Tarihsel Süreç İçinde Kadın
Doğrudan insanın varlık konusunu oluşturması sebebiyle evrensel olan kadın, tarih boyunca bu evrensel varlığından soyutlanarak politik ve ideolojik çıkarlar doğrultusunda kullanılmış, buna zemin hazırlayacak yerel ve güncel özelliklerle ilişkilendirilerek de araç haline getirilmiştir. Sosyal hayatın bütün alanlarından sürgün ettiği kadına söz konusu tutumun öncülerinin bir takım haklar getirirken kendilerince onu savunarak takındıkları “her şeye rağmen kadını da insan saymak lazım”(Gültepe, 2013: 9) tavrı da gösteriyor ki, kadın ile ilgili ilk sorun daha baştan onu insan olarak algılayamamaktır. İlk zamanlardan beri evrenselliğini koruyan söz konusu anlayışın sebepleri üzerinde durmadan önce genel olarak kadının tarih boyu birbirinden farklı toplumlar tarafından ne şekilde muamele gördüğü ve toplumların siyasi, dini ve sosyal yapılarındaki işlevine kısaca değinmek yerinde olacaktır:
Alışılmadık kadın profilleriyle tarihte birçok spekülasyona sebep olan daha çok efsaneleştirilmiş ve gerçekte bundan 2500 yıl öncesinde yaşamış batıda Amazon olarak anılan savaşçı kadınların1kökenleriniyakın bir tarihte Amerikalı arkeolog Dr. Kimbal Türk olarak saptamıştır(Gültepe, 2013: 19).Erkeklere meydan okuyan, tarih boyunca savaşçılıklarıyla düşmanlarını mağlup ederek onlara korku salanbu kadınlar yönetici olarak da uzun zaman varlıklarını devam ettirmişlerdir. Rivayetler dışında Amazonlar hakkında kayıt bulunmadığından onlar hakkında elde edilen bu bilgiler daha çok dogma olarak kabul edilir. Ancak şairlerin ve ozanların naklettiği destanlarda anlatılan Amazonlar hakkında elde edilen bilgilerin bir takım tarihi bulgularla örtüşmesi, kaynağın gerçek olduğuna delil olarak görülebilir(Gültepe, 2013: 45).
Orta Asya’dan göç eden Suriye ve Mezopotamya’da yedi yüz yıllık bir hükümranlık süren ve Amazonlar gibi Türk olan, çeşitli kabileler şeklinde yaşayan Sümerlerin ordularının kadın komutanların emrinde savaşmaları da kadının bu toplumdaki önemine ve işlevine işaret eder.
M.Ö 5. binyıl ile 2. binyıl arasında Mezopotamya’da siyasi varlıkları devam eden Sümerlerde kadın hâkimiyetinden söz edilebilir. Nitekim çok tanrılı dine inanan Sümerlerde tanrıçalar tanrılardan önde geliyor, evreni ve insanı yaratan ve ona düzen verenin, sanatı sağlığı koruyanın, bereket ve bolluğu getirenin bu tanrıçalar olduğuna inanılıyordu. Bu tanrıçalar aynı zamanda kralların koruyucuları olarak da kabul ediliyordu. Ayrıca Sümer kralı Urukagina’nın yaptığı bir reformla kadınlara tek eşlilik kuralı getirilmiştir. Bu durum onun daha önce birden çok evlilik yapabildiğini göstermesi bakımından önemlidir. Ayrıca bu reform kadın hukukunun ele alındığı ilk yazılı belgedir(Çürük, 2009: 321).
Halkın durumunu tam anlamıyla yansıtan somut delillerin yoksunluğu dolayısıyla tam olarak kadının sosyal yapısını öğrenemediğimiz Anadolu uygarlıklarından Hititlerde kadınların siyasete karıştıklarını II. Hattuşil zamanından kalan belgeler göstermektedir(Çürük, 2009: 321).
M.Ö 2. binyıldan sonra Sümerlerin yazıyı kullanmaya başlamalarından itibaren kadın tarihini öğrenebiliyoruz. Buna göre Anadolu medeniyetlerinden elde kalan belgeler ışığında kadının birçok hakka sahip olduğu kayıtlıdır. Nitekim bu devirde kadının kendi adına borçlanabilmesi ve borç verebildiği senet ve imzalardan anlaşılmaktadır. Kadına ait mühür ve baskıların bulunması kadının ferdi mülkiyet hakkına sahip olduğunaişarettir. Ayrıca hukuki işlerde de bizzat dava açabiliyor ve dava edilebiliyordu(Gültepe, 2013: 81).
İtalya’da merkezi otoritenin hâkimiyeti altında bulunan şehir devletlerinden oluşan Etrüsklerin Türk kökenli olduklarına dair söylemler yakın bir tarihte tıpkı Amazonlar gibi DNA testi sonucuyla desteklenir. Yine onların Türk olduklarını akla getirenbaşka bir işaret de diğer Türk kökenli toplumlarda olduğu gibi kadının yüksek düzeyde bir konuma sahip olmasıdır. Nitekim dini törenleri hayatlarının merkezine oturtan Etrüskler kadının öteki dünya ile bağının güçlü olduğuna inanmışlar dolayısıyla kadın evrenin sahibesi olmuş, miras onun tarafından aktarılmış erkek ise neslin devamını sağlayan araç konumuna düşmüştür(Gültepe, 2012: 90).
Roma’da ise ilahi güç atfedilen kadın tanrıçalık makamıyla yine etkinliğini sürdürmesine rağmen yavaş yavaş erkek üstünlüğüne boyun eğmeye başlamıştır.
Nitekim Roma hukukuna göre erkek birinci derece öneme sahiptir ve evlilikte söz sahibi olan yine odur(Çürük, 2009: 322).
İslamiyet öncesi cahiliye dönemi Arap topluluğunda yukarıda bahsedilen kadın profili tamamıyla ters yüz olur. Burada kadın insan olarak değer görmemenin de ötesinde erkeklerin güç gösterisi yaptıkları bir araç haline gelir.Kadın sosyal ve hukuki tüm haklardan mahrum bırakılır, öyle ki doğan kız çocuklarının yaşamaları bir takım menfaatlere ters düşeceğinden ya doğduklarında ya da belli bir yaşa geldiklerinde diri olarak gömülüyorlardı. İslamiyet’in gelişiyle cahiliye adetlerinin birçoğu terk,bazıları da ıslah edilerek sosyal hayatın reformlarla iyileştirilmesi sonucu kadına hak ettiği değer verilmiştir. Kadını cinsiyetinden ziyade insan olarak gören İslam, onu bu yönüyle değerlendirerek toplumda söz sahibi durumuna getirmiştir.
Arap cahiliye toplumunu aratmayacak bir anlayışa sahip Batıda yine kadının “ölümün, ıstırabın ve zahmetin dünyaya gelmesine vesile”(Gültepe, 2013: 223) olarak görülmesi onun toplumdaki yeriniözetler niteliktedir. Hıristiyan geleneklerine göre kadın başta Hz. Âdem’i günaha sürüklediği için doğuştan günahkârdı ve şeytanın giriş kapısı olarak görülüyordu. Suçun kaynağı olarak değerlendirilmesi dolayısıyla toplumda sosyal siyasi hiçbir hak iddiasında bulunamayan kadına olan düşmanlık onun sadece soyun ilerlemesini sağlayan bir araç olarak görülmesine sebeptir. Zamanla düşmanlık öyle bir safhaya gelir ki kadına duyulan sevginin Tanrı sevgisiyle bağdaşmadığı düşünüldüğünden erkeğin kadınla meşru olarak kurduğu yakınlığın dahi onun selametini tehlikeye attığına inanılmıştır(Gültepe, 2013: 238).
Üzerinde durduğumuz dört bin yıl öncesi Anadolu’daki ve Türk kökenli toplumlarda kadının konumu bize onun hayatın her sahasında erkek kadar aktif ve dolayısıyla sosyal hayatta ve evlilikte de hak ve hukuk sahibi olduğuna işaret ediyor. Bunun tersi olarak Yunan Roma, Arap Fars ve Hıristiyan Batı kültüründe de kadının çöküş yaşadığını görüyoruz. Türk ve Türk kökenli toplumlarda kadın kimliğinin diğer toplumlara göre neden üstün bir konumda olduğu tartışmaya açıktır. Ancak biz şimdi olumsuz sahnelerle dolu kadının ilk çağdan zamanımıza kadar geçirdiği serüven üzerinde duracağız.
