31 Ocak 2013

Yaşama Uğraşı

 "Gizlice en çok korkulan şey hep gerçekleşir sonunda.
Yazıyorum: Ey, Sen, acı.
Peki sonra? Bütün gerekli olan, biraz cesaret. Acı ne kadar ortaya çıkar ve kesinleşirse, yaşama içgüdüsü o kadar ağır basıyor ve intihar düşüncesi zayıflıyor.
Kolay sanmıştım ilk düşündüğünmde. Zayıf kadınlar yapmıştı bu işi. Alçakgönüllülük istiyor, kendini beğenmişlik değil. Tiksiniyorum bütün bunlardan. Sözler değil. Eylem. Artık yazmayacağım..."

18 Ağustos 1950

Önemini, güncelliğini hiç yitirmeyen, sanat ve hayat üzerine yazılmış günlükler.

 ***

Pavese’yi hiç mi hiç anlamadılar diye kadınları suçlayacak halimiz yok elbette ama keşke anlasalardı da içimize evlat acısı gibi işleyen bu günlüklerden mahrum kalsaydık.

Edebiyat dediğimiz tuhaf nesnenin, sanat dediğimiz yorucu çabanın, yeryüzünün içli çocuklarının acılarından mürekkep olduğunu ve bizim o acıların kıyısına geçip şenlikler derlemeye çalıştığımızı daha erken farkedebilsek, hayatlarımız belki de farklı bir seyir takip ederdi. Evlerimizi, odalarımızı dolduran kütüphanenin karşısına geçip, başbaşa kalacağımız acılı bir insan seçiyoruz kendimize ilkin, arkasından da o acılı insanın kılavuzluğunda, yeni acılara doğru kanat çırpıyoruz ve düşünme zahmetine bile katlanmıyoruz: Değer mi hiç? Pavese’nin cevabını merak ediyor musunuz gerçektende...    

       UMUTSUZ DİRENİŞİN KIRILMA NOKTASI
       “Bir kadın, eğer budala değilse, eninde sonunda bir insan yıkıntısı ile karşılaşır ve onu kurtarmaya çalışır. Kimi zaman da başarır bu işi. Ama bir kadın, eğer budala değilse, eninde sonunda akıllı, sağlıklı bir adam bulup onu bir yıkıntıya çevirir. Her zaman başarır bu işi.”
       Bu hüzünlü başlayıp acıklı bir hale dönüşen satırların yazarı, hemen her duyarlı erkek gibi ömrünü kadınları anlamaya, onlar tarafından sevilmeye adamış bir bildik bir isim: Cesare Pavese. Kadınlarını anlama çabaları başarısız kaldıkça; bu başarısızlık da sevgisizlik yani yeryüzü yoksunluğu yani evren sürgünlüğü anlamına geldikçe “Yaşama Uğraşı”ndan adını düşüren Cesar Pavese...
       Aslında nereden bakılırsa bakılsın, Pavese’nin kısa süren ilginç yaşamı, yeryüzünde henüz pek fazla değişmemiş bulunan kadın kültürüne verilmiş keskin bir cevaptır. Hayır, keskinliği, Pavese’nin “herşeyden tiksindiğini” belirterek Torino’da bir otel odasında intihar etmesiyle ilgili bir husus değil. Keskinlik, Pavese’nin ömür boyu sürdürdüğü çabadan kaynaklanıyor. “Günlükler” titiz bir gözle okunduğunda, öfkelerinde, kırgınlıklarında, kızgınlıklarında bile, Pavese’nin yüzünü kadınlara dönme çabasından vazgeçmediği görülebilir rahatlıkla. Çünkü sevgi ihtiyacı içindedir ve sevilmeyen ya da yeterince (Buradaki “yeterlilik,” sadece ve sadece sanatçının karar verebileceği bir dengeye tekabül eder ve ne yazık ki, yeryüzünün kayıt kabul koşulları dolayısıyla kesinlikle gerçek niteliğine kavuşamaz. Belki de asıl trajedi budur.) sevilmeyen her insan gibi yalnızdır. Muayenehanelerinde, modern insanın sıkıntılarına çare aradıklarını savunan psikiyatr ve psikologlar, sanatçının evrendeki yalnızlığının yansıma biçimlerine dair dişe dokunur ve adam içinde okunur bir araştırma yapmadıkları için, yalnızlığın bu boyutu üzerinde pek fazla durulmaz genellikle. Durulmazsa ne olur? Ne olacak, birkaç Pavese daha çekilir aramızdan, kendilerine yaşatılan laneti kusarak üzerimize...
       
