sonra şöyle dedim kendi kendime: Bir zamanlar kahkahadan kırıp geçirdiği bir kuşaktan artakalmış yaşlı yazın adamının görüntüsünü gördüm ben; yoksunluk yüzünden, halkın nankörlüğü yüzünden böylesine düşmüş, barakası unutkan kalabalıklarca hor görülmeye başlanmış yaşlı ozanın; dostsuz, ailesiz, çocuksuz yaşlı ozanın görüntüsünü gördüm. 
 
 "Paris Sıkıntısı"