12 Temmuz 2021

Desiderius­ Erasmus - Tatlı Gelir Yaşamayana Savaş

Hümanistlerin prensi Erasmus, barışçıl perspektifler uluslararası hukukun görüş alanına girmeden önce modern savaş eleştirisinin temellerini attı. Kuzey Avrupa Rönesans’ının bu büyük ustası, savaşı yalnızca dinsel nedenlerle değil aynı zamanda rasyonel karşısavlarla da belirgin şekilde kınadı. Modern düşünce tarihinde barış elçisi olarak anılabilecek biri varsa, bu şeref öncelikle Erasmus’a aittir.

Tatlı Gelir Yaşamayana Savaş, modern Avrupa’nın savaş karşıtı ilk metnidir. 1515 tarihli bu deneme, savaşa aşina olmayanları ve bu uğurda her türlü riski almaya hazır olanları uyarır. Cicero’dan bu yana tartışılagelen adil savaş fikrini reddeden ve devletlerarası anlaşmazlıklarda tarafsız yargılayan bir merci bulmanın mümkün olmadığını belirten Erasmus, barışı her şeyden önce varoluşsal bir zorunluluk olarak ortaya koyar...Çevirmen : Şebnem Sunar

 *

Literatürde çokça  övülen,  son  derece  seçkin  bir  özdeyiştir glykys  apeiro  polemos,  yani:  Savaş, onu yaşamayanlara tatlı gelir. Vegetius savaş sanatı hakkındaki  eserinin  III.  kitap,  XIV.  bölümünde şöyle der: “Acemi erin savaş istemesine pek itibar etmeyin; çünkü savaş, onu yaşamamış olanlara tatlı gelir.” Pindaros’tan alıntılayacak olursak: “Glyky de polemos apeiroisin, empeiron de tis tarbei prosion-ta nin kardia perissos”, yani: Onu yaşamamış olanlar için savaş tatlıdır; ama onu yaşayan birini, dü-şüncesi bile fazlasıyla ürpertir. Bizzat tecrübe etmeden ne derece tehlike ve felaket getireceğini hayal bile edemeyeceğiniz ba­zı insan ilişkileri vardır.

Tecrübesiz  biri  için  nüfuz  sahibi  bir  dostun lütfu tatlıdır; tecrübeli kişi bundan sakınır.

Sarayda seçkinler arasında boy göstermek, hükümdarın işlerine aşina olmak, hoş ve harika bir şey gibi görünür; ama tecrübeleriyle konuya fazlasıyla  aşina  olan  yaşlılar,  bu  mutluluktan  seve seve kaçınırlar. Genç bir kızı sevip âşık olmak hoş gelir ama yalnızca aşkın ne kadar acı barındırdığını henüz hissetmemiş olanlara. Bu, genç ve meseleye yabancı olmasa kimsenin bulaşmayacağı, tehlike ve talihsizlikle bağıntılı bütün girişimlere ay­nı  şekilde  uygulanabilir.  Hatta  Aristoteles Reto­rik’te bunu gençlerin daha cesur, yaşlılarınsa daha korkak  olmalarının  nedeni  olarak  ortaya  koyar; çünkü birinde tecrübesizlik cüret yaratır, öbürün-deyse yaşanan birçok talihsizliğin tecrübesi endişe ve tereddüde neden olur. İnsani meselelerde daha da tereddütlü davranmanın uygun olacağı, hatta her bakımdan kaçınılması, lanetlenmesi ve yasaklanması gereken bir şey varsa o da kesinlikle savaş­tır; zira bundan daha ahlaksız, daha uğursuz, daha geniş kapsamda zarar verici, inadına daha çözüm-süz, daha iğrenç ve Hıristiyanlar için demeyelim ama  genel  olarak  insanlar  için  daha  onur  kırıcı başka hiçbir şey yoktur. Günümüzde herhangi bir nedenle her yerde ve rahatlıkla savaş çıkarılabilmesi,  yalnızca  paganlar  tarafından  değil  Hıristiyanlar tarafından da, sırf dünyevi insanlar tarafından  değil  rahipler  ve  piskoposlar  tarafından  da, bir  tek  gençler  ve  tecrübesizler  tarafından  değil yaşlı ve bir o kadar da tecrübe sahibi olanlar tarafından da, yalnızca halk ve doğaları gereği kolayca tahrik edilebilir yığınlar tarafından değil görevleri bu  bayağı  yığınların  ayaklanmalarını  bilgelik  ve akılla yatıştırmak olması gereken prensler tarafından da acımasızca ve barbarca savaşa girilmesi yeterince şaşırtıcıdır. Böyle menfur olayların korunu karıştırıp  ateşi  canlandıran  ve  deyiş  yerindeyse üzerine soğuk su püskürten hukuk uzmanları ile din adamları da yok değildir. Böylece savaşın ge-nelde kabul edilebilir bir şey olarak görüldüğü ve savaş sevmeyen insanlar olmasının şaşırtıcı bulunduğu bir noktaya gelinmiştir. Bu en cani ve aşağı-lık meseleyi kınamanın bayağı ve –hani neredeyse diyeceğim ki– sapkın sayıldığı ölçüde savaşa izin verilmiştir. Oysa birbirini karşılıklı imha edebilsin diye böyle vahşice bir çılgınlıkla, böyle delice bir kargaşa içinde canavarlığa varıncaya değin koşturmayı doğanın barış ve iyilik için yarattığı insanın, her şeyin selameti için meydana getirdiği bu nazik canlının aklına önce hangi kötücül dehanın, hangi vebanın, hangi deliliğin, hangi intikam tanrıçasının sokmuş olabileceğini merak etmek, daha adil bir şey olurdu. Bu, şeylerin özünü ve doğasını bizzat  kavramak  için  zihnini  yaygın  genel  kanıdan uzaklaştıran  ve  ayrı  ayrı  hem  insanın  portresine  hem de savaşın tablosuna bir süre felsefi gözle bakan herkes için daha da şaşırtıcı olacaktır.

