Eğitim ve öğretimde uygulanacak yöntem; bilgiyi insan için gereksiz bir süs, başkasından üstün gelme, dolayısıyla başkasını zorlama aracı ya da uygun bir zevkten çok, yaşanılan hayatta başarılı olmayı sağlayan, geçerli ve uygulanabilir bir donanım ve güç durumuna getirmektir...M.Kemal Atatürk
Ulu önder o pırıl pırıl ve içinde palavra barındırmayan zeka ve mantığıyla, eğitim ve öğretimin ne doğrultuda kullanılması gerektiğini yukarıdaki sözleriyle belirtmişti. Birincil hedef tam bağımsızlıktı. Bunu sağlayacak nesillerin ise aydın, hür fikirli ve sorgulayıcı olmaları gerekliydi. Böyle nesiller yetiştirmek ise ikincil hedefti. Kurtuluş savaşı bittiğinde Osmanlı'dan 2345 ilkokul ve görevli 3061 öğretmen devralınmıştı. 3. Selim ile başlayan Osmanlı aydınlanma sürecinin sonunda meşrutiyetten cumhuriyete eğitim bilimsel düşünce, kurum ve model ve eğitimci kadro konusunda hatırı sayılır bir birikim kalmıştı. Arap harflerinin zorluğu yüzünden halkın sadece yüzde 10'u okuyabiliyordu. Yazma oranı daha da düşüktü. 40 bin okulsuz köy vardı.
Türk devrimi, herkesi "eşit insan" olarak kabul eden bir hareketti. "Ulusal egemenlik" cumhuriyetin en temel olgusuydu. Cumhuriyet kendisini, Osmanlı sarayının müsrif ve vurdumduymaz davranışlarının ceremesini çeken ve tüm giderlerini ödeyen ve bitmek bilmez savaşlarda kanını, canını veren köylüye büyük bir borç içinde görüyordu. Ulu önder 15 temmuz 1921'de toplanan Eğitim Kurultayına cepheden gelerek katılmış ve konuşmuştur. Halkın eğitimini çok önemsiyordu. Ancak aydınlanmış ve kendi ayakları üzerinde durabilen bireylerden oluşan bir toplum gelecek yüzyıla muvaffak girebilirdi. "Köy kökenli bir aydın kuşağı" yaratılmalıydı Evet, Osmanlıdan gelen bir birikim vardı ama gümüş tepsi içinde bir cennet yoktu ortada. Yaşam kaynakları yıkılmış bir köy toplumu vardı. Ulu önder Meclis'e bu konuyu getirmişti: "Türkiye'nin sahibi ve efendisi kimdir? Bunun yanıtını hemen birlikte verelim: Türkiye'nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. O halde, herkesten daha çok gönenç, mutluluk ve varlığa hak kazanmış, buna öncelikle yaraşık olan köylüdür. Bundan dolayı TBMM Hükümetinin ekonomi politikası bu yüce amacı elde etmeye yönelecektir. Diyebilirim ki bugünkü kıyım ve yoksulluğun tek nedeni bu gerçeğin aymazı bulunmuş olmamızdır. Gerçekten yedi yüz yıldan beri dünyanın dört bir yanına sürdüğümüz, kanlarını akıttığımız, kemiklerini yaban topraklarında bıraktığımız ve yedi yüz yıldan beri emeklerini elinden alıp har vurup harman savurduğumuz ve buna karşılık hep hor görerek, aşağılayarak karşılık verdiğimiz; bunca özveri ve bağışlarına karşılık, nankörlük, utanmazlık, küstahlık ve zorbalıkla uşak kertesine indirmek istediğimiz bu soylu sahibin önünde bugün, bütün bir utanç ve saygı ile durumumuzu alalım."(1 Mart 1922) Atatürk savaşlar boyunca omuz omuza çarpıştığı halkı çok iyi tanıyordu. Devrimler halk içindi. Bağrından çıktığı topraklara ve halka meftundu ve borçlu hissediyordu. Halkın emeğine ve potansiyeline sonsuz saygısı ve inancı vardı. Amacı, Anadolu'nun "en ücra köşesinde bile kendi kendine açıp solan çiçek" bırakmamaktı. Halk, bağımsızlığı için savaşmış, başarılı olmuş, emperyalizm altında ezilen diğer toplumlara örnek ve umut olmuştu. İnsanlık adına, bu gariban halkın eğitilip beşeri ve medeni hayatta layık olduğu yere gelmesini sağlamak devrim önderlerinin en önemli göreviydi.
