05 Mart 2013

Fernando Pessoa - Huzursuzluğun kitabı

 
 20. yüzyıl Portekiz edebiyatının büyük ismi Fernando Pessoa, sağlığında yayınlanan yapıtları olduysa da, esas olarak ölümünden sonra, yazılarını topladığı sandığın bulunmasıyla ün kazandı. Yaklaşık 27 bin sayfaya yayılan, farklı türlerde eserler veren yazar, bunların büyük bir kısmını kendi adıyla değil, birer yaşamöyküsüyle, kişilikle, hatta edebi duruş ve tarzla donattığı 70 ayrı kurmaca yazarın, dışkimliğin adıyla imzalamıştı; kötü bir Portekizce’yle ilkel doğa şiirleri yazan Alberto Caeiro, pagan dinlere inanan hekim Ricardo Reis, "içinde bir Yunan şairi barındıran Whitman" diye tarif edilen Alvaro de Campos gibi... Bu kurmaca yazarlardan biri olan Bernardo Soares, Pessoa’nın "yarı-dışkimlik" olarak nitelediği, ona çok yakın bir karakterdi ve Huzursuzluğun Kitabı’nın yazarı olarak yaratılmıştı. Soares, gündüzleri bir kumaş mağazasında çalışan, geceleri yağmurun sesinde, ayak seslerinde yalnızlığını duyumsayan bir Lizbonluydu.

Huzursuzluğun Kitabı, kurmaca bir karakterin kendi hayatını anlattığı bir roman olarak görülebilir; ancak yazarla kahramanı sık sık birbirinin yerine geçtiğinden, Pessoa’nın hayatla ilgili kendine ait olan ve olmayan düşünceleri döktüğü, evirip çevirdiği bir denemeler, anlatılar toplamı olarak da kabul edilebilir. Pessoa bu kitap üzerinde 1913’ten itibaren çalışmaya başlamış, ölümüne dek parça parça yazmaya da devam etmişti. Sandık açıldıktan sonra, dağınık metinler bir araya getirilmeye başlandı ve 1982’de Portekiz’de yapıt ilk kez olarak basıldı; daha sonra, yeni bulunan parçaların eklenmesi ve elyazmalarında yanlış okunmuş yerlerin düzeltilmesiyle yeni basımlar yapıldı.

Dünyayı seyretmekle yetinmek isteyen, eylemsizliği en yüce erdem ve gerçek yaşam olarak gören Soares, Pessoa için belki de dünyanın ve yaşamanın ne olduğunu gösteren bir perdedir. Huzursuzluğun Kitabı aynı zamanda, bir edebiyatçının ulaşmak istediği yapıtla kâğıda dökebildiklerinin arasındaki mesafedir de; hayal edilenin soluk, titrek bir sureti, gölgesi olarak kalmaya, kusurlu olmaya mahkûmdur; tıpkı bütün kitaplar ve bütün çeviriler gibi.
 
 * * *
Ey Farklı-Kadın, hiç düşündün mü senin bana, benim sana nasıl da görünmez olduğumuzu? Hiç düşündün mü ne kadar cahiliyiz birbirimizin? Birbirimizi görmeden görüyoruz birbirimizi. Birbirimizi duyuyor ve sadece kendi içimizdeki sese kulak veriyoruz. Başkalarının kelimeleri kulaklarımızın hataları, aklımızın denizlerinde olan kazalardır. Ne kadar da güveniriz başkalarının kelimelerine yakıştırdığımız anlama!
 
Başkalarının kelimeleri kulaklarımızın hataları, aklımızın denizlerinde olan kazalardır. Ne kadar da güveniriz başkalarının kelimelerine yakıştırdığımız anlama! Başkalarının kelimelerle dile getirdiği hazlar bize ölümü tattırır. En ufacık bir derinlik katma kaygısı gütmeden, dudaklarından döküverdikleri kelimelerde ise hayat ve haz buluruz. 
 
Düşünüldüğü anda her şey karmaşık hâle gelir ve tabii düşünce de kendine has bir hazzı işe karıştırarak meseleyi iyice arapsaçına çevirir. Ama insan düşünürken, her şeyden niye vazgeçtiğini, neyi nasıl kavradığını etraflıca anlatarak açıklama ihtiyacı hisseder, yalancıların her argümana yaptığı gibi bol ayrıntı da verir, ne var ki toprağı biraz kazınca yalanın kökleri açıkta kalıverecektir.
 
Ey her şeyi açıklayan, yorumladığın derelerin sesi, mırıltılarında nice anlamlar bulduğumuz ağaçların sesi -ah, gizli aşkım, hepsi, bu katıksız düşler, hücremizin parmaklıklarından akan kül ne kadar da biz hâlâ!

Amaç ne olursa olsun, çabanın sarf edilmesiyle hayat tarafından yolundan saptırılması bir olur; böylece o bir başka çaba haline gelir, başka amaçlara hizmet eder, bazen ilk başta hedeflenenin tam tersi bir sonuca varır. Sadece aşağılık hedeflerin uğrunda didinmeye değer, çünkü bir tek onlar tam olarak elde edilebilir. Zengin olmak uğruna çaba harcamak istesem, bir şekilde bunu başarabilirim; kişisel olsun ya da olmasın, bütün nicel hedefler gibi bu da aşağılık, ulaşılabilir bir hedeftir, kontrol altında tutulması da mümkündür.
 
