08 Ağustos 2021

Descartes'in Üç Rüyası

 I-  Birinci  Rüya  Ya  Da  Geçmişin  Yıkılması: Kuşku  ilkesi  "Gizli  nedenleri  arayan  bilim  bir  din    olur"

Kuşku!  kuşkulanmak,  günümüze  değin  düşüncenin  ayrılmaz  bir  parçası  olmuştur.  Kuşkunun  bu  anlamda temel  görevi  dogmatik  diye  anılan  ve  nasıl  elde edilmiş  olursa ol­sun,  belirli  yargıların  asla tartışılmayacağını  deyimleyen  görüşe  karşı  düşünce  tarihi  bo­yunca  büyük  savaş  vermiştir.  Düşüncenin  serüvenini  bu  açıdan,  yani  dogma  ile  kuşku­nun  savaşı  olarak  da  görmek  olasıdır.  Ancak  Kuşku  Descartes'ta oldukça  farklı  bir  anlam  taşır  ve  belki  de  onu  diğerlerinden  ayıran  en  özgün  yanını  oluşturur.  Descartes  kuşkuyu:  "Bilimlerde  sağlam  bir  şey  kurmak  için  insanın  hayatında  bir  defa  eski  kanaatleri­ni  bırakması  gerektir"

"Yalnız  eskiden  doğru  olduğuna  inandığı  kanaatlerden  sıyrılmak  kararı,  herkesin  güdebileceği  bir  örnek  değildir;"

"Gerçeği  arayanın  yaşamında  bir  kez  tüm  nesnelerden  gücü  yettiği  ölçüde  kuşku  duyması  gerekir"

İfadeleriyle  tüm  önemli  yapıtlarında  dile  getirmiş  ve  merkezi  bir  yer   vermiştir.   Aslında  bunun  nedenini  anlamak  zor  değildir,  değinildiği  gibi  Ortaçağ'ın  skolastiğinden  nefret  eden  ve  Renaissance'ın  hümanizmine  güvenmeyen  Descartes için  yeni  bir  düşünce  sistemi  kurmaktan  başka  çare  yoktu;  ve  yeni  şeyler  kurmak  isteyen herkes  de  eskiyi  yık­mak  zorunda olduğundan  o  da  merkeze  kuşkuyu  yerleştirdi.  Çünkü  yerleşik  kanaatleri  en  kolay  ortadan  kaldırma  yolu  onları  kuşkulu  duruma  sokmak,  güvenilirliklerini   yık­maktır.

Filozof  7.  îtirazlar'a  verdiği  Cevaplarda  bunu  çok  açık  ve  basit  bir  örnekle   deyimliyor.  Eğer  bir  sepet  elmanız  varsa  ve  bunların  bir  kısmının  çürümüş  olabileceğini  düşünüyorsanız,  tümünü  boşaltıp,  çürükleri  ayırdıktan  sonra sağlam  olanları  yeniden   se­pete doldurursunuz.  O  burada tüm  sepeti  boşaltarak  o  ana  kadar edindiğimiz  tüm  kanı­larımızı  ve  bilgilerimizi  sorgulatıyor.  Bunun  sonunda acımasız  bir  eleme  de  vardır.  Filo­zofun  en  küçük  bir  yanılgıya  dahi tahammülü  yoktur:

"Bu  nedenle kendilerinden  kuşkulanılan  tüm  nesnelere yanlış  gözüyle  bakmak  da  yararlı  olur."

Bununla  birlikte  o  hiç  bir  zaman Pyrronizm  anlamında  gerçek'  bir  kuşkucu  ol­mamıştır.  Kuşku  bir  erek  değildir,  yalnızca  onu  "başkalarının  yaptıklarını  onaran  küçük  bir  sanatkar  olmaktan  kurtaracak  bir  araçtır.  Bu  kuşku  yoktan  bir  sistem  kurmaya  ve  var  olan  ön  yargılan  yıkmaya  yarar.

Gibson'un  ilginç benzetmesine göre:"...bir  şehir planlamacısı  ile bombalı  bir  anar­şist  arasında  fark  vardır.  Çünkü  planlamacı  yeniden  yapma  amacıyla  hareket  eder".  Gerçekten  de  Descartes'ın  ileri  sürdüğü  evrensel  kuşku  ilkesi de  omnibus  dubitandum-yalnızca  akıl  yürütme  amaçlarına  uyarlanmış  bir  tavırdır,  bilgi  karşısında  bir  tutum  al­madır.  Bu  nedenle de  abartılı  (hiperbolik)  olarak  nitelendirilmektedir.

Ayrıca  o  burada bir  kez  daha Aristocu  skolastiğe  karşı  olduğunu  ortaya koymak­tadır.  Aquinas:"principium  nostrae cognitionis  est  a  sensu", yani  'bilginin  başlangıcı  du­yumdadır'  diyordu.   Oysa  Descartes  Düşünceler'de: "Bu  prensipler,  yalancı   oldukları için  kendilerine  güvenilmeyen  duyulardır"  deyimiyle  açıkça  Doctor  Angelicus'a  karşıt­lığını  dile   getiriyordu.  

Bu   anarşist'  yanının  dışında  kuşkunun   teknik  bir  kullanımı  daha  vardır.  Bu  an­lamda  analizi  tamamlayıcı  bir  rol  oynar.  Kuşku,  şeylerin  tanımına  karşılık  gelen  özünü  belirleme  tekniğidir;  bir  varlığı  tanımlarken  kullandığımız  özelliğe  sahip  olup  olmadı­ğından  kuşkulanabiliyorsak,  bu  özellik  o  'şey için  özsel  olmayabilir.  Yani  Eğer  bir  özel­liğin  belirli  bir  şeyin  özünün  bir  parçasını  oluşturup  oluşturmadığını  araştırmak   istiyor­sak,   yapılacak   olan,   o   şeyin   varlığından   kuşkulanmaksızın   özelliğin   varlığından   kuşkulanmaktır.  Örneğin  Tanrıyı  her  şeye  gücü  yeten  ve  zamanla  sınırlı  olmayan  var­lık  olarak  tanımlarsak,  eğer  'her  şeye  gücü  yetme'  özelliğinin  özsel  olup  olmadışım   me­rak  ediyorsak,  Tanrının  varlığından  kuşkulanmadan  'her  şeye  gücü  yetme'  özelliğinin  varlığından  kuşkulanabiliriz.

