23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nın 102. Yıldönümü Kutlu Olsun.
Hayatın hemen her oylumunda yüzüme çarpan hüzün, özlem, tutku, hasret, yeniliş, vazgeçişler, tekinsiz sevgiler, yasak aşklar bu kadar mı net anlatılırdı? Sesi kuşattı beni önce. Hüznün, yalnızlığın ne mene bir uçurum ya da mezar olabildiğini hatırlatırcasına. ( Sevinç dudaklarımda kırık hırıltılara parçalanmışken üstelik.) Kalbiyle söylüyordu şarkılarını. Milena, belki Elsa Triolet’di o. Reşat Nuri’nin “Eski Hastalık” romanındaki Leyla onunla gövdelenmiş olmalıydı. Bir başkaydı. Bambaşkaydı, Ayten Alpman.
Birazdan gece inecek zaten. Tekrar gün ağaracak, sonra tekrar gece. Şarkıları bir hançer, bense kın. Elpençe yürek, el pençe sevgiyle eğiliyorum karşısında.
Ne doğru bir tanım: Bir başkadır Ayten Alpman. Onu yüreğimde taşıdım hep; sakladım. İyi ki var diye düşündüm. Safkan yorumculuğu, kimi yerde acının doruğunu tattıran sesi ( “Söyle buldun mu aradığın aşkı söyle… yoksa yalnız mısın sen yine..”), suç ortağı bir sevgili.. Onaran. Kendimi bir şeylerden aklar gibi.
Dünyaya şarkı söylemek için gelmişti Ayten Alpman. Her şarkı yakıştı ona, yorumladığı her şarkı onunla özdeşleşti. Dahası yorumda üslup dersi verdi plaklarında. Bir çiğ damlasının yapraktan kayması gibi içimize, bilinçaltımıza sızdı ve hep bizimle kaldı.
Peki ya yeni Ayten Alpmanlar? Yanıtı ne yazık ki ‘hayır’ olan bir soru.
“O, Türk popüler müziğinin çok önemli kilometre taşlarından biri. O, bu ülkenin popüler kültüründeki müzikal değişimleri birebir yaşamış kadın. O, eskilerin deyimi ile Türk hafif müziğinin büyük sesi ve caz müziğinin unutulmaz yorumcusu. Adeta bir ülkenin resmi marşı olan şarkıya hayat veren ses.. ‘Memleketim’ şarkısını adının önüne yazdıran kadın. O bir şarkı ile Türkiye’ye ve Türk insanına mal olana sanatçı. O Ayten Alpman.” diyor Şafak Karaman ve devam ediyor : “Daha doğrusu Ayten Alpman biyografisi popüler müziğimizin tam anlamı ile bir özeti. Bugün artık var olamayan orkestralar 1950’li yıllarda altın yıllarını yaşarken Ayten Alpman vardı. İlham Gencer Orkestrası ve sonrasında İsmet Sıral Orkestrası’nın solisti Ayten Alpman’dı. Fecri Ebcioğlu yabancı şarkılara Türkçe sözler yazıp Türkiye’de yeni bir akımın öncülüğünü yaparken ve ‘İnan Bana / Ayrıldık Yalnızım’
şarkılarını bir kadın vokale yorumlatırken o şarkıların yer aldığı 45’liği yorumlayan Alpman’dı”. (Ş.Karaman, “İmajıma Dokunma”/ 2004 )
Gecenin ilk sedefli ziyaları üstüne dökülüyordu. Geçmiş zamanda bitmiş bir şey. Bir sevdanın kısacık romanını anlatıyordu : ”Yastığımda hala bir tek saçının teli. O gün bugün yatağımda sensiz yatmadım. Nasıl olur unutursun sendeki beni…”
Hüznün en güzel tiryakiliğini yaşadığım o şarkı : “Telefon çalsa bile, konuşurum sen diye. Kapım açık bak yine. Seninleyim. Başkasıydı kollarımda. Sen varsın yanımda.
İtiraf edeyim, Ajda Pekkan, Nükhet Duru’dan sonra bu şarkıları dinlemek ürkütmüştü beni. Anılar biriktirmiştim Fikret Şeneş ve Seda Akay’ın sözleriyle. Ya aynı tadı bulamazsam? Ya, hoyratça talan edilmişse o şarkılar?
