18 Şubat 2013

Bizansiyya - Lale Müldür

 
Dünyada olup biten her şeye aşığım ben. Dünyada olup biten her şeye kırgınım ben.

Bizansiyya   Özkurmaca özellikleri taşıyan roman yeni bir zamanı yeni bir mekânda gerçekleştirme iddiası taşıyor. Bizans’la Konstantiniyye’nin birleşiminden doğan Bizansiyya, bugünün İstanbul’unda yaşanan, yarı ütopik ama kanlı canlı, hedonist bir şehir: “Kanlı trajediler, entrikalar ve frenlenmemiş ihtiraslar ülkesi.” Yeni bir dünyanın, dolayısıyla yeni bir hayatın izini süren Müldür, şimşek hızıyla hareket eden bir bilinçle, okuru kendi âleminin karmaşasında gezdiriyor. Günlüklerden, notlardan oluşan, bir bakıma “defterlerin anarşik güzelliği”nden kurtulup gelen, poetik ve çılgın bir roman Bizansiyya.

İsa Gibi Biri

Senin adın İndra. Buradasın. Pembe bir sıvı içeren kristal bir şişeden içtikten sonra bana âşık olacaksın.
Senin adın Uzeda. Bu ismi sana ben vermedim. Ama yeryüzünde hep senin gibi birini aradım.
— Bana niçin bu adı verdin?
— İndra, bereketli seller ve yağmurlar demek. İşte bu yüzden bana bakacak ve bana âşık olacaksın.
— Peki ya sen, gizemli kişi, en çok kimi seversin sen?
— Bulutları severim, arada geçen o bulutları...
— Uzeda, bana niçin bu kadar uzaksın. Bu aşk bana niçin bu kadar çok acı veriyor.
— Adem cennetten kovulduğunda bir yabancı olarak yeryüzüne indi. Ondan beri tüm oğulları ve kızları da nerede doğmuş olurlarsa olsun birer yabancıdır. Ve yabancının bütün aşkları dışarıdan, ötelerdendir.
— Evet anımsıyorum bir hayal vardı. Ona âşık oluyordum. Ona ‘yağmurlar nişanlısı’ diyordum. Peki bu pembe içki ne?
— Hatırla!
— Bilmiyorum, belki bir şey vardı. Başlangıçta, en başta güllerin rengi yalnızca beyazdı. Sonra ben bir peygambere âşık olduğum için ölümcül bir yara alıyordum. Beni kucağımda beyaz güllerle bir yere yatırıyorlardı. Sen bana doğru gelince dikenler yana batıyordu ve böylece güller senin kanınla boyanmış oluyordu. Şey, böyle bir şey Rosa mistica.
Gülle yağmur arasında semantik bir yakınlık vardı.
Ama ben sana bir türlü yakınlaşamıyordum. Çok ama çok acı çekiyordum. Senin uzun, altın sarısı saçların, buradakilerle kıyasladığım zaman... Yanımda hep olanaksız aşkların sembolü mavi güllerle uyanıyordum.
Tamam, anımsamaya başlıyorsun şimdi. Hadi hatırla, her şeyi hatırla.
Ama birçok İndra ve birçok Uzeda var. Onların yeryüzü isimleri değişik. Mesela İksir, Boro, Perizad... onları düşünmek sana acı verecek ama hatırla, her şeyi hatırla.
— Yakında Mesih gelecek, biliyorsunuz değil mi?
— Evet, az bir vakit kaldığını söylüyorlar.
— Yeni bir dünya düzeni kurulacak. Her şey altüst olacak ve oldu bile. Sadece ve sadece paranın egemenliğini yaşıyoruz. Kıyamet...
— Evet, ne diyeceğinizi biliyorum. Çoktan içinde bulunduğumuz durum kıyamet değil mi?
— Belki de üst-insanlar belirecek, Nietzsche’nin öngördüğü gibi.
— Kim bunlar?
— Onu bilmiyorum ama insanlar şimdiden kesin olarak birbirinden ayrıldı.
— Evet biliyorum, iyiler ve kötüler kesin çizgilerle ayrıldı. Beş altı yıl önce başladı bu.
— Hepimizin bir misyonu var.
— Doğru, tam da bu zamanda dünyaya geldiğimize göre. Ben para kazanamıyorum. Bu benim iyilerden olduğumu mu gösterir?
— Şöyle, kötü bir insan yok aslında.
— Nasıl yani, kötüler yok mu?
— Yok, keşke kötülük olsa. Bayağılık var sadece.
— Evet, bir yığın bayağı, çıkışsız insan.

