Çocukken Brooklyn’de Tevrat’tan İbranice V’Ahavta duasını Havra’daki ayinlerde okurdu: “Ve, efendini, Tanrı’yı tüm kalbinle, tüm ruhunla ve var gücünle seveceksin.” Bu duayı ezbere bilirdi ve belki de bu dua ona esin kaynağı olmuştur, anlamadan sevmek nedir, diye ilk kez sormak için. Ve, İnsan olarak, sormak ve Öğrenmek yeteneğimizden daha büyük bir kudret var mıdır sahip olabileceğimiz?
Cari doğa hakkında daha fazla şey öğrendikçe, evrenin enginliği ve evrende evrimin, insanı hayrete düşürecek geniş zaman dilimlerinde yer aldığını öğrendikçe yüceldiğini daha çok hissediyordu.
Onun, “Eski Ahit’le örtüştüğünü söylememin bir başka nedeni de şu: Laboratuvarda bir dizi bilimsel varsayımlar üzerinde çalışıp Yahudilerin dua günü olan şabat (cumartesi) için bu diziyle çatışan fikirler dizisi besleyecek gibi kompartımanlı düşünce hayatı sürdüremezdi. Tanrı fikrini o denli ciddiye almıştı ki, o fikri kılı kırk yararak elekten geçirdi.
Nasıl olur da, diye şaşkınlık duyuyordu: nasıl olur da İncil’in her şeyi bilen, ebedi, âlimi mutlak dediği Yaratan, Yaratılış hakkında bunca yanlış temel kavram sunabilir tereddütsüzce? Kutsal kitapların Tanrısı, neden doğa hakkında bizden daha az bilgili olabiliyor? Biz ki bu dünyaya yeni gelmişiz ve evreni inceleyip öğrenmeye henüz yeni başlamışız? İncil’in, Dünya’yı tepsi gibi düz, altı bin yıllık yer olarak niteleyişine aldırmazlık edemedi ve özellikle trajik bulduğu nokta, biz insanların tüm diğer canlılardan ayrı yaratılmış olduğumuz bilgisiydi. Bizim, tüm hayatla ilişkilendirilişimizin keşfi, sayısız özgün ve reddedilemez kanıtlar dizisinden kaynaklanıyor. Cari için, yaşamın müthiş engin zaman dilimlerinde doğal ayıklama yoluyla evrimden geçtiğine dair Darwin’in derin görüşü sadece Genesis (Yaratılış, Tekvin)’den daha iyi bilim olmakla kalmayıp insan ruhuna daha derin, daha tatmin edici bir duygu sağlıyordu.
Doğa hakkındaki bilgimizin azlığı Tanrı hakkında daha da az şey biliyoruz anlamına geldiği kanaatindeydi. Evrenin ihtişamı ve onun trilyonlarca eğer sonsuz sayıda değilse dünyanın evrimini yönlendiren nefis kanunlarının ancak bir zerresine vakıf olmayı başardık. Yeni edindiğimiz azıcık bilginin verdiği vizyon Dünya’yı yaratan Tanrı’yı ister istemez bölgesel kılmış, dar zaman hesapları içine almış, yanlış algılamalara ve eskimiş kavramlara düşürmüşe benziyor.
Bu, onun tarafından öne sürülmüş ucuz bir iddia değildi. Dünya dinlerini büyük bir açgözlülükle inceledi, ister mazide kalmış dinler olsun ister günümüz dinleri olsun. Öğrenme açlığını aynen bilim konularında da sürdürdü. Kutsal kitapların şiirsel diline ve tarihsel içeriğine hayranlık duyardı. Din bilginleriyle tartışmaya girdiğinde kutsal metinlerden bölümleri ezbere okumadaki üstünlüğü onları şaşırtırdı. Bu tartışmalardan bazıları, yaşamın iyileştirilmesi hedefine yönelik uzun süreli dostluklara ve ortak çabalara yol açtı. Bununla beraber, gerçek olanı aramanın bir yolu olan bilimi nasıl oluyor da kutsal kabul ettiğimiz şeylerden ayrı tutmak isteyenler var, hiçbir zaman anlayamıyorum diyen biriydi: bunlar sevmek ve hayranlık uyandırmanın esin kaynakları olduklarına göre.
