Avuç içinde başparmağın dibinden el ayasına doğru kaydığınızda ilk gördüğünüz eğri çizgi, yaşam çizgisi... Derler ki, bu çizginin uzunluğu, belirginliği, kesinliğidir ömür boyunu belirten... Kimisinde avuç içinde kaybolur, yaşam çizgisi; kimisinde Apollo’nun yörüngesine benzer bir yarım elips çizip bileğe dayanır. Avucunun içine bakıp bakıp avunabilir insan, yaşam çizgisi uzunsa: - Ne mutluyum ki şu güzel dünyada çok yaşayacağım.. diye.
Ancak bu kadarla da bitmez iş... Uzun yaşayıp da anlamsız yaşantılarla takvim yapraklarını koparmak ne değer taşır? Yaşamak, ama insanca yaşamak, bağımsız, özgür, onurla yaşamak gerekir.
Yüz elli yıl süren bir kölelik mi istersiniz, elli yıl süren bir özgürlük mü? Kısa olsun, uzun olsun, hayatı insana yakışır biçimde yoğunlaştırmaktır muradımız. Bunun yanı sıra uzun yaşadıkça bizden kopmaya başlayan bedenimiz de başımıza dertler sarar. İhtiyarladıkça gözümüzün ferinin kaçması, cinsel ve fizik gücümüzün azalması, damarlarımızın sertleşmesi, organların zayıflaması bir şey değil...
Kafamızın yeteneklerinde de kısırlaşma belirtileri başlar.
İşte önemli olanı budur.
İnsan yaşlandıkça ister istemez gençlerle bir çatışmaya düşüyor. Kim kurtarabilmiş kendisini zaman denen canavarın elinden? En bilinmez karanlıklarda tuzak kurarak ağına düşürür insanı bu canavar... Devrimciliğin büyük yasalarına Tanrısal bir güçle bağdaşmış kafalar bile yaşlandıkça yaprakları solmuş bir sonbahar ağacının hüzünlü görünüşünü yansıtıyorlar. Hele devrim diyalektiğinin yanından bile geçmemiş küçük yazarlar, yaşlandıkça ancak müzelerin camekânlarına layık birer mumya gibi dolaşıyorlar toplumda...
Elli yıl önceki Türkiye’nin yıkılmışlığı üstüne gençlik anılarını kurmuş olan bazı kalemler bugün aramızdadır. Bunların arasında Mustafa Kemal’in sofrasına buyur edilmiş olanlar da var. Ne yazık ki bugün kalemi ellerine aldıklarında:
- Elli yıl önce rıhtımlarımız bizim değildi, trenlerimiz bizim elimizde değildi. Çanakkale’den İstanbul’a İtalyan vapurlarıyla gelirdik. Çok şükür şimdi hepsi bizim. Uçaklarımızı biIe Türk pilotları kullanıyor... diye yazarlar.
Elli yıl önceki gençlik anılarına bakıp bugünden iyimserlik ve iyimserlikten de tutuculuk çıkarmaya çalışmak, ihtiyarlamış, hatta kocamış bir kafanın mantığı değil de nedir?
Zaman öylesine ilerlemiştir ki, sözgelişi bugünkü gençlik için Kabotaj Bayramı bile anlamsız kalmıştır. Balkan Harbi ilan edildiği zaman Anadolu’daki kuvvetlerimizi Rumeli’ye çıkarmak için İtalyan bandıralı Yunan kaptanlı vapurlara başvururduk çaresiz... O yıllarda İstanbul’dan İzmir’e tayin edilen bir zabit, yabancı vapurlarıyla giderdi gideceği yere...
O acı günleri yaşayan bir genç, belki ihtiyarlığında bir Türk gemisine bindiği zaman mutludur.
Ama bugün yirmi yaşında, otuz yaşında, kırk yaşında, elli yaşındakilere anlatamazsınız bu mutluluğu...
1969’un gençleri elli yıl öncesine bakıp avunmak veya içinde bulundukları durumu öpüp başlarına koymak yeteneğinden yoksundurlar.
Ve bereket ki öyledirler...
Öyle olmasalar toplumun itici kaynakları kururdu.
Elli yıl süresinde dünya çok değişti. Uçak katıştı insan hayatına... Lindberg Atlas Okyanusu’nu aştı, atom parçalandı, Ay’a gidildi, dünkü sömürgeler özgürlüğe kavuşup bizi yarı yolda bıraktılar... 1969 Türkiyesi’nde her kim yarım yüzyıl öncesinin hazin anılarına bakıp avunmak ister, işte o ihtiyarlamış ve kocamış kişidir. Kafasının yetenekleri cılızlaştığı için çağımıza ayak uyduramamıştır. Yeni gelen kuşakların dolaştığı eski eserler müzesinin tozlu bir köşesindeki yazar mumyası gibidir.
Yaşamak güzel şeydir kuşkusuz... ama gelişen dünyaya ayak uydurarak yaşamak... rezil olmadan yaşamak... kafa yeteneğini kaybetmeden yaşamak... genç kuşakların devrimcilik heyecanlarına tarla korkuluğu gibi engel olmaya çabalamadan yaşamak...
(15 Eylül 1969 tarihli yazısı)