Dünyanın hiçbir yerinde yasal durumu erkekle aynı olmayan, köle olmasa bile hep erkeğin himayesindeki kadının konumunun insanlık tarihi boyunca hep aynı çizgide devam edip etmediğini öğrenmek için ilkel toplumlardan itibaren kadının toplum içindeki işlevine bakmakta yarar var.Tarih öncesi taş devrinde kadının ev içi etkinliğinin önemli olduğu, erkeğin toplayıcılık ve avcılıkla geçimi temin ettiği zamanlarda kadının emeği yabana atılmamış ve değerli görülmüştür. Nitekim erkek ve kadının eşit oranda değer gördüğü o dönemde kadının evdeki etkinliği ailenin iktisadi hayatına önemli ölçüde katkı sağlamaktaydı. Ancak ilerleyen zamanlarda tuncun,demirin bulunması ve aletin icadı ile erkek üretkenliğe geçince kadının evdeki etkinliği eriyip giderken aynı zamanda bu durum daha önceki ortak yaşamdan özel mülkiyete geçişi ortaya çıkarmış ve efendi köle ilişkisini doğurmuştur(Beauvoir, 1993a: 57-58). Yani kadının ezilişi burada onun iktisadi ezilişinin sonucu olarak kabul edilir. Ancak bunun doğrudan tek sebep olduğunu söylemek yeterli olmayacaktır.
Toprağın işlendiği ve geçimin buna bağlı olduğu toplumlarda ise nüfusun önemli olması kadının doğurganlığını fazlasıyla gerekli kılmış ve bu durumda da yine geçimin sağlanmasında kilit noktasını oluşturduğundan kadına kutsal gözle bakılması kaçınılmaz olmuştur. Hatta üremede erkeğin rolünü bilmeyen ilkel kavimler kadını soyun çoğalmasında yegâne aracı saymışlar dolayısıyla toprak gibi üretken kadın yaşamın devam etmesinde tek pay sahibi olduğundan toplumun anaerkil bir yapıda şekillendiği ve malın kadından kadına geçtiği varsayılmıştır. İsviçreli hukukçu Jacob Bachofen’in ortaya attığı bu olgu Beauvoir tarafından efsaneden ibaret görülür ve yine Gültepe tarafından da maddi kanıtlardan yoksun bir kurgu olarak değerlendirilir(Gültepe, 2013: 109).
Toplum içinde kadının gerek iktisadi olarak etkinlik gerekse anneliğiyle kutsallık kazanmış olması Beauvoir’e göre kadına kadınca bir siyasi güç kazandırmamıştır. Nitekim ilk çağdan beri erkek egemenliğindeki topluma hükümdar olan kraliçe bile olsa o toplumda kadının durumunda değişiklik olmamıştır. Erkeğin koyduğu kanunlara göre yönetilen ülkelerde insanlar ataerkil düzenden sapma yaşamazlar(Beauvoir, 1993a: 76).
Erkeğin söz konusu iktidar ayrıcalığının kaynağı onun güç savaşından hiçbir zaman vazgeçmemesine dayanır. Nitekim erkek her zaman bilincine ermeye çalışmış, kadının ve doğanın gizini çözemediği zaman bile boyun eğmeye yanaşmamıştır. İnsan olma ereğini taşıyan ve bu yolda mücadeleden kaçmayan erkek böylece amacına ulaşmış ve tıpkı başta korktuğu doğanın hâkimiyetine girmeyerek madenin icadı ile ondan yararlanmayı bildiği gibi kadını da hâkimiyeti altına almada gecikmemiştir(Beauvoir, 1993a: 78).
Erkeğin kadına egemen olması ilk aşamada Hegel’in bilinçler arası düşmanlık kuramına dayandırılır. Buna göre her zaman karşı bilinci etkisi altına alma eğilimi olan bilinçlerden baskın olanı diğerini yenecek ve onu içkinliğe itecektir. Her birey evrensele doğru kendini aştığı oranda ahlaki saygınlık kazanacak olduğundan, bu ereğe ulaşmak için ilk adımda birey muhatap olduğu karşı bireyi kendine basamak yapmak isteyecektir(Beauvoir, 1993b: 24). Genelde bu duruma kurban giden topluluklar etkin olan karşısında zayıf ve azınlıktadır, ancak kadın azınlıkta olmamıştır hiçbir zaman. Düşünde bile erkekleri kırıp geçiremeyen kadının boyun eğişi, kafa tutmaması daha farklı sebeplere dayanır (Beauvoir: 1993a: 21).Buna ilerde değineceğiz.
İnsanı diğer varlıklardan ayıran en temel özelliği hiç şüphesiz bir bilince sahip olmasıdır. Ancak bu bilincin varlığını kabul etmek öncelikle bireyin bunu önce kendine sonra da çevresine onaylatmasından geçer. İlk aşamada kendi onayı için öncelikle birey kendi varlığını nesnelerde yabancılaşarak kavrayacak, bunun için de cansız nesnelerdense kendisi gibi bir bilinçle muhatap olma ihtiyacı hissedecektir. Yani insan özgürlüğünü elde etmek için başka insanların onu tanımasına muhtaçtır, ancak bu başkaları her zaman olumlu sonuç vermeyebilir, nitekim erkeğin kendi cinsi olan bir erkekte bu amacı gerçekleştirmesi çatışma ihtimalinin yüksek olması dolayısıyla zordur. Kendi cinsinde amacını gerçekleştirmenin zorluğunun yanı sıra var olan bireyin cinsli bir vücuda sahip olması dolayısıyla kendi varlığı ile ilgili onayın cinsiyeti ile beraber olması gerekliliği de onu hemcinsinden bu noktada uzaklaştıracaktır. Bu durumda bireyin kendi varlığının hem kendisi gibi bilinçli bir varlıkta hem de kendi cinsinin zıttı olan bir cinste kabul görmesi varlığının topyekûn olumlanmasını sağlayacak olduğundan doğayı insan bedeninde yansıtması ve erkeğin zıttı dişi bir varlık olması, her şeyden öte bilince sahip yani kendisigibi bir insan olması dolayısıyla kadın, erkeğin varlığını olumlayarak onu özgürleştirecek en uygunöteki varlıktır (Beauvoir, 1993a: 153).Ayrıca bilinçler arası iktidar mücadelesinde kadının erkek karşısındaki yenilgiyi baştan kabul etmesi ve onun egemenliğine boyun eğerek içkinliğe sürüklenmeye karşı bir hareket göstermemesi durumun olağanlığını arttırır. Üstünlüğünü göstermek için temeli hastalıklı olan bir anlayışı benimseyerek kadını saf dışı etme eğiliminde olan erkeğe (Frenzel, 2008: 167) bu ilk sanal adımdan sonra somut olarak da karşı cinse olan yengisinin kaçınılmaz görüntüsünü hazırlayan birden çok sebep vardır. İlk olarak daha çocukluktan başlayan eğitimle erkek yavaş yavaş kadın üzerinde bir üstünlüğe sahip olduğuna ailesi ve toplum tarafındaninandırılır. Doğduğunda herhangi bir ayrıcalık ya da olumsuzluktan uzak, eşit gereksinimleri olan insanın çevresiyle ilişkilerinin somutlaşmaya başladığı ve artık kendini birey olarak algılama çabasına girdiği ilk bütünden ayrılış, yalnızlık ve insan olmanın trajikliğiyle yüzleştiği sütten kesilme anı ve sonrasında erkeğin kadın üzerindeki üstünlüğü kız ve erkek çocuğa farklı davranılarak öğretilir(Beauvoir, 1993a: 233).Buna göre çevresi tarafından sevilerek,ilgi toplayarak varlığını olumlama çabasına giren kız çocuğun bu gereksinimi fazlasıyla karşılanırken aynı beklentide olan erkek çocuk bundan mahrum bırakılarak daha o yaşta ona sorumluluk ve güçlülük duygusu aşılanır. İlk etapta zorlanan ve kızı kıskanan erkek çocuk kulağına fısıldanan erkeklik gururuyla övünmeye ve erkekliğin getirdiği ayrıcalıkları fark etmeye başlar. Çocukluğundan itibaren sorumluluk bilinciyle beslenen erkeğe insan olabilme edimleri öğretilirken ona kendini gerçekleştirme olanakları sunulur. Böylece insan olabilme,kendini aşma ile erkek olmak hiçbir zaman birbirleri ile çelişmez,bilakis birbirini destekler(Beauvoir, 1993a: 311).Oysa insan olmak, cinsiyet ayrımı gözetmeksizin insanın olanaklarını fark ederek,yeni alternatifleri özgürce hayata geçirerek “sürekli bir yükseliş” kaydedebilme ve kendini aşabilme çabasıdır. İnsanoğluna ait ve özgürlükle sıkı sıkıya bağlı bu hayati gereksinimden kadın tarih boyunca mahrum bırakılarak erkeğin söz konusu amacına hizmet etmekle görevlendirilerek pasifliğe itilmiştir. Yani erkeğin cinsiyetine uyum sağlayan insanın etkinliği, kadının kadın kimliği ile çelişkili hale getirilmiş ve kadından erkeğin kendini gerçekleştirmesi için kendini feda etmesi beklenmiştir. Oysa varoluşunu meşrulaştırmak isteyen her birey, kendi varlığının sınırsız bir kendini aşma ve özgürce seçilmiş tasarılara katılma isteği taşımaktan vazgeçmeyecektir(Kızıler, 2009: 374).