Halkevleri açılmaya başlamıştı, Türk Dil ve Tarih Kurumları kurulmuştu. Harf devrimi yapılmış ve dilimiz yapısına uygun bir alfabe getirilmişti. Adım adım planlanan devrimler hayata geçirilmeye başlanmıştı. Ulu önder çevresini köylerin eğitim atılımı için sıkıştırıyordu. 1933'e gelindiğinde CHP "Köy Meseleleri Komisyonu" nu hayata geçirdi. Komisyon hazırladığı raporda şu kararı alır: "Öyle bir öğretmen tipi yaratmalıyız ki, o yalnız köylünün inanışlarını işlemek, toplumsal tutum ve davranışlarını etkilemek ve yönlendirmekle kalmasın; köyün fiziksel yüzünü, tutumsal varlığını ve yaşantısını da geliştirsin." Bu karara göre öğretmenlere toplumun temel direği olma görevi uygun görülmüştü. Süreç gelişti, olgunlaştı. 1926'da Denizli ve Kayseri'de birer öğretmen okulu kurulmuştu. Bir bocalama ve sürünceme devresinden sonra İsmet İnönü himayesinde, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel sorumluluğunda ve İlk Öğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç'un icrasıyla; 1940'ta enstitüler açılmaya başladı. İlk üç senede sayıları 20'ye ulaştı. Hasan Ali Yücel'in 1946'da Bakanlıktan ayrılışına kadar toplam 21 adet Köy Enstitüsü açıldı. İlk üç senede kız ve erkek olmak üzere toplam 16400 öğrenciye ulaşıldı ve bu üç senenin sonunda 2000'i mezun oldu. 1942 yılında Köy Enstitülerine öğretmen yetiştirmek için Hasanoğlan'da bir Yüksek Köy Enstitüsü açıldı. Buraya enstitü mezunlarından 130 öğrenci alındı. 1947'de kapatılana kadar 209 mezun verdi.
Köy enstitülerinden mezun olan ilk 1941 öğretmen, 1944 yılından 1944 yılında köy ilk okullarında göreve başladı. Kapadıldıkları yıla kadar 1398'i bayan ve 15943'erkek olmak üzere toplam 17341 köy öğretmeni diploma aldı. 1936-47 arasında faaliyet gösteren eğitmen kurslarından ise 8675 eğitmen, sağlık bölümlerinden de 1248 sağlık memuru yetişti. Enstitülerde toplam 15 bin dönüm toprak işlenip ekildi. 25 bin fidan dikildi. 9 bin baş hayvan bulunmaktaydı. Öğrenciler, çalıştıkları işliklerde, yapıcılık, demircilik ve ziraat işleriyle ilgili her türlü işi yapabilecek hale getirildi. Bu işlikler saye-sinde civar köylerin ihtiyaçları da karşılanmaya başlandı. Son derece verimli, kolektif bir atılımdı. 1944 yılında İnönü yaptığı bir konuşmada "Türkiye de ilköğretim meselesinin halledilmiş olacağını açık ve net bir şekilde görebiliyoruz" demişti. 1946 yılında Hasan Ali Yücel'in bakanlıktan ayrılmasından sonra enstitüler Köy Öğretmen Okullarına dönüştü. 1954 yılında da Demokrat Parti zamanında kapatıldı.
Genel bir tanım gerekirse: "Köy öğretmeni ve köye yarayan diğer meslek erbabını yetiştirmek üzere ziraat işlerine elverişli arazisi bulunan köylerde, maarif vekaletince köy enstitüleri açılır." denebilir. Türk devrimi vatandaşların refahını ve istikbalini öncelik edinmiş ve köy halkına "hayatın içinde" bir hayat eğitimi vermeyi amaçlamıştır. Enstitüler kapatılmasaydı, kendi kendini örgütleyecek, genişleyecek, meslek ve ilmi dallarını genişleterek, beşeri hayatın her kademesinde ihtiyaç duyulan iş ve meslek erbabını kısa sürede yetiştiren, memleket geneline yayılmış bir aydınlanma ağına dönüşecekti. Enstitülerde; pedagoji, felsefe, tarih, coğrafya, Türkçe, hayat bilgisi gibi dersler okutuluyordu. Özgür düşünce öne çıkarılıyor ve mezun olan öğretmenlere 50'ye yakın eser hediye ediliyordu. Enstitülerin genel felsefesi "Üretmeden tüketmek en büyük ahlâksızlıktır" olarak özetlenebilir. Bu aydınlanmış ve bilinçli toplum ile çoğulcu demokrasiye adım atılacaktı. Verilen eğitim sayesinde; hayatı sorgulayan, farkında, haberdar,ahlaki değerlere sahip, sorumluluk sahibi ve demokratik değerleri okurken öğrenen bir nesil yetişiyordu.