Descartes'ın  kuşku  yönteminin  bu  anlamdaki  işlevi:  ilksel  tanımların  saydamlaştırılması  ya  da  daha kesin  bir  duruma getirilmesini  sağlayarak,  karmaşık  şeylerin  basitlere  bağımlığını  tanımlamaktır.  Bu  çerçevede  filozof  skolastiğin  ve  Renaissance'ın  pek  çok  elmasını  düşünce  tarihinin  sepetinden  çıkaracak  ancak  pek  azını  geri  koyacaktır.  Buna  rağmen  onun özenli  elemesinden  de  kaçmayı  başaran  birkaç  çürük  elma daha  uzun  yıllar  sepette  kalacaktır.

II.  ikinci  Rüya  Ya  Da  Her  Tür  Bilgi  Otoritesinin  Reddi: Cogito  Ve   Tanrı   "Si  fallor,  sum"  " Eğer  yanılabiliyorsam,    ben'im'  Agustinus.

Descartes'ın  kendisini  tanımayanlarca  da  bilinen  ünlü  deyimi  dilimize  genelde  "Düşünüyorum,  o  halde varım"  olarak çevriliyor  (Cogito ergo  sum  ya  da  Je  pense, Done Je  suis). Ancak  tam  bir  çevirisi  "Düşünüyorum,  o halde benim"  dir.  Acaba Descartes  bu  deyime  varmadan  önce  bir  ben'i,  bir  kendi  olduğunu  bilmiyor  muydu?  Ya  da  açık  seçik  bilgilere  ulaşmak  için  çıktığı  yolda  kuşkusu  ve  analizi  sonucu  en  büyük  buluş  'kendi' mi oldu? Tümüyle  olmasa  da  bu  sorulara  bir  ölçüde  olumlu  yanıt  vermek  olasıdır.  Çünkü  o,  gereksindiği  temizlik  için  Birinci  Düşünce'de  kuşku  yöntemiyle  bütün  her  şeyden  hatta  cebirin  '3+2=5'  ya  da  geometrinin  bir  karenin  dört  dik  açısı  vardır  gibi  kesinliklerinden  dahi  kuşkulanıyor.  Bunun  nedeni  de  yanıltıcı  şeytan  (kötü  cin-Malin  Genie)'dir.  An­cak  bu  şeytanın  bile  elinin  kolunun  bağlandığı  bir  alan  var  ki,  o  da  Cogito'dur.

Cogito'yu  saptayabilmek  içinse  öncelikle  Metafizik   Düşüncelerden  ilkine  bak­mak  gerekir.  Birinci  Düşünce'nin  sınırsız  kuşkusuna  şöyle  bir  baktığımızda,  ilk soru  her şeyin  bir  rüya  olup olmadığıdır?  Gerçekten  yaşıyor  muyum?  Yoksa rüyamda  yaşadığımı,  yürüdüğümü,  konuştuğumu  mu  görüyorum?  Bunu  aşma  yolu  ise  belirtildiği  gibi  Cogito'dur. Çünkü  eğer  ben  rüyamda  koştuğumu  görüyorsam  gerçekte  (örneğin  yatakta  uzan­maktayım)  koşmuyorumdur.  Oysa rüyamda  bir  geometri  problemine çözüm  bulduysam,  bunun rüya  olması  fark  etmez onu   uygulayabilirim.

Yani  eğer  rüyamda  düşündüğümü  görüyorsam  gerçekten  (uyku  içinde  bile  olsa)  düşünüyorumdur.  Dahası,  herşeyden  kuşkulanabilirim;  varlığımdan,  bedenimden,  tüm  zihnimdekilerden  ancak  kuşkumdan  kuşkulanmam  diğerlerinden  farklıdır.  Çünkü,  tıpkı  rüya  örneğindeki  gibi,  yürüdüğümden  kuşkulanıyorsam,  zorunlulukla  yürüyor  olmam  gerekmez  ancak  salt kuşkumdan  kuşkulandığımda;  kuşkulanmak  bir  düşünce  tarzı  (modu)  olduğundan  bu:  Düşünüp  düşünmediğimi  düşünüyorum  anlamına  gelir.  Bu  durumda  ise  her  şeyden  önce  (fizik  dünyadan,  toplumdan  ya  da  bedenimden  önce)  bulunması   ge­reken, düşünüp  düşünmediğimi  düşünen  bir  benin  varlığıdır.  İşte  "Düşünüyorum,  o  hal­de  ben  im  ya  da  vanm'ın"  anlamı  budur.

Bu  deyim  yani  cogito,  artık  Descartes  sisteminin  temel  direği  olacaktır.  Ancak  eksiktir.  Çünkü  onunla yalnızca  rüya  ve  duyumlanabilen  her  şeyin  bir  yanılsama  olması  engelini  aştık,  yani  yanılsama  olmayan  bir  'ben'   var  elimizde.  Henüz,  tüm  fizik  dünya  ile  cebir  ve  geometrinin  kesinlikleri   bu  kuşkudan  kurtulmuş  değil.  Bunlardan  kuşkuyu  kaldırmak  için  yeni  bir  akıl  yürütmeye  gereksinim  var.  Öncelikle  Cogito'ya  nasıl  var­dım  ya  da  onun bir  bilgi  olarak  özelliği  ne?  Cogito'yu  açık  seçik  ve  doğrudan  biliyorum.  O  zaman  aynı  dolayımsızlıkla  ve  kesinlikle,  bildiğim  başka  bir  şey  de  doğru  olacaktır.  Öyleyse  düşünen  bir  'ben'  olarak, bana dışarıdan  gelmiş  -yani  benden sonra  ortaya  çıkan  zihnimdeki  tüm  fikirleri  ayraca alıyorum  (bir  tür  fenomenolojik  indirgeme).  Bana  dı­şardan  gelmeyen  yani  'bene  öngelen  bir  fikir  var  mı?  Yanıt  olumludur.  Dış  dünyadan  edinmediğim  ya  da  kendi  imgelemimin  ürünü  olmayan  bir  tane var:  Her  şeye  gücü  ye­ten,  başsız,  sonsuz, sınırsız  bir  varlık.

Böyle  bir  varlığı  ne  dış  dünyadan  almış  olabilirim  ne  de  kendi  imgelemimin  bir  tasarımı  olabilir.  Öyleyse  bu   fikri  nereden edindim? Bir  nedeni  olması  gerekir,  ben  kendi  varlığımın  nedeni  olmadığım  için  bu  fikrin  de  nedeni olamam.  Yoktan  hiçbir  şey  çık­madığı  için  (ex  nihilo, nihil)  bunun  nedeni  yokluk  olamaz. Dahası  bu  nedenin  sonucuyla  yani,  zihnimdeki  salt sıfatlara  sahip varlık  fikriyle  uyum  içinde  de  olması  gerekir.  Aynca  neden sonucuyla  aynı  anda var  olmalıdır  da.

