08 Ağustos 2021

Ingeborg Bachmann - Gerçek Sorunlar / Sözde Sorunlar

Birtakım nesnelerin, insanın elini uzatsa alabileceği kadar yakında olduğu söylenir hep. Ben durumun böyle olduğuna ve birta­kım şeylerin herkesin elini uzatıp alabileceğine inanmıyorum. Yeni bir deneyim yaşanarak elde edilir, yoksa el uzatıp hazırdan alınarak değil. Deneyimleri havadan kazananlar, ya da başkalarından alanlar, kendileri hiçbir deneyimi yaşayarak kazanmamış olanlardır. 

Ben şuna inanıyorum: Kimsenin karşılamaktan kaçınamayacağı, her zaman yeni sorular niteliğiyle ortaya çıkan bu ne için ve neden sorusuyla, bunlara eklenen öteki tüm soruların (eğer isterseniz, suçluluk sorularını da sokabiliriz bu kapsama) sorulmadığı yerde, doğrudan doğruya üreticinin kendisinde bir kuşku ve dolayısıyla da gerçek bir sorunsal oluşmadığı yerde yeni bir yazının oluşabilmesi de olanaksızdır. Biraz önce, yazarın gerek kendinden ötürü, gerekse gerçeklikle karşılaşma­sından ötürü çektiği sıkıntının bir sonucu olarak dilsizleşmeden ve susmaktan söz edilmiş olduğundan, bir çelişki gibi gelebilir şimdi bu durum. Ayrıca sözü edilen sıkıntı, günümüzde değişik biçimler içersinde ortaya çıkmakta. Dinsel ve metafizik çatışmalar yerini insan lararası, toplumsal ve siyasal çatışmalara bırakmış; bunların tümü de, yazar açısından, dil ile çatışmada odaklanıyor. 

Çünkü şu son elli yılın yeni bir yazını belirginleştiren tüm büyük yapıtları, biçemler denenmek istendiğinden, ya da modern olma isteği ile değişik anlatım girişimlerinde bulunulduğundan ötürü doğmuş değildir. Bu yapıtlar, her bilginin oluşumundan önce yeni bir düşünme eyleminin itici güç işlevini gördüğü bir formüle sığdırabilen her ahlâkdan önce ahlâksal bir içgüdünün yeni ve yine ahlâk alanına giren bir olanağı kavrayıp taslak olarak ortaya çıkarabilecek güce eriştiği yerde yaratılmıştır. Bu noktada, bugün bize yamamaya çalıştıkları, ne yazık ki bizim de be­nimsemeye dünden hazır olduğumuz sorunların gerçekten varolduğuna inanmıyorum. 

Ayrıca bu yüzyılda yapılmış bunca biçimsel buluştan ve yaşanmış bunca biçime ilişkin serüvenden sonra (özellikle yüzyılın başında), bize öykünmeye gitmekten, gerçeküstücülerden daha gerçeküstücü, izlenimcilerden daha çok izlenimci yazmaktan, Joyce, Proust, Musil ve Kafka'nın buluşlarını kullanmaktan başka bir şey kalmadığına da inanmıyorum. Kafka, Joyce, Musil ve Proust da kendilerinden önce oluşmuş hazır buldukları deneyimleri kullanmadı­lar. Onların kullanmış olduklarından, seminer çalışmalarında ve dok­tora tezlerinde saptanabileni ise sadece yüzeysel, ya da bir bütünün içersinde eriyip gitmiş nitelik taşımaktadır. 

O döneme özgü ve gerçek­liğe ilişkin saptamaların, o dönem açısından yeni niteliğini taşımış olan düşünce biçimlerrinin körü körüne alınması, yalnızca büyük yapıtlara ilişkin kötü bir öykünmeye ve yetersiz bir yinelemeye yol açabilir. Yapılabilecek tek şey, ne yapılmışsa onu sürdürmek ve görünüşte harcanan çabaya değinceye dek, her türlü deneyimden yok­sun biçimde denemek olsaydı, o zaman günümüzde çoğunlukla genç yazarlara karşı yöneltilen suçlamalar haklılık kazanırdı. Oysa yapı, temellerinden sarsılmaya başladı bile. Gündüzden önce gece gelir; kundakçılar ise alacakaranlıkta görürler işlerini.Gerçekliğin karşısına yeni bir dille çıkılması, sanki doğrudan doğruya dil bilgi toplayabilirmiş ve insanın hiç edinmediği deneyimi yaratabilirmiş gibi, yalnızca dili yeni baştan oluşturma girişiminde bulunulduğu yerde değil, ahlâğa ve bilgiye yönelik bir atılımın yapıldığı yerde söz konusu olabilir. 

