Sinan Cemgil Anısına
“Oğluma yatarken hikâye yerine bazı biyografiler anlatıyorum. Picasso, Maradona, Beethoven, Che, John Lennon, Marilyn Monroe gibi.
Geçen hafta nereden duydu ise Fransız İhtilali’ni anlatmamı istedi?
Anlattım. Ama anlatırken korktum! Aklıma Adnan Cemgil ve oğlu Sinan geldi. Korktum.”
Adnan- Nazife Cemgil çifti öğretmendi. 1940’lar başında DTCF’deki üniversite mücadelesinin önde gelen aydınlarıydılar.
Adnan Cemgil işsiz kaldı; hapis yattı, sürgüne yollandı.
Oğulları Sinan Cemgil o zorlu yıllarda 1944’te doğdu.
Sinan Cemgil meraklıydı; babasına-annesine hep sorular sordu. Onlar da oğullarının anlayacağı bir dille anlattılar.
Nitelikli bir kültür ortamında yetişen Sinan çok başarılı öğrenci oldu. İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca öğrendi. Arkadaşlarına Dante’den İtalyanca dizeler okurdu.
Ünlü Amerikalı artist Clark Gable’nin taklidini yapıp herkesi güldürecek kadar espriliydi.
ODTÜ Mimarlık’ta öğrenci iken devrimci mücadeleye katıldı. Teorik derinliğiyle öğrenci liderlerinden oldu.
ODTÜ’de “Hoca” deme âdetini Sinan Cemgil başlattı. “Hoca” derlerdi arkadaşları bilgisinden ötürü.
Köylüleri,
toprak ağalarına karşı ayaklandırmak amacıyla gittiği Nurhak
Dağları’nda Jandarma tarafından öldürüldü. Sırt çantasından 4 kitap, bir
de kuru soğan çıktı. Yirmi yedi yaşındaydı.
Bir yaşındaki oğluna, 21 yaşında öldürülen arkadaşı Taylan Özgür’ün adını vermişti.
Oğlunun
cesedini almaya giden anne Nazife Cemgil, tabut başındaki meraklı
köylülere seslendi: “Bu oğlum Sinan. Bunlar da onun arkadaşları (Kadir
Manga ve Alpaslan Özdoğan), kardeşleri. Onlar da oğullarım. Bu çocuklar,
bu oğullar; bu ülkeyi, halkı, sizleri sevdiler. Başka bir istekleri
yoktu. Her biri birer dehaydı. Her biri üstün zekâlı güzel çocuklardı.
Dileselerdi, düzenin adamları olsalardı, şimdi burada cansız
yatmazlardı. Birer milyoner olurlardı. Ama onlar, halkı, sizleri
sevdiler. Sizin sorunlarınızı omuzladılar.”
Arkadaşım yakın tarihin
bu acı olaylarını bilen biri. Üniversite öğrencilerine son yapılanlar
arkadaşımı da korkutmuştu; nedeni biricik oğluydu. Oğlunun Sinan
Cemgil’le aynı kaderi paylaşmasından korktu ve tarihsel gerçekleri
anlatıp anlatmama kararsızlığına düştü.
Ona Edip Cansever’in şirini okudum:
“Utancı bilerek yaşamak korkunç/ Daha korkuncu da var: utancı bilerekten yaşatmak...”
Şairdiler
Size 68’lileri anlatmalıyım:
Mahir Çayan’ın şair olduğunu bilir misiniz; “Güneşi batmayan bir ada/Ben ne şuralıyım, ne buralıyım/Adalıyım... Adalıyım.”
Eşi
Gülten Çayan atletti; 400 metrede milli takım seviyesinde bir
koşucuydu. Yakın arkadaşı erkekler 400 metre koşan atlet ise bugünün
tanınmış gazetecisi Osman Saffet Arolat’tı.
Hüseyin Cevahir edebiyat
eleştirmenliğine Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde başladı. Şiir de yazdı.
Tunceli Alevi Dedesi torunu Hüseyin Cevahir, Rolling Stones dinlemeyi de
çok severdi. SBF’nin en çalışkan öğrencisiydi; “Devrimci başarılı
olmalıdır” diyordu hep arkadaşlarına. Dürbünlü silahla hedef alınarak
öldürüldüğünde 26 yaşındaydı.
SBF’nin efsanevi hocalarından Prof. Dr.
Tarık Zafer Tunaya, derslerinden hep tam not alan Cihan Alptekin’i
yakından tanımak için evine davet etti. “Laz uşağı” Cihan yaşasaydı
belki önemli anayasa profesörlerinden biri olacaktı. Öldürüldüğünde 25
yaşındaydı.