Kadının doğası dolayısıyla erkek karşısında ötekileşmesinin sebepleri arasında daha önce de belirttiğimiz bilinçler arası iktidar mücadelesinden yenik çıkması vardır. Erkeğin koruması ve güdümüne boyun eğdiği gibi kadın erkeğin onu ötekileştirmesine karşılık savunmaya geçmeyerek duruma göz yummuştur. Nitekim Hegel’in bilinçler arası düşmanlık kuramından yola çıkarak kendi varoluşçu felsefesini temellendiren Sartre’ye göre “ben” bilincine sahip her varlık varoluşunun niteliğini ötekinin onu sadece tanımasına değil nasıl tanıdığına ve onu ne tür bir “ben” olarak gördüğüne bağlıdır(Biemel, 1984: 54-55).Bu noktada kadını etkisiz hale getirmenin en etkin yolu onu seyirlik hale getirmektir. Nitekim estetik zevke hitap eden kadınlar resimler gibi sessiz ve güzel olmaları sebebiyle insan olmasına rağmen resim olarak kullanılabilmişlerdir. Pasifize etmeye elverişli olmaları dolayısıyla nesnelleşmeye yatkın durumda olan kadınları erkekler seyreder, kadınlarsa seyredilişlerini seyrederler. Bu durumda kadının içindeki gözlemci erkek,gözlenense kadın olur. Böylece kadın kendisini bir nesneye,özellikle görsel seyirlik bir nesneye kendi eliyle dönüştürür(Berger, 2004: 44).Sartre’nin kuramına göre kadının etkinliğinin yok oluşu ilk olarak erkeğin ona bakılan rolünü kabul ettirmesiyle başlar. Buna göre erkek özne olarak “bakan”dır,kadın nesne olarak “bakılan”. Kadınlar bakılan olmayı o kadar benimserler ki, zamanlakişiliği buna göre şekillenir. Buna göre bir erkeğin ona nasıl baktığı ve davrandığı onun toplumdaki yerini belirleyecektir. Yani erkekler etkin olmaları dolayısıyla davrandıkları gibi,kadınlar da edilgenlikleri dolayısıyla göründükleri gibidir (Şener, 2009: 538).
Kadını pasifize etmek için onu ilk olarak bakışlarla etkinlikten uzaklaştırarak gözlenen durumuna getiren ve durumu muhatabına da onaylatan erkeğin bundan sonraki aşamada işi kolaylaşacaktır. Nitekim kadın da artık kendini erkek karşısında onun alglarına uyumlu hale getirme eğilimine girmiş ve yavaş yavaş özünden uzaklaşarak olduğunun tersine nasıl olunmasını istediği şekilde özünü şekillendirme yoluna girmiştir. Bu bağlamda etkin olan erkek karşısında pasif olan kadın öteki olmaya adeta kendisi razı olmuş, bilinçler arası mücadelede her nasılsa ciddi birrakip olamamıştır(Llyod, 1996: 124).Söz konusu durum Beauvoir’in iddia ettiği üzere kadının ezilişinin onun yalnızca biyolojik yapısı, cinselliği ya da iktisadi durumundan kaynaklanmadığı gerçeğini destekler, burada bir kabulleniş ve ardından bu kabullenmenin toplumsal bir olgu durumuna geçişinden söz edebiliriz. Yani insanlığın yarısını oluşturan dişi varlık kadının gerçekten var olup olmadığını tartışacak hale gelen bir toplumun “kadın olun, kadın kalın” söylemleri kadınlığın insanlıktan öte,sonradan edinilen ya da herkesin ulaşamadığı bir oluşum olduğuna işaret eder(Beauvoir, 1993a: 13-14).Beauvoir’in ortaya attığı bu söylem bizi kadınlığın doğal bir verinin aksine kültürel bir oluşum olduğuna ve bu bağlamda kadının tarih boyunca ikincil olmasının kuru bir kabullenişten başka açıklaması olmadığı sonucuna ulaştırır.
Erkeğin temel öteki varlık ve kadına buna karşılık öteki temel olmayan varlık olma durumunun sebepleri arasında hiç şüphesiz edilgenliğe en sağlam zemini kadının doğası yani annelik özelliği hazırlar. Tarih boyunca hep doğaya kafa tutma ve onu kendine mal etme çabasında girişilen yarışta kadına onu doğayla özdeş kılan doğurganlık özelliği ayak bağı olmuştur.Annelik onun hareket alanını kısıtlamış üretim ve etkinlikte meydanı erkeğe bırakmasına sebep olmuştur (Şener ve Torun, 2009: 453).Bu bağlamda erkeğin üstünlük sağlaması onun doğal hayatın dışında etkinlikte bulunabilmesine ve aletlerin icadını geliştirmesine bağlıdır(Llyod,1996: 128-129).İnsanlık doğal hayatın üstüne çıkan ve gelişme gösteren bir hayatı yaşamaya değer gördüğünden üretken erkeğin karşısında üretkenliği doğal bir süreç olan orijinallikten uzak annelikle kadın bu noktada ilerleme imkânına sahip olmaktan fersah fersah uzaktır. Bu bağlamda insanlık tarihinde doğallığında ayrıcalık arayan kadının gözden düşmesi kaçınılmaz olur, çünkü o gizini ve gücünü kendi bireysel çalışma ve üretkenliğine değil erkeğin zayıf kaldığı doğal yetisine borçludur (Beauvoir, 1993a: 80).İnsanın toplumsal işlevine göre değer görmesi dolayısıyla kadın ancak daha önce belirttiğimiz ilk ilkel toplumlarda değere şayan bulunmuş,o da gizinin çözülmesine kadar. Böylece üretime geçmeyi başararak özgüven kazanan,bu yolla varlığını olumlayaraközgürlük elde eden erkek üstünlük kazanmış,kadın ise yerinde saydığından hizmetçiliğe kendini mahkûm etmiştir. Erkek kadının zayıflığını gördüğü ilk fırsatta adeta durumdan yararlanmak adına üstünlüğünü genel geçer bir durum olarak kabul ederek ve ettirerek topluma yön veren olmuştur. Bu şekilde alt yapısı hazırlanan ataerkil bilincin “kadın zeki bir annedir” diyerek kadını bu özelliğine hapsetmesi ve onu sadece annelik göreviyle sınırlandırmasının kadının kendi onayından geçmesi zor olmaz. Kadının söz konusu durumu onayının temelinde insanda öznellikten başka nesne olmaya eğilim gösteren bir yönünün var olması yine göz ardı edilemeyecek bir gerçektir(Beauvoir, 1993a: 23).Daha önce de belirttiğimiz gibi kadına kolay gelen (zaten çocukken öğretilmişti) sorumluluktan muaf olma isteği onun kolaya kaçmak adına ipleri erkeğe teslim etmesine vesiledir. Böylece ataerkil toplum kadına öznesinden uzaklaşmasını ve insanın devamını sağlayan mekanik bir araç olma durumu masum göstermek adına etkin olarak yinelenmekten ve kısır döngüden kendini kurtararak şimdiye hapsolmayan erkeğe korumacı ve sahip çıkıcı rolünü vererek kadını onun himayesine sokar. Kadın açısından da durum lehinedir nitekim erkek onun kafa yorması gereken angaryaları üstlenerek ona kolay bir yaşam sunacak kişidir.