Geçmiş intiharlarımın külleriyle dolu vazolara takılmıştı gözüm bir an. Küçücük bir sıyrık, çatlağa tahammülüm yoktu. Müzik setinin kumandasına bastığımda dizlerim titremişti. Ve Hakan Eren haklıydı. Ayten Alpman, bambaşka bir yorumla seslendirmişti şarkıları. Burayı, orayı, geçmişi ve şu anı birleştirmişti.
20 Nisan 2012’de aramızdan ayrılmıştı… Onu çok özledik… arsizsanat.com
Oktay Akbal’ın 5 Ağustos 2012’de, Cumhuriyet’te “Yazardan Yazara Ders!”başlıklı yazısında Çehov, Gorki’ye şöyle diyordu:
“Sıfatları, zarfları kaldırın. O kadar çok kullanıyorsunuz ki, okuyucunun dikkati dağılıyor, yoruluyor okuyucu! Adam çimene oturdu diye yazdığım zaman benim demek istediğim anlaşılıyor, çünkü dikkati dağıtmıyor. Buna karşılık ‘omuzları geniş, göğsü basık, orta boylu, kızıl sakallı adam, yoldan gelip geçenlerin ayakları altında çiğnenmiş çimene sessizce ve korkarak oturdu’ diye yazarsam, hem güç anlaşılır, hem de okuru yorarım. Edebiyat bir saniyede zihne kazılmalıdır.”
“Şiirler (1938-1993) – Sabahattin Kudret Aksal / Bütün Eserleri”
Sabahattin Kudret Aksal: Türk şiirinin gök haritasında, geceleri uykusuz gemicilere yol gösteren takımada yıldızı. 1995’te yayımladığımız Şiirler (1938-1993)’te şairin Batık Kent dışındaki bütün şiir kitapları ve yayımlanmamış son şiirleri yer alıyordu. Elinizdeki yeni baskı ise tam bir eleştirel basım: Daha önce Aksal’ın öykülerinin eleştirel basımını (Gazoz Ağacı ve Diğer Öyküler, YKY, 2005) hazırlayan Dr. Arif Yılmaz, bu kez de sıkı bir kitap, dergi ve gazete taramasıyla şairin bütün şiirlerini bir araya getirdi ve notlarla zenginleştirdi. Sabahattin Kudret Aksal’ın şiirini başlangıcından sonuna bir bütün halinde görmek isteyenlere…
BAŞLAMASAYDI BU MASAL
Başlamasaydı bu masal
Kalbin ışıktan rüyası
Solgun günler ülkesinde
Kaybolanların dünyası
Başlamasaydı bu masal
Havuzda su dallarda renk
Başlamasaydı içimde
Bahçeler dolusu ahenk
Başlamasaydı bu masal
Oyun peri sarayında
Çözülüyor ipi geminin
Yolculuk telaşı limanda
Başlamasaydı bu masal
Ve hülyası kargaların
Bitmeyen uzun uykusu
Kıyıda kadırgaların
Başlamasaydı bu masal
Yazı görmesek de olur
Sular aldı kayığımı
Sonra bir yağmur bir yağmur
YOLCULUK
Havuzda şişti yelken
Dalgalandı bayraklar
Vakit daha çok erken
Yolculuk yolculuk var
Suda kuşların izi
Dudakta çığlık korku
Yıldız dolu gökyüzü
Güney şehrinde uyku
LİMAN DİREKLER YELKEN
Bütün şehri bırakarak bir sabah habersiz
Kalbimizde nedamet ağzımızda şarkılar
Bir sabah bir sabah erkence seyredeceğiz
Bir sabah yelken direklerinde martıları
Ah şimdi nasıl nasıl bizi beklemektedir
Uzak limanların serseri çocukları
GECE
Uykularda sürüklenen bu şehir
Bıraksan bir elbise gibi yasını
Gece pencerenden girmek üzredir
Ve söylesin karanlık odalarda
Zenci kadınlar ölüm şarkısını
GİDİYORUM
Gidiyorum doluyor içime deniz
Arkamda kalmış elbisem kimsesiz
Kocaman ağaçlarıyla aziz şehrim
Beyaz bulutlar mahzun insanlar göreceğim
Ve sen sakin gece en son sen
Bütün bunlar bana seni hatırlatır neden
BİRİ VAR Kİ
Biri var ki durmadan beni arar
Biri var ki mevsimlerdir beklerim
Biri var ki açmamış bir bahar
Göklerimde yıldız içimde sır
Biri var ki bahtı bende yaşar
Benim çiçeklerim açar onda
Bende musiki bende dünyalar