Öyleyse insan bedeninin görünüşüne ve şekline  bakıldığında  doğanın,  daha  doğrusu Tanrı’nın böyle bir varlığı savaş için değil dostluk için, felaket için değil selamet için, şiddet eylemi için değil, hayır için yarattığı fark edilmiyor mu? Zira ne de olsa  doğa,  diğer  canlıların  her  birini  kendilerine özgü silahlarla donatmıştır: boğaların saldırma ar-zusunu boynuzla, aslanların öfkesini pençeyle kuşatmıştır. Yabandomuzuna öldürücü dişler vermiş-tir.  Filler  derilerinin  ve  iri  gövdelerinin  dışında hortumla da güvenceye alınmıştır. Doğa, timsahı plakaya  benzer  bir  kabukla  güçlendirmiştir.  Yunuslara  saldırı  silahı  yerine  yüzgeç  bahşetmiştir. Kirpiyi dikenle, vatozu kuyrukla takviye etmiştir. Horozlara mahmuz eklemiştir. Bir kısım hayvanı kabukla korurken diğerlerini kürkle ya da pullarla korumuştur.  Bazılarının,  sözgelimi  güvercinlerin zarar görmemesini hız aracılığıyla sağlamıştır. Yine bazı  başkalarına  silah  olarak  zehir  pay  etmiştir; doğa onlara ayrıca çirkin ve korkunç bir görünüş vermiş,  tehditkâr  bakışlar,  tıslama  sesleri  bahşetmiştir. Deyiş yerindeyse onları doğal bir düşmanlıkla aşılayarak bağışık kılmıştır. Doğa yumuşak et ve  pütürsüz  deriyle  yalnızca  insanı  çıplak,  zayıf, narin  ve  savunmasız  yaratmıştır.  İnsanın  uzuvlarında kavga ya da bir saldırı esnasında kullanabile-ceği hiçbir şey yoktur. Bütün bunlarla beraber di-ğer canlıların çoğunlukla –doğar doğmaz– kendilerini hayatta tutmaya muktedir oldukları söylenebilir; yalnızca insan, uzun süre büsbütün dış yardıma bağımlı kalacak şekilde dünyaya gelir. Ne konuşabilir  ne  yürüyebilir  ne  de  besine  ulaşabilir, yalnızca ağlayıp sızlayarak yardım isteyebilir: Böylece  buradan  insanın  tümüyle  dostluk  için,  esas olarak da karşılıklı hizmetle gerçekleşen ve varlığı-nı  sürdüren  dostluk  için  doğan  tek  canlı  olduğu sonucuna  varılabilir.  Buna  göre  doğa,  hayatın  armağanını  insanın  kendinden  ziyade  iyiliğe  bırak-masını ister; böylece iyilik ve sıkı bağlılık için tayin edildiğini anlayabilecektir. Bunun sonucunda doğa ona diğerleri gibi çirkin ve vahşi bir görünüş değil, sevginin ve iyiliğin ayırt edici özelliği olarak yu-muşak  ve  hoş  bir  görünüş  vermiştir.  Ona  ruhun aynası olan dost canlısı bakışlar bahşetmiştir. Sarı-labilsin diye bükülen, esnek kollar sağlamıştır. Ruh­ların birbirine dokunduğu ve bir bütün haline gel-diği öpücük hissini vermiştir. Neşenin ifadesi olan gülmeyi,  merhametin  ve  uysallığın  simgesi  olan gözyaşlarını yalnızca ona pay etmiştir. Hatta ona hayvanlarınki gibi tehditkâr ve korkutucu değil de hoş ve etkileyici bir ses de vermemiş midir?

