30 Ocak 2013

Rabindranath Tagore "Yüreğimde sükûnetin akşam yıldızını ışıldat, sonra bırak gece bana aşkı fısıldasın."

Güneş ışığını içen taç yapraklarına benzeyen tepeleriyle, bu dağ bir çiçek gibi değil mi?

Anlamı yanlış okunmuş gerçek, gerçek değildir, yanlış yerdeki vurgu da öyle.

Ey kalbim, kendi güzelliğini dünyanın dönüşünde bul, rüzgarın ve suyun lütfuna mazhar olan bir tekne gibi.

Gözler, gözlüklerinden gurur duyarlar da, görme güçlerinden duymazlar.

Ben bu küçük dünyamda yaşıyorum ve onu küçüklerin en küçüğü yapmaktan korkuyorum. Beni kendi dünyana yükselt ve bırak, neyim varsa hepsini memnuniyetle kaybetme özgürlüğüm olsun.

Yanlış, gücü artıyor diye, doğruya dönüşemez asla.

Yüreğim, şarkısının gidip gelen dalgalarıyla, bu güneşli günün yeşil dünyasını okşama arzusuyla dolu.

Yol kenarındaki çimen, yıldızı sev, böylece rüyaların çiçeklerin içinde tomurcuk verecektir.

Bırak müziğin, bir kılıç gibi dalsın, pazaryerindeki gürültünün kalbine.

Şu ağacın titreşen yaprakları yüreğime dokunuyor, bir bebeğin parmakları gibi.

Ruhumun bu hüznü, onun gelininin duvağı.
Gece olunca kaldırılmayı bekliyor.

Küçük çiçek toza toprağa karışmış, yatıyor.
Kelebeğin yolunu aramıştı o.

Yolların dünyasındayım. Gece oluyor. Ey sen, evin dünyası, sokak kapını aç.

Senin gününün şarkılarıydı, söylediğim. Akşam olunca da izin ver, fırtınalı yolda senin lambanı taşıyayım.

Senden eve girmeni istiyor değilim. Sen gel, benim sonsuz yalnızlığıma gir, Aşkım.

Ölüm, yaşama aittir, aynı doğum gibi. Yürüyüş, ayağın hem havaya kalkışında, hem de yere basışında değil mi?

Senin fısıltılarının yalın anlamını çiçeklerde, günışığında öğrenmiştim – senin sözcüklerini acı ve ölüm ile nasıl tanıyacağımı öğret bana.

Gece çiçeği geç kalmıştı, sabah onu öptüğünde; boynunu büktü, hıçkırdı ve toprağa düştü.

Nerede bir hüzün görsem, orada Sonsuz Ana’nın duygu dolu şarkılar mırıldandığını işitiyorum.

Kıyına bir yabancı olarak geldim, evinde bir misafir olarak yaşadım, kapından bir dost olarak ayrılıyorum, ey yeryüzüm.

Hayat’ın güneşli adasının çevresindeki denizde, ölümün uçsuz bucaksız şarkısı uzanıyor, gündüz ve gece.

Bırak, ben gittikten sonra da düşüncelerim sana ulaşsın, yıldızlı sessizliğin eşiğinde, günbatımından sonraki parlaklık gibi.

Karanlıkta kalmış bir çocuğum ben.
Gecenin örtüsünün içinden uzattığım ellerimi sana açıyorum, Anne.

Çalışma günü sona erdi. Yüzümü kollarına göm, Anne.
Bırak düş göreyim.

Buluşmanın lambası uzun uzun yanar, ama ayrılırken ışık bir anda kaybolur.

Ben öldükten sonra, sessizliğinin içinde benim için bir sözcük sakla ey Dünya, şunu: “Sevmiştim.”

Bu dünyayı sevdiğimiz zaman, orada yaşıyoruz demektir.

Bırak, şöhretin ölümsüzlüğüne ölen sahip olsun, aşkın ölümsüzlüğü ise yaşayanın olsun.

Hani yarı uyur, yarı uyanık bir çocuk şafağın alacakaranlığında annesini görür, sonra gülümseyip yeniden uykuya dalar ya, o çocuk gibi gördüm ben de seni.

Tekrar tekrar öleceğim ve yaşamın tükenmez olduğunu anlayacağım.

Kalabalıkla birlikte yoldan geçiyordum ki, balkondan senin gülümsemeni gördüm, ardından şarkı söyledim ve unuttum bütün gürültüyü.

Onlar tapınaklarında kendi lambalarını yakıyorlar, kendi kelamlarını söylüyorlar.
Fakat kuşlar sana ait olan sabah ışığında, senin adını şakıyorlar, –çünkü neş’edir senin adın.

Senin sessizliğinin ortasında bana yol göster ki, yüreğimi şarkılarla doldurayım.

Bırak, öylesini seçenler, maytapların cayırtılı dünyasında kendi başlarına yaşasınlar.
Benim yüreğim senin yıldızlarının özlemini çekiyor, Tanrım.

İstediğin zaman söndür lambayı.
Senin karanlığını tanıyacağım ve onu seveceğim.

Günün sonunda senin önünde ayakta duracağım, sen yara izlerimi göreceksin ve bendeki yaraları da, bendeki şifayı da farkedeceksin.

Günlerden bir gün, bir başka dünyanın güneşi doğarken sana şarkı söyleyeceğim, “Seni daha önce yeryüzünün ışığında, insani bir aşkın içinde görmüştüm.” diye.

