Vapuru kaçırdık. Öteki vapur iki gün sonra. Mademki, ister istemez iki gün kalıyoruz, şu Bodrum'u, dört bin yıllık Halikarnas'ı bir gezeyim dedim. Bodrum Kalesi diye duyarım, "Şuna gideyim de bir bakayım," dedim. Kale zaten kentin ortasındaki bir yarımada üzerine kurulmuş. Beş altı yüzyıl önce Sen Jan şövalyeleri tarafından yapılmış bu bina. Şövalyeler bu alameti yapabilmek için, kentte Fidyas'ın, Praksiteles'in ne kadar şaheseri varsa, kırıp kırıp kale duvarlarında yapı taşı diye kullanmışlar.
Arkeolojik bilgilerden hiç hoşlanmam. Not almaya da niyetim yoktu. Neler gördüğümü size düpedüz anlatayım: Şatonun kalelerine çıkabilmek için bin bir türlü dolambaçlı yerlerden, loş ve karanlık geçitlerden, nemli ve kayak zeminlerden yol aldım. Her dönemeçte Sen Jan şövalyeleri tarikatının, Başkardinal Döbusson'un arması görülür. Amaç ne? Bunda amaç, kaleyi kuşatan düşmanın şaşırması, güçlük çekmesi, bir engeli atlaması ya da bir duvarı zaptettiği zaman karşısına bir duvar daha çıkması diyeceksiniz değil mi? Hiç de değil. Kardinal diye değme haltı yiyen Döbusson'un her köşedeki armasına bakılacak olursa; mühendisin belki de bilinçsizce anlatmak istediği düşünce şudur: Kuvvet ve iktidar mevkiine -yani sivri kulenin ta tepesine- varabilmek için pek izbe, dar, dolambaçlı ve karanlık yollara sapmak ve geçitlere uğramak şarttır. Bir sürü dehşetli ve şiddetli ihanetler, savaşlar, kışkırtmalar, zindanlardan geçe geçe berbat bir çıkmaca mı, yukarıdaki eve mi gidildiğinin farkına varmaya varmaya ya ağzı kapkara esneyen bir kuyunun, bir tuzağın dibine ya bir İspanya şatosu tepesine varacaksın. "Bu senin görüşün" diyeceksiniz. Ama Döbusson’un kardinallığa can atan hayatı göz önünde tutulacak olursa, bu varsayımın doğruluk ve gerçekliği ortaya çıkar.
Koca kale, genel savaşta adamakıllı bir top ateşi yemiş. Şimdi Müzeler Müdürlüğü onu antika diye, taş ve moloz yığınları ile, yılanları, akrepleri, dikenli otları, ekspres katarı gibi, çıyan ve tanklar gibi kertenkelelerle korumaktadır. Bırakılmıştır. İçinde bazı kimselerin üç dört koyun ve ineğinden başka evcil hayvan yoktur. Ben gezerken "Bu kimdir acaba?" diye meraklı ve ürkek bakışlarla ardım sıra geliyorlardı. Dönüp bakmıyordum. Kasabanın ay biçimindeki iki limanı kollarını Arşipel'e (Ege’ye) ve Sporad Adalarına doğru açmışlardır. Bu iki ayın biribirine dokunduğu yerde denize doğru fırlamış bir yarımada vardır ki, kale de onun üzerindedir. Bu iki limanın ardına, güneşle yanmış, yer yer kuraklıkla kavrulmuş, ağırbaşlı bir dizi dağ, eteğine doğru geniş bir anfitiyatro teşkil ediyor.
Kentin bütün dükkânları ve evleri, mutlaka eski binaların taşlarıyla temelleri üzerine ve eski binaların arasına kurulmuşlardır. Her yapıda kullanılan taş, bu yüzyıldan önce yaşamış ve yıkılmış elli altmış bina nesillerinde kullanılagelmiştir. Binalar yıkıldıkça eski binaların taşlarından yenisi yapılır. Apak evlerin içi de, dışı da, duvarı da, damı da, ikide birde tertemiz, beyaz bir badana ile badanalanır. Bu beyaz evler, bıçakla kalıp kesilmiş gibi asil, kesin çizgili şeylerdir. Onlarda hiç iciye biciye yelteniş görmedim. Kenti yapan, mimar değil, ışıktır, mavi gök ve mavi denizdir. Melten mavisi, Ege mavisi. Bununla birlikte insan, "Acaba deniz mi kentin güzelliğini süslüyor, yoksa kent mi kıyısıyla denizi süslüyor?" diye düşünüp şaşıyor.