Yani  sonucuyla  var  olup  onu  gerçekleştirmelidir.  Bu  anlamda  Benim  bu  anki  var­lığımın  nedeni,  bir  an  önceki  varlığım  değildir.  Böylece,  varılacak  sonuç:  Zihnımdeki  Tanrı  fikrinin  içeriğindeki  gibi  bir  şeyin  hali  hazır  da  var  olması  ve  zihnimdeki  bu  fikrin  nedeni  olmasıdır.  Bu  sonuç  Descartes'ın  Tanrının  varlığına  ilişkin  ileri  sürdüğü  neden­sel  kanıttır'.  Bu  kanıt  kendi  içinde  iki biçimde  düşünülür:  İlk  önce  Tanrı  fikrinin  gerçekte  Tann'ca  oraya yerleştirilmiş  olması  (çünkü  az  yetkin  olan  ben  çok  yetkin  olan  bir  varlı­ğın  nedeni olamam  -ex  nihilo, nihil  ardından,  'benin  kendi  nedeni olmaması  dolayısıy­la  onu  yaratacak  bir  şeyin  yani Tanrı  nın  var  olması.

Dahası  Tanrı  yalnızca  var  değildir.  Benim  zihnimdeki  niteliklerine   de  sahiptir.  Ancak  Tanrının  varlığının  kanıtlan  bunlarla  sınırlı  olamaz.  Kaldığımız  yerden  devam  edelim;  şimdi  zihnimdeki  bu  varlığın  sıfatlarından  çıkan  sonuç  O  nun  yetkin  bir  varlık  oluşudur.  Öyleyse  bu  yetkin  kavramının  içeriğinden  var  olma  özelliğini  çekersek,  yet­kinlik,  tamlık  bozulmuş  olacaktır.  Yani  O  şey  artık  yetkin  olamaz,  çünkü  eksilmiştir  -varlık  özelliğinden  yoksundur.  O  zaman zorunlulukla  yetkin  şey  var  olmalıdır da.  Descartes burada  'ontolojik  kanıtı'  kullanarak  Aosta'lı  Anselmus'un  (1033-1109)  kulaklarını  çınlatmaktadır.

Gelinen  noktayı  özetleyecek  olursak,  şimdi  elde bir  'ben'  bir  de  Tanrı  vardır.  Açık  ve  seçik  biçimde,  doğrudan  içimize  bakarak;  zihnimizin  analizi  ile  elde ettiğimiz  bu iki nokta  Descartes'a göre  tüm  bilgimizin  temeli  olacak kuşkulan  aşacaktır.

Ancak  düşünülmesi  gereken  son  bir  olasılık  daha  var.  Ya  bizzat Tann  bizi  bilgile­rimiz  konusunda  aldatıyorsa  ne  yapabiliriz?  Bunun  yanıtı  basittir. Zihinmizi  incelediği­mizde  içimize  bu  bakışla  elde ettiğimiz  kesin  bilgi:  Belirli  salt sıfatlan  olan  ve  'ben'i  ya­ratan  bir  Tann'nın  varlığıdır.  Dahası  'ben'  doğru  ya  da  yanlış  dış  dünya  ve  kendime  iliş­kin  pek  çok  fikre  sahibim.  Bu  koşullarda  Tann'nın  beni  bir  şeyler  bilme  yetisi  ile  donat­tığı  ve  bu  bilginin  en  üst  noktasına  da  kendi  varlığının  ve  özelliklerinin  bilgisini  yerleş­tirdiği  söylenebilir.  Eğer  'ben'i  bir  şeyler  bilme  yetisiyle donatmışsa;  aldatması  ya  da  bil­giyle   ilgili  yanlış  ve  eksiklerimi   düzeltemeyecek  biçimde  yaratması  açık  bir  çelişme  olurdu.  Descartes  başlangıçtan  bu  yana  kuşkulanılması  anlamsız  ya  da  çelişik  deyimler  aramaktadır.   Bunlar:   İnsanın   kendiyle  çelişmeden   varolmadığını   söyleyemeyeceği   Cogito,  ile Tanrının  hem  var  olması  hem  de  aldatıcı  olmamasıdir,  çünkü  bilme  yetisiy­le  donatıp  sonra aldatması  saçmadır.  

Sonuçta  I. Düşüncenin  getirdiği  tüm  kuşkulardan  kurtulmuş  oluyoruz.  Neden?  Ciinkii  diisiimivorıım  ve  hıı  nedenle  kendimle, çelişmeden  voklueumu  savlavamam.  cünkü  açık  seçik  bildiğim  her  şey  vardır  ve  Tanrı'yı  da  bu  biçimde  bildiğim  için  Tanrı   da   vardır  ve  aldananmam çünkü  O  aldatıcı  değildir.

Bu  düşünce  zinciriyle  ilgili  eleştirilere  gelince,  tam  bu  noktada  Descartes  çağın­dan  günümüze  değin  pek  çok  eleştiriye  uğramıştır.  Bunun  nedeni  yukarıdaki  paragrafta  açıkça  görülen:  Tanrı'yı  bilmemizin  temelinin  açık  seçik  dolayımsız  bilgilerin  kesin  doğ­ruluğu,  ve  bilgilerimizin  doğruluğunun  güvencesinin  Tanrı'nın  varlığı  ve  erdemli  olması­dır  (Tann  yardımı  kuramı);  bu  döngüsel  açıklama  "kartezyen  daire"  olarak  anılır  ve  ilk  kez,  daha Descartes'ın  kandi döneminde  Amauld  ve  Mersenne'ce dile  getirilmiştir.

Aynca  nedensel  kanıt'  düşünsel  dünyada  varılan  sonuçları  fizik  dünyaya  yüzde  yüz  uygulamakla eleştirilmiştir;  Reenin  ilginç  örneğine  göre:  Hayalet  gördüğünü  savlayan  kişilerin  kalp  krizi  geçirmesi  durumunda,  kalp krizinin  gerçek  olması  hayaletin  de  gerçekliğini  gerektirmez.  Dahası  Marx  'ontolojik  kanıt'  için:"ontolojik  kanıt  yalnızca  benim hayal ettiğim,  benim  için  gerçek  olan bir hayal gücüdür"  demiştir.

Genel  bir eleştiri  olarak  da  Ayer bilginin  bu  tip  kurulumunun  rasyonel  değil  daha  çok  duygusal  olduğunu  savlamaktadır  Hobbes  da  yetkinlik  fikrinin  salt  ve  bu  dünya­dan  bağımsız  olarak  ortaya  çıkmadığını,  iyi  ve  daha iyi  gibi  oransal  kavramlardan  akıl  yürütme  ile  varılan  bir  sonuç  olduğunu  söylemektedir.  Kant  da  'ontolojik  kanıt'ı  yoksa-maktadır.  Çünkü  'varlık';  uzunluk, enlilik  gibi  ele  alınacak  bir  özellik  değildir  o,  herhan­gi  bir özelliğe  ön gelmeli,  her  özellikten  önce  olmalıdır.

