Mevsimin ilk kar taneleri Londra köprüsünün kulelerinde birikirken, Oakley Sokağı’ndaki tek odalı bir evde iki erkek çocuk, kırmızı kadife ceketini terzi makasıyla kesen annelerini seyretmektedir. Kadının, büyük oğlu Sydney’e ceketini bozarak diktiği palto ortaya çıktığında, bodrum katındaki odada hıçkırık sesleri içinde bir çocuk sesi duyulur: “Okuldaki arkadaşlarım beni böyle görünce ne düşünecekler?”
Ertesi sabah, okul yolundaki Sydney’in giydiği yalnızca annesinin ceketi değildir. Ayaklarındaki de, annesinin, yüksek topuklarını keserek giydirdiği ayakkabılarıdır.
Alkolik olan baba erken yaşta öldüğü için öylesine yoksullardır ki, Sydney okuldan arta kalan zamanlarında Londra’nın kırmızı otobüslerinde gazete satmak zorundadır. Bir gün, otobüsün üst katındaki boş bir koltukta bulduğu cüzdanın üstünü yolcular görmeden gazeteyle kapatır ve usulca cebine koyduktan sonra koşarak eve gelir. Sydney, sinir nöbetlerinden birini geçiren annesinin yatağına boşalttığı cüzdanın hala ağır olduğunu görünce şaşırır. Biraz daha kurcalayınca cüzdanın içindeki küçük bir gözde yedi tane altın lira bulur. Kadın, yataktan kalkar kalkmaz çocuklarına güzel kıyafetler alır ve hafta sonu tatile götürür. Sydney’in kardeşi o günü şöyle anımsayacaktır: “Denizi ilk kez görüyordum, hemen büyülendim. Parlak güneşin altında suya yaklaştığımda kocaman bir canavar kıvrılarak üzerime geliyor gibi bir duyguya kapılmıştım. Üçümüz de ayakkabılarımızı çıkarıp ayaklarımızı suya soktuk. Su bileklerimi ıslatıyor, yumuşak kumun içerisinde ayaklarım gömülüyordu.”
Yalnızca Sydney mi, kardeşi de çalışmak zorundadır. Küçük çocuk barlarda nergis çiçeği de satacaktır, oduncuda kesilen odunların düzgün bir şekilde dizilmesine de yardım edecektir. Hatta annesinin eski elbiselerini pazarda satmayı da deneyecektir ama sadece bir jartiyeri bedelinden çok daha az bir para karşılığında verdiği için eve döndüğünde fırça yiyecektir.
Küçük çocuk bir gün, Kennington semtinin arka sokaklarının birinde yaşlı bir adam ve oğluyla tanışır. Baba, oğul bir ayakkabıcıdan aldıkları eski ayakkabı kutuları, talaş, Noel kağıtları ve tutkal ile oyuncak gemiler yapıp sokakta satmaktadır. Renkli ipler ve bayraklarla donatılmış oyuncak gemiler yoldan geçenlerin dikkatini çekmekte ve rahatlıkla alıcı bulmaktadır. Küçük kardeş, ayakkabı kutularından oyuncak yapımını öğrenmek arzusuyla baba ve oğluna yardım etmeye başlar. Onlar mahalleden taşınınca da bu işi evde kendi yapmaya karar verir. Bir hafta içinde yaptığı üç düzine gemiyi zorlanmadan satar satmasına ama zaten küçük olan evlerinde dikiş işleri yapan annesinin malzemelerinden yer bulamaması ve kazandığı paranın az olması nedeniyle çok sevdiği oyuncakçılık işine istemese de son verir.
Annelerinin rahatsızlığı nedeniyle akıl hastanesine kaldırıldığı dönemlerde evde birbirine sokularak uyuyan iki kardeşten küçük olanı, yıllar sonra çocukluk günleriyle ilgili şunları söyleyecektir: “Yoksul mu yoksul bir odada yaşıyorduk. Çoğu zaman yiyecek bir lokma ekmeğimiz olmuyordu. Ayakkabılarımız da yoktu. Annem bazı kereler potinlerini çıkartıp birimize giydiriyor, potinleri giyen de yoksullara dağıtılan çorbanın peşine düşüyor ve günlük tek aşımız olan çorbayı kapıp getiriyordu.”
Annesinin ayakkabısını giyen bir çocuğun adımları nasıldır? Ayağından büyük olan ayakkabılar çıkmasın diye kısa ve çabuk çabuk!
Ayakkabı tamircisi olan büyükbaba gut hastalığından dolayı elleri şişince, işini artık yapamaz olur. Zavallı kadın, akıl hastanesinde tedavi görmediği günlerde çocuklarını yanına alarak büyükbabanın evine gitmekte ve ona yardımcı olmaktadır.
