15 Kasım 2021

EGE'den Denize Bırakılmış Bir Çiçek - Halikarnas Balıkçısı


 HALİKARNAS

Vapuru kaçırdık. Öteki vapur iki gün sonra. Ma­demki, ister istemez iki gün kalıyoruz, şu Bodrum'u, dört bin yıllık Halikarnas'ı bir gezeyim dedim. Bodrum Kalesi diye duyarım, "Şuna gideyim de bir bakayım," dedim. Kale zaten kentin ortasındaki bir yarımada üzerine kurulmuş. Beş altı yüzyıl önce Sen Jan şövalyeleri tarafından yapılmış bu bina. Şö­valyeler bu alameti yapabilmek için, kentte Fidyas'ın, Praksiteles'in ne kadar şaheseri varsa, kırıp kırıp kale duvarlarında yapı taşı diye kullanmışlar.

Arkeolojik bilgilerden hiç hoşlanmam. Not alma­ya da niyetim yoktu. Neler gördüğümü size düpedüz anlatayım: Şatonun kalelerine çıkabilmek için bin bir türlü dolambaçlı yerlerden, loş ve karanlık geçitlerden, nemli ve kayak zeminlerden yol aldım. Her döne­meçte Sen Jan şövalyeleri tarikatının, Başkardinal Döbusson'un arması görülür. Amaç ne? Bunda amaç, kaleyi kuşatan düşmanın şaşırması, güçlük çekmesi, bir engeli atlaması ya da bir duvarı zaptet­tiği zaman karşısına bir duvar daha çıkması diye­ceksiniz değil mi? Hiç de değil. Kardinal diye değme haltı yiyen Döbusson'un her köşedeki armasına ba­kılacak olursa; mühendisin belki de bilinçsizce anlat­mak istediği düşünce şudur: Kuvvet ve iktidar mevki­ine -yani sivri kulenin ta tepesine- varabilmek için pek izbe, dar, dolambaçlı ve karanlık yollara sap­mak ve geçitlere uğramak şarttır. Bir sürü dehşetli ve şiddetli ihanetler, savaşlar, kışkırtmalar, zindan­lardan geçe geçe berbat bir çıkmaca mı, yukarıdaki eve mi gidildiğinin farkına varmaya varmaya ya ağzı kapkara esneyen bir kuyunun, bir tuzağın dibine ya bir İspanya şatosu tepesine varacaksın. "Bu senin görüşün" diyeceksiniz. Ama Döbusson’un kardinallığa can atan hayatı göz önünde tutulacak olursa, bu varsayımın doğruluk ve gerçekliği ortaya çıkar.

Koca kale, genel savaşta adamakıllı bir top ate­şi yemiş. Şimdi Müzeler Müdürlüğü onu antika diye, taş ve moloz yığınları ile, yılanları, akrepleri, dikenli otları, ekspres katarı gibi, çıyan ve tanklar gibi kertenkelelerle korumaktadır. Bırakılmıştır. İçinde bazı kimselerin üç dört koyun ve ineğinden başka evcil hayvan yoktur. Ben gezerken "Bu kimdir acaba?" di­ye meraklı ve ürkek bakışlarla ardım sıra geliyorlar­dı. Dönüp bakmıyordum. Kasabanın ay biçimindeki iki limanı kollarını Arşipel'e (Ege’ye) ve Sporad Adalarına doğru açmış­lardır. Bu iki ayın biribirine dokunduğu yerde denize doğru fırlamış bir yarımada vardır ki, kale de onun üzerindedir. Bu iki limanın ardına, güneşle yanmış, yer yer kuraklıkla kavrulmuş, ağırbaşlı bir dizi dağ, eteğine doğru geniş bir anfitiyatro teşkil ediyor.

Kentin bütün dükkânları ve evleri, mutlaka eski binaların taşlarıyla temelleri üzerine ve eski binala­rın arasına kurulmuşlardır. Her yapıda kullanılan taş, bu yüzyıldan önce yaşamış ve yıkılmış elli alt­mış bina nesillerinde kullanılagelmiştir. Binalar yıkıl­dıkça eski binaların taşlarından yenisi yapılır. Apak evlerin içi de, dışı da, duvarı da, damı da, ikide birde tertemiz, beyaz bir badana ile badanalanır. Bu beyaz evler, bıçakla kalıp kesilmiş gibi asil, kesin çizgili şeylerdir. Onlarda hiç iciye biciye yelteniş görme­dim. Kenti yapan, mimar değil, ışıktır, mavi gök ve mavi denizdir. Melten mavisi, Ege mavisi. Bununla birlikte insan, "Acaba deniz mi kentin güzelliğini süs­lüyor, yoksa kent mi kıyısıyla denizi süslüyor?" diye düşünüp şaşıyor.