İnsanlığın basit bir hayvan türü ve tek ereğinin tür olarak kendini sürdürmenintersine insan olmanın kendini aşmakla eş anlamlı oluşu, kadının anneliği tek görev edinmekle maruz kaldığı sıkıntıların açıklamasıdır. Her şeyden önce insan olan kadın bir anne eş ya da kız olmasından önce insan olabilmeyi amaç edinmelidir (Çelik, 2009: 513). Kadınlık ve annelik ona bu yolda biraraç olmaktan öte gitmemelidir(Beauvoir, 1993a: 70)ancakdoğal bir süreç olan ve bireyin kendi özgür etkinliğinin dışında tamamen doğaya bağımlı bir eylem olan annelikle kadını sınırlandırmak,ister istemez onu içkinliğe iterek etkin olan erkek karşısında nesneleştirmiş ve insan olma, kendini gerçekleştirme ereğinden uzaklaştırmıştır. Daha öncede değindiğimiz gibi erkek karşısında nesne olmak aktif hayata dâhil olmamak ilk başta insana zor gelecek sorumluluk duygusundan muaf olmak demek olacağı için kadın burada kolayına geldiğinden kendisine öngörülen rolü benimsemekte beis görmemiş ve erkeğin koruması ve güdümü altında olmak işine gelmiştir. Ancak dışarıdan gelen bu telkinin içte de onaylanması kadının sandığı gibi lehine devam etmemiş ve zamanla durum geri dönüşü zor ciddi sonuçlar doğurmuş ve kadın insan sınıfına dâhil edilmeyecek bir duruma sürüklenebilmiştir. Kadının tepkisizliği ve toplumun ataerkil yapıda gelişim göstermesiyle erkek adeta meydanı boş bulmuş ve çok geçmeden işi ileriye götürerek,kadını köleleştirerek onu birçok haktan mahrum bırakmıştır. Üstünlüğünü sağlam temellere oturtmak için kadını saf dışı bırakan ve kendi lehine işleyen çeşitli kanunlar çıkarmışolan erkek, gerekçe olarak da kadının “salaklığını ve kırılganlığını” göstermiştir(Beauvoir, 1993a: 91).Söz konusu yasalar tarih içinde kadının durumunu iyileştirmek adına bir takım değişikliklereuğrasa da iktisadi olarak kalkınmasından öte bu reformlar hiçbir zaman kadına siyasi ayrıcalık getirmemiştir. Nitekim günümüzde dahi en gelişmiş ülkeler kadının siyasi alanda bulunma oranının %40-50’nin altında olması ve ulusal meclislerdeki kadın milletvekillerin %10-15’lerde seyretmesi bu iddiaya delildir(Şener ve Torun, 2009: 455).
Kadını içkinliğe ve dolayısıyla pasif ve tekdüze bir hayata sürükleyenin ilk olarak kendi suçu olduğuna değinmiştik. Durumun sürekliliğine sebep olan en önemli etken ise hiç şüphesiz ekonomiktir. Erkeğin gücü sağlam toplumsal ve iktisadi ayrıcalıklara dayanırken ekonomik anlamda bağımlı yaşayan kadının özgürleşmesinin imkânlar dâhilinde olmadığı açıktır. Öte yandan çalışma sahası ve gelir dağılımı erkeğe oranla kısıtlı olan kadının çalışma gücü erkekle eşit görülmediğinden kadına ayrılan yer oldukça yetersizdir. Cinsiyet eşitsizliğinin fiziksel farklara dayandığına kanıt gösterilebilecek söz konusu durum çalışma hayatında kadına yer verilmemesini öngörür. Bunun yanı sıra çalışsa bile erkek gibi çocuk ve ev yükümlülüklerinden muaf olamayan kadın hiçbir şekilde kendine uygun çalışma ve ev hayatını yakalayamaz. Eğitim alanındaki eşitsizlik ekonomik bağımlılığın peşi sıra kadını tutsak eden sebeplerdendir. Nitekim dünyadaki okuma yazma bilmeyen eğitimsiz insanların büyük çoğunluğunu kadınların oluşturuyor olması iddiaya kanıttır(Şener ve Torun, 2009: 457).
Kadının dışlanmışlığı sosyal ekonomik ve eğitim alanıyla sınırlı kalmaz. Kadının hor görülmesi belki de onun kendisini insandoğasına aykırı tekdüzeliğe mahkûm etmesinin karşılığı olarak sürekli aşama kaydeder ve sonunda öyle bir safhaya varır ki artık kadın insan sınıfına dâhil edilmeyecek muamelelere maruz kalmaktan kendini koruyamaz duruma gelir. Kadının başlı başına bir cinsiyet olarak değil erkeğin gelişmemiş eksik hali olarak yorumlanması dışlanmışlığı doruğaulaştırır. “İnsanın bedensel yapısı yazgısıdır”(Koç, 2009: 65) sözünün işaret ettiği üzere kadının yetersizliğini bedenine yükleyen Freud ve sonra Lacan’ın fallus merkezli cinsiyet teorileri kadını kimliksizleştirmeye yöneliktir. Cinsiyetini erkek üzerinden açıkladığı kadını Freud,eksik erkek olarak niteleyerek onu başlı başına bir cinsiyet olarak görmez. Söz konusu eksikliğin temelini kadının erkekliğe özentisi ve dolayısıyla kıskançlığıyla açıklayan Freud’a göre kadın bu eksikliği sebebiyle aşağılık duygusu çekmekte, aşmak içinse diğer kadınlarla yarış haline girmektedir (Lindhoff, 2003: 61).Böylece Freud Psikanaliz ile cinsiyetler arasındaki eşitsizliği bilimsel verilere dayandırarak durumun haklılığını ispatlamış olur. Lacan da bu verilerin ışığında artık birey olmaktan uzaklaşmış kadınla erkeğin arasında oluşacak bir sevgi bağının imkânsızlığını dile getirir(Zengin, 2009: 16).
Toplumsal baskının bilim dünyasındadestek bulması ile iyice silikleşen kadın profili birey olabilmekten uzaklaşarak insanlığa dair edimlerini ve gereksinimlerini mevcut sisteme uyum sağlamak adına bastırma yoluna gitmiştir. Bunların başında da hiç şüphesiz sakıncalı görülen cinselliği vardır. Bastırılmaya en yatkın dürtü olan cinsellik (Fromm, 1998: 66), kişinin varlığının ayrılmaz parçasıolancinsiyetinin doğal bir sonucu olması ve her şeyden önemlisi daha önce de değindiğimiz üzere varlık bilincinin oluşumunda olmazsa olmaz bir pay sahibi olduğundan bunun bertaraf edilmeye çalışılmasının geri dönüşü zor sonuçlar doğuracağı beklenen bir akıbet olsa gerektir. Kimlik sahibi ve dolayısıyla söz sahibi olmanın öncelikle cinsel kimlikle elde edilebileceği gerçeği kendisi için öngörülmeyen kadın,bedenini ve cinselliğini inkâr etmeye zorlanır. Varlık iddiası kadının varlığına bağlı olan, kendini tanımlayabilmek için kadına gereksinim duyan erkek dişiliğinden ötürü kadını aşağılayarak ona egemen olmayı hedefler. Kendisi gibi karşı cinse ihtiyaç duyan kadına erkek bu hakkı tanımaz. Bunun için de öncelikle kadın kendi cinsiyetinden mahrum bırakılarak var olma ve özne olma imkânı bulamaz, bulamayınca da özne olan erkeğin nesnesi olma durumuna mahkûm olur. Sonuç olarak kendini aşkınlık karşısında içkinliğe razı gören kişide nesne olmanın ve başkalarının amaçlarına hizmet eden konumuna sürüklenmenin sebep olduğu utanç yaşanması kaçınılmazdır. Bu utanç,özgürlüğüne sahip çıkamamanınverdiği eziklikten kaynaklanır(Foulquie, 1998: 73).Utancın söz konusu boyun eğişten kaynaklandığı Sartre’nin özne-nesne ilişkisi ile ilintilendirilebilir, nitekim Sartre’nin kuramına göre aşkınlık karşısında kendini savunmaya geçmeyerek içkinliğe itilen kişi etkinliğinin elinden alınması sebebiyle utanca maruz kalmaktadır. Yaşanılan bu utanç hiç şüphesiz bu durumu körükleyecek dolayısıyla güç ve otoritenin aşkın olanın tasarrufunda kalmasını devam ettirecektir. Bu şekilde toplum sistemli bir şekilde ataerkil düzene hizmet etmektedir.
