Bilinçsizliğin gecesinden hayata uyandığında irade
kendisini sonsuz ve sınırsız bir dünyada, hepsi mücadele
eden, hepsi acı çeken, biteviye yanılıp sükutu hayale
uğrayan sayısız fert arasında bir fert olarak bulur; ve
sanki sıkıntılı, eziyet verici bir rüyaymış gibi derhal gerisin
geri eski bilinçsizliğe koşar. Yine de o zamana kadar
arzusu sınırsız, taleplerinin sonu gelmezdir ve her tatmin
edilmiş arzu bir yenisini doğurur. Bu dünyada imkân
dahilinde olan hiçbir tatmin onun şiddetli arzusunu
dindirmeye, taleplerinin önüne nihai bir hedef koymaya
ve yüreğinin dipsiz kuyusunu doldurmaya kifayet etmez.
Bu çerçeve içerisinde şimdi düşünelim, hangisi olursa
olsun bu tatminlerle genel olarak nedir insanın eline geçen?
Çok kere her gün bitip tükenmez çaba ve sürekli
tasa ile sefalet ve ihtiyaç ve kapıda bekleyen ölümle boğuşarak
zorla elde edilen bu hayatın safi sürdürülmesinden
başka hiçbir şey. Bu hayatta her şey dünya mutluluğunun
boşa çıkmaya yahut bir vehim olarak anlaşılmaya
yazgılı olduğunu ilan eder. Bunun sebepleri derinlerde,
bizzat eşyanın tabiatında yatar. Dolayısıyla birçok
insanın hayatının kısa ve sıkıntılarla dolu olduğu görülür.
nispeten mutlu olanlar da çoğu kez sadece görünüşte
mutludurlar, eğer değilse, uzun ömre sahip olanlar gibi,
bunlar nadir istisnalardır.
Hayat kendisini gerek
büyük gerekse küçük meselelerde sürekli bir aldanış
(bir hile ve desise) olarak sunar. Eğer vaat ettiyse sözünde
durmaz, ta ki arzu edilen şeyin ne kadar az arzu
edilmeye değer olduğunu gösterinceye kadar; kâh
umutla kâh umut beslenen şeyle aldanmamızın sebebi
budur. Eğer verdiyse mutlaka almak için vermiştir. Mesafenin
genişlemesi bize, eğer bunların aldatmasına
kendimizi hazırlamışsak, görme kusurundan kaynaklanan
yanılsamalar gibi birdenbire kayboluveren cennetleri
gösterir. Dolayısıyla mutluluk her zaman gelecekte,
değilse geçmiştedir ve içinde bulunulan an, rüzgârın güneşli
bir vadinin üzerinde sürüklediği küçük kara bir buluta
benzetilebilir; bulutun önünde ve arkasında her şey
pırıl pırıldır, sadece kendisi her zaman bir gölge düşürür.
Bundan dolayı içinde bulunulan an her zaman yetersizdir,
ama gelecek belirsiz ve geçmiş geri döndürülemezdir.
Saat başı, her gün, haftada, yılda bir meydana
gelen küçük büyük talihsizlikleri, bütün hesaplamaları
boşa çıkaran aldatıcı umutları ve kazaları ile hayat bizi
tiksindirmesi gereken bir şeyin öylesine açık bir şekilde
damgasını taşır ki insanın nasıl olup da bunun farkına
varamadığını, hayatın şükranla tadının çıkarılması gerektiğine
ve insanın mutlu olmak için var olduğuna ikna
olabildiğini anlamak güçtür. Tam tersine hem hayatın
genel tabiatı, hem de sürekli aldatma ve aldanış bizde o
fikri uyandırmalıdır ki bunlar bir sebepten ötürü bu şekilde
tanzim edilmişlerdir ve ne olursa olsun var olan
hiçbir şeyin çabamıza değmediğine, bütün uğraş ve didinmelerimizin
beyhude, bütün iyi şeylerin boş ve gelip geçici, dünyanın her bakımdan müflis, hayatın da asla
maliyetlerini karşılamayan bir iş olduğuna kani olabilmeliyiz,
dolayısıyla irademiz böyle bir hayattan yüz çevirebilir.
İradenin bütün emellerinin, (peşinde koşup durduğu
her şeyin) beyhudeliğinin kendisini bireyde kökleşmiş
olan akla bildirmesinin ve anlatmasının yolu öncelikle
zamanûn. Zaman şeylerin beyhudeliğinin, sayesinde gelip
geçicilik olarak göründüğü biçimdir, çünkü onun sayesinde
bütün keyiflerimiz ve zevklerimiz boşa çıkar ve
ardından hayretle sorarız onlardan arta kalan şimdi nerede
diye. Bu yüzden bu beyhudeiiğin kendisi zamanın
yegâne nesnel unsurudur ve dolayısıyla onun dışavurumudur.
Bu sebepten ötürü zaman bütün algılarımızın a
priori zorunlu biçimidir; her şey, hatta kendi öz varlığımız
bile zamanda kendisini gösterir.
Her hayatın kaçınılmaz olarak koştuğu yaşlılık ve ölüm bizzat tabiatın kendisinin ellerinden çıkan yaşama iradesi hakkında verilmiş bir mahkumiyet kararıdır. Karar bu iradenin, kendi kendisini hüsrana uğratması mukadder olan bir mücadele olduğunu bildirir. “İstediğin” der, “böyle sona erer: daha iyi bir şey iste.” Dolayısıyla herkese hayatıyla verilen ders, genel olarak şu gerçeğe dayanır: Kişinin arzularının peşinde koşup durduğu şeyler sürekli olarak onu aldatır, yanlış yola yöneltir ve o sürçüp sendeler, sonunda düşer; neticede bunlar neşe ve coşkudan ziyade sefalet ve ıstırap getirirler, ta ki dayandıkları bütün temel çökünceye kadar, çünkü o zaman bizzat hayatı ortadan kaybolur. Nitekim o zaman bütün mücadelesinin, bütün arzusunun bir sapma, bir yanlış yol olduğuna kesin kanaat getirir.
Hayatın Anlamı
Hayatımız öncelikle bakır bozukluklarla
yapılmış bir ödemeye benzer; bizim bu
ödemeye karşı bir alındı makbuzu vermemiz
gerekir; bakır bozukluklar günler,
alındı makbuzu ölümdür.
Zamanın bizi telaş içerisinde biteviye
koşturup durması, bize asla nefes alma
imkânı sunmaması, elinde kamçıyla buyurgan bir işveren gibi
hepimizin tepesinde beklemesi ile hayatımızın bir azap ve işkenceye
dönmesi arasında en küçük bir bağ kurma imkânı yoktur.
Zaman yalnızca can sıkıntısının cenderesi içinde kıvrananların
başına bela kesilmez ve onları sık boğaz etmez.
Varsayalım insan soyu kaldırılıp her şeyin kendiliğinden
gelişip olgunlaştığı, sütlerin balların yerden kaynadığı, yiyeceklerin
dallarından koparılmayı beklediği, herkesin gönlünden
geçirdiğini hiç vakit kaybetmeksizin önünde bulduğu ve elde
etmekte hiç güçlükle karşılaşmadığı Utopia ülkesine götürüldü;
o zaman ne yapardı bu insanlar? Ya can sıkıntısından ölürlerdi,
ya kendilerini asarlardı ya da olmadı birbirlerine düşerler, kavga
dövüş birbirlerini boğup öldürürlerdi. Schopenhauer