Benim anladığıma göre önceleri evler kıyıda değil; yukarıda, dağ yamaçlarında imişler. Ama de­nizi özlemişler, mavisine imrenmişler. Sevgilerinden, yerlerinde duramayarak, burou burcu çam kokan nalınlarını takırdata takırdata, yokuş aşağıya atılmışlar. Kıyıya varınca, iki koyun boylu boyunca, gıcır gıcır çakılların üzerine dizilmişlerdir. Arkada kalanlar, ön­deki kız kardeşlerinin omuzları üzerinden başkaldı­rarak, denizi seyre dalmışlar. Bazı kayıklar mandalina ve porta'kal bahçesi olurken, bazı evler de denize açılıp sünger avlıyor­lar. Ben limana bir göz attım; limana gelmekte olan bir kayık, açıkta tıpkı boşlukta asılı bir ev gibi, ufuk çizgisinin üstünde duraklamıştı. Limandan da birkaç kayığın alabildiğine dolu yelken, kayıp gitmekte ol­duğunu gördüm. Gerçekten de öyle! Mavi ve yeşil öylesine derin ve tatlıdır ki; değil insanlar, taşları ve duvarları bile kendisine çeker. Dünyanın en güzel ve saf mavisi buradadır. Onun için eski Helenler bu Bodrum açık­larını Deniz Tanrısı Poseydon'a taht seçmişler; Afrodit'in (Venüs'ün) apak bedenini ancak bu denizin kö­püklerinin beyazından yaratabilmişlerdir. 

Ciğer kır­mızısının bu maviyi görünce utancından kızarmak istediğini gördüm. Ama kırmızının kızaracağı bir yer kalmadığı için morarıp menekşe yoluyla leylakrengine soldu. Kıyının yeşiline doyum olmuyor. Kıyılarda, sokaklarda yüzlerce güzel çocuğun çıplak ayakları patırdaşır. Yağız ve kuvvetli bacaklı anaların ardı sı­ra dokuzar, onar gürbüz çocuk koşar. Zati kasabada o kadar bol çocuk var ki; yüz yirmi, yüz otuz yaşın­daki ihtiyarlar bile, çocukların canı sıkılmasın diye,sokaklarda gülümseyerek gezerler...Dünyanın yedi harikasından biri olan Halikarnas Mozoleumu'nun (şimdi Londra'da) önceleribu­lunmuş olduğu yeri, anfitiyatroyu ve kentin kata­ komplarını dolaşayım dedim. Her rastladığım bana salık veriyordu. Yolumu kolay buluyorum. Önce de­niz kıyısından yürüdüm. Yan yatırılmış koca kayıkla­rın yanı başından geçtim. Şişman karınlarına çıralar­la ateş veriyorlardı. Kalatatın tokmak gürültüsü ve denize uzayan zift kokusu arasından yol aldım ve tenha yollara saptım. Şimdi bir ak ev, biraz ötede portakal ve mandalina bahçesi, sonra zeytinlik...

Sağlı sollu kuru duvarlar, ufak taş binalar. Yedi sekiz müşteri alabile­cek küçücük kahveler. İki hurma ağacı. Frenk incir­leri, kaynanadilleri. Birtakım harup ağacı, derken Mozoleum'un bulunduğu yere vardım. Orasının şim­di bir tarla olduğunu gördüm. Oradan anfitiyatroya çıktım. Görünümün güzelliğini hiç unutamayacağım. Önümde Karaada, İstanköy, Kalimnos ve Nisiros Adasının bir kısmı gözüküyordu.