Tanrının  varlığı  ile  ilgili  bu  eleştirilerin  dışında,  Cogito'nun  kendisi  de  eleştirilmiştir.  Öncelikle  Gassendi  onun  bir  totoloji  olduğu  itirazını  ileri  sürmüştür;  Descartes'ın  buna  yanıtı  Cogito'nun  bir  akıl  yürütme  süreciyle  değil,  sezgisel  bir  biçimde  doğrudan  kavrandığıdır.  Başka  bir  itiraz  da  onun  yalnızca  'cogitatur ergo aliquid  est'  yani  'bir  dü­şünce  yer  alır,  o  halde bir  şeydir1  anlamına  geldiğidir.  Bugün  gündemde  olan  bir  itiraz  da  Wittgenstein ın  'özel  dil  savı  -privat  language argument' dır.  Buna göre  herhangi  bir  dilde  bir  terimin  anlamı  olması  için,  onun  doğru  uygulanımını  belirleyen  ortak  bir  ölçüt  olmalıdır;  Wittgenstein  bizim  kavram  anlayışımızın  zorunlulukla  ortak,  sosyal  ve  dola-yımh  olduğunu  ileri  sürmüştür.  Yani  bizim  dilimizin özgün  mantıksal  bağlantıları  dış  dünyanın  içeriğini  belirlemez.  Bu  ise  Cogito'nun  önceliğine  ve  bireyselliğine  vurulmuş  büyük  bir  darbedir  çünkü,  benim  'düşünce'  ve   varlık'  gibi  kavramlar  için  önceden  bir topluma  ve  bunun  ortak  kabulüne  gereksinimim  varsa  Cogito  ilk olamaz.  O  zaman  da  Descartes düşüncesinin  özenli  biçimde  gözden  geçirilmelidir.

Doğal  olarak  Tanrının  varlığı  ya  da  Cogito  ile  ilgili  getirilen  eleştiriler  bunlarla  sınırlı  değildir  ancak, bizim  için  bu  kadarı  yeterli.  Daha önemli  bir  nokta  olarak  Cogitoya  geri  dönelim  ve  başlangıçta  sorduğumuz  sorunun  yanıtını  gözden  geçirelim.  Descar­tes'ın  bulduğu  bilgi  temeli  neyi  deyimliyor?

Cogito  insanın  kendi  özsel  yanını,  ruhunu deyimler.  Bu  düşünce  'ben'  yani  ego­dur.  Ancak  bu  Fichte'nin  aşkın'  egosu  değil,  empirik  bir egodur.  Benim  bilinçli  dene­yimlere  sahip olan; özü, bilinçlilıği  olan bir  varlık  olduğumu  ortaya koyar.

Cogito  böylece  başlangıcı  bilince  getirmiştir56.  Gerçi  belirtildiği  gibi  filozof   so­lipsizme  gitmemek  için  ardından  Tanrı  nın  varlığını  kanıtlamaya  girişmiştir  ancak, yine de  temel  'ben'  dir.  Descartes'ın  bu  alçak  gönüllü  buluşunda  kendisinden  önceki  gelişme­lerin  de  payı  olduğu  açıktır.  Ancak  Hegel'in  sözünü  ettiği  büyük  adamlar gibi  Descartes  çağının  ruhunu  öyle  güzel  özümseyip  formüle  etmişti  ki; böylece  kendinde  sonrası  için  sağlam  bir  düşünsel  temel  de  hazırlamıştır.  Filozofun   bu  buluşunun   değerlendirilmesi   için  onun  yalnızca  bir  bilinç  olarak  saptadığı  varlığın,  tarihsel,  sosyal  ve  siyasal  gelişim­deki  yerinin  de  kısaca  saptanması  gereklidir.

III.  Üçüncü  Rüya  Ya  Da  Özgün  Bir  Düşüncenin  Kurulması:  Birey  ve  Onun   Sorunları
1- Birey'in  Doğuşu  

Descartes'ın   bu  buluşunun  bilgi  teorisindeki  sonuçlan   tartışmalı   ise   de,   diğer   alanlarda çok  önemli  gelişmelere  yol  açtığı  kesindir.  İlk  olarak  Descartes yeni  bir  kavra­mı,  insan  ruhuna  ya  da  bilincine  sahip  kişilikli  insanı  ortaya  çıkarmıştır.  Bu  ona  kadar  gelen  eski  kişi  anlayışlarından  oldukça  farklıdır.  Örneğin  Homer'in  kişisinin  bu  anlamda  ruhu  ya  da  bireyselliği  yoktu.  Yine  eski  toplumlarda  maskeler kişinin  mit  ve  tanrılarla  bağlantılı  biçimde  ailesindeki  yerini  gösterirdi.  Yani  kişi  doğrudan  kendisinden  kay­naklanan  özel  bir  kimliğe  ya  da  değere  sahip değildi. O,  büyük  bir  yapının  belirli  bir par­çası  olarak  anlamlıydı:  (A)  ailesinin,  (B)  klanının  bir  savaşçısı  ya  da  bir  tanrının  özel  hizmetkarıydı.

Eski  Yunan da  ise  bir  birey  kavramı  vardır.. Ancak,  bu  kavram  da  günümüzdeki  anlamından  oldukça  uzaktır.  Eski  Yunanlı  kaprisli  tannlarca  yönetilen  bir  dünyada  rol-görevini  yerine  getirmeye  çalışırdı.  Bu  anlayıştan  oldukça  ileri  bir  düzeni  simgeleyen Eski  Yunan da  ise  bir  birey  kavramı  vardır.. Ancak,  bu  kavram  da  günümüzdeki  anlamından  oldukça  uzaktır.  Eski  Yunanlı  kaprisli  tannlarca  yönetilen  bir  dünyada  rol-görevini  yerine  getirmeye  çalışırdı.  Bu  anlayıştan  oldukça  ileri  bir  düzeni  simgeleyen son  dönem  Stoa'sının  evrensel  bireyi  bile  yalnızca  görevler  ve  bunları  yerine  getirmek  için  sahip olunan  haklardan  oluşuyordu.

Ortaçağ  insanın  durumu  ise,  bireysel  bir  öz  olarak  ruha sahip olmakla  birlikte "ilk günah"  m  yol  açtığı  düşmüşlük  nedeniyle  pek  de  parlak  değildi.  Tanrı'dan  gelen  kişisel,  yüksek  ve  biricik  olan  yanı,  ruhu,  gerçek  yaşam  ve  özgürlüğüne  ancak  "Tann'nın  İkinci  Krallığın"  da  kavuşacaktı.  Bu  "insan"  Bruckhardt'ın  deyimiyle:"kendinin  sadece bir  ır­kın,  topluluğun,  partinin,  ailenin  ya  da  ortakçılığın  bir  üyesi  olarak  -sadece genel  bir  ka­tegori  yoluyla-   bilincindeydi.