Benim anladığıma göre önceleri evler kıyıda değil; yukarıda, dağ yamaçlarında imişler. Ama denizi özlemişler, mavisine imrenmişler. Sevgilerinden, yerlerinde duramayarak, burou burcu çam kokan nalınlarını takırdata takırdata, yokuş aşağıya atılmışlar. Kıyıya varınca, iki koyun boylu boyunca, gıcır gıcır çakılların üzerine dizilmişlerdir. Arkada kalanlar, öndeki kız kardeşlerinin omuzları üzerinden başkaldırarak, denizi seyre dalmışlar. Bazı kayıklar mandalina ve porta'kal bahçesi olurken, bazı evler de denize açılıp sünger avlıyorlar. Ben limana bir göz attım; limana gelmekte olan bir kayık, açıkta tıpkı boşlukta asılı bir ev gibi, ufuk çizgisinin üstünde duraklamıştı. Limandan da birkaç kayığın alabildiğine dolu yelken, kayıp gitmekte olduğunu gördüm. Gerçekten de öyle! Mavi ve yeşil öylesine derin ve tatlıdır ki; değil insanlar, taşları ve duvarları bile kendisine çeker. Dünyanın en güzel ve saf mavisi buradadır. Onun için eski Helenler bu Bodrum açıklarını Deniz Tanrısı Poseydon'a taht seçmişler; Afrodit'in (Venüs'ün) apak bedenini ancak bu denizin köpüklerinin beyazından yaratabilmişlerdir.
Ciğer kırmızısının bu maviyi görünce utancından kızarmak istediğini gördüm. Ama kırmızının kızaracağı bir yer kalmadığı için morarıp menekşe yoluyla leylakrengine soldu. Kıyının yeşiline doyum olmuyor. Kıyılarda, sokaklarda yüzlerce güzel çocuğun çıplak ayakları patırdaşır. Yağız ve kuvvetli bacaklı anaların ardı sıra dokuzar, onar gürbüz çocuk koşar. Zati kasabada o kadar bol çocuk var ki; yüz yirmi, yüz otuz yaşındaki ihtiyarlar bile, çocukların canı sıkılmasın diye,sokaklarda gülümseyerek gezerler...Dünyanın yedi harikasından biri olan Halikarnas Mozoleumu'nun (şimdi Londra'da) önceleribulunmuş olduğu yeri, anfitiyatroyu ve kentin kata komplarını dolaşayım dedim. Her rastladığım bana salık veriyordu. Yolumu kolay buluyorum. Önce deniz kıyısından yürüdüm. Yan yatırılmış koca kayıkların yanı başından geçtim. Şişman karınlarına çıralarla ateş veriyorlardı. Kalatatın tokmak gürültüsü ve denize uzayan zift kokusu arasından yol aldım ve tenha yollara saptım. Şimdi bir ak ev, biraz ötede portakal ve mandalina bahçesi, sonra zeytinlik...
Sağlı sollu kuru duvarlar, ufak taş binalar. Yedi sekiz müşteri alabilecek küçücük kahveler. İki hurma ağacı. Frenk incirleri, kaynanadilleri. Birtakım harup ağacı, derken Mozoleum'un bulunduğu yere vardım. Orasının şimdi bir tarla olduğunu gördüm. Oradan anfitiyatroya çıktım. Görünümün güzelliğini hiç unutamayacağım. Önümde Karaada, İstanköy, Kalimnos ve Nisiros Adasının bir kısmı gözüküyordu.