Yaşamlarını erkeğin boyunduruğu altında devam ettiren kadına empoze edilmiş ikinci sınıf insan muamelesi bir takım yollarla hem yumuşatılmış hem de sürekliliği garanti altına alınmaya çalışılmıştır. Bu yollardan en belirgini evliliktir. Evlilik bağının oluşmasında genç kızın her zaman seçilen erkeğin ise seçen kişi olması durumun en somut örneğidir. Ayrıca evliliğin iki taraf için algılanış farkı da kadın köleliğine damga vuran bir başka göstergedir. Nitekim erkek için evlilik varlığını geliştirmek ve toplum içinde varlığını olumlamak için bir araç olarak görülürken kız için evlilik topluluğa katılmanın tek yolu ve ayrıca geçim kaynağıdır. Yani erkek buna temel tasarısı olarak bakmazkenbu kadının tekhedefidir(Beauvoir, 1993b: 18).Ayrıca evliliğin temelinde barınan cinselliğin iki taraf için yaşanış biçimi yine üzerinde durulması gereken bir konudur. Nitekim ataerkil toplum yapısında erkek için ifade ettiği anlamın çok ötesinde kadının bunu kendi isteği doğrultusunda yaşaması suç olarak addedilmiş ve kadınlar bundan ister istemez utanç duymuşlardır. Oysa cinsel yaşamı mutluluk için en temel ırsatlardan biri olarak gören Fromm’un yanı sıra Lichtenstein’a göre de karşı cinsle kurulan yakınlık kişiye hayatta olduğu, varlığının onaylandığı ve beğenildiği izlenimini vermesi bakımından kimlik duygusunu pekiştirmektedir(Zengin, 2009: 19).Bu durumda erkek egemenliğini güçlendiren bir sebep daha ortaya çıkmış oluyor. Kadının aksine erkek cinselliğinin kimlik belirtisi olarak kabul edilmesi erkek için bunun utanç kaynağı olmak şöyle dursun teşvik edilenbir durum olması yine aradaki uçuruma işarettir. Var olmasını cinsel cazibesinin devamına bağlı görerek kendini adeta birey ve özne olarak görememe hastalığına tutulan kadının toplumda varlığını sürdürmeyi cinselliği dolayısıyla arzulanma oranına dayandırması, hiç şüphesiz içinde bulunduğu çıkmazın en belirgin göstergesidir.
Evlilikle saygınlık kazandırılmaya çalışılan kadın cinselliğini toplum aslında bu yolla kökünden silmeyi hedefler. Kadının bu konuda hiçleştirilmesinin kökeni yine erkek egemenliğininpekiştirilmesi adına yapılmaktadır. Yani evlilik kadını cinsel aktivitenin dışında tutarak onun kendini başka bir bireyde tanımasından mahrum bırakmaktadır. Bunun yanı sıra kadının sadakatsizliğine sebebiyet vereceği endişesi taşıyan toplum, evlilikte kadın erkek ilişkisine sınırlar koyarak ahlakın bozulmasını engellediğini savunur. Ancak diğer taraftan gayri meşru yollarla gereksinimin karşılanmasına göz yumarak bir nevi bunu desteklemektedir. Zaten genel kabule göre evlilikler çoğunlukla aşktan doğmaz. Aranan şey, Montaigne’nin sözlerinin de işaret ettiği üzere: “İnsan sırf keyfi için evlenmez, soyunu sürdürmek, ailesini devam ettirmek için evlenir.” bireysel mutluluğu sağlamak yerine kadınla erkeğin cinsel ve ekonomik birliğini sürdürmek ve soyunu devamettirmektir(Beauvoir, 1993b: 25-26).Toplum kabulünün tersine kadınla erkek arasında oluşan bağın bir görevi yerine getirmekten çok öte özgür bir biçimde oluşması aradaki sevginin kalıcılığını arttıracak olması bakımından önemlidir. Nitekim her şeyden özgür olan sevgi duygusu bunu şart koşar. Bu evrensel olgunun tersi yöndedavranarak sevgi adı altında bir takım menfaatleri beslemesi adına kurallar dayatan toplumun bireysel mutluluğu sağlayamayacağı açıktır. Hal böyle olunca evlilikle aradığını bulamayankişinin arayışını gayri meşru yollarda sürdürmesi kaçınılmaz olacaktır.
Sonuç olarak toplum kuralları kadın ve erkeği kısaca insanı kendi olmaktan alı koymuş ve bu onların kimliklerini yaşamalarına engel olacak şekilde ilerlemiş ve zamanla genel geçer bir kural olarak alışkanlık kazanmış ve kendi olmaktan uzaklaşmış hastalıklı insanlar çoğalmıştır.
Yukarıda irdelediğimiz olumsuzluklarla dolu kadın tarihinin neden bu şekilde bir seyir izlediği üzerinde durduğumuzda, buna zemin hazırlayan sebeplerin birdenfazla olduğunu saptasak da aslında okların bir noktada birleştiğini görürüz. İlk olarak kadını ötekileştiren erkek nazarının karşı cinsi olan kadını olumsuz algılanmasının temelinde yatan sebepleri irdeleyelim:
Kadına tarih boyunca kötü özelliklerin isnat edilmesinin temelinde erkeğin bilinçdışında maruz kaldığı,Bergler’in de ifade ettiği gibi kadına duyduğu korkuvardır(Tseelon, 2002:22-23).Fiziksel olarak erkeğe nazaran zayıf ve duygusallığı dolayısıyla da görünürde kendi halinde bir yaşamı olacak olan kadının erkek tarafından tehdit olarak algılanmasının kökeni ise kadının doğurganlık özelliğine dayanır. Düşmanlık erkekte ta çocukluğunda kıskançlık olarak açığa çıkar (Beauvoir, 1993a: 250).Nitekim yeni bir cana hayat kaynağı olamaması yüzünden söz konusu ayrıcalıkla hep bir adım geride kalacağı kadından ürken erkek taşıdığı endişe dolayısıyla kadındaki potansiyelden korunmak adına hep savunmada durarak kadını içkinliğe sürüklemiştir. Yani erkeğin kadınla olan zorunun temel sebebini buna dayandırabiliriz. Daha önce de belirttiğimiz erkeğin iktidar azminin kaynağı da bu korkunun kamçılamasıyla devamlılığını korumuştur.
Doğurganlığının yanı sıra cinsel cazibesinden ötürü kadını kendisine tehdit olarak algılayan erkek baştan çıkarıcı kadınıgünahın kaynağı olarak görür ve suçlar,suçlamakla da kalmaz cezalandırmak ister ve böylece de onu saf dışı etmeye çalışır. Bu korkunun temelinde ise Freud’un iddiası olan iğdiş ihtimali yatar. Kadını kendi başına bir cins olarak görmeyen ve onu eksik erkek olarak niteleyen Freud’a göre kadının cinsel cazibesini kullanmasının sebebi fallus arzusudur. İçinde yatan erkekliği gizlemek ve güce ulaşmak için dişiliğini kullanır(Erdemir, 2009: 363).
Üretkenliği dolayısıyla yaşamın kaynağı olarak değerlendirilenkadının cinselliğiyle dışlanması adeta hayat gibi çelişkiler yumağı olan kadının kaderidir. Anneliğiyle kutsanırken cinselliği dolayısıyla ayıplanması buna örnektir. Erkek tarafından bireysel varlığı ile değil eş olma özelliği ile sevilen kadının (Scheffler, 1908: 23) bedeni doğmayı, doğurmayı, toprağı da temsil ettiğinden faniliği çağrıştırır (Beauvoir,1993a:161).Erkek kadından doğmuş olmasıyla ölümü hatırlar, düşmanlığın kökeninde bu da vardır. Erkeğin kadına beslediği bu düşmanlık aslında yazgısına, insan olarak var olmasına ve yüklendiği ağır göreve bir başkaldırış olarak da değerlendirilebilir. Nitekim zıtlıkları bünyesinde barındıran kadın iyi ve kötü halleriyle aslında hayatı özetlemektedir.