Şurası gün gibi ortada ki, tarihin insanları, tiyat­roların çok güzel manzaralı bir yerde kurulmasına dikkat ediyorlardı. Yanı başındaki bir beden duvarına rüzgârın eğ­miş olduğu bir melengeç ağacı, duvardan koca bir taş sökmüş, koltuğunun altında eve karpuz taşıyan bir adam gibi, onu kökleriyle kavrayarak yerinden kaldırmış. Ötede beride sürünen mermerlerden, bu­rasının, oyduğu en ufak oyuntuları bile heba etme­mek ve onlarla da güzellik yaratmak hünerini bilen insanların oturdukları yer olduğunu anladım. Bir çiz­gi, ufak bir kabartmanın bile boşa harcanmadığını gördüm. Yine birçok tarlalardan geçtim. Uzakta bir duvar daha gördüm ve anladım ki, bir saat kadar yürüye­rek geçmiş olduğum incirliklerin, portakal mandalina bahçelerinin, bina ve tarlaların topu da bir zamanlar Halikarnas kenti imişler... Halikamas'taki zeytinler, mandalinalar, porta­kallar, limonlar, hurmalar, kaparisler, muzlar, haruplar, incirler; kısacası yemişlere mevsim mevsim pandomima resmi geçidi yaptıran bütün ağaçlar, bu kıyı­nın deniz yeşilinden ders alırlar.

Peşten tize kadar yeşillerle, Ege zümrüdüne yeşil bir türkü söylerler. Bu türkünün çınlayışı, her zaman göklerde duyulur. Konuşulan Türkçenin hangi yoldan gelerek bu şiveye büründüğünü bulmak güçtür. Çünkü burada Türkçe, şiveye değil, müziğe bürünmüştür. Halkı Lelegler, Helenler, Fenikeliler, Lidyalılar, Karyalılar, Frigyalılar, Selçuklular ve Türkerle adamakıllı har­man olmuştur. Portakalı erdiren güneş, burada gü­zel insan yetiştiriyor... Kızlar çoğunlukla uzun boylu, uzun kirpikli ve uzun parmaklıdırlar. Duru ve çınla­yan havada her biri birer Karmençita olmuştur. Bu kızların güller ve yaseminler soyuna mensup oldu­ğunu görmek için Türkolog olmanın gereği yoktur! Zaten, İtalya kıyılarında Barbaros Hayrettin dolayı­sıyla Monte Barbarosse adlı birçok tepeler vardır. Bu Akdeniz kıyılarının (Yunanistan, Güney İtalya, İs­panya ve Güney Anadolu), sıpsıcak kanı, kıyılar bo­yunca kendini gösterir. Portakal ağacı nerede büyü­yeceğini iyi bilir!

Düğün günleri, bildiğimiz müzik araçlarına, bu­raya özgü derin ve koyu iniltili darbuka da girer. Müzikleri duygu müziğidir. Ama uykulu ve uyutucu de­ğil, hareketli ve çığlıdır. Ege güneşiyle altınlaşmış, zengin ve kokulu misket gibi bir iklimin şarabını içen­lerde aynı nitelik beliriyor. Onun için, buranın hava­ları ve türküleri Jotas, Murcianos, Seguedillas ve Malaguenas'ları çok hatırlatır. Buranın yurttaşı olan vahşi kedi ve pars vücudu gibi kıvrak gövdelerin otu­rurken, oynamak üzere fırlayıp kalkması, hayat hızı­nın ne demek olduğu hakkında bir fikir vermeye yeti­şir. Oynadıkları oyunlar, hiçbir çeşit aşırılığa sapma­makla birlikte, bütün gövdenin çeviklik ve zarafetini ortaya çıkarır. Hızlı dönüşler ve iki el parmaklarının baş üzerinde kastanyetler gibi şakırdadığını görür­sünüz. Bu şakırtı, çardağın asma yaprakları arasın­dan gözetleyen yıldızları vecde getirir ve onlar da sevinçle pırıldamaya koyulurlar. Artık Göktepe'ye, katakomplara çıkıyorum. Yo­lum sarptı. Tek tük çalılıklara vardım. İki tanesinin arasından geçerken az kalsın bütün elbiselerimle birlikte derimi de bırakacaktım. Dikenli kaparislerin arasından, yengeç gibi tırmandım.

Zaman hayli geç olmuştu. Venüs yıldızı titreşen gökte parlıyordu. Onun için alacakaranlıkta bir Murat dede baykuşu bana; "Hey ahmak!" dermiş gibi hööt çekti. Ötede beride kaçışan hayvanların çatırtı­sı oldu. O sıralarda insana hayret verecek kadar koskocaman ve sapsarı bir ay fırladı. Bu ay, ölüler kentini koşan, çatışan bir gulyabaniler kentine çe­virdi. Yani gulyabani değil, çakallar, katakomplar acaip, garip şekillere büründüler ve donuk ışıkta öte­ye beriye yürür gibi olarak, hiç de hoşa gitmeyen gölgeler salmaya başladılar.