Tunceli’de yakalanıp işkenceyle öldürülen İbrahim
Kaypakkaya’nın elinden; Varlık, Papirüs, Soyut, Türk Dili gibi edebiyat
dergileri düşmezdi. Türk dilinin yapısını, sözcük hazinesini, şiirdeki
gücünü ve müzikalitesini araştıran şair Kaypakkaya öldürüldüğünde sadece
24 yaşındaydı.
ODTÜ’nün donları
1971 darbesinde
Sansaryan Han’daki işkenceler sırasında polisler önemli bir delil buldu;
devrimcilerin hemen çoğunda aynı tip mavi ya da kırmızı külot vardı.
Sordular; “Bu donların anlamı ne; mavi ile kırmızının farkı ne; bunlar THKO’nun rütbeleri mi?”
İşkencedeki sporcu gençler gülmemek için kendini zor tuttu, “Bunlar” dediler, “ODTÜ Spor Kulübü’nün donları!”
Futbolu severlerdi kuşkusuz...
Devrimci Öğrenciler Birliği’nin tümü Beşiktaşlıydı. Çarşı’nın devrimciliği nereden geliyor sanıyorsunuz?
68’lilerden futbol takımı kurulsa Deniz Gezmiş ilk 11’e mutlaka alınırdı.
Deniz’in ayrılmaz parçası Cihan Alptekin de...
Mahir Çayan ise kesin teknik direktör; çok sevdiği futboldan iki bacağına takılan platin çubukları nedeniyle erkenden koptu.
Deniz
Gezmiş sahada kesin hakemi kandırmaya çalışırdı. Onun mizahçı yönü
bilenmeden Deniz Gezmiş portresi yazılabilir mi? Beyaz at üstünde ODTÜ
yurdunda kız arkadaşına serenat yapan bir romantikti o. İdam edildiğinde
henüz 25 yaşındaydı.
Aşkı da yaşadılar doyasıya...
Sevgilisini
son bir kez daha görmek için saklandığı evden çıkan ODTÜ’lü Koray Doğan,
sırtından yediği polis kurşunuyla sevgilisinin evinin önünde can verdi.
O da 25 yaşındaydı.
O kuşak 1 kişiyi bile öldürmedi; ama tam 43 can verdiler.
Oysa...
Okul koridorlarında gazoz kapağıyla futbol oynayan bir kuşaktı onlar.
Sanmayın ki fasulyesine poker ya da blöflü pişti oynamadılar?
Sanmayın ki kolalı votka içmediler? Ya da rakı?
Emel Sayın konserine gitmediklerini mi düşünüyorsunuz?
Muhammed Ali, Joe Frazier’e yenildiğinde üzülmediklerini mi sanıyorsunuz?
Ya
da hiç küfretmediklerini mi? En güzelini de bir ağız dolusuyla Deniz
Gezmiş ederdi. Ve yine Deniz Gezmiş her fırsatta en sevdiği türküyü
söylemez miydi: “Ne ağlarsın benim zülfü siyahım/ Bu da gelir bu da
geçer ağlama/ Göklere erişti feryadım ahım/Bu da gelir bu da geçer
ağlama...”
Dillerindeki şarkı: Imagine
Delikanlıydılar. İdealisttiler. Devrimciydiler.
Bozulmamış saf bir kuşaktı onlar.
Kızıldere’de katledilen Kazım Özüdoğru gibi, “halka inmeyi” ayakkabı boyacılığı yapmak sanıyorlardı.
İşten atılan Çorumlu belediye işçileri için yürüdüler.
Kürtler
için de yürüdüler; Kürtçe slogan atıp, Kürtçe şiirler okudular. Varto
depremi nedeniyle kan bağışı kampanyası düzenlediler. Azgın Zap Suyu’na
köprü inşa ettiler.
Pancar, tütün, fındık, haşhaş mitingleri
yaptılar. Tam bağımsızlık için “Mustafa Kemal Yürüyüşü” düzenleyip
Samsun’dan Ankara’ya yürüdüler. Atatürk heykelleri tahrip edilmesin diye
geceler boyu nöbet tuttular.
68’li kızlar da vardı bu eylemlerde; hem de mini etekleriyle.
Hippiler
yok muydu? “Özel okullara hayır” yürüyüşünde, uzun saçlı genç
üniversiteli, sarışın kız arkadaşıyla hem sarmaş dolaş yürüyor hem de
slogan atıyordu. O hippi; Kızıldere katliamından tek sağ kurtulan
Ertuğrul Kürkçü’ydü.
Hayalleri vardı, dillerinde ise John Lennon’un “Imagine” şarkısı...