Doğayı ve yaşamı dışardan izleyen erkek de kadını izler,onda gördüğü güçten sakınmaya çalışır. Nitekim geçmişten günümüzekadın için ileri sürülen erkeğin ganimeti ve yok edicisi, yaşam kaynağı ve hiçlik, cadı ve kurtarıcı, sahip olamadığı ve sahip olduğu her şey gibi çelişkili ifadeler de erkeğin kadın karşısında bastırmaya çalıştığı bir zayıflığın göstergesi durumundadır(Koç, 2009: 71).
Erkeğin kadın tehdidinden kurtulma çabalarında onu suçlama ve cezalandırma eğilimi göstermesinin ve durumun süreklilik arz etmesinin en somut dayanağını kadının pasifliğine ve kendisine yöneltilen suçlama ve sınırlamalara itirazda bulunmamasına ve durumu sineye çekmesine dayandırabiliriz. Kadının gücünün ve egemenliğinin hiçbir zaman meşru olmadığı vurgulanan(Okan, 2009: 491) ve onu erkek için tehdit sayan ve ilk günahı işlemesine sebep gören Hıristiyanlık ve Yahudilik dinleriyle egemenliğini pekiştiren erkek (Beauvoir,1993a: 93),kadının içkinliğini çaresizce benimsemesiyle iktidarının sürekliliğini korur. Yani kadın, insanlığı dolayısıyla aşkın bir varlık olmasına rağmen nesne olmayamahkûmdur, kendini kurtarmak içinse çareler aramaktan uzaktır. Varoluşunun sorumluluğunu göğüsleyecek yerde kendini alın yazısına bırakır, düşünmek yerine düşler kurar, kendinden kaçar aslında. Hayatındaki en önemli hedefi evliliğe ulaştıktan sonra önündebaşka bir amacı kalmayarak tamamen boşluğa düşen kadının yegâne uğraşısı ev içi işler ve sorumluklardan öteye gitmez. Erkek gibi varlığını topluma ve kendine somut gerçeklerle ispat etme olanağı bulamayan kadın bu ihtiyacını evini çekip çevirmekle ona sahip çıkmakla gidereceğini düşünür, ancak monotonluktan ibaret ve üretkenliğe hiçbir katkısı olmayan bu eylem beklentisinin tersine kendini aşmasına en büyük engel haline gelir. Böylece kadının hayatı hiçbir işe yaramayan umutsuz bir şimdiki zamandan ibaret hale dönüşür (Beauvoir,1993b: 53).Sonuç olarak toplumsal yanılgı ve edinilen alışkanlıkların öngördüğü birbirini tamamlamaktan öte kendini geliştirme, topluma dâhil olabilme, varlığını kendine ve insanlara onaylatma aracı olmaktan uzaklaşan ve tek yanlı bir gelişime çanak tutmaya dönüştürülmüş evlilikle kadın kimliği kökten uca silikleşmektedir. Kişiliğini doğrulamayı çocuk dünyaya getirmekle kadına geçici bir çözüm sunan toplum, kadını bu özelliği ile överken (Hilmes, 1990: XVI) aslında bu şekilde kadını daha büyük sorunlarla yüzleştirir. Daha gebelikten itibaren yeni bir kimlik kazanan kadının geçici istekleri dahi kutsallaşır, ancak geçici olan bu süreçle ayrıcalık da bitecek ve eğer ki çocuk dünyaya getiren kadın bu göreve yetkin değilse zannedilenin aksine daha büyük çıkmazlara girecektir. Eski tek düzelik bu sefer çocuk yetiştirme gibi ağır bir sorumlulukla devam edecektir. Kendini yetiştirmekten mahrum bırakılmış ve kendine dahi faydası olmayan bir insanın yeni bir bireye ne verebileceği kuşkuludur(Beauvoir, 1993b: 160).
Çocuk sahibi olarak kendini aşma ancak bir yanılgıdır, nitekim toplum tarafından verilen bu saygınlık için kişi kendinden bir çaba göstermemiş,doğal olan bir olay gerçekleşmiştir. Daha önce de bahsettiğimiz gibi orijinallikten yoksunbir eylem olan anneliğin kadına varlığını aşma imkânı tanımamasının bir kanıtı da kadının bundan sonra gerçek bir dinginlik ve huzur bulamamasıdır. Toplumun genel kabul ettiği önyargıya göre kadının annelikle mutlu olabileceği ve bunu yaşam gayesi görmekle yetineceği düşüncesi,dolayısıyla yanlıştır. İnsan ancak insanlık görevini yerine getirebildiğinde mutlu olabilecektir. Bu görev de hiç kuşkusuz kendini tanımak ve aşmaktan başkası değildir.
Her yönden erkeğe bağımlı kalan,olanca ağırlığıyla hemekonomik hem ruhsal yönden erkeğin sırtına yük haline gelen kadının yukarıda anlattığımız durumu kaçınılmaz değildir (Koç, 2009: 71).Nitekim Poulain de la Barre gücü ele geçiren erkeğin hayatın her sahasında kendisini kayırdığını, kadınlarınsa buna alışkanlıktan ötürü göz yumduğunu, durumu değiştirmek adına karşı bir hamlede bulunmak üzere hiçbir zaman şansını denemediğini ifade etmesi durumun değişebilirliğine işarettir. Beauvoir’e göre de gizemli ve kaçınılmaz bir gidişatın değil,somut ve değişebilir bir durumun kurbanı olan kadının asıl sorunu doğurganlığı ile bireysel etkinliği bağdaştıramamış olmasıdır(1993b: 107).Çocuk dünyaya getirerek insanlığın devamını sağlamak onun biyolojik görevidir,insanlık görevi değil. Öyle ise kurtuluşu doğal üretimde aradığı sürece durumunda değişiklik olması olası görülmez. Söz konusu bu yanılgı toplumlarca kabul görmüş, öyle ki edimsel başarı,dişi kimlikle örtüşmez hale getirilerek dişiliğin horlanmasıda gidişatın sürekliliğine sağlam zeminler hazırlamıştır. Nitekim alışılagelen kadın profilinin aksi yönde hareket edip duruma isyan eden,özerkliğini arayan kadınlar ancak kadınlıklarını yadsıyarak buna cesaret edebilmişlerdir. Bazı toplumlarda dişiliklerinden uzaklaşan yaşlı kadınlara saygı duyulması ve onlara “bir üçüncü cins” (Beauvoir, 1993a: 43) olarak bakılması yine başarı, başkaldırı ve cesaretle dişiliğin örtüştürülmediğine kanıttır. Ayrıca hak arayışına giren ve siyasetle uğraşan feminist kadınların kadın kimliklerini koruyamamaları, onların mücadele etmeyi dişilikle bağdaştıramamalarından ileri gelir (Aksoy,2014: 43).Eğitim almaya ve meslek edinmeye uygun olup olmadıkları tartışılan kadınların (Uluç, 2003: 4) hak hukuk arayışlarından başka bilim, fen ve sanat alanından dışlanarak bilgi beceri isteyen işlerden uzak tutulmaya çalışıldığını ve kadının erkeğe ait alana nüfuz etme girişiminde bulunduğu takdirde erkeksi olması ve cinsiyetine ters davranması gerektiğini Kant gibi bir düşünürün sözlerinden de anlıyoruz: “Madem güzel kafalarını geometriyle meşgul edecekler, sakal da bırakabilirler”(Koçak ve Işık, 2009: 319).Yani kadın başarılı olacaksa ya kendi eliyle kadınlığından vazgeçerek erkekleşecek ya da yaşlılıkla beraber kadınlık özelliklerinden uzaklaşmış olarak buna ulaşacaktır. Parisli bir profesörün bu yönde ifade ettiği sözlerde aynı noktya işaret eder: “... bir zamanlar sevgililerimiz olan kadınların, gelecekte efendilerimiz konumuna gelmiş olduklarını mı yaşayacağız”(Güzel, 2006: 46).Ayrıca kadına kendi eliyle edineceği başarının olanaksızlığı şu sözlerle de vurgulanır: “... özellikle bir nesneye tutkusu nedeniyle başarıya ulaşmış kadınlar çok enderdir. Çünkü bu, onların doğasına aykırıdır. Herhangi bir nesneye tutkunluk bir erkek özelliğidir (Kadıoğlu, 2005: 151).
