09 Nisan 2016

Iris Murdoch - Ağ

Böylece yaşar gideriz; zamanın sürekli ölümüyle haşır neşir bir ruh; yitik anlamlarla, yeniden yakalanamayan anlarla, anımsanmayan yüzlerle haşır neşir, ta ki en son darbe bütün bu an'larımızı sona erdirinceye ve o ruhu, çıkıp geldiği boşluğa geri gönderinceye değin.

Bütün uğraşlarla sevgiler, servet ve ün peşinde koşmalar, gerçeği aramalar, hepsi, tıpkı gerçeğin kendisi gibi akıp geçen ve hiçliğe dönüşen anlardan oluşmuştur. Gene de bizler bu hiçlikler dehlizinin içinde, geçmiş ve gelecekteki temelsiz barınaklarımızı yaratan o mucizeli yaşam gücüyle ilerler dururuz.

İnsan bir başka insanı ne zaman sahiden "öğrenebilmiş"tir? Belki de öğrenmemin imkansızlığını kavradığı, öğrenmek arzusunu dışladığı ve en sonunda öğrenmeye ihtiyaç bile duymaz olduğu zaman! O zaman da insanın ulaştığı şey bilgi değil, bir tür ortaklaşa varoluştur ki bu da aşkın sayısız kisvelerinden biridir.

Kimi durumların dolaşığı çözülemez. Tek çıkar yol bırakıp gitmektir.

Senin sorunun şu ki her şeyi duygusal yönden anlamak istiyorsun. Olmaz bu. Öteye beriye çarparak da olsa yola devam etmek gerek. Gerçek, öteye beriye çarpa çarpa yola devam etmekte yatar.

Gerçekleştirdiğim düşünsel çalışmaların sonunda, oldum olası, hiç bir şey başaramamışım gibi bir duyguya kapılmışımdır; insan geri dönüp baktığında yaptığı şeyin öbür yanını görür, ince bir sedef kabuğu gözüne tutmuşçasına. Ama bu, düşünsel çalışmaların doğasından mıdır yoksa benim ürettiklerimin değersiz oluşundan mıdır, hiçbir zaman kestirememişimdir. Kişi, ürünün içerdiği düşünceyle -bu düşünce ne olursa olsun- artık canlı bir temas kuramıyorsa bu ürün, en iyimser bakışla kuru, en kötümser bakışla da berbat görünür.

Gündüz uyuyanlar için özel kabuslar vardır; kısa, huzursuz uyku dakikalarına giriveren küçük, tedirgin rüyalar ki zihnin yüzeyine çıkar çıkmaz uyanıklık karabasanlarının ürküsüne karışır. Bu uyanışlar böyledir işte, mezarda uyanmak gibi: Yumruklarınız sıkılı, kaskatı uzanmış durumda gözlerinizi açar, bir acının sesini yükseltmesini beklersiniz; ama o, göğsünüzün üstüne soluğunuzu tıkayarak tüm ağırlığıyla abanmasına karşın, uzun süre hiç ses etmez.

Gündüz uykusu lanetli bir dalgınlıktır. İnsan bu uykudan umarsızlık içinde uyanır. Güneş hoşgörmez bu uykuyu. Elinden gelirse insanın kirpiklerinin arasından sokulup göz kapaklarını zorla aralar; pencerelerinize siyah perdeler asmaya kalktığınız zaman da odanızı kuşatmaya alarak sıcaktan öyle kaynatır ki sonunda donuk gözler, sarsak adımlarla pencereye gidip perdeleri hışımla açar ve dünyanın en ürkünç manzarasıyla karşılaşırsınız: sizin kestirdiğiniz odanın dışında güneş ışımaktadır.

Yalanların virajlı tepeleri karşısında dehşete kapılmaktan hiç vazgeçmem; ama gene de bu yollara dalar dururum, onlara, beni yeniden gün ışığına çıkaracak kestirmeler gözüyle baktığım için herhalde. Oysa dünyadaki tek ölümcül yalan budur belki de.