SBF’nin dans partileri
Mahkemedeki
savunmaları sırasında, Mevlânâ resmi çizip altına “Ben insanım” yazıp
hâkime gönderecek kadar bu ülke değerlerine inanan bir kuşaktı.
Resimden, edebiyattan gelmişlerdi.
Ellerinden
kitap düşmedi hiç. Nice yazarlar çıkarmaları boşuna değil. ODTÜ
İnşaat’tan “Balık Memet” yani yazar Mehmet Eroğlu’nu okumayanınız var
mı?
Dans da ettiler: SBF yatılı öğrencilerinin salı ve cuma akşamları 18.45-20.00 arası dans partileri vardı.
Carmina
Burana’nın Türkiye’deki ilk bale gösteriminde harikalar yaratan balet
Aydın Erol unutulabilir mi? Ya da onca işkenceye rağmen cezaevinin soğuk
koğuşunda bale yapan 20 yaşındaki balerin kız Ayşe Emel Mestçi?
Anadolu türkülerini, Dadaloğlu’ndan Âşık Veysel’e şehre getiren 68’liler değil mi?
Tiyatro da yaptılar; Uluslararası Üniversite Tiyatroları Festivali’nde üçüncü oldular.
FKF ilk başkanı İzzet Polat Ararat’ın DTCF Tiyatro Bölümü öğrencisi olması tesadüf mü?
ODTÜ
Sosyalist Kültür Kulübü üyeleri Ali Artun ve Yılmaz Aysan’ın bugünün
tanınmış sanat galerisi Nev’in sahipleri olması, o dönem birikiminin
ürünü değil mi?
Dağcılık kulüplerini üniversitelerde ilk kimler kurdu
sanıyorsunuz? Türkiye’de bu sporun gelişiminde 68’li Fikret Gürbüz,
Tuncer Gürdil, Uçmaz Sungur, Sönmez Targan ve nicelerinin katkıları
unutulabilir mi?
Ardı ardına şampiyon olan efsanevi İTÜ basketbol takımının temelini TMTF İkinci Başkanı Cavit Savcı atmadı mı?
Maratoncu Mehmet Yurdadön ülkeye madalyalar kazandırmadı mı?
ODTÜ’lü
Ömer Gürcan cezaevine sokulmasaydı, idam edilen babası Fethi Gürcan
gibi ülkemizi binicilikte birincilik kürsüsüne çıkarır mıydı?
SBF’nin tanınmış milli güreşçileri Necati Sağır, Mustafa Aynur aynı zamanda THKP-C’li değil miydi?
Bugün
judo ve karatede madalya alanlar, bu sporun gelişmesinde büyük emeği
olan Murat Özdabak’ı anımsar mı? Peki ya boksörler milli sporcu Taşkın
Konuralp’in adını duymuş mudur?
ODTÜ Motor Kulübü’nün kurucularından
Tayfur Cinemre motosikletiyle kimleri taşımadı ki; Ulaş Bardakçı, Yusuf
Aslan, Cihan Alptekin...
Fenerbahçe takımında yelken yapan Taner Türkantöz, Mahir Çayan’ın en yakın yoldaşıydı.
Hangisini yazayım?
68 kuşağı bu özellikleriyle neden anlatılmaz?
Oysa...
Toplumsal bir gelecek hayali kuranlar bu mirası her yönüyle bilmelidir.
HÂLÂ 68’Lİ BİR DEVRİMCİ YAŞAR YILMAZ
İSTANBUL Teknik Üniversitesi İnşaat Bölümü öğrencisiydi.
İTÜ Öğrenci Birliği Başkanlığı’nı Harun Karadeniz’den sonra devraldı.
Hakkâri’ye “Zap Suyu üzerine Devrimci Gençlik Köprüsü” yapmaya giden 84 devrimciden biriydi. Deniz Gezmiş’in yakın yoldaşıydı.
Devletin ceberut baskısından her 68’li gibi o da nasibini aldı:
1971
darbesinde Ziverbey Köşkü ve Harbiye’de ağır işkencelerden geçti.
Yaşadıkları, 2.5 yıl cezaevi arkadaşlığı yaptığı Yılmaz Güney tarafından
yazılan “Sanık” adlı öyküye konu oldu. Mahkemedeki savunmasını ise “Söz
Sanığın” adlı kitabında kendi yazdı.
Maltepe ve Selimiye cezaevlerinde 5.5 yıl yattı.
Hapisten sonra hep “sakıncalı” oldu; ekmeğini taştan çıkardı.
Sonra bir gün karar verdi; mühendisliği bıraktı; “Ülkeme hizmet etmeliyim” diye düşündü.
Anadolu topraklarını 2.5 yıl karış karış dolaştı.