Yoksulluk içinde geçen yılların ardından küçük kardeş, “yatağın altındaki farelere ayakkabılarını fırlatarak” geçirdiği on iki günlük bir gemi yolculuğundan sonra Kanada’ya, oradan da trenle New York’a ulaşır. Times Meydanı’nda tramvaydan indiğinde Amerika hakkındaki ilk izlenimleri şöyle olacaktır: “Hemen hemen her köşede seyyar ayakkabı boyacılarının karşısına oturmuş kısa kollu gömlekler giyen insanlar büyük bir rahatlıkla ayakkabılarını boyatıyordu. İnsana sanki giyinip kuşanmalarını sokakta tamamlıyorlarmış izlenimi veriyorlardı.”
Amerikalı yönetmen Sennett, çekeceği otel sahnesini hazırlayan set işçilerine bakarken, ucunu koparmak için ısırdığı purosunun tütününün yapıştığı dudaklarından şu sözcükler dökülür: “Burada bir komedi unsuruna gereksinimimiz var.” Bu sözden sonra Sennett, yaktığı purosundan derin bir nefes çekerek, bir kenarda keşfedilmeyi bekleyen oyuncu adaylarından birine döner: “Komedi makyajı yap. Ne olursa olsun fark etmez.”
Genç adam, gardıroba doğru yürürken, böyle bir fırsatın bir daha eline geçmeyeceğini bilmektedir. Attığı her adımda, onlarca komik karakter gözünün önünden film şeridi gibi akar... Bürüneceği karakter bir an önce zihninde oluşmalıdır, zamanı çok azdır… Oldukça bol bir pantolon bulacak, başına küçük bir şapka koyacak ve büyük ayakkabılar giyecektir. Gardırobun kapısını açtığında kararını vermiştir:” Üstümdeki her şeyin birbiriyle çelişkili olmasını istiyordum. Yani torba gibi bol pantolon giyerken ceketim bedenime sıkıca yapışacaktı, şapkam başıma küçükken ayakkabılarım ayağımdan fırlayacak kadar büyük olacaktı.”
Yıllar yıllar sonra o küçük çocuk, yani Charlie Chaplin, yarattığı sinema tarihinin en unutulmaz, en güzel komedi karakteri Şarlo ile, annesinin ayakkabıları ayağından çıkmasın diye çorba almaya giderken attığı adımlarla bütün dünyayı güldürecektir, kısa ve çabuk çabuk!
Ertesi sabah, okul yolundaki Sydney’in giydiği yalnızca annesinin ceketi değildir. Ayaklarındaki de, annesinin, yüksek topuklarını keserek giydirdiği ayakkabılarıdır.
Alkolik olan baba erken yaşta öldüğü için öylesine yoksullardır ki, Sydney okuldan arta kalan zamanlarında Londra’nın kırmızı otobüslerinde gazete satmak zorundadır. Bir gün, otobüsün üst katındaki boş bir koltukta bulduğu cüzdanın üstünü yolcular görmeden gazeteyle kapatır ve usulca cebine koyduktan sonra koşarak eve gelir. Sydney, sinir nöbetlerinden birini geçiren annesinin yatağına boşalttığı cüzdanın hala ağır olduğunu görünce şaşırır. Biraz daha kurcalayınca cüzdanın içindeki küçük bir gözde yedi tane altın lira bulur. Kadın, yataktan kalkar kalkmaz çocuklarına güzel kıyafetler alır ve hafta sonu tatile götürür. Sydney’in kardeşi o günü şöyle anımsayacaktır: “Denizi ilk kez görüyordum, hemen büyülendim. Parlak güneşin altında suya yaklaştığımda kocaman bir canavar kıvrılarak üzerime geliyor gibi bir duyguya kapılmıştım. Üçümüz de ayakkabılarımızı çıkarıp ayaklarımızı suya soktuk. Su bileklerimi ıslatıyor, yumuşak kumun içerisinde ayaklarım gömülüyordu.”
Yalnızca Sydney mi, kardeşi de çalışmak zorundadır. Küçük çocuk barlarda nergis çiçeği de satacaktır, oduncuda kesilen odunların düzgün bir şekilde dizilmesine de yardım edecektir. Hatta annesinin eski elbiselerini pazarda satmayı da deneyecektir ama sadece bir jartiyeri bedelinden çok daha az bir para karşılığında verdiği için eve döndüğünde fırça yiyecektir.