Mustafa Kemal Atatürk devrimi köylerden başlatmak istiyor ve bu insan gücü ile beslemek ve devrimin temeli yapmak için çalışıyordu.
Bu uyanışı fark eden toprak sahipleri öncülüğünde, iki ana başlıkta eleştiriler ve karalamalar başladı. Bunlardan ilki; karma eğitim hedef gösterilerek, kız ve erkeklerin uygunsuz davranışlarda bulunduğu ve toplumun ahlâki yapısını bozduğuydu. Bu pek fazla etkili olmadı ve zemin bulamadı. Fakat ikinci iddia başlığı olan komünizm yuvası oldukları, kara propaganda ile başarıya ulaştı ve maalesef kapatılmaya giden süreç başlamış oldu. 1950'ye gelindiğinde yapılan seçimlerde, ironik bir şekilde, Türkiye'de toprak reformuna tepki olarak büyük toprak sahipleri tarafından kurulan Demokrat Parti, topraksız ve yoksul köylünün oyları ile iktidara geldi. Köy Enstitüleri daha halkı tam aydınlatamadan karşı devrim süreci başlamıştı. Toprak reformunu ağzına alan komünistlik damgası yedi. Halkevleri kapatıldı. Kütüphaneleri çöpe atıldı. Son olarak da 1954'te Köy enstitüleri kapatıldı. Kapatıldığında 30 binin üzerinde çocuk eğitim görmekteydi. Laik okullara gidebilme yolu kapatılan köy çocukları, gerici ve anti laik eğitim öğretim kurumlarına, imam hatip kurumlarına yönlendirildi. Karşı devrim altında bugün cumhuriyetimiz; hamaset ustası liderler, kalemini satan gazeteciler, vatan haini aydın ve akademisyenler, tarikat tuzağına düşmüş askerler, ahlâk ve görgü tanımaz nesiller ve en acısı, ne amaca hizmet ettiğinden haberi olmayan vatandaşlar topluluğu haline geldi.
Halkımızı cahil bırakmak, hakim sınıfın işine gelmiştir. Bu makale için çok faydalandığım ADD Bulancak şubesinin bastırdığı "Kuruluşlarının 60. yılında Köy Enstitüleri" isimli kitaba katkıda bulunan Sayın Mehmet Cihangir durumu çok net ve kısa özetlemiş: "Amaç, köy çocuğu okumasın, köylü uyanmasın, köy köyünde uyusun, seçimden seçime gidip oyunu isteyelim, oyunu bize versin (biz dini duygularını, milli duygularını sömürelim), yine uykusuna devam etsin. Bu uygulama belirli bir süre için tuttu.Ancak, çok sonraları o ‘köyde uyusun’ dedikleri köylü, köyleri boşalttı, geldi büyük şehir varoşlarını gecekondu yığınları ile doldurdu. Sen şehrin planını, düzenini, temizlik, eğitim ve sağlık olanaklarını köye götürmezsen; köylü köyün plansızlığını, düzensizliğini, eğitim ve sağlık karmaşasını şehre taşır, senin şehrini de köyleştirir." Bu memleketin kurucu gücü olan, her türlü fedakârlığı yapan, savaşlarda hala kanını canını vermeye devam eden köylümüze, halkımıza en büyük kötülüğü ona cahil diyerek bizler yapıyoruz. Ulu Önder'in ne kadar büyük bir hümanist olduğu ileride daha da iyi anlaşılacak. İşin en acı kısmı ise Türkiye'yi 70 yıldır kendisini muhafazakâr diye tanımlayan iktidarlar yönetmekte. Biz daha kendi insanımızı muhafaza etmekten aciziz. İnsan bir ülkenin ve toplumun en önemli kaynağıdır. Biz en başta bu kadar yalan söyleyerek, çalarak, çırparak ve israf içinde yaşayarak önce kendi insanımıza sonrada ağzımızdan düşürmediğimiz dinimize ihanet ediyoruz...
www.butundunya.com ›
www.butundunya.com ›