Bununla da yetinmemiş, doğa sözün ve aklın kullanımını yalnızca insana armağan etmiştir; kuş­kusuz, iyilik görmek için de teşvik etmek için de özellikle uygun bir şeydir bu, öyle ki insanlar arasındaki hiçbir şey şiddet yoluyla giderilemez. Do­ğa, insanın içine yalnızlığa karşı bir antipati duygusu ve toplum oluşturma arzusunu ekmiştir. İnsanın içine derinlerde bir yere iyilik tohumlarını gömmüştür.  En  yararlı  şeyi  en  güzel  şey  olacak şekilde düzenlemiştir: Bir dosttan daha sevilesi ne olabilir?  Ve  öte  yandan  bir  o  kadar  da  gerekli olan? Bu nedenle, insanın birbiriyle ilişki kurmadan rahat bir hayat sürmesi mümkün olsaydı bile, birliktelik olmadan hiçbir şey güzel görünmezdi –  insan  olmaktan  büsbütün  sıyrılıp  hayvana  dönüşmek istenmediği sürece. Buna bilimsel eğitim ve araştırma arzusunu da ekleyin; bu, dostluk kurmanın mükemmel bir yolu olduğu gibi insan ruhunu  da  kabalıktan  en  fazla  uzaklaştıran  şeydir. Ruhları, saygın incelemelerde söz edilen birliktelikten daha güçlü ya da daha kalıcı dostluk bağlarıyla  gerçekte  ne  hamilelik  ne  de  kan  akrabalığı bağlar.  Dahası,  zihinsel  ve  bedensel  yetenekler, insanlar arasında gerçekten takdire şayan bir çeşitlilikle dağıtılmıştır; hiç kuşkusuz, herkes bir diğerinde mükemmelliğinden ötürü sevebileceği ya da hayran olabileceği ya da yararlı ve gerekli diye övebileceği bir şey bulabilir. Nihayetinde insanın içine tanrısal ruhun küçük bir kıvılcımı yerleştirilmiştir, gerçek şu ki insan görünürde bir ödül olmadan da herkese yararlı olmaktan mutluluk duyar. İhsan ederek herkesin yardımına koşmak, son kertede Tanrı’ya uyan ve yakışan bir şeydir. Yoksa birini kurtardığımızı fark ettiğimizde niçin ruhumuzda alışılmadık bir sevinç duyalım ki? Kaldı ki bir insan için yardımseverliğiyle bağlandığı insan özellikle değer taşır. Tanrı o nedenle insanı deyiş yerindeyse dünyevi bir tanrısal varlık gibi herkesin selametini sağlayacak bu dünyadaki sureti olarak tayin etmiştir. Akla sahip olmayan hayvanlar bile bunu hisseder; çünkü yalnızca insana alışkın olan hayvanları değil panter, aslan ve daha da vahşi  yırtıcıların  büyük  tehlike  durumunda  insanın koruması altına kaçtığını görürüz. İnsan herkesin sığınacağı  son  yurt,  dünyadaki  en  kutsal  sunak, herkesin kutsal çapasıdır.

