Bir kuyuda
unutulmuştum. Çoktan ölmüş olmalıydım. Üzerime yığılı taşlardan bir kilise
korosu yankılanıyordu. Gökyüzünün gölgesi soluyabileceğim havayı
sıvılaştırıyor, günün ilk saatlerini eziyordu. Uzaklarda, bir kadın idam
ediliyordu. Güneş doğarken, henüz tam aydınlanmamış gri denize bir kova kan döküldü,
peşi sıra sahipsiz, çıplak bir ceset yavaşça suya bırakıldı. Elimdeki bataklık
orkidesini sıkarak sarı bir sütte boğuldum.
Bedenini yok etmek
ve yeniden yaratmak. Yitirdiklerini yeniden yitirmek. Unutmak. Müzikte yok
olmak. Korkuyla terlemek, düşünmekten vazgeçmek, bir an bile gözünü ayıramadan,
sabit bakışlarla duvarlara bakmak, artık geri gelmeyen bir ezgiyi boş yere
beklemek. Bedenini parçalara ayırmaya devam etmek. Hiçbir şey ummamak, hiçbir
şey beklememek. Bir taş, bir ağaç, bir toz zerresi olmayı öğrenmek. Acıyı
kaslarında, karnında duyumsamak, dünyayı rahminde taşımak. Kırılan tırnaklarla
çizmek. Kendi ellerinle konuşmak. Ölmek. Olmak.
Bir ağacın
köklerinden başlayıp doğan güneşe doğru bir yolculuk yapmak ve var oluşunun
gerçek öyküsünü bir ağaçtan dinlemek.
Çünkü kendimi
arıyorum, kendi öykülerimi. Tahta sandalyenin üzerine asılı kementte, iki bin
yaşındaki zeytin ağacının boğumlarında, uğursuzluktan korunmak için kulübenin
kapısına diri diri çivilenmiş baykuşun son bakışlarında, ormanın derinliklerinden
öldürülmek için çıkıp gelen ceylanda, avcıdan kaçan yaralı hayvanda – yarısı
parçalanmış gövdesini güçlükle sürükleyen bir tilki. Giderek korkunçlaşan
imgelerde, parçalanarak çoğalan tek öyküde. Yaşamın sesinin zayıfladığı
öykülerde.
Bu gece göğsünden siyah kan sızan bir kadınım. Daireyi kesen Ay-Kadın.
Tabut çivileriyle
mıhlandığım bir yoldayım bu gece. Parçalanarak, kırarak, dağıtarak, yok ederek,
küçük hayvancıkların ve midye kabuklarının üzerine basarak yürüyorum; adımlarım
vahşi bir ritimde; sadece benim görüntümü yansıtan uzaklardaki bir aynaya
doğru. Daha karanlığa ve daha derinlere, bedenin diplerinde saklı ölüme doğru.
Bir ormanın kalbine yaklaşır gibi sessizlik artıyor, artıyor. Eski bir
yolculuğun izlerinde kayboluyorum.Köşeye sıkıştırılan hayatın çığlığını duyar
ve alayla gülümser ölüm. O herkese farklı bir yüzünü gösterir ve yüzü maske
gözleri kadar sır doludur.
Gözlerimi karanlığa açtığımda onu hatırladım. Onun bakışsız heykel gözlerini. Boşluk olmayı, yalnızca boşluk olmayı reddetseydi, tek bir an için gözleri bir bakış kazansaydı, giderek küçülen gözbebeklerinde kendi imgemi görebilseydim, hiçliğin yankısı yerine bir tını duyabilseydim.
Kendinin Medea’sı olmak. Bedenini parçalamak, göğüslerini kesip açmak, gizledikleri acıyı çekip çıkarmak. Sahipsiz gözlere sunmak, bir avuntu bekleyemeden. Yüzünü maskesiz ve çırılçıplak gösterecek aynalar, kanından aynalar yaratmak. Ne kadar derinlere dalsan da bulamayacağın bir şeyi, hiç ulaşamayacağın dipleri aramak. Çirkin bir maskeyi yüzün sanmak. Her kopuşta parçalanmak. Bir parçanı geride bırakmak, her ayrılışta, her unutuşta. Sonra izlerinden, o çürümeye başlamış uzuvlarından ve kan pıhtılarından ve korkunç öykülerinden kendini yeniden kurmaya çalışmak. Geriye doğru yaşayan büyücü gibi ölümünü yaşamından önce öğrenmek. Hiçliğe feda olmak. Kendini bulmak ve yeniden yitirmek.