Gece vapurunun özelliklerinden biri yolcunun, gemilere özgü "kineestetik" duyularıyla birlikte trenlere özgü kokusal duyularının da uyarılmasıdır.

Ama aslını ararsanız kişi bir kez, insan bilincinin iyice derinlerinde yatan o eskil düşme korkusunu yenmeyi ve kendi bedenini denetim altında tutmayı öğrenmeyegörsün, beceremeyeceği, hiç değilse daha kolay öğrenemeyeceği pek az bedensel spor ve sanat vardır.

Soyutlamaları en iyi yıkan şey de nefrettir.

Benim söylemek istediğim şey, gerçek karar verme durumudur, yaşadığımız haliyle. Burada da kuramdan ve genellemeden uzaklaştığımız oranda gerçeğe yaklaşmış oluruz. Kuram üretmenin her türlüsü kaçıştır. Bize durumun kendisi yön vermeli ki bu da anlatılmayacak kadar tikel bir şeydir. Daha doğrusu, ağdan çıkmak için ne kadar çırpınırsak çırpınalım, hiçbir zaman yeterince yaklaşamayacağımız bir şeydir.

Ben bir benzetme kullanmış ya da bir kavram icat etmişsem bunun başarısıyla sınanacak olan şeylerden biri de, benim bu yoldan dikkatleri dünyadaki gerçek şeylere çekip çekemeyeceğimdir.

Ama fikirler para gibidir. Dolaşımda herkesçe kabul edilen bir para biriminin bulunması şarttır. İletişim amacıyla kullanılan kavramlar, kazandıkları başarıyla kanıtlarlar kendilerini.

Konuştuğum sürece, şimdi bile, düşüncemi tam olarak belirteceğim yerde seni etkileyecek, senden tepki alacak şeyler söylüyorum. Bizim aramızda bile bu böyle; birbirini aldatmak için daha güçlü nedenleri olan iki kişi arasında daha da beterdir elbet. Aslını ararsan bizler buna öyle alışığız ki doğru dürüst farkına bile varmıyoruz. Dilin tümü, yalanlar üretmekte kullanılan bir makinedir.

Hepimiz, birbirimizin yaşamlarımızın çatlak ve aralıklarında yaşarız; her şeyi görebilseydik sanırım şaşkınlıktan dilimiz tutulurdu.

Karşılıksız aşk, anlayış denen şeyle ilgilidir. Ancak bütünüyle, tam anlamıyla anlayışa dönmüşse aşk, karşılık görmese de aşk olarak kalabilir.

Olaylar, yanımızdan bu kalabalıklar gibi akıp geçer ve her birinin çehresi ancak bir an görülür. Çok önemli olan şeyler sonsuza kadar değil, sadece geçici bir süre çok önemlidirler. Bütün uğraşlarla sevgiler, servet ve ün peşinde koşmalar, gerçeği aramalar, hepsi, tıpkı gerçeğin kendisi gibi akıp geçen ve hiçliğe dönüşen anlardan oluşmuştur. Gene de bizler, bu hiçlikler dehlizinin içinden, geçmiş ve gelecekteki temelsiz barınaklarımızı yaratan o mucizeli yaşam gücüyle ilerler dururuz. Böylece yaşar gideriz; zamanın sürekli ölümüyle haşır neşir bir ruh, yitik anlamlarla, yeniden yakalanamayan anlarla, anımsanmayan yüzlerle ahşır neşir, ta ki en son darbe bütün bu an'larımızı sona erdirinceye ve o ruhu, çıkıp geldiği boşluğa geri gönderinceye değin.


Sevmek bir duygu değildir. Sınanabilir. Sevmek eylemdir, sessizliktir.

Karşımızdakini tüketilemez biri olarak görmek aslında aşkın tanımlanmasıdır.

Benim gibi incelikli, dolambaçlı kişiler her zaman çok şey gördükleri için asla net yanıtlar veremezler. Benim sorunum, her zaman, "veçhe"lerin çeşitliliği olmuştur.