Şurası gün gibi ortada ki, tarihin insanları, tiyatroların çok güzel manzaralı bir yerde kurulmasına dikkat ediyorlardı. Yanı başındaki bir beden duvarına rüzgârın eğmiş olduğu bir melengeç ağacı, duvardan koca bir taş sökmüş, koltuğunun altında eve karpuz taşıyan bir adam gibi, onu kökleriyle kavrayarak yerinden kaldırmış. Ötede beride sürünen mermerlerden, burasının, oyduğu en ufak oyuntuları bile heba etmemek ve onlarla da güzellik yaratmak hünerini bilen insanların oturdukları yer olduğunu anladım. Bir çizgi, ufak bir kabartmanın bile boşa harcanmadığını gördüm. Yine birçok tarlalardan geçtim. Uzakta bir duvar daha gördüm ve anladım ki, bir saat kadar yürüyerek geçmiş olduğum incirliklerin, portakal mandalina bahçelerinin, bina ve tarlaların topu da bir zamanlar Halikarnas kenti imişler... Halikamas'taki zeytinler, mandalinalar, portakallar, limonlar, hurmalar, kaparisler, muzlar, haruplar, incirler; kısacası yemişlere mevsim mevsim pandomima resmi geçidi yaptıran bütün ağaçlar, bu kıyının deniz yeşilinden ders alırlar.
Peşten tize kadar yeşillerle, Ege zümrüdüne yeşil bir türkü söylerler. Bu türkünün çınlayışı, her zaman göklerde duyulur. Konuşulan Türkçenin hangi yoldan gelerek bu şiveye büründüğünü bulmak güçtür. Çünkü burada Türkçe, şiveye değil, müziğe bürünmüştür. Halkı Lelegler, Helenler, Fenikeliler, Lidyalılar, Karyalılar, Frigyalılar, Selçuklular ve Türkerle adamakıllı harman olmuştur. Portakalı erdiren güneş, burada güzel insan yetiştiriyor... Kızlar çoğunlukla uzun boylu, uzun kirpikli ve uzun parmaklıdırlar. Duru ve çınlayan havada her biri birer Karmençita olmuştur. Bu kızların güller ve yaseminler soyuna mensup olduğunu görmek için Türkolog olmanın gereği yoktur! Zaten, İtalya kıyılarında Barbaros Hayrettin dolayısıyla Monte Barbarosse adlı birçok tepeler vardır. Bu Akdeniz kıyılarının (Yunanistan, Güney İtalya, İspanya ve Güney Anadolu), sıpsıcak kanı, kıyılar boyunca kendini gösterir. Portakal ağacı nerede büyüyeceğini iyi bilir!
Düğün günleri, bildiğimiz müzik araçlarına, buraya özgü derin ve koyu iniltili darbuka da girer. Müzikleri duygu müziğidir. Ama uykulu ve uyutucu değil, hareketli ve çığlıdır. Ege güneşiyle altınlaşmış, zengin ve kokulu misket gibi bir iklimin şarabını içenlerde aynı nitelik beliriyor. Onun için, buranın havaları ve türküleri Jotas, Murcianos, Seguedillas ve Malaguenas'ları çok hatırlatır. Buranın yurttaşı olan vahşi kedi ve pars vücudu gibi kıvrak gövdelerin otururken, oynamak üzere fırlayıp kalkması, hayat hızının ne demek olduğu hakkında bir fikir vermeye yetişir. Oynadıkları oyunlar, hiçbir çeşit aşırılığa sapmamakla birlikte, bütün gövdenin çeviklik ve zarafetini ortaya çıkarır. Hızlı dönüşler ve iki el parmaklarının baş üzerinde kastanyetler gibi şakırdadığını görürsünüz. Bu şakırtı, çardağın asma yaprakları arasından gözetleyen yıldızları vecde getirir ve onlar da sevinçle pırıldamaya koyulurlar. Artık Göktepe'ye, katakomplara çıkıyorum. Yolum sarptı. Tek tük çalılıklara vardım. İki tanesinin arasından geçerken az kalsın bütün elbiselerimle birlikte derimi de bırakacaktım. Dikenli kaparislerin arasından, yengeç gibi tırmandım.
Zaman hayli geç olmuştu. Venüs yıldızı titreşen gökte parlıyordu. Onun için alacakaranlıkta bir Murat dede baykuşu bana; "Hey ahmak!" dermiş gibi hööt çekti. Ötede beride kaçışan hayvanların çatırtısı oldu. O sıralarda insana hayret verecek kadar koskocaman ve sapsarı bir ay fırladı. Bu ay, ölüler kentini koşan, çatışan bir gulyabaniler kentine çevirdi. Yani gulyabani değil, çakallar, katakomplar acaip, garip şekillere büründüler ve donuk ışıkta öteye beriye yürür gibi olarak, hiç de hoşa gitmeyen gölgeler salmaya başladılar.