Bugün ruhumu tanımlamak için tercih ettiğim ifade, duyarsızlıklar yaratıcısı. Hayata faydası dokunacak bir eylemde bulunacak olsaydım, en çok, insanları kendileri için hep daha az hissedecek şekilde yetiştirmek isterdim. Sıradanlığın hastalığı yaymasını engelleyebilecek bu manevi temizliği insanlara öğretmek; idealimdeki sahici pedagoga yıldızların biçtiği kader bence bu olabilir. Yazdıklarımı okuyan herkes (konunun gerektirdiği gibi, adım adım da olsa) bakışları ya da görüşleri karşısında hiçbir şey hissetmemeyi öğrensinler -bu kaderim- de varsa, hayatımın skolastik durgunluğu şöyle böyle de olsa ödülünü bulmuş demektir.
 
Varlığımızı öyle bir halde getirelim ki, başkalarının gözünde hep bir muamma olarak kalsın, bizi en iyi tanıyanların ötekilerden tek farkı, sadece daha yakın olup da bizi çözememeleri olsun. Ben hayatımı böyle şekillendirdim, hemen hiç düşünmeden yaptım bunu, ama sanatı ve içgüdüleri o kadar çok kullandım ki, kendi gözümde ayrı bir kişilik haline geldim, kuşkusuz bana ait olan, ama ne açıkça ne de tam olarak tanımlanmış bir kişilik.
 
Düşlerdeki insanlar, gerçek kişilere göre daha kişilikli, daha hakikidir. Düş evrenim baştan beri benim biricik gerçek dünyam oldu. Tepeden tırnağa uyduruk kişilerle yaşadığım aşklar kadar gerçek, onlar kader ateş, kan ve hayat dolu başka aşk yaşamadım. Ne delilik! Üstelik özlemi bile kaldı içimde, ne de olsa tıpkı ötekiler gibi bu aşklar da gelip geçici…
 
Akıl çağına gelmiş her insanın en büyük kaygılarından biri kendini idealindeki imgeye göre, düşünen bir birey olarak biçimlendirmektir. Modern çağın dışarıdan gelen tiz seslerinin karşısında, ruhumuzdaki asaletin mantığı hiçbir ideal durağanlıktan daha iyi yansıtamayacağına göre, Durağan, Etkisiz olmayı ideal edinmeliyiz. Yararsız? Onu sadece, yararsızlığı öyle ya da böyle cazip bulanlar dert edecektir.
 
Hayat tahayyül edebildiğimiz kadardır. Bütün dünyası tarlasından ibaret olan köylünün gözünde, o tarla bir imparatorluktur. Sezar’ın gözünde ise azımsadığı imparatorluğu topu topu bir tarla kadardır. Fakir insanın bir imparatorluğu var, güçlü olanın ise altı üstü bir tarlası. Aslına bakılacak olursa, sahip olduğumuz tek şey izlenimlerdir; dolayısıyla, hayatımızın gerçekliğini izlenimlerin üzerine oturtmalıyız, algıladıkları şeylerin değil. (Böyle düşünmemin özel bir nedeni yok.)
 
Coşku, kabalıktır.
 
Coşkunun ifade edilmesi, öncelikle dürüst olmama hakkımıza bir saldırıdır. 
 
Ne zaman dürüst olduğumuzu asla bilemeyiz. Belki de hiç değilizdir. Ve bugün dürüst davranıyorsak, yarın, tam tersi bir nedenden dolayı da aynı şekilde davranabiliriz. Kendi adıma, hiçbir zaman kesin inançlarım olmamıştır: Sahip olduğum tek şey duygulardır. Sırf orada rezil bir günbatımı seyrettim diye bir yerden nefret etmem. Duygularımızı dışa vurduğumuzda, onları gerçekten hissetmekten çok, hissettiğimize kendimizi ikna etmeye çalışıyoruzdur.

Gerçeği aramak –ister bir inancın üzerinde yükselen öznel gerçek, ister hakikatin kendisini içeren nesnel gerçeklik ya da paraya, güce bağlı olan toplumsal gerçeklik söz konusu olsun–, bu arayışın sonucunda ödüle layık zihinler daima, onun kesinlikle var olmadığı sonucuna ulaşırlar. Hayatın büyük ikramiyesi, ancak ve tesadüfen bilet almış olanlara vurur.
Sanat: Bütün değerini, bizi buradan uzaklaştırmakla kazanır.

Gurur, yüce bir varlık olduğumuza, duygularımızla, kesin olarak inandığımızın bir göstergesidir. Kendini beğenmişlik ise, başkalarının yüceliğimizi kabul ettiğine ya da bizi öyle gördüğüne dair, gene duygulardan örülü bir inançtır. Bu iki duygu her zaman bir araya gelmediği gibi, yapıları yüzünden illa ki ters düşmeleri de gerekmez. Farklıdırlar ama bağdaşabilirler.
 
Çeviren: Saadet Özen