Ortaçağı  izleyen dönemde  birbiri  ardına  gerçekleşen  önemli  gelişmeler  doğal  ola­rak  yalnızca  birey  kavramı  üzerinde  etkili  olmamış;  Descartes'ın  da  içinde  yer  aldığı  17.   yüzyılı  da  meydana  getirmiştir.  Burada  bunlara  ayrıntıları  ile  değinilecek  değildir.  An­cak  Descartes'ın  getirdiği  yeniliğin  değerinin  tam  olarak  saptanabilmesi  için  bunların  kı­saca gözden  geçirilmesi  gerekir.  

Öncelikle  coğrafi  keşiflere  ve  ortaçağ  ekonomik  sisteminin  çökmesi  ile  gelişen  burjuvaziye  dayalı  ekonomik  devrim  yalnızca  insanların  coğrafi  anlamda  ufuklarını   ge­nişletmekle  kalmamış;  yerleşik  geleneklere  bağlı,  yaşamaya  yetecek  kadar  çalışmanın  yerine,  maddi  kazanç  düşüncesini  destekleyerek  kişisel  yarar kavramını  ön  plana  çıkarmıştır.

Bunun  ardından  Renaissance'ın  'Hümanist  ieri  doğada  kendilerinden  daha  fazla  yalnız  olan  ve  dolayısıyla  kendi  başının  çaresine  bakmak  zorunda kalan ilk çağ  insanı  ile  Avrupa'yı  tanıştırdılar.

Matbaanın  ortaya  çıkışı  azınlığın  ayrıcalığı  olan  bilgi  edinmeyi, çoğunluğun  ola­nağı  durumuna getirdi.  Böylece  belirli  bir  grubun  üyesi  olmayan kişilere  de  bilgi  edinme  yolu  açıldı.

Bu  yeni  buluşun  ilk  yapıtı  'Kutsal  Kitaptı.  Bundan  böyle  dileyen  herkes  Kutsal  Ki tab'ı  satın  alıp,  Onu   okuma  olanağına  sahip  oldu.  Ancak  bunun  gerçekleşmesi   için   Martin  Luther  (1483-1546)  ve  John  Calvin  (1509-1564)  gibi  iki gözü  pek  insana gerek­sinim  vardı.  Burada dikkati  çeken  nokta  Refonnasyon  gibi  bir  hareketin  ancak  teknolo­jik  bir  gelişmenin  ardından  ortaya çıkabilmesidir.  Luther  1517'de  Wittenberg  kilisesinin  kapısına  astığı  bildiriyle  bireysel  özgürlüğı  n doğruluğun  üzerinde;  ve  'kurtuluş'  için  inancın  temel  olduğunu  ilan  ediyordu  ve  "Tanrı  sözünün  yorumunda  nakü  ya  da  ayini"  yadsıyordu.  Bu  durum  Vernon  Louis'nin  değimıyle  "tüm  insanların  rahipliği"  yani  her­kesin  kendi  yorumunu  yapabilmesiydi.  Calvin  de  "nakli  yoksa^ıp  Kutsal  Kitaba  doğ­rudan  erişimi"  istiyor  ancak,  Luther'in  tersine  "doğruluğun  sevgiden  daha  önemli"  olduğunu  ve  Eski  Ahit  anlamında  'yasayı'  savunuyordu.  Bu  yaklaşımıyla  Calvin,  Luther'e  göre  bireyselliğe  çok  az  yer  bırakıyordu.  Bununla  birlikte  her  ikisinin  de  arzusu  Kutsal  Kitab'ı  okuyacak  ve  kendi  için  yorumlayacak  daha  önce  var  olmayan  'kişilerin'  yaratıl­masıydı.

Bireyle  ilgili  ağırlığı  olan  diğer  bir  dinsel  grup  da  Ignacıo  de  Loyola   tarafınfan   kurulan  ve  Descarles'ı  da  yetiştiren   Cizvıtlerdi  (Jesuit).  En  çok  eğitim  konusunda  etki  gösteren  bu  tarikat  ilahi  hukukun  üstünlüğü  savunmak  amacıyla  var  olan devlet  ve  huku­kun  insan  yapısı  olduğunu,  insanın  üzerinde  özel  bir  değere  sahip olmadığını  ileri  sürü­yordu.

Ekonomi,  kültür-edebiyat,  düşünce  ve  dinin  birleştiği  yapıtı  tamamalayacak  olan  son  öge  de  bilimdi.  O  da  üzerine  düşen  görevi  fazlasıyla  yaptı.  Öncelikle  Kopernik  De  Revolutionıbus  Orbiumda  Güneş  merkezli  (Helıosentrik)  görüşünü  açıkladı.  Bu  Gali-le'nin  'Siderus Nuntius'u  (Yıldız  Habercisi) yani  teleskopu  kadar yaygınlaşamadı.  Bunla­rın  ardından  olan gelişmelerse  insanların  zihinlerini  iyiden  iyiye  bulandırdı.

Artık  Aristo'nun  dediği  gibi,  Ay  ya  da  diğer  gezegenler  bu  Dünyadaki   karmaşa­dan  uzak  meleklerin  ve  tanrıların  ikametgahları  değildi.  Dahası  Kutsal  Kitab  ın  dediği  gibi  evrende  Yer'in  merkezi  bir  rolü  de  yoktu,  yalnızca  sıradan  bir  gezegendi. Bu  bulgu­ların  psikolojik  etkisi  büyük  oldu  ve  insan doğada  yine  yalnız  kaldı.  Ama  onu  bu  yal­nızlık  olgunlaştıracak  ve  kendi  ayaklan  üzerinde  durmasını  da  sağlayacaktı.

Sonuçta  yapayalnız  kalan  insan, kendinden,  bu  duruma  olan  bilinçliliğinden  baş­ka  elle tutulur bir  şey  bulamıyordu.