İşte böyle saatler süren nefes nefese bir konuşma başlamış oldu. Arada, gözlerine bakıyordum. Dikkati çekecek şekilde iyilik akıyordu gözlerinden. Çok geçmeden tuhaf bir şey oldu. Gözlerinde ara sıra benim ultraviyole dediğim türden mor bir ışık yanıp sönmeye başladı. Benim de gözlerimin hemen önünde noktacıklar halinde beyaz ışık patlamaları oluyordu. Öyle ki bunları yazmak bile bende müthiş bir utanma duygusu yaratıyor. Ama o çok saygın Kallistos Telikudes de aynı şeyi söylüyordu: “İnsan, tinsel faaliyeti ruh gözüyle seyre dalarak elde edilen bilgileri ve ruhu yükselten yöntemleri yalnız kendine saklamamalıdır.”
Bütün bunlar böyle olmadı aslında ama bütün bunları böyle yazmak istedim. Ona tünelde kutsal kitaplar satan bir dükkânda rastladım. Üstünde siyah deri bir ceket ve pembe bir atkı vardı. İncil’inin yok olduğunu ve bir İncil almak istediğini söyledi. Dükkân sahibi, ben ve bana çok benzeyen bir arkadaşım dinsel konulardan konuşuyorduk.

Onun ilk sözü, farkında mısınız, bütün önemli isimler M harfiyle başlıyor: Mehdi, Mesih, Muhammed, Musa, Meryem gibi, oldu. Doğru, dedim. Onun ilgi çekici konuşmasından hemen etkilenmiştim. Ama ruh arkadaşımı bulduğumun farkında değildim daha. Galiba yalnız, çok yalnız bir insandı. Bize, size ne mutlu, birbirinizi bulmuşsunuz, dedi. Karşılaşmamız büyük bir rastlantıydı. Onun farkında değildim daha. Sonradan gerçekten tuhaf bir şey olduğu için, onun benim için önemli birisi olduğuna karar verdim. Sigara kutumun alt bölümündeki jelatin kâğıt kendi kendine üste geçmişti. Üstelik bunu kâğıdı yırtmadan başarmak hemen hemen imkânsızdı. Bunu bir işaret olarak aldım. Gittiğinde, ruh arkadaşımı bulduğumun farkına vardım.

PERİZAD’IN ANLATISI
Tanrı’nın izniyle ruh arkadaşımı buldum. Yoksa Kudüs’e doğru yollanmak zorunda kalacaktım. Günahkâr bedenimin ruhsal çalkantılarla sarsıldığı günlerden biriydi. Dua etmek için kiliseye gittim. Kilise papazı halimden anlamışa benziyordu. Bana Karpathoslu Johennes’in kırk birinci bölümdeki “Kendilerini daha bir çabayla duaya verenler korkunç ve yorucu ayartmalara maruz kalırlar” bölümünü gösterdi.

Yalnızlıktan bıkmıştım. Akşam saatlerinde yorucu ruh hallerine maruz kalıyordum. Ama o gün içimde kutsal ruh hali uyandı. Kutsal bir ezilmişlik hali bende zarif bir çiçek dalgalanmalarıyla büyüdü. Hemen İsa ikonunun önünde bir mum yakarak Trikanos’un müziğini dinlemeye başladım. Bir yandan eski bir inci kolyeyi tespih gibi kullanarak içimden dualar okuyordum. Akşamın bu korku dolu saatlerinde dışarıdaki karla kaplı ağaçları görmek bile içimde gizemli ürpertilere yol açıyordu. Tuhaf bir havaydı. Bazen toz kaldıran bir rüzgâr gibi karların uçuştuğunu görmek bende mutlu bir esrime hali yarattı. Çok geçmeden kapım çalındı. Adının Boro olduğunu söyleyen bu yoksul görünüşlü gezgini içeri aldım. Hemen ateşin yanına geçti. İçerdeki küçük ayin havrasını görünce yüzünde ışıltılı bir anlam belirdi. Birden hiçbir ön hazırlık yapmaksızın konuşmaya girdi.

STEPLERDE, TARLALARDA
Geride kalan her şeyi unutup steplerde, tarlalarda koşuyordum. Sol omzumda bir şeyle. Herkesin içinde steplerde, tarlalarda koşmak isteyen bir şey vardır, gizli bir dua gibi. Dua etmek de zaten böyle bir şeydir: Buzla kaplı bir tarlayı geçmek. Buzun altında bir şey, bir mücevher, bir yüzük vardır. Belki kantaşından bir yüzük, buzun altında kayan turuncu frezyalar, bir karnabahar, kırmızı bir çilek... Ya da yarı beline kadar buzun altına girmek... Beyaz bir eşarp, kayıp giden buzda... Sarışın bir başın hafif yana eğilmesi. Tüm benliğinle yakarmak, diz çöküp. Kendinle ne yapacağını bilmemek. Yeryüzüne yerleşememek gibi bir duygu. 33 yaşında İsa Mesih’in yaşında ölmek. Kendinde ve onda kalmak.