 Dil, yalnızca yeniymiş gibi görünsün diye onunla oynandığında, öcünü zaman yitirmeksizin alır ve bu davranışın gerçek yüzünü ortaya vurur. Yeni bir dilin yeni bir akışı olması gerekir; buna ise ancak yeni bir ruh içerdiğinde kavuşabi­lir. Dili tanıdığımızı düşünürüz hepimiz, onu kullanıyoruz diye böyle düşünürüz; ama yazara gelince değişir iş, yazar bir türlü rahat kulla­namaz dili. Dil, yazarı korkutur, yazar açısından kolayca anlaşılabilir bir yapıda değildir. Yazından önce var olan dil, devingendir, bir süreç içersindedir, var oluş nedeni kullanılmaktır, bir kullanım aracıdır; gelin görün ki, yazar kullanamaz hu aracı. Dil, istediği zaman elini uzatıp istediği kadar alabileceği, tükenmek bilmez bir malzeme depo­su değildir yazar için; toplumsal bir nesne, ya da tüm insanların ortak malı da değildir. Dil, yazarın onunla erişmek istediği amaç için yeterli olabilecek düzeye erişmemiştir henüz; bundan ötürü yazar, kentlisi için çizilmiş sınırlar içersinde kalmak koşuluyla, dilin göstergelerini saplamak, belli kurallara bağlı kalarak dili yeniden canlandırmak ve ona dilsel sanat yapıtının dışında hiçbir yerde cdinemeyeceği bir akış biçimini kazandırmak zorundadır. 

Bu süreç sırasında dil, onun güzelli ğine özen göstermemize, güzelliğini duyumsamamıza izin verebilir hiç kuşkusuz; ama dilin kendisi gerek başta, gerek sonda erişmek isle­diği estetik bir doyuma değil, yeni bir kavrama gücü olan bir değişime boyun eğer.Şimdilik ahlâk öncesi bir ahlâk dürtüsü diye nitelendirebildiğim, zorunlu bir dürtüden söz etmiştim daha önce. İlk aşamada, özellikle yön gereksinimi duymayan, yalnızca bilmeye yönelik, dil ve dil aracılığıyla bir yerlere varmak isteyen bir düşünme eylemi için itici bir güçtü bu; adına gerçeklik diyelim şimdilik.Bu yön bir kez tutturulduğunda ve felsefe, ya da yazın alanına giren bir yön de söz konusu değilse eğer, o zaman yön durmaksızın değişicek, her defasında bir başkası olacaktır. Bu yön Hofmannsthal'ı George'den farklı bir yere götürmüş, Rilke'yi Kafka'dan ayırmış; Musil, hiç kuşkusuz Brecht'inkinden çok ayrı bir yere varmıştır. İçinde her şeyin hem filizlendiği, hem de kuruduğu, gerek sözler, grekse nesneler açısından rastlantısal hiçbir şeye yer vermediği bir yön, bir yörüngeye fırlatılıp atılıştır burada söz konusu olan... 

Ve bence bu durumun gerçekleştiği yerde yazınsal bir oluşumun özgün­lüğe ilişkin güvencesi, yazınsal yapıtları nitel düzeylerinin belirtileri açısından sınamakla elde edilebilecek güvenceden daha büyük olur. Çünkü nitel düzey dediğimiz şey farklılık gösterebilir, tartışılabilir, dahası kimi yerde böyle bir şeye gerek olmadığı ileri sürülebilir. Belli ölçüde bir nitel düzeye zaman zaman orta düzeyde birinin bir şiirinde, iyi bir öyküde, okuyucusuna seslenmesini bilen, akıllıca yazılmış bir romanda da rastlanabilir; nasıl olursa olsun bir şey yapabilenler, hiçbir zaman eksik olmamıştır, bugün de eksik değildir. Ayrıca kişisel olarak sevebileceğimiz birtakım rastlantısal başarıların, çizgi dışı olguların varlığını da unutmamak gerekir. Ama bir yazarı gör­mezlikten gelmemizi olanaksız kılan öğe, belli bir yönün tutulmuş olması, kendine özgü bir sorunsalın, başkalarıyla karıştırılması olanaksız bir sözcükler, tipler, kişiler ve çatışkılar dünyasının varlığı­dır. Akla gelebilecek tüm yolların içinden olası tek yol olarak seçmiştir yörüngesııi böyle yazar; tüm dünyayı kendi dünyası kılma zorunluluğunun bunalımı içindedir, dünyayı tanımlama cüretini göstermesinden ötürü suçlu sayılamaz, ve bütün bunlardan ötürü de gerçek bir yazar olarak vardır. Kendi kendisinin gerekliliğine inandığı için, öte yandan da bu gereklilikten kaçmak elinde olmadığı için görevi belirginleşir önünde. 