Biri uzakların uzağında
Biri var ki içimde sayıklar
Denizlerde kayıp ülkeleri
ELDEN NE GELİR
Ocağımda ateş yanmaz
Doldurmuyor bardağı su
Odamda son kalan bu yaz
Solmuş çiçeklerin kokusu
Dönmüyor giden pervane
Yaranıyor sönen lambalar
Ah artık elden ne gelir
Çiçek açtı çatladı nar
BİLİRİM
Bilirim boşuna geçmiş vaktim
Ülkenden ayrı sofrandan uzak
Bahçemden çiçeğimi sen kopar
Işığını gecemizin sen yak
Sana güney kuşları getirdim
Ve rüyalarımdan memleketler
Bir masal kadar eski ve güzel
Çocukluk akşamlarımdan bahçeler
BİR AKŞAM İSTERİM
Bir akşam isterim ki çizgisiz
Gölgeler söylesin kelimesiz şarkılarını
Bir akşam isterim ki çizgisiz
Gece hiç bir şeyden bahsetmesin orda
Ah orası renklerin adını unuttuğum yer
Ve karanlık çözülmemiş düğüm
Orda yeni şehirlere açılan pencereler
BİR GÜN BİR AKŞAM VAKTİ
Bir gün bir akşam vakti ölüversem
Kimseler duymasın kimseler duymasın
Bir gün bir akşam vakti ölüversem
Ve sen o saatlerde uykudasın
Telaşa düşmeyin telaşa düşmeyin
Böyle vakitsiz çıkıp gidersem
ÖĞLE ÜSTÜ ŞİİR
I
Bu şehir o kadar gürültülü
Mavi bir lamba yaksam
Bu şehir o kadar gürültülü
Ve ben bütün gün arka üstü
Gözlerim tavana çevrili yatsam
Tavanda çiviler olsa tasam
II
İçimde yaşasa bir çocuk
Saçları buğdaydan sarı
İçimde yaşasa bir çocuk
Benden istese bütün dağları
Ve Hind’e uzun bir yolculuk
Çırılçıplak ayakları
OBAD
I
Şarkı söyle hülyayla akşamları
Bulutlar uçsun üstünden
Mavi bir aydınlığa giden
Sıcak memleket bulutları
Ömrünce orda yaşasan
Uzak her türlü düşünceden
Gün doğmasını beklemeden
Kuşlarla uyansan
Sen yaz geceleri gibi harikulade
En güzel anı rüyamın
Işıkla donanmış dünyamın
Sen en güzel en sade
OBAD
II
Akşamları mahallemize yağmur getir
Mesut yaşanmalı gündüz yolculuğu
Al götür içimden bu yorgunluğu
Bana sıcağı sevdir
Uzan penceresinden küçük evinin
Aydınlık dolu gökyüzüne bak
Güzel bulut adanda yaşamak
İstediği kalbimin
Her sabah odamızı ferahlat
Rüzgâr gibi pencereden dol
Perdelerle oyna aydınlık ol
Havasında yaşadığım sıkıntıyı azalt
Şarkı söylemeye çalıştı
anımsamamak için
yalanlardan oluşan gerçek yaşamını
ve anımsamak için
gerçekler üstüne yalan söyleyen yaşamını.
Bütün karanlığı versem size giden geceyi durduramazsınız
Işır odamızın havası kaçar çeşmelerinizden durduramazsınız
Ben denize bakarım sandalca uzaktan
Siz yüzersiniz bir kuş uçar bir gemi geçer durduramazsınız
Kaynaşır birbirine gün olur zamanlar;
Geçmiş,gelecek birleşir tek kesitte.
Sanki ilk kez yaşarız yaşanmışı dünlerde
Ya da başlar ansızın ta ilerde olacak.
Çağırır gerilerden bir değişim ilk aşkı:
İşte yine o sıtma.
Çok sonraki yılları;oysa daha bir çocuk,
Duyar beri yanda bütün doymuşluğunca.
Sarkaçlar gibi şimdi sallanır
Dünle yarın arasında düzensiz.
Ya çok ileri gider ya da çok geri kalır,
Düzgün işletemeyiz.
Serpiştiriyordu kar soğuk gece yarısı
Birden mayıs sabahı,ılık seher yelleri.
Daha demin kıştı,başlar temmuz
Ve yaşanır bir sonbahar gibi bir yaz dönemi.
"Benim geçmişteki ve halen sürmekte olan en müthiş günahım; geçerli görüşlere uymayan bir kişi olmaktır."– Charlie Chaplin
Siyah beyaz ve sessiz filmlerin unutulmaz kahramanı, komedyen, oyuncu, yazar, bestekâr, senarist ve film yönetmenidir Charlie Chaplin...