Sonuç olarak kadınlığın insan olma eylemiyle örtüşmemesi özgür olma çabasındaki kadına kadınlığını reddettirir. Oysa kadın ancak insanlığını ve buna bağımlı cinsiyetini kabul ettiği ve ettirdiği zaman erkekle eşit düzeyde olma şansını yakalayacaktır(Beauvoir, 1993c: 116).Bu şansı elde edemeyenkadın ev, aile, çocuk gibi sorumlulukların yanı sıra kendi öz varlığını (daha ziyade bedenini) önemseyerek kendini içkinlikten sıyırmaya çalışır. Bu noktada çocukluğundan itibaren beğeni toplama amacında olan kadın kendine hayranlığını sürekli besler ve çevresinden de sürekli ilgi bekler. Bu noktada da yine çatışma kaçınılmaz olacaktır, çünkü çocukluğundan beri sonsuz değerli olduğu öğretilen, ilerleyen yaşlarda edilgenliği dolayısıyla varlık arayışında kendisini bulan ve böylece içkinliğin eziciliğinden sıyrılmaya çalışan kadının gerçekte erkekten beklediği bu değeri görememesi neticesinde erkekle sorun yaşayacak oluşu beklenen bir sonuç olsa gerektir.Erkek, kadını hayatının bir parçası olarak görürken, kadın için erkekle kurulacak beraberlik en önemli hedeftir.Değer alışverişi birbirine denk olmayan erkek ve kadın arasında çıkan sıkıntılar kendilerine öngörülen yaşam biçiminin olağan bir sonucudur.
Daha önce de değindiğimiz üzere çocukluk döneminde bireye aşılanan gelenek ve alışkanlıklardan ötürü devamlılık kazanan hastalıklı insan ilişkileri, yine aynı dönemde bu alışkanlıklardan vazgeçilerek düzeltilebilecektir. İnsana çocukluğunda eşitlik aşılanırsa erkekler kadar kadınlara da saygı duyulması gerektiği öğretilirse bir taraf güçlenirken diğer taraf ezilmeye itilmeyecek, yani erkek cinsiyetinden ötürü gurura kapılmayacak, kız da kendine hayranlık ve düş kurma gibi boş bir kendini aşma çabasına girmeyecektir. Ancak sorunun çözümünde çocukluk eğitimi kilit noktası olamaya yeterli değildir. Bu dönem bireyin kişisel özgürlüğünü edindiği ve ileriki yaşlarda geliştirmesine yarayacak anahtarları sunacak eğitimin verildiği bir aşamadır.
İnsan olma ereğinin varlığın olumlanmasından geçtiğinden ve bu olumlamanın Hegel ve Sartre gibi düşünürlerin iddiaları ışığında bireyin başka bir bireyin özgürlüğüne el koyarak elde edildiğinden daha önce söz etmiştik. Ancak bu yolla elde edilen özgürleşme zannedilenin aksine gerçek bir özgürlük olmanın fersah fersah uzağındadır. Nitekim sadece bir bireyde olumlanma ile amacınaulaşamayacak olan insanın izlediği bu metotta güvenlik ve süreklilikten söz edilemez. Çünkü insan bu durumda karşılaştığı her bilinçte aynı yola başvuracak ve kimi zaman başarısızlığa uğrayacaktır. Bu bağlamda şöyle bir sonuca ulaşılabilir: Gerçek erdem ve özgürlük herkesin üstesinden gelemeyeceği,bireyin kendi varlığını karşısındakinin özgürlüğü içerisinde onda tamamlamasıdır. İnsan gerçek bir vazgeçişle tam anlamıyla var olabilir. Varlığın olgunlukla tamamlanması olan vazgeçişle kişi çevrenin özgürlüğünü tanıyarak kendi özgürlüğünü de kazanır (Beauvoir,1993a:155).
Ulaştığımız bu çözüm yolu ışığında kadın ve erkek arasında tarihler boyu süregelen kavganın çözümünü belirleyebiliriz: Erkek kendi varlığının farkında olabildiği ve özgürlüğünü elde edebildiği ve bunu sindirebildiği ölçüde karşı cinseözgürlük tanıyacak, arada oluşan bağ ise kavga ve mücadeleden sıyrılarak özgürlük oranında kalıcı ve hoşgörülü olacaktır. Kadın da maruz kaldığı durumdan kurtulmak için kadın kimliğinden önce insan olarak varlığını kabul etmeli ve bunu meşrulaştırmalıdır. Bunun için çocukluğundan genç kızlığına giden yolda kaybettiği doğayla içli dışlı olma eğilimini yeniden kazanması işini kolaylaştıracaktır. Söz konusu kolaylığın kaynağını, her etkinlikte özellikle düşünsel etkinlikte özgürlüğün olduğunu (Beauvoir, 1991: 17)temel aldığımızda fark ederiz. Özgürlüğün insanın iç dünyasından gelen seslerle ilintili olduğunu bu şekilde saptarız. Çünkü çocuklukta doğallık vardır. Yani doğaya yönelerek doğallık kazanan insan iç sesine kulak verdiği sürece yanılmayacak ve yanıltmayacaktır.
Neticede kadın kendisi için var olmaya başladığı an erkek için de var olmaya devam edecektir. Böylece her iki cins de birbirlerini özne olarak kabul ederek kendi varlıklarını da karşı bilinçte olumlamış olacaktır. Sonuç olarak kadın da erkek gibi bir insan olarak algılanırsa otomatik olarak sorunlar çözülmüş olacak ve o zaman erkek gibi haklara sahip olacak ve ayrı bir cins olarak değerlendirme konusu yapılmayacaktır (Çelik, 2009: 514).
Kadın ve erkeğin barış ve güven ortamı içinde yaşamlarını sürdürebilme yetilerinin karşılıklı hoşgörü ve çatışmadan uzak durmalarına bağlı olduğuna ve bu yolda kadının kimliksizleştirilmesinin önüne geçilmesi gerektiğine değindik. Ayrıca annelik ayrıcalığının kadının ayağına adeta ayak bağı olduğu ve bu özelliği dolayısıyla dış dünyadan uzak kaldığına da vurgu yaptık. Anneliğin gerçekten böyle bir soruna çanak tutan bir yanının olup olmadığı üzerinde durduğumuzda bunun yine toplumsal yanılgılarla çıkmaza sürüklendiğini görürüz. Nitekim kadın anne olmazsa insan nesli devam etmeyecek ve annelikle devam eden bir yaşam da kadına kendini geliştirme imkânı tanımayacaktır. Bu durumda kadının her ikisi arasında bir tercih yapması öngörülür. Hassas yapısı insan eğitimine elverişli ruhsal özellikleri dolayısıyla toplumun bel kemiğini oluşturan aileyi ayakta tutma görevini üstlenen kadına gerektiği önemin verilmemesinin temelinde anneliğin toplum içinde geçerli bir statüde görülmemesi vardır. Yani annelik sistemli ve kurumsal bir nitelik kazanamamıştır. Kadının anne olması ve ailesine karşı yüklendiği sorumluluk zaten onun asli görevi, yapmak zorunda olduğu doğal bir olay gibi görülür ve ona bu ağır yükümlülük karşısında emeğinin karşılığını verme gibi bir durum söz konusu olmaz. Kadının da durumu kabullenmesi sonucu ev ve aile ile ilgili işlerde verilen emek gitgide doğal,kendi kendine meydana gelen hadiseler olarak görülmeye başlanır. Oysa kadının ev içi sorumluluklar yükleniyor olması onu değersizleştirmez,aksine değerli kılar. Bireyler üzerindeki etkisi yadsınamayan toplumu oluşturanın kadının biçim verdiği aile olduğu hatırlandığında,kadının aile içinden topluma uzanan zincirde ne denli önemli olduğu tartışılmaz(Şener, 2009, Kadının...: 475).Burada mühim olan önceki sayfalarda belirttiğimiz gibi kadının bu sorumluluğu yaşam gayesi haline getirmemesi ve kendini buna hapsederek monotonluğa teslim olmamasıdır.
Bir noktaya da vurgu yapmakta yarar var: Erkeğin sahip olduğu haklara kadının da sahip olması ve onun da erkek gibi bir bireyolarak algılanması gerekliliği biyolojik ve fiziksel ve de ruhsal farklılıkların yok sayılması ve her anlamda eşit şartlarda yaşanması olarak görülmemelidir. Kadına,kadınca olanaklar sunulmalı,erkeğe de kendine göre. Yani kadını hem değişen dünya düzenindeki sosyal hayattan mahrum bırakmayacak hem de cinsiyetinin gereklerini yerine getirmekten alı koymayacak şekilde devlet ve toplum şartları kolaylaştırılmalı ve iyileştirilmelidir.