Bu gördüğüm kayalara, deliklere, inek ve çakallara, burada doğmuş ve burada olan tarih babası Herodotos gibi, "Mafsoliyon" gibi anlı şanlı adlar takarak, onları onlar sanarak bir söyleşeyim dedim. Fakat Mikel Anj'ın Musası gibi, bizim iki boynuzlu Herodot pek de iltifatkâr çıkmadı. Zaten de bambaşka bir engel baş gösterdi. Yoksa Göktepe hakkındaki bu yazılar, Âdem’in yaradılışından tutunuzda, günümüze kadar ne kadar büyük adam geçmişse, onların adlarıyla donanırdı.
İşte, tam bu ünlü ölülerin kimler olması gerektiğini düşünüp taşınırken, katakompların (lahitlerin) birisinin karanlık ağzından dışarıya bir rakı şişesi fırladı. O yerde, insanı yerinden takla kıldıracak bir şangırtıyla kırıldı. Onun ardı sıra bir kadın çığlığı öttü. Bu peri, tayf mayi değil, etle kemikten, dipdiri bir insandı. Orada işi neydi? Ben ürkerek kaçan bir çakaldan daha patırtılı bir şekilde kaçmayı tercih ettim. Koca bir taş, çalıları çatırdatarak devrildi.
Bir erkek sesi, "Kimdir o?" diye bağırdı. Bana gelince, bu öykünün sonu yuvarlanmak, düşmek; dizimi dirseğimi çarpıp incitmek ve bol bol küfretmekten ibaret oldu. Şimdi bunu okuyunca, herhalde bir musibete çattığıma hükmedeceksiniz. Hiç de değil. O kadın çığlığından sonra gördüğümü yazmamaya andiçtim. Gördüğüm manzarayı, kıskançlıktan kendime saklamaya karar verdim!..
Bazen, dış görünüşüyle "kötü rastlantı" diye görünen şeyler, tayyare piyangosunun büyük ikramiyesi gibi, ender rastlayan talih cilveleri oluyor. Gördüğüm sahnenin güzelliğini, dehşetini, eşsizliğini anlatarak, onu ak kâğıtlar ve kara mürekkeple tahkir etmeyeceğim. Bu ancak, bir çift gözün görebileceği şeydir.
Okuyuculara gelince: Nasıl dilerlerse, öyle varsayım yürütsünler. Yalnız, hayal güçleri aşırı olanlara şu yardımda bulunayım: Şu yalan, bu yalan, fili yuttu bir yılan kabilinden, bir martaval uydurma hevesine düşenler varsa ve öykülerine bir güzel yer, bir uygun alan bulamıyorlarsa, gelsinler de ay ışığında bir Göktepe-Katakomplar gezisi yapsınlar.
EGE’NİN ÖFKESİ
Yüksek Anadolu Yaylası Toros ve Amanos'taki yüksekliğini koruyarak Gökova Körfezinde Ege’ye gelir ve orada, tepeden tırnağa birden kıyılıvermiş gibi, bin yüz metre yükseklikten yalçın ve dimdik olarak denize düşer.
Denizden bakınca, uçurumun azameti gözlere bir gök gürültüsü manzarası seyrettirir. Bu heybete kıyasla bir Yuşa Tepesi, bir Aydos Tepesi birer kabarcık, birer küçük sivilce kalır. Uçurum, gökleri uyutmuştur. Dalgaların hırlayan irkilişinin vahşeti karşısında, sözgelimi İstanbul tepeleri sütlek inek gibi, evcil tavuk gibi yaratıklardandır. Düşmesin diye, şapkalar tutulmadan başımızı tepelere kaldıramıyoruz. Bakışlar tırmana tırmana yüksekten yükseğe çıkıyor. Göklerin en uzak rüzgârları üzerine kurulu gibi duran tepelere varınca, dudaklardan bir şaşkınlık ıslığı çıvlıyor. "Bu nedir yahu?" diyoruz. Yükseklik, gökte bir çığlık olmuştur. Bin yüz metrelik uçurumun kıyısındaki, cin çarpmış gibi eğri büğrü çamlar, ahtapot kolları gibi köklerle kaya çatlaklarına dolanıp yapışarak, aşağıya korkuyla bakarlar.