Sinema dünyasında kendine özgü bir üslup yaratarak, komediyle hüznü, neşeyle dramı ustaca harmanlarken, yaşadığı dönemin sosyal ve ekonomik durumunu, haksızlıkları ve savaşı eleştirmekten de çekinmedi.
Yarattığı "Şarlo" karakteri, toplumun kanıksanmış düzenine başkaldıran, güçsüzün ve yoksulun yanında yer alan aykırı bir figür olarak tarihteki yerini aldı.
Sınıf ayrımcılığına, dönemin ekonomik zorluklarına, adaletsizliklerine, siyasi düzenine ve diktatörlere karşı koyacak kadar büyük bir haykırışı tek kelime dahi etmeden sessizce ifade ederek, insanlığa yön verdi.
Aşağı bakarsanız Asla Gökkuşağını Bulamazsınız sadece bir yaşam öyküsü değil, bir sanatkârın doğuşunun, sınıf ayrılıklarına ve haksızlıklara karşı koyuşunun da hikâyesidir.
‘‘demek cehennem bu, hiç aklıma getirmezdim böyle olacağını...Acı, ateş, kızgın ızgara, hepsi sizsiniz demek .. Ay! Ne gülünç şey.. Kızgın ızgaranın ne gereği var: cehennem başkalarıdır’’
"Bunu söylerken, bizim ötekilerle olan ilişkilerimizin hep zehirlenmiş, yasaklanmış ilişkiler olduğunu söylediğimi sandılar. Oysa bambaşka bir şeydi söylemek istediğim. Eğer ötekiyle olan ilişkimiz kısıtlayıcı, kusurluysa, o zaman öteki cehennnem olabilir. Niçin, çünkü kendimizle ilgili en önemli olan şey, kendimizi tanımamızdır. Kendimle lgili ne söylersem söyleyeyim, hep ötekinin yargısı işe karışır, ne hissedersem edeyim, ötekinin yargısı vardır. Eğer ilişkilerim kötüyse, tümden ötekinin egemenliği altında kalırım ve o zaman gerçekten cehennemdeyimdir. Dünyada cehennemi yaşayan birçok insan var, çünkü fazlasıyla başkalarına bağımlılar. Başkalarıyla ilişkilerimiz olmaması gerektiği anlamına gelmez bu. Sadece başkalarının bizim için ne denli önemli olduğunu gösterir"
(Huis-Clos/Jean Paul Sartre) Kapalı Oturum
Felsefenin dayanılmaz çekiciliği ve “açık ilişki”
Jean Paul Sartre’ın ‘Sözcükler’ adlı otobiyografisinde de belirttiği gibi, ünlü filozof/yazar daha çocukluk yıllarındayken “çirkinliğinin” farkına varmıştır. Sartre’ın, sadece saçının kesilmesinin dahi kendisinde yarattığı psikolojik çöküntüye otobiyografisinde bu denli yer vermesi ilgi çekicidir. Ancak büyükbabası tarafından kuaföre götürülüp saçları kestirilen Sartre, “çirkin yüzünün ortaya çıkması” ile çevresindekilerin kendisine yönelik bakışındaki değişimi daha o yaşlarında gözlemlemiş ve bunu hiç unutmamıştır.
Düzgün fiziği ve alımlı yüzü ile ilgi çekici bir kadın olan Beauvoir ise, Sartre’ta kendisini çeken noktanın entelektüel birikimi olduğunu belirtir. Dolayısıyla felsefe, ikili arasında kurulan iletişimin ilk halkası olduğu gibi, yaşamları boyunca eklenecek diğer halkalarla, hiç kopmayan bir zincirin oluşmasını sağlayan etken de olacaktır. Tanıştıkları günden itibaren zaman zaman aralarına giren mesafelere karşın, hayatlarının sonlarına kadar birbirlerinden kopmayan bu ikili, yazın hayatında da böylece birbirini tamamlayıcı bir tavır sergileyecektir.