Onun sorunu Tanrı ile değildi, kutsal olanı anlama sürecinin tamamlanmış bulunduğuna inananlardandı. Gerçeği arama sürecinin hiçbir zaman sona ermediğine dair Bilim’in kesintisiz devrime olan inancı, evren sırlarını perde perde açtığından Bilim’e yeterince tevazuyla yaklaşmak, yapılmaya değer bir şey gibi geliyordu ona. Bizlerin, proje kurma, yanlış anlama, kendimizi ve başkalarını aldatma yönündeki kronik eğilimlerimize rağmen Bilim’in, yanlışları düzeltme mekanizmasının bizi dürüstlüğe çeken metodolojisi, ruhsal disiplinin yüce noktası gibi geliyordu ona: şayet kutsal bilgi peşindeysen ve sadece korkularını uzaklaştırmak için palyatif bilgiler peşinde değilsen, o takdirde kendini iyi bir kuşkucu insan kılmak için antrenmanlı olacaksın.
Bilimsel metodu, sorunların en derin noktasına dek uygulamak gerektiği görüşüne ikide bir “Bilimcilik” damgası vuruluyor. Bu damgayı vuranlar, dinsel inançların, bilim taraması sınırları dışında tutulmasını ve inançların (kanıttan yoksun kanaatler) yeterli bilgilenme yolu olduğunu savunanlardır. Bu duyguyu Cari anlıyordu fakat Bernard Russell ile birlikle ısrarı şuydu ki: “Önemli olan inanma isteği değildir fakat araştırılıp bulma isteğidir ve biri diğerinin tersidir.” Ve, her şeyde, hatta kendini bekleyen acımasız kaderiyle karşılaştığında bile üç kez ilik nakli ameliyatı geçirdikten sonra 20 Aralık 1996Jda zatürreden hayata gözlerini yumdu Cari inanma taraftarı hiç değildi: O hep bilmek istiyordu.
Yaklaşık 500 yıl öncesine kadar bilim ve din arasında bir ayırıcı duvar yoktu. O tarihlere kadar ikisi, birbirinden ayrılmayan, yekvücuttular. Ne zaman ki bir grup dindar insan “Tanrı’nın zihnini okumak” istediler, bilimin, bunu yapmaya, bunun için gerekli şeyi yapmaya en muktedir araç olduğunu anladılar. Bu insanlar aralarında Galileo, Kepler, Newton ve çok sonraları Darwin bilimsel metodu kurmaya ve içselleştirmeye başladılar. Bilim yıldızlara doğru hareket etti ve Bilim’in vahiylerini inkâr etme yolunu seçen kurumsallaşmış din, kendini çevreleyen koruyucu bir duvar örmekten daha fazlasını yapamadı.
Bilim bizi evrenin giriş kapısına taşıdı. Buna karşılık yakınımızdaki çevreyi kavrayışımız küçük bir çocuğun görüşü gibi, değerler arasındaki kıyaslamalardan habersizce devam ediyor. Ruhsal olarak ve kültürel olarak felçli gibiyiz. Doğa’nın yapısında merkezi yeri oluşturmayışımızı fark edememiş ve Evren’in enginliğinde gerçek yerimizi kestirmeyi beceremeyişimizden ötürü. Sanki gidecek başka bir yerimiz varmış gibi bu gezegeni sürekli hırpalıyoruz. Bilimi inşa etme uğraşı bile zihin sağlığımızın umut verici bir işaretidir. Bununla beraber yalnızca bu zihinsel açılımları kabul etmek yetmez eğer doğada, kökü olmadığı bir yana, birçok açıdan doğal olanı aşağılayıcı bir ruhsal ideolojiye tutunmuş ve asılı kalmış durumdaysak. Dünyamızdaki yaşamın enfes dokusunu korumaya en büyük umudun, bilimden gelen sır çözümlemelerini içimize sindirmek olduğuna inanıyordu Cari.