Bu gördüğüm kayalara, deliklere, inek ve çakal­lara, burada doğmuş ve burada olan tarih babası Herodotos gibi, "Mafsoliyon" gibi anlı şanlı adlar ta­karak, onları onlar sanarak bir söyleşeyim dedim. Fakat Mikel Anj'ın Musası gibi, bizim iki boynuzlu Herodot pek de iltifatkâr çıkmadı. Zaten de bambaş­ka bir engel baş gösterdi. Yoksa Göktepe hakkındaki bu yazılar, Âdem’in yaradılışından tutunuzda, gü­nümüze kadar ne kadar büyük adam geçmişse, on­ların adlarıyla donanırdı.

İşte, tam bu ünlü ölülerin kimler olması gerekti­ğini düşünüp taşınırken, katakompların (lahitlerin) birisinin karanlık ağzından dışarıya bir rakı şişesi fırla­dı. O yerde, insanı yerinden takla kıldıracak bir şan­gırtıyla kırıldı. Onun ardı sıra bir kadın çığlığı öttü. Bu peri, tayf mayi değil, etle kemikten, dipdiri bir in­sandı. Orada işi neydi? Ben ürkerek kaçan bir çakal­dan daha patırtılı bir şekilde kaçmayı tercih ettim. Koca bir taş, çalıları çatırdatarak devrildi. 

Bir erkek sesi, "Kimdir o?" diye bağırdı. Bana gelince, bu öy­künün sonu yuvarlanmak, düşmek; dizimi dirseğimi çarpıp incitmek ve bol bol küfretmekten ibaret oldu. Şimdi bunu okuyunca, herhalde bir musibete çattığıma hükmedeceksiniz. Hiç de değil. O kadın çığlığından sonra gördüğümü yazmamaya andiçtim. Gördüğüm manzarayı, kıskançlıktan kendime sakla­maya karar verdim!..

Bazen, dış görünüşüyle "kötü rastlantı" diye gö­rünen şeyler, tayyare piyangosunun büyük ikramiye­si gibi, ender rastlayan talih cilveleri oluyor. Gördü­ğüm sahnenin güzelliğini, dehşetini, eşsizliğini anlatarak, onu ak kâğıtlar ve kara mürekkeple tahkir et­meyeceğim. Bu ancak, bir çift gözün görebileceği şeydir.

Okuyuculara gelince: Nasıl dilerlerse, öyle var­sayım yürütsünler. Yalnız, hayal güçleri aşırı olanla­ra şu yardımda bulunayım: Şu yalan, bu yalan, fili yuttu bir yılan kabilinden, bir martaval uydurma hevesine düşenler varsa ve öykülerine bir güzel yer, bir uygun alan bulamıyorlarsa, gelsinler de ay ışığın­da bir Göktepe-Katakomplar gezisi yapsınlar.

EGE’NİN ÖFKESİ 

Yüksek Anadolu Yaylası Toros ve Amanos'taki yüksekliğini koruyarak Gökova Körfezinde Ege’ye gelir ve orada, tepeden tırnağa birden kıyılıvermiş gibi, bin yüz metre yükseklikten yalçın ve dimdik ola­rak denize düşer.

Denizden bakınca, uçurumun azameti gözlere bir gök gürültüsü manzarası seyrettirir. Bu heybete kıyasla bir Yuşa Tepesi, bir Aydos Tepesi birer ka­barcık, birer küçük sivilce kalır. Uçurum, gökleri uyutmuştur. Dalgaların hırlayan irkilişinin vahşeti karşısında, sözgelimi İstanbul tepeleri sütlek inek gibi, evcil tavuk gibi yaratıklardandır. Düşmesin diye, şapkalar tutulmadan başımızı tepelere kaldıramıyoruz. Bakışlar tırmana tırmana yüksekten yükseğe çı­kıyor. Göklerin en uzak rüzgârları üzerine kurulu gibi duran tepelere varınca, dudaklardan bir şaşkınlık ıs­lığı çıvlıyor. "Bu nedir yahu?" diyoruz. Yükseklik, gökte bir çığlık olmuştur. Bin yüz metrelik uçurumun kıyısındaki, cin çarpmış gibi eğri büğrü çamlar, ahta­pot kolları gibi köklerle kaya çatlaklarına dolanıp ya­pışarak, aşağıya korkuyla bakarlar.