Unutulmaya
yüz tutmuş, sahipsiz bırakılmış, 115 antik kentteki 119 antik tiyatroyu
inceledi. “Anadolu Antik Tiyatroları” adıyla kitaplaştırdı.
Bu çalışma Kültür Bakanlığı’nı heyecanlandırmadı.
Fakat
Avusturya Kültür Bakanlığı, Yaşar Yılmaz’ı Salzburg’daki Mozart
Üniversitesi “Antik Çağda Akustik ve Ses Dağılımı” konusunda konuşma
yapmaya çağırdı.
Çünkü bugüne kadar bilinmeyen 2 önemli bulgu keşfetmişti.
İlki
sesin iletilmesiydi: Sahnedeki oyuncu, şarkıcı, konuşmacı ya da müzik
aletinden çıkan sesin 20-25 bin kişilik açık hava tiyatrosunun en uzak
basamaktaki izleyiciye kadar gidebilmesini, o dönemin mühendisleri orta
yola “sırtlı koltuklar” yerleştirerek sağlamışlardı. Ses, koltuğun
sırtlığına çarpıp yukarı basamağa kadar çıkabiliyordu.
İkinci buluş
ise bugüne kadar düşünüldüğü gibi ilk tiyatro antik Yunan uygarlığı
döneminde değil, Erken Dönem medeniyetleri döneminde yapılmıştı ve ilk
açık hava tiyatroları taş değil ahşaptı.
Hırsızların
peşinde bir 68’li
68’li devrimci Yaşar Yılmaz antik tiyatrolar çalışmasını bitirdikten sonra köşesine mi çekildi. Hayır.
5
yıl önce, Anadolu’dan yağmalanan tarihi eserlerin ve kültürel
varlıkların peşine düştü. ABD, İngiltere, Avusturya, Almanya, Danimarka,
Rusya, ve Yunanistan’a gitti. Yüzlerce müze gezdi.
Türkiye’den kaçırılan 40 bin eseri buldu ve fotoğraflarını çekerek belgeledi.
Neler bulmadı ki:
Paris
Louvre Müzesi: Mağnesia’daki ünlü mermer tapınak kabartmaları, Asos’tan
sökülen tapınak parçaları ve yüzlerce dev boyutlu mermer, bronz
heykeller. Hitit, Urartu, Bizans, Selçuklu, Osmanlı eserleri.
Londra
British Museum: Ksantos’dan (Eşen-Antalya) Nereitler anıtı, Knidos’tan
(Datça) 600 civarında büyük boy heykel, Mozeleum (Bodrum’daki ünlü,
dünyanın 7. harikasının mermer süslemeleri ve heykelleri).
New York
Metropolitan Müzesi: Sardes’ten (Salihli) sütun ve diğer eserler,
Bergama’dan büyük bronz heykel, Priyene, Milet ve Efes’ten heykeller,
mermer lahitler, Kültepe’den (Kayseri) Sümer-Asur dönemi eserleri.
Boston Müzesi: Asos eserleri.
Washington Dumborton Oaks Müzesi: Antakya mozaikleri ve Bizans eserleri.
Baltimore Müzesi: Antakya mozaik koleksiyonu.
Chicago Sanat Müzesi: Selçuklu-Osmanlı eserleri.
Chicago Üniversitesi Şark Eserleri Enstitüsü Müzesi: Alişar eserleri.
Los Angeles Getty Villa: Burdur-Antalya yöresinden Kremna mermer kadın heykelleri.
Viyana Ephesus Müzesi: 50 m’ye yakın mermer duvar frizleri, Efes’ten giden binlerce eser.
Berlin Alte Müzesi: Priyene, Milet’ten mermer heykeller.
Berlin
Pergamon (Bergama) Müzesi: Büyük tapınak, Milet ve Priyene’den
tapınaklar, Zincirli’den Hitit tapınağı, Hattuşaş’tan heykeller, 33
metreye 14 metrelik dev boyutlu Milet pazaryeri giriş duvarı ve Selçuklu
dönemi camilerine ait eserler.
Tübingen Üniversite Müzesi: Antakya’dan heykel ve Troya eserleri.
Danimarka Ulusal Müzesi: Troya eserleri.
Kopenhag
David Müzesi: Selçuklu eserleri, Konya’dan türbe sandukası, Cizre
Camii’nin ünlü tokmağı başta olmak üzere 14 ve 16. yüzyıl çini
koleksiyonu.
Daha sırada 60 bin eser var.
Yaşar Yılmaz çalışmalarını sürdürüyor.
Evet, 68 kuşağı yazmakla bitmeyecek bir destandır.
Soner Yalçın