Bu görevi ne denli açık seçik görürse, yapıtlarına da o denli yoğun düzeyde, gizli ya da açık seçik bir kuram­sal çerçeve eşlik eder. Sık sık Rilke'nin gerçi büyük bir şair olduğunu, ama yapıtlarının dünyaya yön veren ve dünya görüşünü dile getiren içeriğinin bizi ilgilendirmesinin gerekli olmadığını söylerler, sanki bu içerik o yapıtlardan çıkarılabilirmiş, ya da zararlı bir eklen­tiymiş gibi. Önem taşıyanın, yalnızca tek tek şiirlerin ya da dizelerin başarısı olduğu ileri sürülüyor. Aynı kişilerden Brecht'in büyük bir yazar ve en büyük oyun yazarımız olduğunu, ama bir komünist olduğunun, ya -Brecht'e duyulan sevgiden kaynaklanan bir jest olarak- hasıraltı edilmesi, ya da yerilmesi gerektiğini de duyarız. Kaba bir deyişle, önemli olan, güzel sözcüklerin, şiirselliğin varlığı, bunlar iyi, hoşumuza gider bunlar; örneğin o güzelim erik ağaçları ve küçük, beyaz bir bulut. -Avrupa'nın zedelenmiş düşünsel geleneğini, bu ge­lenek yerini bir boşluğa bırakmışken, yapıtında yeniden canlandırma sırasında Hofmannsthal’ın harcadığı büyük çaba, boşuna bir çaba gibi görünmekte kimilerine. 

 Oysa unutulmamalı ki, Hofmannsthal, geçmişle birtakım kurmaca bağıntılar oluşturmasaydı, ne kendi tiyat­rosunu yaratabilirdi, ne de değerlendirme gücünü kullanarak denemele­rinde bir düzen sağlayabilirdi. -Proust, Yitik Zaman Peşinde nm son cildinde, tüm yapıtı neredeyse bir kuramın çatısı altında toplamış, yapıtın oluşum biçimini yansıtmış, yapıtına bir gerekçe kazandırmış­tır. Şimdi sorulabilir bunu neden yapmış olduğu. Zorunlu muydu bu, denebilir. Sanırım olumlu yanıt vermemiz gerekiyor burada. Şu soru­nun da sorulduğunu duymuştum bir kez: Gottfried Benn, neden o kök­tenci estetik görüşünü, başka deyişle anlatım dünyasına ilişkin o tasarıyı, esriklik, yoğunlaştırma ve birincil tekil kişinin içkonuşması gibi parola sözcükleri sunmak gereğini duydu bize? Ama Benn eğer bunu yapmamış olsaydı, yukardaki soruyu soranın benimsemeye hazır olduğu şiirlerini yazabilir miydi? 

 -Musikin Niteliksiz Adanı adlı yapıtında yer alan deneme bölümlerini yapıtın bir parçası saymayacak mıyız? Yıkılmaya yargılı bir ütopyanın kurulması girişimleri, ya da «açık seçik bir ıııistikliğe» yönelik arayış olmaksızın, bu yapıt düşünlenebilir mi? Niteliksiz Aclanı'\ büyük kılan, bütün bu düşünme girişimlerinin bir araya gelişi değil mi?Tek tek yazarlar ve bu yazarların yanılgıları ile tekyanlılıkları üze­rine bir yargıya varilabilmcsini olanaksız kılmak için söylüyor değilim bütün bunları. Amacım, gerçek bir yazarın ya da gerçek bir yazının, bir yeninin ortaya çıktığını nasıl anlayabileceğimiz sorusu günümüzde darmadağınık biçimde sorulduğunda, bu sorunun yanıtını anımsatabilmek. Bütün bunlar yeni ve bütünsel bir tanımın varlığın dan, görmezlikten gelinemeyecek bir düşüncenin örtülü ya da açık biçimde ortaya konmasından anlaşılır.

TIK

  20. Yüzyıl Edebiyat Sanatı