Yukarıda  özetlenen  tüm  bu  gelişmeler  birey  kavramına  geçişte  önemli  rol  oynadı.  Ancak  bu  birey'in  portresini  henüz  hiç  kimse  görmemişti.  Bunu  dünyaya  göstermek  için  Cizvitler'in  yetiştirdiği  ama  onlar'ı  aşan,  çok  daha büyük  amaçlar  ardında  koşan  bir  ada­ma  gereksinim  vardı.  Böylece  Descartes sosyal, dinsel  ya  da  siyasal  yaşamı  ile  belirlen­meyen,  doğrudan  doğruya  Tann'ya  sorumlu  (hatta Ona  bile  sorumlu  olmayan!)  bilinçli  madde  dışı  bir  öze  sahip  varlık  olarak dünyayı  ilk  kez  "birey"  ile  tanıştırdı.  Belki  o,  sağ­lam  bilgiler  kurmak  için  başlattığı  çabanın,  sağlam  görünen  tüm  bir  sosyal  ve  siyasal  dü­zeni  sarsacağını;  dini,  sosyal  ve  siyasal bir  hareket başlatacağını  tahmin  bile etmedi.

İşte  bu  doğada  yegane  benlik  sahibi  varlığın,  yani  insanın  önünde  eşitliği,  özgür­lüğü  ve  yaşamda  ne  yapması,  hangi  değere  göre  davranması  gibi  pek  çok  önemli  sorun  vardır ki, bunlar  da  aşağıdaki  bölümde  incelenecektir.  

2-  Eşitlik,  Özgürlük  ve  Ahlak

"Onların   özgür  olmadığı   açıktır.   Çünkü   (iradeleri   olmadığından)    kendi  kendini   belirle­menin olumlu gücünden     yoksundurlar".

Kendi  varlığından  emin  olan  Descartes'ın  insanının  dış  dünya  ile  bağlantısını   da   Tanrı  sağlıyordu.  Ancak  bu  insanın  henüz  niteliklerini  bilmiyoruz.  Doğadaki  yeri,  hem­cinsleriyle  ilişkisi  konularında  bir  bilgimiz  yok.  Doğuştan  iyi mi  yoksa kötü  mü  olduğu­nu,  toplumsallığını  saptamış  değiliz.  Yani  acaba  Descartes'ın  insanı,  Hobbes'unki  gibi  türdeşleri  için  bir  tehlikle  kaynağı  mı?  Yoksa  ileride  Locke'un  sunacağı  gibi  yalnıca  en  temel  haklarına  bir  tecavüz  durumunda mı  tehlikeli  oluyor?  

Tek  kusuru  ölçübilmezliği,  nerede duracağını  saptayamaması  mı?  Yoksa Rousse-au'nun  dediği  gibi  tek  başınayken  bir  melek  de;  toplumun  ortaya çıkardığı  gereksinimle­ri,  bir  bölümünü  köle  diğerlerini  efendi  mi  yapıyor?  Son  olarak  doğuştan  eşit  ya  da  öz­gür mü?  Yoksa  o,  bu  iki kavramı  elde etmek  için,  gerek  bireysel  gerekse toplumsal  çaba  mı  göstermeli?

Yukarıdaki  sorulara  sondan  başa  doğru  yaklaşmaya  çalışalım.  Aslında  Descar­tes'ın  eşitliğe  ilişkin  görüşlerini  saptamaya  uğraşmak  yüreklilik  isteyen  bir  iştir.  Çünkü  o,  ileride  kendisini  gösterecek  bir  takım  tarihsel  kişilikler  gibi  bu  konuda  olumlu  ya  da  olumsuz  bir  vurguya  sahip değildir.  Yaşamından  konuyla  ilgili  bir  şeyler  çıkarmaya  ça­lıştığımızda,  iki karşıt  tavırla  yüzyüze  geliriz.  Öncelikle  Descartes'ın  çevresine  yaklaşımı  pek  de  eşitlikçi  değildir.  Dostları  özenle  seçilmiş,  sayıca  az  ve  toplumun  üst  düzeyindeki  kişilerdir.  Buna  karşın  yapıtlarında  ulusal  ve  elden  geldiğince  basit  bir  dil  kullanarak  yalnızca  belirli  bir zümreye  değil, anlamayı  arzulayan herkese ulaşmaya  çalışmıştır.

Konu  ile  ilgili  düşüncelerine  baktığımızda  ise  öncelikle  gözümüze  çarpan  Konuş­manın  ilk  bölümüdür:

"Sağduyu  dünyada  en  iyi paylaşılmış  şeydir:  zira  her  insan kendi  payının  o  kadar  iyi  olduğunu  sanmaktadır,  ki başka  her  şeyde  en  güç  memnun  edilenler bile,  kendilerin­de  bulunan  sağduyudan  daha fazlasını  arzu  etmezler.  Hepsinin  bunda aldanması  ihtimali  yoktur;  fakat  bu,  daha çok,  asıl   sağduyu  veya akıl  denilen iyi hüküm  vermek  ve  doğruyu  yalnıştan  ayırdetmek  gücünün  bütün  insanlarda  yaradılıştan  eşit  olduğunu   gösterir;"      Descantes'ın  bu  deyimlemesinin  ciddiyeti  tartışmalıdır.

Ayrıca,  benzer bir  sav  önceleri  de  ileri  sürülmüştür.  Örneğin  Montaigne:  "Kendi  aklımı  beğenmekle  her  insanın  her  gün  yaptığım  yapmış  oluyorum.  Kim  kendini  akılsız sayabilir?  ... Oyle bir sakatlık  ki bu onu kendinde gören,  kendinde görmüyor demektir"  diyordu.

Yine  Descartes'ın  çağdaşı  ve  karşıtı  Hobbes,  Leviathan'da:"Hiç  kimse deneyim­den  ve  zekadan  yana  eksik  olduğunu  düşünmez;  ...zihinsel yetenekler  konusunda in­sanlar  arasında,  kuvvet bakımından  olduğundan  daha  büyük  bir eşitlik"  bularak  ona  katılıyordu.  Ancak  Descartes'tan  farklı  biçimde  Hobbes  bu anlayışın  siyasal  sonuçlarını  da  göz önüne  almış  ve,  bu  eşit  insanların  doğal  yasalar  gereğince  eşit  haklara  sahip  olduğu,  bu  nedenle  de  aralarında  onlardan  üstün  bir varlık  yaratmaları  gerektiğini  dü­şünmüştü.

Descartes bu konuda  Hobbes  gibi  karamsar  değildir.  İlke  edindiği  geçici  ahlakın­dan  dolayı  yine  konuyu  siyasal  sonuçlarına  değinmeksizin  belirtmektedir. Ancak bu noktada  yukarıdaki  ciddiyet sorununa  geri dönmek  gerekir. Çünkü  çıkardığı  sonuçlar  iti­bariye Descartes bu konuda oldukça  ciddi  görünmektedir.  Dahası  kendisinin sağduyu  ya  da  akla  verdiği  önem  düşünüldüğünde,  eşitliği  sistemine  temel aldığı  söylenebilir.  Çün­kü  akıl  (us) bizi diğer  canlılardan  ayıran,  insan  yapan  en temel özelliğimizdir.  Ayrıca biz tüm  bilgimizi,  özgürlüğümüzü  ve  mutluluğumuzu  sonsal  bir çözümlemede  akılla  elde  ederiz. Bunun nedeni, tüm verileri  değerlendirecek  ve  son  karan  verecek  olanın  akıl ol­masıdır.

