HAYDİ SÜNGERE!.
Bahar geldi. Kumanyalarımız, dalgıç takımlarımız tamamdı. Gece ortası, açık de'nizlere davranacaktık. Güneyin ateş gibi sıcak gecelerinden biriydi. Gök, yıldız kalabalığına boğulmuştu. İnsan kalabalı ğı gibi itişip kakışıyorlardı. Çıldırasıya çakışıp kırpı şıyorlardı. Bir yıldız kayşa, yıldız arasından geçecek yer bulamıyordu. Bu yıldız kaynaşmasından, insanın kulağı sanki bir uğultu duyuyordu.
Depozito kayığında otuz kişiydik. Birkaç gün sonra sefere kalkacak öteki denizci ve dalgıç arka daşlar, peşin çektikleri paralarla vur patlasın çal oynasın, eğleniyorlardı. Seferden diri olarak dönüp dönmeyeceklerini bilmedikleri için, fırsat varken, ka derden öç alıyorlardı. Bir ellerinde meşaleler, öteki ellerinde rakı şişeleri, sallaya sallaya bizi uğurluyor- lardı. Boş şişeleri kayığımızın bordalarına çarparak, parçalanan cam gürültüsüne şen bağrışmalarını ka tıyorlardı.
Ben, tayfanın en genciydim. Siftah sefere çıkıyordum. Babam kayığın kaptanıydı. O gece ben dü mendeydim. Kocaman ve apaçık bir geceydi. Hani tarlaya kavun ekersin, biri büyük, biri küçük olur. Bu da gece azmanıydı. Öteki geceler, şu avcum kadar şeylerdi. Tutabilirdim. Bu yıldız okyanusunda ben ancak bir noktaydım. Denizde çıt yoktu. Kayık bir heyula gibi akıyordu. Gecede ne diyeyim bir gü zellik duygusu vardı, bir şaşkınlık vardı. Onu anla madan önce geçecek diye telaşlanıyordum. Şurada, şu gece karanlığının ötesinde sanki bir şey vardı. Düş görmüyordum. Çünkü, şurada, ufkun ötesindeki adaların adlarını teker teker biliyordum. Babam sarhoştu. Uyuyordu. Sarhoş diye onu iş göremez sanmayınız. O asıl sarhoşken on tane ayıktan daha becerikli olurdu.
Sabaha karşı hava serinleyeceğine, inadına ısındı. Esmiyordu. Deniz, iriyarı soluğanlarla inip kalkıyordu. Düz yürüyemiyorduk. Hep soyunduk. Göv delerimizden buğular tütüyordu. Buram buram terliyorduk.
Güneş, sapsarı bir portakal gibi doğdu. Göğe tırmandıkça, gün aydınlanacağına, gitgide kararıyor du. Yanıma Kara İzzet yanaştı, "Güneşi tekrar göresiye kadar çok tuz yutaca ğız," dedi. Babam, "Dümene bir kişi daha gitsin!" diye bağırdı. Hemen o dakikada, gök bir şimşekle yarıldı. Sanki, eli kılıçlı bir ejder, gök karasını enine boyuna, tepeden tırnağa kesiyor, biçiyor, kıyım kıyım kıyıyordu. Bir an, ta tepemizde, kayık bastonunun ucuna kadar yıldırayan bir ateş şeridi idi. Fırtına bizi gözüne kestirmişti. Tam ateş yaylımının orta ucun dan kıçına kadar tutuşuyordu. Her şimşekte her biri miz, dimdik duran dipdiri birer ateş insandık. Gemi miz sanki lav gibi parlıyordu. Birdenbire bu ateş, bı çak gibi kesildi. Kara göğün çatlakları hemen kavu şuverdiler. Biz, "Bunun ötesi ne olacak?" diye şaş kın şaşkın birbirimize bakakaldık.