Ege, bir devin göğsü gibi kabarıp inen soluğan­ları ile burada bütün hünerlerini gösterir. Şurada fı­sıldar, ötede gök gürültüsü gibi gürler, daha ötede top gibi patlar. Mırıldanır, söylenir, dert yanar, derin ahlar çeker, ağlar, inler, kızar, çılgın çılgın bağırır, tehdit savurur, uçuruma durmamacasına söyler, ce­vap alamaz. Öfkelenir, yırtar, parçalar, sürer, çeker, kaldırır, döndürür, yalvarır, okşar, öDer, kumsalı bu­lunca titrer, bayılır, düşer...Ona Aksi Mahmut derlerdi. Çünkü dünyada ra­hat ettirici, okşayıcı, eğlendirici, hoşa gider ne varsa, hepsini, babasının öz malı gibi kendi hakkı bilirdi. Ona göre kadınların güzelliği, pamukların yumuşak­lığı, yemeklerin tadı, hep onun içindi. Ama bunca ta­mahına karşılık hiçbir şeyi sevmiyor, hiç bir şey uğ­runda bir fedakârlıkta bulunmak istemiyor, hiç kim­seye yardımdan hoşlanmıyordu. Kendisine göre, o meydana çıkıverince, kadınlar kaldırım taşları gibi ayağının altına yayılıvermeli, erkekler de, kadıya tur­fanda hıyar yetiştirircesine yardıma koşmalı idiler. Oysa hiç kimse onu tanımıyordu. İşte bütün ev­rene karşı içini bu yüzden kin bağlayıp kilitliyordu. Ve her şeye, herkese karşı aksi davranıyordu. Bun­dan dolayı adını "Aksi" çıkarmışlardı. Aksi Mahmut'un o günkü seferi, kendisi gibi ak­si gitmişti. Çökertme'de limana girerken, on metre havaya fırlayıp, güm diye düşen bir yunus balığı alayına çatmıştı. Biri kayığa düşecek, kayığı tuzla buz edecek diye ödü patladı. Yemek yemek için kıyı kumsalına çıkmış, orada ona yumruk kadar bir büyü örümceği musallat olmuştu.

Bir kayanın üstüne oturmuş, onun altından, tü­nelden çıkarmış gibi upuzun bir çıyan fırlamıştı. Öte­de, tabakası ile öldürmeye kalkıştığı bir akrep, kuy­ruğunun bir vuruşu ile tabakayı delmişti. Daha ötede sivrisineklerin hem de kemiklileri ona dadanmıştı. Mahmut'un bağrında büyü örümceğine de, akrebede, çıyana ve yılana da taş çıkartan zehir gibi bir kin peydahlanmıştı. Bunların hepsi yetmiyormuş gibi, aksi bir rüzgâr, onu bin yüz metrelik Kıran uçurumla­rının altına bocalatmıştı. Kıran uçurumunun duvarında büyük bir mağara vardı. Aksi Mahmut, "Kayığı içine alır, demir atar, yan gelir yatarım," dedi. Mağaradan içeri girdi. Ama, mağaranın kıyısındaki çıkıntının üzerine bir ana fok, erkek fokun yosunlarla ona hazırlamış olduğu bir do­ğum döşeğine yatmış; birkaç saat önce yavrulamış olduğu yavrusunu hayata doğurmuş olmak sevinciy­le çarpan yüreğinin ve bağrının üzerine basıyor ve emziriyordu. Ana fokun kara kadife gibi yumuşak ve munis bakışı biraz üzünçlüydü.