Şimdi  böyle  yaşamsal  bir aracın  tüm insanlarda eşit  olduğunu  söylemekle  Descar­tes  aslında  Cogito'dan  sonra  yerleşik  düzene  en  büyük  darbeyi vurmaktadır.  Çünkü  bu­nun  doğal  sonucu doğuştan  eşit  yeteneğe  sahip  insanların,  toplumda, siyasal düzende  eşit  yerler  ve haklar istemesidir. Herkes, doğru  düşünme  yollarını  izlediği  takdirde doğru  so­nuca  varacaktır.  Bu konuda bir kralla  bir dilenci  arasında  ayırım  yoktur. Feodal  düzenin  kalıntıları  ve mutlak monarşiler  için  Descartes'ın  bu düşüncesinin  tehlikesi açıktır.

Ancak  bunun  ardından  hemen  belirtilmesi   gereken  nokta,  Descartes'ın  insanlar  arasında  salt  bir eşitlik  de  öngörmediğidir.  Bazen  aşağı  ya  da  basit  ruhlar'  ve  'yüksek  ruhlardan sözetmektedir.  Fakat  bu ayırım  daha çok irade ile ilgilidir.  Yani  hangi konu­da  olursa  olsun -bilgide,  özgürlükte,  ahlakta, siyasette-  acele etmeden  ve bulanık  verilere  dayanmadan  belirli  bir karar  verip,  bunu sürdüren  insanlar  kesinlikle  başarıya  ulaşacakşardır.

Özgürlük  konusuna  gelince, Descartes'ın  buna  eşitlikten  çok daha büyük  bir ağrılık  verdiği  söylenebilir.  Öncelikle  bir çıkış  noktası  olarak  belirtilmesi  gereken,  Cogito'nun Tanrıya  olan  önceliğidir.  Filozof  önce  kendi varlığını  ardından  Tanrı'nınkini  ka­nıtlamaktadır.  İkinci  bir nokta, pek belirtilmemekle  birlikte  Descartes'ın  eşitlik  anlayışıyla özgürlük  anlayışının  arasındaki  içsel  bağlantıdır.  Bunu şöyle  deyimleyebiliriz.   Yukarı­da  belirtildiği  gibi  aklı  (sağduyuyu)  tanrı  bize  eşit  olarak  vermiştir.  Ancak  bizi  bu  aracı  kullanırken  eşitsiz  kılan  istencimiz  -irademiz-bir  bakıma  ruhumuzdur. Çünkü  bu  aklı  çe­şitli  nedenlerle yanlış  kullanınca  başarısız  oluyoruz.

Yeterli  sebatı  göstermediğimiz  için,  eşit  araca sahip olmamıza  rağmen,  irademizdeki eksiklikten  bu  eşitliği  bozuyoruz.

"Tanrı'  nın  bana oldukça  geniş  ve  mükemmel  bir  irade  veya muhtar hürriyet  ver­mediğinden  de  şikayet  edemem,  çünkü  irademin  pek  geniş  ve  yaygın  olduğunu,  ve  hiç  bir  sınırla kapalı  bulunmadığını,  gerçekte  kendim, tecrübe  ediyorum".

"Bende,  (mevcut  olan  melekeler  arasında),  kendisinden  daha geniş  ve  daha  yay­gın  bir  meleke  fikrini  tasavvur  edemiyeceğim  derecede,  büyük  olan  yegane  melekemin  irade olduğunu  tecrübemle  biliyorum".

Görüldüğü  gibi  irade, bizim  en  sınırsız  ve  Tanrı  ile  özdeşleştiğimiz  gücümüzdür.  Ancak  bu  noktada karşımıza  azımsanmayacak bir  sorun çıkmaktadır:  Bizi  tüm  bilgimiz­den  emin  kılan,  sonsuz sıfatların  sahibi  Tanrı.  Şimdi  bu  sorunun  nasıl  ortaya çıktığı  kısa­ca  gözden  geçirilmelidir.  Mektuplarda  Descartes:

"Tanrının  varlığını  ve  onun  insanların  iradesine bağlı  olmayan  şeylerin  ilk  ve  de­ğişmez  sebebi  olduğunu  ispat  eden  kanıtların,  bence,  aynı  şekilde  irademize  bağlı  olan  bütün  şeylerin  sebebi olduğunu,           (ve  eğer)  dünyada  tamamıyle  ondan  gelmeyen  bir  şey  olsaydı,  son  derece  tam  olamayacağını"  belirtmektedir.  İnsan  dua  ettiğinde   bile   Tanrının  arzulamadığı  bir  şeyi  elde  etmeye  uğraşmıyor:"fakat  yalnız  (O'nun)  ezelden  beri  dualarımızla  elde edilmesini  istediğini  elde etmek için"  uğraşıyor.  Burada  sorula­cak  soru, yukarıda  belirtilen  sınırsız  insan  iradesiyle, Tanrının  bu  sonsuz bilgi  ve  belirle­me  gücünün  birlikte  nasıl  var  olacağıdır.  Filozofun   kendisi  de  bu  sorunun  farkındadır.  Yine  mektuplar'da: "Tanrı  insanları  iradelerinin  işleri  kendi  (Tanrının)  iradesine bağlı  olmayacak  bir  tabiatta yaratmıştır"  ifadesinde  bir çelişki  olduğunu  belirtiyor.  Ancak   Descartes'a göre  bu  bir  sorun  niteliğinde  değildir:

"Tanrının  varlığının  bilgisinin,  bizi  hür  irademizden  emin  olmaktan  menetmesi  gerekmediği  gibi, çünkü  onu  kendimizde tecrübe  ediyoruz  ve  hissediyoruz,  hür  irademi­zin  varlığının  bilgisi  de  bizi Tanrının  varlığından  şüphe  ettirmemelidir".  

Ancak  bu  bildirimine  Descartes'ın  gösterdiği  kanıtların  değeri  tartışmalıdır:  Bu  kanıtlar  özgürlüğün  doğrudan  yaşanması,  bunun  insan  için  en  büyük  olgunluk  kaynağı  olup,  onu  övülür  ve  yerilir kılması  ve  kendine -iradesine- göre  davranmasıdır.