Nedir gerçekten dua etmek? Bütün yaratılanların gizli bir iç çekişle sarsıldığını görüyor, beyaz bir eşarba başımı dayamak istiyordum. Günahkâr kemiklerimden, beni bağlayan her şeyden uzaklaşmak, uzaklaşmak, yalın bir hiçe doğru koşmak, yanımda tuz ve ekmekle buzu kırıp geçmek istiyordum. Kendinde kendiliğinden olan o sağaltıcı güce ne isim verecektim. Sol ve sağ omzumdan gelen bir ses, bir esinti, kendime hazırladığım baharistan, omuz başımdaki koruyucu meleğin sesi şöyle diyordu: “Uzaklaş, uzaklaş. Buzun altında yaşa!”
Buzun altında yaşamak bana göre evden de içeri çekilerek yaşamak, her şeyden elini eteğini çekerek kendi ruh dünyana kapanmaktı. O zaman buzdaki yüzüğün bir anlamı olacaktı.

YAZARIN ANLATISI
Tam da öyle birine rastlamak istiyordum. Onun gibi birine...ONUN GİBİ biri daha kafamda oluşmamıştı.

Trendeydim. Floransa gibi bir yere gidiyordum. Kafamda yalnızca ve yalnızca şiir vardı ya da şiir gibi bir şey. Bu şiir gibi bir şey kafamda çok erken yaşlarda Japon haikuları yüzünden açılmıştı. O bunalımlı on üç, on dört yaşları büyük sıkıntılarla üstüme geldiği zaman hemen bir masanın başına geçerek dışarıdaki pembe çiçek açmış ağaçların verdiği huzurla haiku okuyup benzer şeyler yazıyor, böylece büyük bir rahatlama duyuyordum.
O beyaz serin masa hâlâ evimde duruyor ve hâlâ bahçeye dönük, sonradan başka bir eve geçmiş olsam bile. Ben bu satırları yazarken telefonda biri arıyor. Kendisi üçüncü tekil ve meçhul olarak tanımlanan biri. Tuhaf bir biçimde senkron olan bir şey, zamanı ‘onun gibi biri’ temasıyla açtığıma göre. Uzun bir süredir kafamı senkronluk meselelerine taktığım için bu bana romanı doğru bir biçimde açtığım yolunda bir işaret gibi geliyor. Hemen tarihe bakıyorum. 3 Mart 1992. Mutlaka 3 ile ilgili bir şey olmalı diyorum. Kabala hesapları gibi bir şey ve evet 3+3+1992 toplanınca 27 sayısı yani 3’ü veriyor bana. O halde doğru yerde, doğru zamandayım diye düşünüyor, biraz daha cesaretleniyor ve Floransa trenine geri dönüyorum.

Floransa treninde ikindi ışığı gibi tam bir şey var. Kompartımanlarda hapsolan bir ışık. On dokuz yaşındayım, üstümde mini etekli bir elbise var, saçlarım uzun ve siyah. Yanımda bana her türlü kapıyı açabilecek kadar ayrıcalıklı bir Amerikan diploması ve kafamda sadece iki şey var: Şiir ve onun gibi biri.

Bu ikisi daima ve daima çatışacaklar. Ama henüz değil, nitekim biraz sonra koridordan gitar sesleri gelmeye başlıyor. Başımı çevirince müzik yapanların iki İtalyan genci olduğunu görüyorum. Hayatımda gördüğüm en şiirsel iki yüz, Fellini ya da Passolini filmlerinden çıkıp gelmişler gibi. İşte hayatımda hiç unutmadığım anlardan biri, mutlu bir rastlantı. Şiir gibi bir şeyle onun gibi biri belki de ilk kez bir araya geliyor.
Birisi esas beğendiğim, penceredeki siluetine bakıp saçlarını taramaya başlıyor. Öteki nedenini sorunca, yandaki kompartımanda güzel bir kız var da ondan, gibi bir şeyler söyleyerek daha sonradan hiç unutamayacağım bir kompliman iletiyor. Koridorda yerlere çöküp Beatles falan çalmaya başlıyorlar. İşte müthiş bir an. Hem şiir hem de onun gibi biri bir arada. Artık uçuyorum. Sarı ışıklı Floransa vagonu ve yontu gibi duran iki sarışın kafa. Sarı renk daha sonraları daha başka biçimlerde çok daha önemli olacak. Ama sonraları henüz bunu bilmiyorum.

Ertesi gün La Scala pansiyonundayım. Bir ara merkezi görmek üzere yola çıkıyorum. Arno nehri ve Ponte Vecchio. Birisi bir zamanlar Arno nehrinin taşmasıyla Ponte Vecchio’daki mücevherci dükkânlarından yığınla incinin Arno’nun dibine gömüldüğü türünden bir şeyler söylüyor. Merkeze uğrayıp o şık Floransa defterlerinden ve bir de mini bir radyolu kaset-teyp alıyorum. Gece La Scala’da İtalyan radyolarından müzikler kaydediyorum. Yıllar sonra bu kaseti dinlediğimde kendi 19 yaş sesimi yakalayacağım. Pür, hiç kirlenmemiş bir sesin karizması. Sonra beni hüzünlendiriyor ama yine de bir Leopardi takıntısı yok bende, en azından o sıralar. Somut bir şey değil bu, daha çok onun gibi birisine bağlanan bir şey.