Ege, bir devin göğsü gibi kabarıp inen soluğanları ile burada bütün hünerlerini gösterir. Şurada fısıldar, ötede gök gürültüsü gibi gürler, daha ötede top gibi patlar. Mırıldanır, söylenir, dert yanar, derin ahlar çeker, ağlar, inler, kızar, çılgın çılgın bağırır, tehdit savurur, uçuruma durmamacasına söyler, cevap alamaz. Öfkelenir, yırtar, parçalar, sürer, çeker, kaldırır, döndürür, yalvarır, okşar, öDer, kumsalı bulunca titrer, bayılır, düşer...Ona Aksi Mahmut derlerdi. Çünkü dünyada rahat ettirici, okşayıcı, eğlendirici, hoşa gider ne varsa, hepsini, babasının öz malı gibi kendi hakkı bilirdi. Ona göre kadınların güzelliği, pamukların yumuşaklığı, yemeklerin tadı, hep onun içindi. Ama bunca tamahına karşılık hiçbir şeyi sevmiyor, hiç bir şey uğrunda bir fedakârlıkta bulunmak istemiyor, hiç kimseye yardımdan hoşlanmıyordu. Kendisine göre, o meydana çıkıverince, kadınlar kaldırım taşları gibi ayağının altına yayılıvermeli, erkekler de, kadıya turfanda hıyar yetiştirircesine yardıma koşmalı idiler. Oysa hiç kimse onu tanımıyordu. İşte bütün evrene karşı içini bu yüzden kin bağlayıp kilitliyordu. Ve her şeye, herkese karşı aksi davranıyordu. Bundan dolayı adını "Aksi" çıkarmışlardı. Aksi Mahmut'un o günkü seferi, kendisi gibi aksi gitmişti. Çökertme'de limana girerken, on metre havaya fırlayıp, güm diye düşen bir yunus balığı alayına çatmıştı. Biri kayığa düşecek, kayığı tuzla buz edecek diye ödü patladı. Yemek yemek için kıyı kumsalına çıkmış, orada ona yumruk kadar bir büyü örümceği musallat olmuştu.
Bir kayanın üstüne oturmuş, onun altından, tünelden çıkarmış gibi upuzun bir çıyan fırlamıştı. Ötede, tabakası ile öldürmeye kalkıştığı bir akrep, kuyruğunun bir vuruşu ile tabakayı delmişti. Daha ötede sivrisineklerin hem de kemiklileri ona dadanmıştı. Mahmut'un bağrında büyü örümceğine de, akrebede, çıyana ve yılana da taş çıkartan zehir gibi bir kin peydahlanmıştı. Bunların hepsi yetmiyormuş gibi, aksi bir rüzgâr, onu bin yüz metrelik Kıran uçurumlarının altına bocalatmıştı. Kıran uçurumunun duvarında büyük bir mağara vardı. Aksi Mahmut, "Kayığı içine alır, demir atar, yan gelir yatarım," dedi. Mağaradan içeri girdi. Ama, mağaranın kıyısındaki çıkıntının üzerine bir ana fok, erkek fokun yosunlarla ona hazırlamış olduğu bir doğum döşeğine yatmış; birkaç saat önce yavrulamış olduğu yavrusunu hayata doğurmuş olmak sevinciyle çarpan yüreğinin ve bağrının üzerine basıyor ve emziriyordu. Ana fokun kara kadife gibi yumuşak ve munis bakışı biraz üzünçlüydü.