Aksi Mahmut'un öfkeden gözleri dönmüştü. Za­ten hıncını alacak bir şey arayan Mahmut, hazır fo­ku bulunca, koca bir sopayla saldırıya geçti. Fok ka­çamıyor, çünkü yavrusunu bırakamıyordu. Mahmut sopayı fokun başına vuruyordu. Fok bir insan gibi hüngür hüngür ağlıyordu. Yavrusunu, o kısa kollarıyla büsbütün koynuna basıyor, sopalardan korumaya çalışıyordu. Ana fokun memeleri ve yavrusu gözyaş­ları ile ıslanıyordu. Fok o acıklı gözleri ile bakıyor, telaşlı telaşlı anlatmak istiyordu. Bu ruhsuz adamda merhamet arıyordu. Sopayı yedikçe, bir kadın gibi çığlık salıyordu. Kanayan ağzını açtı. Yalvardı. Mah­mut, sopayla açılan ağzındaki dişleri kırıyordu. Göz­lerini bir cinayet sarhoşluğu bürüdü. İçinde, öldürücülük kanıksayışı şımardı. Hayvan, upuzun süren can çekişme sırasında Mahmut'un ayaklarına sürün­dü. Acı kasırgaları gövdesini sarsıyorken, olağanüs­tü bir irkilişle dikildi. Önce sevgiyle ısınan güdük ba­di kolları ile yavrusunu aradı. Gözleri patlamıştı, kol­ları yavrusunu değil, ona zindan kesilen dünyanın feciliğini, bomboş karanlıklarını ve ölümü kucaklıyor­du. Uçurumu dönerken, Ege pek acı haykırıyordu.


Mahmut, ölmekte olan fokun patlak gözlerine baktı. Bir kuzunun bakışından korkan bir kurt gibi kaçtı. Günlerden cumartesi idi. Gece de oluyordu. Ye­di mil ötede Şehiroğlu (Kedrae) Adasının müsteciri, dostu Mehmet Ağanın karısı Emine, onu her cumar­tesi gecesi burunda beklerdi. Kadından pek hoşlandığı yoktu. Ama herifi aldatarak kurnazlık etmiş ol­mak yok mu, işte bunun tadına doyum olmuyordu doğrusu. Adaya yanaşırken her tarat zindan gibi karar­mıştı. Ona karşılık, tuhaf tuhaf ateşler yanıyordu. Ege o akşam, görülmemiş bir şekilde yakamozlanıyordu. Adaya pek yaklaştığını, gürültülerden anlıyor­du. Kayığın bütün çevresince kuleler gibi sipsivri ka­yalar, ada kırıntıları ve sığlar serpiliydi. Heybetli dal­galar homurdana homurdana gelip sığlara bindiriyor­lardı. Sonra karanlığı yırtan bir ışık ve taraka ile, bin­lerce çağlayanlar boşanıyor, hırlıyordu.

Aksi Mahmut, dalgaları yüklenmiş olan sığların korkunç çöküntüler yapan dalga aralıklarına, deniz­leri geri vermekte olduğunu anlıyordu. Ama birfışıltı, hışıltı, bir susmadan sonra, bu kez sol yanda başka bir kaya horlamaya başlıyordu. Aynı zamanda, yüz­lerce kulaç dipte, esrarlı ejderlerin binlerce gözle parladığı görülüyordu. Gözler sönüyor, daralıyor, dö­nüyor, her yan fırıl fırıl yuvarlanan çarkıfelekler, to­paçlar ve girdaplarla aydınlanıyordu. Yâtay uçuşan hava fişekleri patlıyor, madensel kıvılcımlar kızıl kızıl uçuşuyor, dört bucağı yakamozla yıldırıyordu. Aksi Mahmut, kulağını patlatan gürültüler ara­sında bir çığlık duyarmış gibi oldu. Ölen fokun, kula­ğında çınlayan sesi miydi, onu karanlıklar arasında seçen Emine'nin çağırışı mıydı; yoksa denizlerin öf­kesi miydi?

Sesin geldiği yere doğru gözlerini sivriltti. Ora­da sanki esen bir deli rüzgâr, yanan bir mangalın kıvılcımlarını saçıyor, alevleri öteberi dolayıp dillendiri­yordu. Acaba Emine'nin, ona yol göstermek için sal­ladığı meşale miydi? Yoksa, kükreyen bir üçlemenin rüzgârda savrulan yelesi miydi? İşte, bunu düşün­meye vakit bulamadı. Aksi Mahmut'un dört yanı, kendi dünyası gibi kaynayan bir cehennem kazanı oldu. Havaya kaldırıldığını duydu. Elinden gelseydi, dalganın boynunu ısıracak, koparacaktı.

Fakat dalga çökünce, kayık havada asılı kala­cak değildi ya! Mahmut'un dişleri kayalara çarptı, parça parça oldu. Ege geliyordu.Onu, kayaların diş gıcırdatan, köpüren, hırlayan çatlaklarına sıkıştırıyor, çeneleri arasında testerelemesine çiğniyordu. Sabaha doğru deniz onu kumsala tükürdü..

HAL IKAR NAS BALIKÇISI