27 Şubat 2019

Senin Kanatlarınla – John Steinbeck

Bir asteğmenin savaş dönemi ailesiyle başından geçenler anlatılır öyküde.
 
Eve gitmeyi her şeyden çok istediğini biliyordu -evde alması gereken bir şey olduğunu biliyordu, ancak ne olduğunu bile bilmiyordu. Uzun, sıkı eğitim sırasında ne kendisini düşünmek ne de bir şey istemek için zamanı olmuştu. Sondaki tören gerçek dışıydı. Diğer on altı kişi ile birlikte duruyordu -hepsi selvi kütükleri gibi dimdikti ve gümüş kanatlar ceketinin kalbinin üstündeki kısmına tutturulmuştu. Albay konuşuyordu ve aklının yarısı bunu dinlerken…diğer yarısı eve gidiyordu.

Ford Model A’sına doğru yürüdü, içeri girdi ve kapıyı çarptı. Göz ucuyla baktığında, omuzlarındaki altın çubukları görebiliyordu. Gümüş kanatlar kalbinin üzerine bütün ağırlığıyla çökmüştü. Tıkırdayan üstü açık arabayı çalıştırdı, çarpan pistonlara bir an için kulak verdi ve altın rengi güneşli ikindi vaktinin içinde arabayı sürdü. Ön tekerlekler gevşek bir şekilde sallandı, direksiyonun elinin içinde bir ileri bir geri gitmesine izin verdi. Bir eğitim uçağı havalanıp yan yattı. Kafasını kaldırıp bakınca pilotun eve gitmediğini anladı. Şimdi kendi başarısından korkuyordu. Şapkasını biraz eğdi ve direksiyona dimdik yerleşti.

Sonra otoyoldan çıkıp dar yola saptı. Çayır kuşu, çit direğinden bir sonraki çit direğine doğru, gelişini müjdelercesine uçtu. Taze pamuklar tarlalarda güçlü, koyu ve temizdi. Yanlarından geçtiği küçük evlerin verandaları kalabalıktı…Çocuklar yıkanmış, en yeni, en kolalı kıyafetlerini giymişti… saçları kurdelelerle toplanmıştı…ve yaşlılar verandaların arka tarafında duruyordu. Her evden onun geçişini izlediler, sonra aileler yola doğru basamaklardan tören adımlarıyla indiler, kiliseye gidiyormuş gibi onu izlediler…Kadınlar ve erkekler ve çocuklar en iyi kıyafetleri içerisindeydiler. Arkasında kalan şeritte hareket edenleri güneşin kırıldığı dikiz aynasından görebiliyordu.

Kendi ailesi de verandada onu bekliyordu…babası beyaz gömlek, siyah tel kravat ve koyu kilise kıyafetleri içindeydi, ince çenesini kaldırmıştı; annesi mavi-beyaz baskılı elbisesi içindeydi, önünde kavuşturduğu her bir eli ötekini, kaçmasını engellercesine tutuyordu; büyümüş kız kardeşi sevimli ve soluk soluğaydı, dudakları biraz açıktı; genç erkek kardeşinin gözleri o kadar açıktı ki alnı kırışmıştı. Asteğmen William Thatcher arabasını durdurdu, yavaşça dışarı çıktı, ağır ağır verandaya doğru ilerledi, toplanmış komşular da onun arkasından geldiler. 

Her şeyi planlamıştı. Hiçbir şey olmamışçasına davranacaktı. ‘Merhaba baba’ demeyi, annesini ve kız kardeşini öpmeyi, küçük erkek kardeşini kucağına almayı, onun kıvırcık saçlarını karıştırmayı hep planlamıştı. Ama hiç de öyle olmadı. Hiçbir şey olmamış değildi — bir şey olmuştu. Yavaşça verandaya doğru yürüdü, yukarıya doğru, babasına bakarak durdu. Yakınında sessizce hareket eden ve arkasında yarım daire oluşturan komşularının çıkardığı hışırtıları duyabiliyordu. Kendi insanları onun hakkında hüküm vermiş gibiydi. Güneş verandada ve verandaya yaslanmış güller üzerinde sıcaktı, güneş onun altın omuz çubuklarını yakıyordu. Gözlerinin köşesinden rütbe işaretlerinin parladığını görebiliyordu. Eve zafer kazanmış bir komutan gibi dönmeyi düşünmüştü ama hiç de öyle olmamıştı. Altın kartallı şapkasını çıkardı, elinde tuttu. Uzun boylu babasının dudaklarını yaladığını gördü. Sonra babası yumuşak bir sesle: 

‘Oğlum — dünyadaki her siyah adam senin kanatlarınla uçacak’ dedi. İşte o zaman anladı. Nefesi boğazına sertçe tıkandı. Basamaklara tırmandı, ailesinin yanından körmüş gibi geçip evine, büyüdüğü yatak odasına geçti. Teğmen William Thatcher beyaz yatakta uzanıyordu. Kalbi çarpıyordu. Evin önünden gelen kısık sesli uğultuları duyabiliyordu. Az sonra bir şarkıya başlayacaklarını biliyordu. Ve şimdi onlar için ne ifade ettiğini biliyordu.