Burada  Filozofun  dile  getirdiği  kendi  yapısına,  aslına  uyma anlamında  kendi  ken­dini  belirleme  (self-determination,  Liberty  of  Spontaneity) özgürlüğüdür.  Bu  özgürlük  Descartes'ın  eşitlik  anlayışında  olduğu  gibi  doğal  bir  özgürlüktür  ve  irademizin  kavrayı­şımızdan  gelen  verileri  acele etmeden, özenle  değerlendirmesi  anlamına  gelir.

Ancak  bu  açıklama  salt  bilme  ve  kararlamaya  sahip Tanrı  ile  insanın  özgürlüğü  arasındaki  sorunu çözmede  pek  de  yeterli  görünmemektedir.  Yakın  dostu  Prenses Eliza­beth  de  bu  açıklamayı  yeterli  bulmadığı  için  Dcscartes'tan konuyla  ilgili  ek  bilgi  istemiş­tir.  Bu  isteğin  sonucunda Descartes'ın  vereceği  örnek  oldukça  önemlidir:  ve   ileride  Ludovico  Molina  tarafından  geliştirilip  kullanılacak  ve   Molina  Doktirini  adını  alacaktır:  Bu  örneğe  göre  ülkesinde  düelloyu  yasaklayan  bir  Kral  ayrı  kentlerde yaşayan  ve  birbir­lerine  düşmanlıklarıyla  ünlü  iki  soyluyu,  aralarındaki  düşmanlığı   ve   karşılaştıklarında   kesinlikle  kavga  edeceklerini  bilerek;  ikisini  başka  başka  işler  için  aynı  kente  gönderir; "bunlann  birbirleriyle  karşılaşarak  dövüşmekten,  dolayısıyla  da  yasağına  karşı  gel­mekten  geri  kalmayacaklarını  kesin  olarak  bilir,  fakat  bundan  dolayı  onları  düelloya  zor­lamış  da  değildir;"  yani  hareketleri  başka  bir  nedenle  karşılaştıkları  zamanki  kadar  özgürdür.  Bu  örneğe  göre  Tanrının  önceden  herşeyı  bilme  ve  kararlamadaki  salt  gücü  ile  insanın  irade özgürlüğü  bağdaşmaktadır.  Çünkü  Tanrı,  insan özgür  hareketini  gerçek­leştirmek  üzere  olduğu  için  insanın  hareketini  önceden  bilir  yoksa Tanrı  o  hareketi  önceden  bildiği  için  insan  onu  gerçekleştirecek  değildir.

Buraya  kadar  anlatılanları  özetleyecek  olursak  özgürlüğün  Kartezyen  düşüncede  tek  noktada  birleşen  iki görünümü  vardır.

—  Hareket  edilecek  konuyla ilgili  kesin bir bilgi  elde  etmek  için  kararlı  biçimde  yeterli  çaba  göstermek,  bu anlamda  özgürlük  ancak  bilgi  ile olasıdır.

—  Ardından  insanın  yabancı  etkileri  süzerek  kendi özüne  (düşünce)  uygun,  iradi  bir  karara  varabilmesi de  Özgürlüktür.  
Ruhun  özü düşünmektir,  bu  nedenle  o düşünürken  özüne  uygun hareket  etmekte­dir.

Böylece  Descartes'a  iradi  hareket  özgürlükle  aynı  anlama  gelmektedir. Ancak bu iradi  hareketin  ne olduğunu  da  saptamak  gerekir. Descartes bunu aksiyon-pasyon  kura­mıyla  açıklamaktadır.  Buna  göre  yukarıda  belirtilen  iradi  hareket  aksiyon,  etkinliktir.  Bundan  başka dış dünyadan  ve bedenden  gelen  tüm algı  ve bilgiler  pasyonlardır,  "çünkü  onları  meydana  getiren ruhumuz değildir.  Burada biz özgürlüğü,  dıştan  gelen  bu etkile­ri süzerek  karara  varmak diye  tanımlayabiliriz.

Bu  anlayışta  özgür  hareket:  Önceden  belirlenmemiş,  sınırlanmamış  ya  da  denet­lenmemiş  hareket  değildir;  aksine  özü ya da doğası  düşünen,  ussal  bir varlık  olan  insanın  bu  yönünce  tam  olarak  denetlenen  hareket  biçiminde  tanımlanabilir.  Burada söz konusu olan  bir denetimsizlik özgürlüğü,  'serbest düşme'  ya  da  'serbest  pazar'  gibi  bir  özgürlük  değildir.

Özgürlük  bu biçimde  tanımlanınca  ahlak  da  bu doğrultuda  belirlenecektir. Onu  da  iki  ilkede  belirtebiliriz.  

—  Kötülük  tıpkı  özgürlüğün  olmayışı,  kölelik  gibi  bilgisizlikten  doğar.  "Omnis  peccansest ignorans"  yani günah  (kötülük)  daima yanlış  yargının,  doğruyu  bilememenin  sonucudur.  Bu nedenle  Kartezyen düşüncede  yetkin  bir ahlak  için  bilimlerde son  ger­çeklere  ulaşmak  gerekir.  Ünlü  ağaç  benzetmesinde  Descartes ahlak  için:"diğer  bilimlerin  tam  bilgisini  gerektiren ve bilgeliğin  en  son aşamasını  oluşturan  en yüksek  ve tam  ahlak"  ifadesini  kullanmaktadır.

—  Pasyonların  kölesi  olmamak. Yalnız  burada  dikkat edilmesi gereken  pasyonların  kendiliklerinden  kötü  olmadıklarıdır.  Düzensiz  ve  aşırı  olmadıkça  onlar  zararsızdır.  Fakat  burada  iradenin iki yönlü  bir işlevi  vardır.  Pasyonları  düzenlemek  ve kendini onla­ra karşı  olabildiğince  güçlü  kılmak.

Ancak   filozofun   ahlaklı  bireyi  Epikuros'unkı  gibi  yalnız  değildir.  Descartes  çıkış  noktasındaki  bireyciliğine  rağmen  özgürlük  anlayışında  olduğu  gibi  ahlakta  da  bireyini  evrenin  bir parçası  olarak  kabul  ederek  ona  diğer  parçalarla  uyum  içinde  olmayı  önermektedir.

"...her  ne  kadar  her  birimiz  başkalanndan  ayrı  bir şahsiyet  olsak,  dolayısıyla  da,  menfaatlerimiz  başkalarının  menfaatinden  ayrı  bulunsa  da,  bununla  beraber yalnız  yaşa­yamayacağımızı  ve  gerçekte  bu  evrenin  bölümlerinden  biri,  ayrıca  da  yeryüzünün  bö­lümlerinden  biri,  bu  devletin,  şu  cemiyetin  o  ailenin  bölümlerinden   biri   olduğumuzu,   sonra onlara  evimiz,  sözümüz  ve doğuşumuzla  bağlı  bulunduğumuzu  düşünmeliyiz".