“YALNIZ KADINLAR ARASINDA”
       “Gençliğimin sona erdiğini haber veren belirtiler arasında en önemlisi artık edebiyata karşı büyük bir ilgi duymayışım. Bir zamanlar her şeye rağmen duyduğum, manevi doğrular bulma umuduyla açmıyorum kitapları artık. Okuyorum, daha da çok okuyabilmek istiyorum, ama bir zamanlar yaptığım gibi, kitaplarda bulduğum çeşitli yaşantıları ne heyecanla karşılıyorum, ne de bunları parlak, şiir öncesi ussal bir gürültüye dönüştürüyorum. Torino sokaklarında dolaşırken de aynı şey oluyor. Bu yerleri artık yaratma çabasını hızlandıran romantik, simgesel bir güç kaynağı olarak görmüyorum. Her keresinde, ‘önceden yapılmış bu’ demek geliyor içimden. Ezilmelerimi, saplantılarımı, yorgunluklarımı ve dinlenmelerimi iyice gözden geçirince, açıkçası hayata yeni buluşlar getirecek bir alan olarak bakmıyorum artık, şiir daha az ilgilendiriyor beni bu açıdan; sadece düşünülecek ve çözümlenecek olan sıkıcı bir malzeme gözüyle bakıyorum her ikisine de.”
       1936 yılında yani intiharından 14 yıl önce yazıyor bunları Pavese ve insan ister istemez, “Hayatını adadığı edebiyata olan ilgisini de yitirdikten sonra nasıl tahammül etti bu kadar yıl?” sorusunu soruyor kendine. Aslında “beklenti ya da umut” gibisinden sefilin sefili bir cevabı vardır bütün bu tahammül serüveninin ve ne yazık ki, Pavese için de geçerlidir bu. Çünkü, iki kırılganlık arasındaki gidiş gelişlerden, hayatı sürdürmek konusunda çok fazla destekleyici ayrıntı elde etmek mümkün değildir. Olsa olsa, bir kıyıdan karşı kıyıya geçiş imkânlarını araştırırken, kişinin karşısına çıkan kanat müsveddelerinin şakırtısına denk düşen bir aldanıştan ibarettir hepsi de.
       Pavese de bunu dile getirir zaten:
       “Hayatın alaycı yasalarından biri de şudur: Sevilen kimse, veren değil, alan insandır. Sevilen kimse vermez, çünkü seven verir. Bu da anlaşılmayacak bir şey değildir; çünkü vermek almak kadar kolay unutulmayan bir zevktir; kendisine bir şey verdiğimiz insan bizim için gerekli, yani sevdiğimiz bir insan olur. Vermek bir tutku, neredeyse bir kusurdur. Kendisine bir şeyler verebileceğimiz bir insan olması gerekli.”
       
BAŞTAN KAYBEDENLER
       Yine çırpınışların kıyısında Pavese, yine hızla sürüklendiği sahile karşı direnmeye çalışıyor. Ama beyhûde bir çabadır bu, yeryüzünün en içli çocuklarından biri olan bu insan, yanına sürmelenmiş acılar almak istedikçe reddedilir. Üstelik, hayatın önemli bir bölümü, hatta neredeyse tamamı, sürekli “Yalnız Kadınlar Arasında” geçmiştir. Temel hareket noktasında, “yalnız kadınlar”ın ihtiyaç duydukları şeylerle, “yalnız erkekler”in ihtiyaç duydukları şeyler arasında belirgin bir fark yoktur. Fark belki de, yalnızlıklarını bir din gibi benimseyen yeryüzü sürgünlerinin, birbirlerine doğru emekleme konusundaki hareket kabiliyetlerini daha doğuştan yitirmiş olmalarıdır. Ki bu da bir başka acıklı durumdur...
       “Bir erkekle bir kadın arasında aşktan daha önemli ne olabilir? Bu, insanın bir başkasını kendisiyle bir tutabileceği anlamına gelir: onun her davranışını ve hareketini kendi davranışı ve hareketi gibi görmek, hayatın tadını çıkarmasından hayatın tadını kendimiz çıkarıyormuşuz gibi sevinmek, bizim başkalarıyla yaptığımız şeyleri o başkalarıyla yapıyor diye kendimizi bir şeyden yoksun kalmış hissetmemek, başka bir deyişle, öbür insanları da kendimizi sevdiğimiz kadar sevmek. Bu sevgiye iyilik deniyor. Ama ya o insan kaybolursa? Kendimizin kaybolan bir parçasını sevebilir miyiz? Bunun için kimsenin hiçbir zaman kaybolmadığına, ölüm diye bir şey olmadığına inanmamız gerekir. Peki. ama sen ölümü kendin için kabul ediyorsan, bir başkasının da kendisi için kabul etmesine nasıl karşı çıkabilirsin? Bu da iyiliktir. Hiçliğe varabilirsin, ama pişmanlığa ve nefrete değil. Şunu her zaman hatırla: Sana hiç kimse bir şey borçlu değil. Kendinde neye hak görüyorsun? Doğduğunda hayat üzerinde herhangi bir iddian var mıydı?”
 
 Çeviren: Cevat Çapan-Kemal Atakay 
 M. Salih Polat