İnsan, bir başka insanı ne zaman sahiden 'öğrenebilmiş'tir ki? Belki de, öğrenmenin imkansızlığını kavradığı, öğrenmek arzusunu dışladığı ve en sonunda öğrenmeye ihtiyaç bile duymaz olduğu zaman! O zaman da, insanın ulaştığı şey bilgi değil, bir tür ortaklaşa varoluştur ki, bu da aşkın sayısız kisvelerinden biridir.

Çok önemli şeyler sonsuza kadar değil, sadece geçici bir süre çok önemlidirler. Bütün uğraşlarla sevgiler, servet ve ün peşinde koşmalar, gerçeği aramalar, hepsi tıpkı gerçeğin kendisi gibi akıp geçen ve hiçliğe dönüşen anlardan oluşmuştur. Gene de bizler bu hiçlikler dehlizinin içinden, geçmiş ve gelecekteki temelsiz barınaklarımızı yaratan o mucizeli yaşam gücüyle ilerler dururuz.

Yumruklarımız sıkılı, kaskatı uzanmış durumda gözlerinizi açar, bir acının sesini yükseltmesini beklersiniz; ama o, göğsünüzün üstüne soluğunuzu tıkayarak tüm ağırlığıyla abanmasına karşın, uzun süre hiç ses etmez.

İnsanın herhangi bir şeyi yapmak için iyi nedenleri varsa, kötü nedenleri de var diye o şeyi yapmaktan geri kalmamalıdır.

Ben bir benzetme kullanmış ya da bir kavram icat etmişsem bunu başarısıyla sınanacak olan şeylerden biri de, benim bu yoldan dikkatleri dünyadaki gerçek şeylere çekip çekemeyeceğimdir. Bütün kavramlar yanlış kullanılabilirler. Ama sözcüklerin kendileri yalan söylemezler. Bir kavramın sınırlamaları olabilir; ama ben kavramı kullanırken bunları ortaya serersem sınırlamazlar kimseyi yanıltmaz.

Bir kadını kalıcı kılan tek bir şey vardır, o da zekadır.

İnsan bir başka insanı ne zaman sahiden "öğrenebilmiş"tir? Belki de öğrenmenin imkansızlığını kavradığı, öğrenmek arzusunu dışladığı ve en sonunda öğrenmeye ihtiyaç bile duymaz olduğu zaman! O zaman da insanın ulaştığı şey bilgi değil, bir tür ortaklaşa varoluştur ki bu da aşkın sayısız kisvelerinden biridir.

Gerçekleştirdiğim düşünsel çalışmaların sonunda, oldum olası, hiçbir şey başaramamışım gibi bir duyguya kapılmışımdır; insan geri dönüp baktığında yaptığı şeyin öbür yanını görür, ince bir sedef kabuğunu gözüne tutmuşcasına. Ama bu, düşünsel çalışmaların doğasından mıdır yoksa benim ürettiklerimin değersiz oluşundan mıdır, hiçbir zaman kestirememişimdir. Kişi, ürününün içerdiği düşünceyle -bu düşünce ne olursa olsun- artık canlı bir temas kuramıyorsa bu ürün, en iyimser bakışla kuru, en kötümser bakışla da berbat görünür. Yok, bu temas hala kurabiliyorsa bu kez de ürüne, şimdiki düşüncesi kaydadeğer bir şey olsa böyle bir boşluk taşımazdı, diyebiliriz. Hep merak ederim, acaba Kant kafasında Kopernik Devrimi'ni gerçekleştirdiği sırada, içinden arada bir, "Ama bu bir hiç, tam bir hiç!" demiş miydi? Demiş olmasını dilerim.

Hepimiz, birbirimizin yaşamlarımızın çatlak ve aralıklarında yaşarız; her şeyi görebilseydik sanırım şaşkınlıktan dilimiz tutulurdu.

Karşımızdakini tüketilemez biri olarak görmek aslında aşkın tanımlanmasıdır.