Bulutlar öteki günlerden hayatıma geliyor sürüklenerek, fakat yağmur yağdırmak ya da fırtınaya öncülük etmek için değil, günbatımında gökyüzümü renklendirmek için.

Hakikat, kendi kendisinin karşısında durur, tohumlarını saçarak etrafa yayılan fırtına gibi.

Dün geceki fırtına, bu sabahı altından bir huzurla taçlandırdı.

Hakikat, son sözünü söylemiş görünüyor; bu son söz bir sonrakini doğuruyor.

Kutsanmış kişi odur ki, ünü, hakikatini gölgede bırakmaz. .

Kendi adımı unuttuğumda, senin adının tatlılığı yüreğimi doldurur—sis dağıldığında senin güneşinin ortaya çıkması gibi.

Bu sessiz gecenin içinde, anne’nin güzelliği ile çocuğun yaygaralı günü var.

Dünya, insanoğlu gülümsediğinde onu sevdi, kahkahayla güldüğünde ise ondan korktu.

İnsanın, bilgeliğin içinde çocukluğunu geri kazanmasını bekliyor Tanrı.

Bırak, bu dünyayı senin aşkının biçimlenmiş hali olarak hissedeyim, sonra aşkım durumu düzeltecektir.

Senin günışığın, yüreğimin kış günlerinin üzerinde gülümser, ilkbaharda açacak çiçeklerinden hiç kuşku duymadan.

Tanrı sonlu olanı öper kendi aşkı ile, insan ise sonsuz olanı.

Sen, çorak yılların çöl topraklarını aştın, vuslat an’ına erişebilmek için.

Tanrı’nın sessizliği ile, insanın düşünceleri olgunlaşır, konuşmaya evrilir.

Ey Sonsuzluk Yolcusu, ayakizlerinin işaretini şarkılarımın içinde bulacaksın.

Bırak seni utandırmayayım Baba, sen ki şerefini çocuklarında görünür kılmışsın.

Kasvetli bir gün bu, çatık kaşlı bulutların altındaki ışık, gözyaşları soluk yanaklarından yol yol süzülen, cezalandırılmış bir çocuğa benziyor, rüzgarın haykırışı ise yaralı bir dünyanın çığlığı adeta. Fakat biliyorum ki Arkadaşımla buluşmak için yolculuk ediyorum.

Bu gece palmiyenin yaprakları arasında bir telaş, denizde bir coşma var, Dolunay dünyanın kalp çarpıntısı sanki. Aşkın acı veren sırrını, sessizliğinin içinde taşıyarak hangi meçhul gökyüzünden getirmiştin?

Düşümde bir yıldız görüyorum, ışıktan bir ada, orada doğacağım ve hayatım, o ışık adasının canlandırıcı ataletinin derinlerinde ürünlerini olgunlaştıracak, sonbahar güneşinin altındaki pirinç tarlası gibi.

Yağmurda, ıslak toprağın kokusu yükselir havaya, ehemmiyetsizlerin sessiz yığınından gelen büyük bir şükran ilahisi gibi.

Aşk hiçbir zaman kaybedemez, doğruluğunu kabul edemediğimiz bir gerçektir bu.

Bir gün anlayacağız ki ölüm, ruhumuzun kazançlarını asla bizden çalamaz, çünkü o kazançlar kendi başlarına dururlar.

İkindimin alacakaranlığında bana geliyor Tanrı, sepetinde geçmişimden taze kalmış çiçekler getiriyor bana.

Üstadım, hayatımın bütün telleri akort edildiğinde, senin her dokunuşunda aşkın ezgisi ses verecek.

Yarabbim, bırak sahiden yaşayayım ki ölüm de benim için sahici olsun.

İnsanoğlunun tarihi sabırla bekliyor, aşağılanmış insanın zaferini.

Bu kabarmış Çığlıklar Denizi’nden geçerken, Şarkılar Adası’na özlem duyuyorum.

Günbatımının müziği ile gecenin prelüdü başladı, tarifsiz karanlığın o ağırbaşlı ilahisinde.

Doruğa tırmandım, şöhretin kasvetli, ıssız yüksekliklerinde bir çatı altı bulamadım. Ey Rehberim, hava kararmadan önce bana sükûn vadisine giden yolu göster, ki o vadide hayatın hasadı altın bilgeliğe dönüşmek üzere olgunlaşıyor.

Alacakaranlığın bu soluk ışığında olağandışı görünüyor herşey — zeminleri karanlıkta kaybolmuş kuleler, mürekkep lekesinden farksız ağaç tepeleri. Sabahı bekleyeceğim, sonra senin şehrini aydınlıkta görmek için uyanacağım.

Acı çektim, kederlendim, ölümü tanıdım. Bu koca dünyada bulunmaktan hoşnudum.

Hayatımda ıssız ve sessiz patikalar var. Onlar, meşgul günlerimin ışığını ve havasını sağlayan açık mekanlardır.

Beni doyurulmamış geçmişimden kurtar, çünkü o arkamdan asılıp beni çekiyor ve ölümü güçleştiriyor.

İzninle son sözüm olarak, senin aşkına güvendiğimi söyleyeyim.

Gecenin sessizliği, koyuluklarda bir lamba gibi, kendi samanyolunun ışığıyla tutuşmuş.

Aşk, bütün bereketiyle hayattır, içi şarap dolu bir kadeh gibi.

Senin keskin bakışlarını şu an yüreğimin üzerinde hissediyorum, harmanı kaldırılmış yalnız bir tarlanın üzerindeki sabah güneşinin sessizliği gibi.
Çeviren: Caner Fidaner