Küçük çocuk bir gün, Kennington semtinin arka sokaklarının birinde yaşlı bir adam ve oğluyla tanışır. Baba, oğul bir ayakkabıcıdan aldıkları eski ayakkabı kutuları, talaş, Noel kağıtları ve tutkal ile oyuncak gemiler yapıp sokakta satmaktadır. Renkli ipler ve bayraklarla donatılmış oyuncak gemiler yoldan geçenlerin dikkatini çekmekte ve rahatlıkla alıcı bulmaktadır. Küçük kardeş, ayakkabı kutularından oyuncak yapımını öğrenmek arzusuyla baba ve oğluna yardım etmeye başlar. Onlar mahalleden taşınınca da bu işi evde kendi yapmaya karar verir. Bir hafta içinde yaptığı üç düzine gemiyi zorlanmadan satar satmasına ama zaten küçük olan evlerinde dikiş işleri yapan annesinin malzemelerinden yer bulamaması ve kazandığı paranın az olması nedeniyle çok sevdiği oyuncakçılık işine istemese de son verir.
Annelerinin rahatsızlığı nedeniyle akıl hastanesine kaldırıldığı dönemlerde evde birbirine sokularak uyuyan iki kardeşten küçük olanı, yıllar sonra çocukluk günleriyle ilgili şunları söyleyecektir: “Yoksul mu yoksul bir odada yaşıyorduk. Çoğu zaman yiyecek bir lokma ekmeğimiz olmuyordu. Ayakkabılarımız da yoktu. Annem bazı kereler potinlerini çıkartıp birimize giydiriyor, potinleri giyen de yoksullara dağıtılan çorbanın peşine düşüyor ve günlük tek aşımız olan çorbayı kapıp getiriyordu.”
Annesinin ayakkabısını giyen bir çocuğun adımları nasıldır? Ayağından büyük olan ayakkabılar çıkmasın diye kısa ve çabuk çabuk!
Ayakkabı tamircisi olan büyükbaba gut hastalığından dolayı elleri şişince, işini artık yapamaz olur. Zavallı kadın, akıl hastanesinde tedavi görmediği günlerde çocuklarını yanına alarak büyükbabanın evine gitmekte ve ona yardımcı olmaktadır.
Yoksulluk içinde geçen yılların ardından küçük kardeş, “yatağın altındaki farelere ayakkabılarını fırlatarak” geçirdiği on iki günlük bir gemi yolculuğundan sonra Kanada’ya, oradan da trenle New York’a ulaşır. Times Meydanı’nda tramvaydan indiğinde Amerika hakkındaki ilk izlenimleri şöyle olacaktır: “Hemen hemen her köşede seyyar ayakkabı boyacılarının karşısına oturmuş kısa kollu gömlekler giyen insanlar büyük bir rahatlıkla ayakkabılarını boyatıyordu. İnsana sanki giyinip kuşanmalarını sokakta tamamlıyorlarmış izlenimi veriyorlardı.”
Amerikalı yönetmen Sennett, çekeceği otel sahnesini hazırlayan set işçilerine bakarken, ucunu koparmak için ısırdığı purosunun tütününün yapıştığı dudaklarından şu sözcükler dökülür: “Burada bir komedi unsuruna gereksinimimiz var.” Bu sözden sonra Sennett, yaktığı purosundan derin bir nefes çekerek, bir kenarda keşfedilmeyi bekleyen oyuncu adaylarından birine döner: “Komedi makyajı yap. Ne olursa olsun fark etmez.”
Genç adam, gardıroba doğru yürürken, böyle bir fırsatın bir daha eline geçmeyeceğini bilmektedir. Attığı her adımda, onlarca komik karakter gözünün önünden film şeridi gibi akar... Bürüneceği karakter bir an önce zihninde oluşmalıdır, zamanı çok azdır… Oldukça bol bir pantolon bulacak, başına küçük bir şapka koyacak ve büyük ayakkabılar giyecektir. Gardırobun kapısını açtığında kararını vermiştir:” Üstümdeki her şeyin birbiriyle çelişkili olmasını istiyordum. Yani torba gibi bol pantolon giyerken ceketim bedenime sıkıca yapışacaktı, şapkam başıma küçükken ayakkabılarım ayağımdan fırlayacak kadar büyük olacaktı.”
Yıllar yıllar sonra o küçük çocuk, yani Charlie Chaplin, yarattığı sinema tarihinin en unutulmaz, en güzel komedi karakteri Şarlo ile, annesinin ayakkabıları ayağından çıkmasın diye çorba almaya giderken attığı adımlarla bütün dünyayı güldürecektir, kısa ve çabuk çabuk!