"Yelkenleri sarın!.." diye bir emir gürledi. Direklere atıldık. Ta tepede hiç de hoş değildi. Başım sanki gök karasının içine takıldı. Gözümü ne kadar açarsam açayım, hiç açmamış gibi oluyor dum. Tam papafingoyu sararken, yağmur boşandı. Kalın ve iri bir suydu. En tepede olduğum halde, damlaların güvertede cevizler gibi çatırdaya çatırdaya kırıldıklarını duyuyordum. Direkte, birbirimizi el yordamıyla arıyorduk. Yağmurun şamarlarından yüzümü korumak için, başımı eğdim. Etlerim cayır ca yır yanıyordu. Nasıl indiğimi bilmiyordum. Ben ve Kara İzzet, dümenin iki başına karşılıklı geçtik. Tekerlek dümenin çepçevre saplarını iki avcumuz, dizi miz ve bacağımızla zaptetmeye çalışıyorduk. O sap lar, sanki sopa olmuşlar da, birbiri ardınca inerek, te pemizi patlatmaya, göğsümüzü delip deşmeye sava şıyorlardı. Kara İzzet, kulağıma eğilip eğilip gırtlağını patlatırcasına bağırıyordu:
"Dayan bre oğul! Domuz sanki yaban beygiriy miş gibi, gemi azıya aldı. Dümen mi bu? Şimdi sura tına bir tekme yiyeceksin. Gevşek tutma, çarpacak bee!.. O havaya uçup giden Süleyman mıydı? Çattık belaya. Şu yağmur dinse bari. Bu kadar suyun tadı mı olur? Denize düşmeden boğulacağız..." Öteden birisi, "Sağnak geliyor!.." diye yaygarayı basfı. Gemi, sanki kurumaya asılan bir çamaşır gibi, sarsılıp silkindi. Ayı gibi ıhlayan bir dalga, kayığın üzerine bindi. Fakat, kayık silkindi, doğruldu. Hava ya kalkarken, kayığın her yanından denize çağlayanlar boşanıyordu. Sonra, kayık gene çöküyordu. Bir aralık yanı başımdan, yüzü parça parça olmuş biri, bağıra bağıra geçti. Gemi canlıymış gibi, çığilık ardına çığlık salıyordu. Yalpa vuruyordu. Yalpa mıydı o? Sırayla biz geminin üstüne çıkıyorduk, gemi bizim üstümüze çıkıyordu. Dümen saplarını tutmaktan hem benim, hem İzzet'in avuçları kanıyordu. Dizlerimizin derileri yüzülmüştü. Benim sinirlerim tuttu. Kendi durumumu gör meden, Kara İzzet'in durumuna, katıla katıla gülü yordum. Kahkahalardan, avuçlarım kadar karnım da ağrıyordu. İzzet, boyuna sövüp sayıyordu. Bana çıkıştı:
"Bre adam, bacakların sudan mı? Neye sağa sola kırıtıp kayıyorsun? Dümene yapış, sapın birini ikisini göbeğine sapla. Bacaklarını dik tut, yoksa hapı yuttuğumuzun resmidir!.." Bir fırsatını bulup anadan doğma soyundu. Dümene bütün gövdesiyle dayandı. Ben de İzzet'ten alta kalacak değildim ya, yarı alaylı, bağırdım: "Kadın mı oldun? Ne göbek atıp duruyorsun? Yoksa, beline fistan geçirip daha güzel bel kırmak için mi soyundun?" Bu kez bağırma sırası ondaydı: "iyi tut da, birlikte fink atarız. Gözünü aç, geliyor! Sana doğru çek! Ha gayret! Sonumuz geldi gali ba! Yaşa tosun tekne! Gördün mü, dümenin dediğini insan gibi nasıl çaktı?"
Gerçekten de dümen dinlemiyordu gemi, dalga
üzerinde, insancasına cevap veriyordu. Biz gemiyle,
gemi bizle bir gövde olmuştu. İzzet yine,
"Ha dayan! Yatışıyor gibi. Aslandır şu deniz! Atlattık! Bu da oldu. Bu sünger seferinden kazandığım
paranın topunu da Emine’ye vermek nasip olacağa
benziyor!.." dedi.
Karanlık içinden, sevinçle hoplaya zıplaya babam çıkageldi. Üstü başı parça parçaydı. Yüzü gözü
kan revan içindeydi. Bize,
"Size söylemedim mi? Akdeniz'de bu kayık gibi
yoktur. Gördünüz mü, bastonunu rüzgâra nasıl dikti? Kasırganın suratına kahkahalarıyla suları nasıl
püskürtüp tükürdü? Yaşasın kayık. Yolumuz artık
düzdür..." dedi.
Babam bunları söyledikten sonra, daha yüksek
sesle ve daha yüksek sevinçle bağırdı:
"Süngere!.."