Aksi Mahmut'un öfkeden gözleri dönmüştü. Zaten hıncını alacak bir şey arayan Mahmut, hazır foku bulunca, koca bir sopayla saldırıya geçti. Fok kaçamıyor, çünkü yavrusunu bırakamıyordu. Mahmut sopayı fokun başına vuruyordu. Fok bir insan gibi hüngür hüngür ağlıyordu. Yavrusunu, o kısa kollarıyla büsbütün koynuna basıyor, sopalardan korumaya çalışıyordu. Ana fokun memeleri ve yavrusu gözyaşları ile ıslanıyordu. Fok o acıklı gözleri ile bakıyor, telaşlı telaşlı anlatmak istiyordu. Bu ruhsuz adamda merhamet arıyordu. Sopayı yedikçe, bir kadın gibi çığlık salıyordu. Kanayan ağzını açtı. Yalvardı. Mahmut, sopayla açılan ağzındaki dişleri kırıyordu. Gözlerini bir cinayet sarhoşluğu bürüdü. İçinde, öldürücülük kanıksayışı şımardı. Hayvan, upuzun süren can çekişme sırasında Mahmut'un ayaklarına süründü. Acı kasırgaları gövdesini sarsıyorken, olağanüstü bir irkilişle dikildi. Önce sevgiyle ısınan güdük badi kolları ile yavrusunu aradı. Gözleri patlamıştı, kolları yavrusunu değil, ona zindan kesilen dünyanın feciliğini, bomboş karanlıklarını ve ölümü kucaklıyordu. Uçurumu dönerken, Ege pek acı haykırıyordu.
Mahmut, ölmekte olan fokun patlak gözlerine baktı. Bir kuzunun bakışından korkan bir kurt gibi kaçtı. Günlerden cumartesi idi. Gece de oluyordu. Yedi mil ötede Şehiroğlu (Kedrae) Adasının müsteciri, dostu Mehmet Ağanın karısı Emine, onu her cumartesi gecesi burunda beklerdi. Kadından pek hoşlandığı yoktu. Ama herifi aldatarak kurnazlık etmiş olmak yok mu, işte bunun tadına doyum olmuyordu doğrusu. Adaya yanaşırken her tarat zindan gibi kararmıştı. Ona karşılık, tuhaf tuhaf ateşler yanıyordu. Ege o akşam, görülmemiş bir şekilde yakamozlanıyordu. Adaya pek yaklaştığını, gürültülerden anlıyordu. Kayığın bütün çevresince kuleler gibi sipsivri kayalar, ada kırıntıları ve sığlar serpiliydi. Heybetli dalgalar homurdana homurdana gelip sığlara bindiriyorlardı. Sonra karanlığı yırtan bir ışık ve taraka ile, binlerce çağlayanlar boşanıyor, hırlıyordu.
Aksi Mahmut, dalgaları yüklenmiş olan sığların korkunç çöküntüler yapan dalga aralıklarına, denizleri geri vermekte olduğunu anlıyordu. Ama birfışıltı, hışıltı, bir susmadan sonra, bu kez sol yanda başka bir kaya horlamaya başlıyordu. Aynı zamanda, yüzlerce kulaç dipte, esrarlı ejderlerin binlerce gözle parladığı görülüyordu. Gözler sönüyor, daralıyor, dönüyor, her yan fırıl fırıl yuvarlanan çarkıfelekler, topaçlar ve girdaplarla aydınlanıyordu. Yâtay uçuşan hava fişekleri patlıyor, madensel kıvılcımlar kızıl kızıl uçuşuyor, dört bucağı yakamozla yıldırıyordu. Aksi Mahmut, kulağını patlatan gürültüler arasında bir çığlık duyarmış gibi oldu. Ölen fokun, kulağında çınlayan sesi miydi, onu karanlıklar arasında seçen Emine'nin çağırışı mıydı; yoksa denizlerin öfkesi miydi?
Sesin geldiği yere doğru gözlerini sivriltti. Orada sanki esen bir deli rüzgâr, yanan bir mangalın kıvılcımlarını saçıyor, alevleri öteberi dolayıp dillendiriyordu. Acaba Emine'nin, ona yol göstermek için salladığı meşale miydi? Yoksa, kükreyen bir üçlemenin rüzgârda savrulan yelesi miydi? İşte, bunu düşünmeye vakit bulamadı. Aksi Mahmut'un dört yanı, kendi dünyası gibi kaynayan bir cehennem kazanı oldu. Havaya kaldırıldığını duydu. Elinden gelseydi, dalganın boynunu ısıracak, koparacaktı.
Fakat dalga çökünce, kayık havada asılı kalacak değildi ya! Mahmut'un dişleri kayalara çarptı, parça parça oldu. Ege geliyordu.Onu, kayaların diş gıcırdatan, köpüren, hırlayan çatlaklarına sıkıştırıyor, çeneleri arasında testerelemesine çiğniyordu. Sabaha doğru deniz onu kumsala tükürdü..