Ve o böyle yaptı. “Evren perspektifinde her birimiz çok değerliyizdir,” cümlesi vardır Cosmos adlı kitabında. “Eğer bir insan sizinle aynı fikirde değilse, size ters düşüyorsa, bırakın o da yaşasın. Yüz milyar galakside bir insan bulamazsınız.” Voyager 2 uzay aracının Neptün gezegenine vardığında geriye bakıp oradan bizim Yerküre’nin fotoğrafını çekmesi talimatıyla donatılması için NASA’da epey uğraş verdi. Ta Neptün’den çekilmiş fotoğrafımıza bakıp onun üzerinde düşünmemizi ve Dünya’mızın oradan nasıl göründüğünü, evrenin enginliğinde yüzen “açık mavi renk bir minik nokta” olarak algılamamızı istiyordu. Bizim, gerçek durumumuzun ruhlarımızca anlaşılması noktasına ulaşmamız onun düşlediği bir şeydi. Eski peygamberlerden biri gibi bizleri, kendimizden geçmiş durumda hayat sürmemizden, ait olduğumuz barınağımızı korumak için harekete geçmemizi sağlamak amacıyla bizi uyuşukluğumuzdan dürterek kaldırmak istiyordu.
Cari, bizim, kendimizi, yaptığına pişman bir yaratıcının kilden yavruları olarak görmememizi ve fakat uzak yıldızların ateşli kalplerinde atomlardan örülmüş yıldız malzemesi olarak görmemizi istiyordu. Cari için biz, “Yıldızları düşünen yıldız malzemesiydik, 10 milyarlarca atomun bir araya gelmesiyle organize edilmiş olarak atomun evrimine kafa yoruyorduk, o uzun yolculuğun, en azından burada, bilincin doğmasını sağlayan uzun yolculuğun izi peşindeydik.” Onun için, bilim, kısmen, “bilgili tapma” türüydü. Aydınlanma peşindeki yolda bir tek aşama hiçbir zaman kutsal sayılmamalıydı: sadece araştırmaya devam kutsal süreçti.
Bu buyruktur ki, bizim, bilimin derinliklerine ve değerlerine ulaşmamıza engel olan duvarları alaşağı etmek için Carl’ın mesai arkadaşlarıyla bunca zorlu tartışmalara girişmesinin nedenlerinden biri olmuştu. Bir diğer korkusu da ulaşmayı sınırlı derecede başardığımız Demokrasi’yi bile koruyamayacağımızdı. Bizim toplumumuz bilime ve yüksek teknoloji temeline dayanmaktadır fakat aramızdaki sadece küçük bir azınlık, bilimin ve yüksek teknolojinin işleyişinin ancak yüzeysel kısmından haberdar bulunmaktadır. Yeni sahip olduğumuz bu güçlerin kullanılmasının kaçınılmaz olarak içerdiği rizikoların bilgili karar mercileri olarak bir demokratik toplumun sorumlu yurttaşlarını oluşturmayı nasıl umut edebiliriz?”
Düşünce şekli bilim yoluna yatkın ve düşünme sorumluluğu yüklenmiş bir toplum vizyonu onu bilim adamlarının genellikle pek gözükmediği birçok yerde konferanslar vermeye zorladı: çocuk parkları, yabancılara yurttaşlık hakkının tanındığı törenlerde, güneydeki 1962’lerin siyahlarla beyazlara ayrı eğitim uygulandığı günlerde yalnız zencilerin bulunduğu okullarda, şiddete karşı düzenlenen gösterilerde, Tonight Show’un. Bunu yaparken hayret verici bir bilimsel verimlilikle, disiplinlerarası cesur çalışmalarla desteklenen bir öncü oldu kariyerinde.
Özellikle Glasgovv Üniversitesinde 1985 yılında Doğal Teoloji üzerine Gifford konferanslarına çağrılması onu müthiş sevindirmişti. Böylece geçmiş yüzyılın en büyük bilim adamları ve filozoflarının yolunu izlemiş olacaktı: James Frazer, Arthur Eddington, Werner Heisenberg, Niels Bohr, Alfred North Whitehead, Albert Schvveitzer ve Hannah Arendt.