İnsanın  portresini  ana  hatlarıyla  çizdik.  Öte yandan, madem seviliyor, o zaman şimdi de bir savaş tasviri sunalım. Sert çehreleri ve dehşetli sesleriyle  bir  barbarlar  kohortunu gözünüzün önüne getirin, her iki taraftaki zırhlı birlikleri, çıkan korkunç  sesi  ve  parlayan  silahları,  bu  derece  büyük bir kalabalığın rahatsız edici gürültüsünü, tehditkâr bakışları,  gürleyen  savaş  borularını,  trompetlerin dehşet  uyandıran  tınısını,  korkutuculuğuyla  gerçek gök gürültüsünü aratmayan ama daha büyük zarara yol açan top patlamalarını, çılgın savaş çığlıklarını,  zincirinden  boşanmış  hücumları,  insan etinin muazzam derecede parçalara ayrılışını, düşenler ile katledilenlerin acımasızca yer değiştirişini, öldürülenlerin oluşturduğu yığınları, kanla yıkanan savaş meydanlarını, insan kanıyla boyanan nehirleri. Bazen kardeşin kardeşle, kuzenin kuzenle,  arkadaşın  arkadaşla  karşılaştığı  ve  bir  sözüyle bile onu incitmemiş olan o kişinin karnına delice bir öfkeyle kılıç sapladığı da görülür.

Bu trajedi genelde o kadar acı getirir ki insa-nın yüreği bundan bahsetmeye elvermiyor. Nispeten küçük, olağan musibetleri anlatmak zorunda kalmasaydım  keşke:  dört  bir  yanda  ezip  geçilen ekili tarlaları, yanan çiftlikleri, yakılan köyleri, tecavüze  uğrayan  kızları,  esarete  sürüklenen  ihtiyarları, yağmalanan kutsal emanetleri, her yerde girişilen soygunları, talanları, şiddeti ve kargaşayı. Ve keşke en başarılı, en adil savaşları bile izleyen felaketleri gizleyebilseydim: yağmalanan halk, aşı­rı  baskı  altındaki  soylular,  çocuklarının  öldürülmesiyle daha da mutsuzlaşarak yıkılan ve, kılıçtan geçirilmekten  de  beteri,  yalnız  kalan  onca  yaşlı insan, geride bırakılan onca yaşlı kadın, dul kalan onca eş, yetim kalan onca çocuk, onca matem evi, sefalete düşen onca varlıklı insan. Peki herkes ha-yattaki tüm vebanın savaşla patlak verdiğini bilir-ken ahlakın çöküşüne ne demeli? Dindarlığı hiçe saymak,  yasaları  göz  ardı  etmek,  her  türlü  suçu işlemeye hevesli olmak hep buradan kaynaklanır. Bu kaynaktan yoğun bir korsan, soyguncu, tapınak hırsızı ve katil seli fışkırır. En önemlisi de, bu uğursuz vebanın kapsamı sınırlandırılamaz, aksi-ne kıyıda köşede oluşup yalnızca komşu bölgelere salgın  misali  ulaşmakla  kalmaz,  aynı  zamanda uzak bölgeleri dahi, ticaretle olsun, bir evlilik ya da bir antlaşmayla olsun, genel çatışmanın ve zamane koşullarının içine çeker. Hatta savaş, savaşı doğurur;  apaçık  bir  savaş  sahte  bir  savaştan,  en şiddetli savaş küçücük bir savaştan doğar ve Lerna Canavarı efsanesinin aktardığı şey, savaş söz konusu olduğunda, hiç de nadiren başa gelmez.

Şeylerin özünü ve doğasını azami sezgiyle gören ve son derece yerinde alegorilerle tasvir eden antik  şairler,  savaşın  Ölüler  Ülkesi’nden,  üstelik de erinys’lerin yardım ve yataklığıyla yollandığını,  ayrıca  gelişi güzel  bir  intikam  tanrıçasının  bu görevi yerine getirmeye uygun olmadığını, bin adı zarar getiren bin sanatı olan en tahripkârının seçildiğini, öyle sanıyorum ki, bu nedenle söylemişlerdir. Sayısız yılanla donanarak Tartaros’un borusunu öttüren odur. Pan her şeyi anlamsız bir patırtıya boğar. Bellona öfkeli kırbacını sallar. Menfur savaş çılgınlığı birleş-miş bir grubun bütün bağlarını koparıp atan, kana