20. yüzyıla damgasını vurmuş olan bu büyük aşkın, günümüz koşullarında dahi kimi zaman anlamlandırılamayan bir noktası da vardır: Açık ilişki. İkili, her ne kadar hayatları boyunca birbirlerinden kopmamış olsalar da, hiçbir zaman hayatlarını birbirlerine de adamazlar. Zira, yazarlık dürtülerine hayat verebilmek adına başka kaçamaklar da yaşaması gerektiğine inanan Jean Paul Satre, tüm dürüstlükleriyle her şeyi anlatabilecekleri türde açık bir ilişki yaşamayı teklif eder Beauvoir’a. Anne babasının hala daha süren birlikteliğine karşın birbirlerinden uzaklaştıkları ilişkisine tanıklık eden Beauvoir ise, gördüğü bu ilişkinin bir benzerini daha kendi hayatında yaşamamak adına bu teklifi kabul eder.
İkilinin yaşadığı bu ilişki, kimi zaman kıskançlıklar halini alan olaylar bütününü oluştursa da, yazar kişilikleri ile edebi eserlerine de ilham verici bir unsur halini alır. Bunun en net örneği ise, Simone de Beauvoir’ın kaleme aldığı ‘Konuk Kız’ adlı eseridir. Dolayısıyla çift, hayatlarında ara sıra yer eden kimi diğer ilişkilerine rağmen, kurallarını kendi koydukları bir düzende kendilerine özgü bir yaşam alanı yaratırlar. Peki, klasik toplum düzenine karşı gelen ve felsefi ilkeler ile yoğrulan bu ilişkide, toplumu birincil ilgilendiren nokta olan politika, ikilinin hayatında ne denli yer tutar? Nitekim politika, karşı oldukları burjuva düzene rest çekebilmeleri için bir araç olmakla birlikte, aynı zamanda savundukları özgürlükçü yaşamı destekleyebilmek ve kadın haklarına da dikkat çekebilmek için bulunmaları gereken alandır. Ancak bir problem vardır: İkinci Dünya Savaşı’nın patladığı yıllarda Sartre ve Beauvoir, isimlerini yeni yeni duyurmaya çalışan iki yazar olarak, kendilerini “gözlemci” şeklinde konumlandırmıştır. Yine de savaş, Sartre’ın yaşadıklarıyla birlikte Beauvoir’ın üzerinde de etkili olacaktır…
Gözlemci bakış açısından politik angajmana
“Jean Paul Sartre ve Simone de Beauvoir için özgürlüklerin birincisi bireysel özgürlüktü. Yirmi beş yaşında, başkalarını anlama ve onlarla iletişim kurma arzuları onları henüz siyasete itmemişti. Oysa gözlerinin önünde terör rejimleri kurulacaktı: SSCB’de Stalin, Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini.”(2)
Düşünsel dünyaya odaklanan ve toplumsal aktivitiler içerisinde aktif olarak yer almaktansa bunların sosyolojik boyutlarını gözlemlemeyi tercih eden ikilinin edinmeye çalıştıkları bu “dışarıdan bakış açısı”, yaşadıkları çağ dolayısıyla değişime uğrar. Zira Jean Paul Satre, Berlin’de yaşadığı süreçte Almanya’nın politik atmosferinde yaşanan değişimine tanıklık etse de, bunu çok fazla ciddiye almayacak; ancak yaşananların gerçekliğini, İkinci Dünya Savaşı’nda üzerine geçirmek zorunda olduğu üniforması ile kavrayacaktı. Essey-les-Nancy’deki 70. Tümen’e katılan Sartre, burada geçirdiği süreç boyunca, ileriki yıllarda detaylı olarak kaleme alacağı varoluşçuluk felsefesinin temellerini atacaktı. 1939 yılındaki Garip Savaş döneminde(3) kaleme aldığı ‘Yaşanmayan Zaman’ adlı eseri ise, yazarın en başarılı yapıtları arasında bulunacak, aynı zamanda kendisini politik olaylara daha “içeriden” müdahale eden bir aydın konumuna getirecekti. Böylelikle; politikayı hayatının baş köşesine koymayan Beauvoir için de, Sartre’ın düşünceleri ve yaşadıkları etkili olacak ve ikili ilerleyen yıllarda, Cezayir Bağımsızlık Savaşı ve 121 Manifestosu’nda (4) seslerini sonuna kadar yükseltecekti. Ardından ise Fransa’da başlayan ’68 Mayıs ayaklanmalarında öncü konumda yer alacaktı. Kaleme aldığı eserleriyle kadınların özgürleşmesi için savaşan Beauvoir ise, baş köşesine imzasını attığı 343 Manifestosu (5) ile kadınların kürtaj hakkını savunarak, sözcüsü olduğu kadınların özgürlüklerine giden yolda onlara eşlik edecek ve ataerkil düzen savunucularından sıyrılmayı sağlayacaktı.