XIX. ve XX. Yüzyılda Avrupa ve Alman toplumlarındaki Kadının Sosyalve Sanat Dünyasındaki Konumuna Genel Bir Bakış
Kant’ın kadının bilgi becerisini,akıl yerine duygularına bağımlı görmesi ve onun ilgi alanının erkekle sınırlı kalması gerektiğini savunması (Kant, 1978: 852), yine Kant’ın öğrencisi Fichte’nin (her ne kadarona göre kadına daha yumuşak bir tavır takınmış olsa da) kadının huzuru ancak kocasına bağlılığıyla ve kocasının isteklerini kendi isteği gibi görmesiyle elde edeceğini ifade etmesi, (Fichte, 1971: 314) Wilhelm von Humboldt’un erkeği güçlü görürken kadınıduyguların elinde esir olarak nitelendirmesi (1903: 319) ve Flaubert’in kadını erkeğin ürünü olarak değerlendirmesi (Platritis, 2005: XI) kadının söz konusu Avrupa toplumunda özellikle sözü edilen düşünürlerin memleketi Alman toplumundaki sosyal durumuna ışık tutmaktadır. Hiç şüphesiz verdiğimiz örnekleri benzerleri ile çeşitlendirmek mümkündür, ancak 19. ve 20. yüzyıla uzanan dönemde gelişen, değişen ya da çöküş yaşayan kadın anlayışını anlamak adına bunun tarihsel sürecini göz ardı etmeyerek,söz konusu anlayışın temelini oluşturan sebeplerin kaynağı döneme yön veren düşünürlerin düşüncelerinde yattığından onların sözlerinden hareket etmede yarar vardır. Aklını kullanmayı her türlü bağımlılıktan öte olmazsa olmaz bir gereksinim sayan Kant’ın,kadınların bilim ve sanatla ilgileneceklerse erkek gibi sakal ve bıyık da bırakmaları gerektiğini alaycı bir şekilde ifade etmesi ve yine içlerinde Nietzsche gibi ünlü düşünürlerin içinde bulunduğu insanların bu çeşit sözlerinin kadına aklını ve becerisini kullanmayı adeta yasaklayan tavırları, Avrupa’nın kadına nasıl bir değer yüklediğinin açık bir kanıtıdır.
19. yüzyılda sanayi devrimiyle değişen toplum yapısı feodal yapıdan kapitalizme geçmiş ancak mevcut ataerkil yapıda herhangi bir farklılaşma olmadığından söz konusu devrimin kadın için olumlu bir getiri sağladığından söz edemiyoruz. Teknolojik ilerlemelerin kaydedildiği yeni dönemde kadının bu gelişmeye paralel olarak antik dönemden orta çağa kadar süren zamanda olduğu gibi doğal varlığının değerinde göze çarpanbir iyileşme olmamış ve erkek nazarında kaos ve tehdit unsuru sayılmıştır. Yani ilerleyen zamanla çalışma hayatına dâhil olabilme şansı yakalayan kadın, bilim ve sanat çevreleri tarafından küçümsenmekten kurtulamamıştır. Fantezi ve hayalin kadınlara özgü,onlara uygun bir uğraşı olduğunu (Mues, 1998: 7) iddia eden görüşün de işaret ettiği gibi kadının sanat eserleri için ilham kaynağı olmaktan öte gidememesi, kadının ne şekilde algılandığını vurgulamaktadır.
Sanat eserlerine ilham kaynağı olan kadın profili ile gerçek hayattaki kadının birbirleri ile tamamen zıtlık arz ediyor olması,kadının erkek nazarındaki konumunun ve algılanış biçiminin ve ayrıca kadının özünde barındırdığı bir takım gizemlerin sonucu olarak değerlendirilebilir. Nitekim fantezi ve hayal dünyasına kaynaklık eden kadın tamamıyla mistik, anlaşılmaz ve gizemli bir anlam kazanırken gerçekte kadın düşünsel değerlerden yoksun bırakılarak küçümsenir. Virginia Wolf kadının iki taraflı durumunu anlatırken onun fantezi dünyasında yüksek bir değer taşımasına karşılık gerçek dünyada ailesinin genç oğullarına seçtiği bir çeşit köle olmaktan öte bir anlam taşımdığını ifade eder(Platritis, 2005: XII).
Flaubert’in kadın imajını erkek anlayışının ürettiği bir sanat eseri olarak yorumlaması gösteriyor ki kadın gerçek hayattan uzaklaştırılır ve yücelik ona ancak soyut kalma koşuluyla atfedilir. Onun ayrıca kadını kültür ve sanatın ürünü olarak nitelendirmesi hiç şüphesiz söz konusu kültür ve sanattan yoksun bir toplumda kadının varlığından söz edilemeyeceği sonucuna ulaştırır bizi.
Gerçek hayattaki kadın ile edebiyatta yansıtılan kadının birbirinden farklı oluşları Scheffler’e göre erkeğin kadını bireylikten ziyade cinsiyet olarak benimsemesi ve bu şekilde varlığını devam ettirmesini istemesinden kaynaklanmaktadır. Yani dişiliği bir bireyde kabul etmez onu soyutlaştırarak düşüncede var eder(Scheffler, 1908: 23).
Edebiyatta yansıtılan ve bir takım düşünce ve fantezilere kaynaklık eden Femme Fatale2ve Femme Fragile3kadın tipleri hiçbir şekilde 1900’lü yıllardaki kadının tarihsel ve sosyolojik durumunu yansıtmamaktadır. Femme Fatale kadın Carola Hilmes’e göre erkeğin yetersiz durumu ve psikolojik ve içgüdüsel zayıflığının ve kadının o dönem toplumunun geleneksel anlayışına göre pasif rolünün bir sonucudur. 19. yüzyıl sonunda ve 20. yüzyıl başlarında etkin olan felsefi düşünürlerin yansıttığına göre Femme Fatale Femme Fragile’ye üstün gelmiştir. Etkinliği ilk bakışta hissedilmese de Nietzsche’nin anti feminist görüşlerinin yönlendirmesiyle kötü kadın profili iyi kadını bastırmıştır(Hilmes, 1990: XIV).
Yukarıda anlatılan kadının sosyolojik yapısının olumsuz istikrarına rağmen 19. ve 20. yüzyıllarda kadın özgürlüğünü yavaş yavaş elde etmeye başlar ve pasiflikten aktif role doğru ilerler. Ancak bu ilerleme tamamıyla erkek desteğinden bağımsız değildir (Platritis, 2005: 37).
Gelişen teknoloji ile çalışma sahasının genişlemesi dönem insanını gittikçe materyalist bir anlayışa sürüklemiştir.Waltraud Wende’ye göre de 19. yüzyılda tarihsel değişim süreci toplumsal yaşama yansımıştır (Platritis, 2005: 23). Böylece eğitim ve bilgi düzeyinin artması toplumda ayrıcalık olmaktan uzaklaşır ve yerini maddiyata bırakır. Eğitimin değeri ise maddi getirisi ile ölçülmektedir. Bu gelişen toplum düzeninde kazandığı kadar değer alabilen insanlar arasında hiç şüphesiz erkek yine kadından önde olacağından kadına düşen rol yine pasifliktir, eskiye nazaran farkı onun da çalışma hayatında yer edinmeye başlamasıdır. Ancak dediğimiz gibi erkek kadar söz hakkı elde edemeyen kadın saygınlık kazanmak için evlilikle daha kestirme yolu deneyecektir. Yani kadın elde edeceği ayrıcalığı kocasının pozisyonunda arar(Platritis, 2005: 59).
İlerleyen zaman ve teknoloji ile beraber değişen toplum yapısı ve ekonomisi ile toplumların kültür ve yaşam seviyesindeki ilerleme ya da gerilemelere paralel olarak kadının konumu da doğal olarak değişmiş ve değişmektedir. 19. ve 20. yüzyıllarda kadın üzerinden bu değişim birçok şekilde hissedilse de yine de bir u dönüşünden söz edemiyoruz. Her ne kadar eskiye nazaran bağımsızlaşmaya doğru ilerlediğini söyleyebilsek de bu ilerleyişin hızının söz konusu dönemde kadının durumunu istenilen derecede iyileştirmediği de açıktır.