Carl bu konferansları, din ve bilim arasındaki ilişkiyi algılayışını ayrıntılı olarak ortaya koymak ve kutsal sözcüğünün içinde saklı anlamın ne olduğunu anlamak için giriştiği inceleme hakkında açıklamada bulunmak için fırsat olarak kabul etti. Bu arada başka vesilelerle yazdığı birçok temaya temas ediyordu; böyle olmakla beraber elinizdeki bu kitapta yazılı olanlar, onun anlatmak ve vurgulamak İçin epey uğraştığı sonsuz derecede cazip konuya ait görüşlerinin nihai beyanıdır.
Gifford konferanslarından her birinin başlangıcında üniversite camiasının seçkin bir üyesi Carl’ı dinleyicilere takdim eder ve salondan taşan dinleyiciler için doğan ilave salon ihtiyacı karşısında şaşar kalırdı. Carl’ın söylediklerinin anlamını değiştirmemeye çok çaba harcadım fakat onu takdim ederlerken söylenen o güzel sözleri metne dahil etmediğim gibi kayıt kasetlerinde, “Gülmeler,” diye geçen yerleri de kesmek zorunda kaldım.
Okuyucudan şunu her an göz önünde tutmasını isterim ki, bu kitaptaki herhangi bir eksiklik benim sorumluluğuma dahildir, Carl’a değil. Carl’ın düzeltilmeden önceki konferans metinleri, irticalen yaptığı konuşmalarda, hemen hemen tamamen düzgün kurulmuş cümlelerle kendini ifade eden bir kişiyi ortaya koyuyorsa da, konferans metinleri kitap yazmakla aynı şey değildir. Bu o kadar doğrudur ki Pulitzer Ödülü kazanan Carl, ne olur ne olmaz hata çıkar ya da düzenlemede tatsız bir bozukluk olabilir diye, her metni yirmi ya da yirmi beş defa okuduktan sonra basımevine gönderirdi.
Bu konferanslar sırasında kahkahalar atıldığı olurdu ama dinleyicilerle konuşmacının hep beraber tutuldukları fikrin cazibesinden kurtulamadıklarından yere iğne düşse gürültü olacak gibi sessizliğin egemenliği de hissedilirdi. Bazı soru cevaplar üzerine uzayan diyaloglar, Carl’la birlikte bir sorun çözmeye çalışmanın ne demek olduğu hakkında fikir veriyordu. Ben her konferansında hazır bulundum ve yirmi yıl sonra bende ondan kalan şu izlenim oldu: ilkeli, kristal berraklığındaki anlatımı ve görüşlerini paylaşmayanlara karşı gösterdiği saygı ve beslediği “onu kırarsam” endişesi.
Amerikalı psikolog ve filozof William James Gifford konferanslarını yirminci yüzyılın ilk yıllarında verdi. Sonradan bu konferans metinlerini çok etkileyen bir kitap olarak bastı. Halen satılan bu kitabın adı Dinsel Deneyim Çeşitleri (The Varieties of Religious Expericence)'(S’nt. James’in, dini, “İnsanın, evreni, kendi eviymiş gibi hissetmesidir” tanımlamasını Carl çok beğenirdi. Carl Soluk Mavi Nokta (Pak Blue Dot) adlı kitabında James’in bu tanımlamasına yer vermişti. Carl bu kitabında insanoğlunun uzaydaki geleceğine dair vizyonunu sunuyor. Elinizdeki kitabı James’in kitabının adının bir çeşnisi olarak adlandırmanın taşıdığı amaç, bilimin bize, başka yollardan duhul edemeyeceğimiz bilinçlenme aşamalarının yolunu açışını iletmektir; ve bizde geçerli kültürel dayatmanın tersine, bilimin bize ikram etmek istediği tek ödülün, kendimizi aldatmama ödülü olduğunu vurgulamaktır. Kitaba verdiğim ad, umarım, aynı zamanda Carl Sagan’in birbirinden ayrılmaz bütünlükteki yaşam ve çalışmasının derinliğindeki erişilmesi zor zengin…