Hayatın rasgele öfkesine karşı durabilen tek güzellikti. Neydi o benim için? Hiç gidemeyeceğim bir sekoya ormanı. Dudaklarda donup kalan bir gülümseyiş, söylenmek istenmiş de bir türlü söylenememiş, gırtlakta takılıp kalmış bir söz, postaya verilmemiş bir mektup. Görülemeyen kentler, doruklarına çıkılamayan dağlar, sırları keşfedilemeyen ormanlar. Hiç gidemeyeceğim bir okyanus. Başlamamış ilişkilerin acısı. Sonu getirilemeyen cümleler.
İnsan karanlık, dipsiz bir kuyudur. Acısının derinliklerinde boğulur.
Kendimi buldum ve yeniden yitirdim; sabah olmadan unutulan düşlerde, dalgaların sildiği kuma çizilmiş resimlerde, yaraların sessizce kabuk bağlayışında iyileşirken, yakılan kuru yapraklarda, çiçeklerin güneş batarken kendi içine kapanışında. Acıyla bağırırken şarkısı dinlenen bir güvercin oldum, yaralı gövdesindeki kurşunun anlamını çözmeye çalışan bir kurt, bir sekoya ağacı. Sekoyalar, sekoyalar, sekoyalar...
Gözlerimi karanlığa açtığımda onu hatırladım. Onun bakışsız heykel gözlerini. Boşluk olmayı, yalnızca boşluk olmayı reddetseydi, tek bir an için gözleri bir bakış kazansaydı, giderek küçülen gözbebeklerinde kendi imgemi görebilseydim, hiçliğin yankısı yerine bir tını duyabilseydim.
Kendinin Medea’sı olmak. Bedenini parçalamak, göğüslerini kesip açmak, gizledikleri acıyı çekip çıkarmak. Sahipsiz gözlere sunmak, bir avuntu bekleyemeden. Yüzünü maskesiz ve çırılçıplak gösterecek aynalar, kanından aynalar yaratmak. Ne kadar derinlere dalsan da bulamayacağın bir şeyi, hiç ulaşamayacağın dipleri aramak. Çirkin bir maskeyi yüzün sanmak. Her kopuşta parçalanmak. Bir parçanı geride bırakmak, her ayrılışta, her unutuşta. Sonra izlerinden, o çürümeye başlamış uzuvlarından ve kan pıhtılarından ve korkunç öykülerinden kendini yeniden kurmaya çalışmak. Geriye doğru yaşayan büyücü gibi ölümünü yaşamından önce öğrenmek. Hiçliğe feda olmak. Kendini bulmak ve yeniden yitirmek.
Hayatın rasgele öfkesine karşı durabilen tek güzellikti. Neydi o benim için? Hiç gidemeyeceğim bir sekoya ormanı. Dudaklarda donup kalan bir gülümseyiş, söylenmek istenmiş de bir türlü söylenememiş, gırtlakta takılıp kalmış bir söz, postaya verilmemiş bir mektup. Görülemeyen kentler, doruklarına çıkılamayan dağlar, sırları keşfedilemeyen ormanlar. Hiç gidemeyeceğim bir okyanus. Başlamamış ilişkilerin acısı. Sonu getirilemeyen cümleler.
İnsan karanlık, dipsiz bir kuyudur. Acısının derinliklerinde boğulur.
Kendimi buldum ve yeniden yitirdim; sabah olmadan unutulan düşlerde, dalgaların sildiği kuma çizilmiş resimlerde, yaraların sessizce kabuk bağlayışında iyileşirken, yakılan kuru yapraklarda, çiçeklerin güneş batarken kendi içine kapanışında. Acıyla bağırırken şarkısı dinlenen bir güvercin oldum, yaralı gövdesindeki kurşunun anlamını çözmeye çalışan bir kurt, bir sekoya ağacı. Sekoyalar, sekoyalar, sekoyalar...
Mucizevi Mandarin