Ölüm onları buluşturmamasına rağmen…
Simone de Beauvoir her ne kadar “Ölüm bizi buluşturmayacak” dese de, hayatlarının büyük çoğunluğunu birlikte geçiren ikili, Beauvoir da yaşama gözlerini yumduğundan beri aynı yerde uyuyor. 15 Nisan 1980 yılında hayata veda ederek Paris’teki Montparnasse Mezarlığı’na defnedilen Jean Paul Sartre’ın ölümünden altı yıl sonra, 14 Nisan’da yaşama gözlerini kapayan Simone de Beauvoir da, tıpkı yazın hayatında olduğu gibi mezarında da Sartre’ın yanı başında bulunuyor.
filmloverss.com
Dili çözülüyor gecelerin..
Gölgeler kaçışıyor derine
Alıp sihrini bilmecelerin:
Gün doğuyor şehrin üzerine.
Korkarak saklanıyor bacalar,
Gün doğuyor şehrin üzerine;
Dalıyorlar günün gözlerine
Gözleri uykulu atmacalar.
Sallıyarak dallarını kavak
Yükseliyor her günkü yerine,
Gün doğuyor şehrin üzerine
Mavi bir ışıkla ağararak.
Gün doğuyor şehrin üzerine,
Renk renk hacimle doluyor her yer.
Bakıyor dağınık yüzlü evler
Hala yanan sokak fenerine.
Toprak kımıldıyor yavaş yavaş,
Gün doğuyor şehrin üzerine,
Bembeyaz gece çiçeklerine
Sabahla düşüyor bir damla yaş.
Ve bir deniz hücumu halinde
Gün doğuyor şehrin üzerine.
Eduardo Galeano insan onurunun, erdemliliğin,
adalet duygusunun ve toplumsal belleğin yağma, talan, çıkar ilişkileri
ve emperyal politikalarla alaşağı edildiği günümüzün “tepetaklak”
dünyasında ayakta durmamız için kılavuzluk etmeyi sürdürüyor.
Yeni
dünyayı saran belleksizleşme sendromuna keskin kalemiyle savaş açan
Galeano, Meksikalı gravür ustası José Guadalupe Posada’nın kışkırtıcı
tasvirleriyle zenginleşen Tepetaklak – Tersine Dünya Okulu’nda
adaletsizliğin, ırkçılığın ve cinsiyetçiliğin temel ilkelerini;
dünyamızı tahrip edenlerin dokunulmazlık kalkanını; iletişimsizliğin ve
tüketimin yayılma stratejilerini; suçlu yaratma ve kitleleri
köleleştirme sanatını yine benzersiz üslubuyla ele alıyor.
Okurunu
ise çığırından çıkmış dünyayı eski haline döndürebilme umuduyla keyifli
bir suça, unutturulmaya çalışılan tarihsel olayları ifşaya ortak ediyor.
Sonun gelmeyişi üzerine bir oyun olan Oyun Sonu, insanın varoluşunun anlamsızlığı karşısındaki durumunu absürd tiyatro bağlamında ele alır. Ölüm kaygısı karşısında insan kör-kötürüm yaşamaya mahkûmdur; bunun sonu gelmemektedir. Absürd tiyatronun en iyi örneklerinden biri olan bu oyunda dışarıdaki doğanın ölmüş olduğu varsayılırken, yalnızca orada bulunan insanların değil, tüm bir uygarlığın, tüm insanlığın çöküşü anlatılmak istenmiştir.
(Ç.: Genco Erkal)
"Zaman ve Varlık Üzerine"
Düşünme türü bugün, kendisinden, herhangi faydalı, pratik bilgelikten uzağa kaldırılmış düşünümler talep eden bir konuma yerleştiriliyor.
Varlık, zaman aracılığıyla mevcudiyet olarak belirlenir.
Tamamlanma olarak bir son, en aşın olanaklılıklar içinde toplanmadır.
Gelecek, geçmiş ve şimdiki durumun birbirlerini karşılıklı olarak vermelerine yani onların kendi birliklerine bir zaman karakteri yükleriz.
"Her şeyin kendi zamanı vardır." dediğimizde, zaman adım kullanırız. Bu şu anlama gelir: Gerçekten varolan her şey, her varolan doğru zamanda gelir ve gider ve zaman onu tayin ettiği sürece bir süre kalır. Her şeyin kendi zamanı vardır. Fakat Varlık bir şey midir? Varlık, gerçek bir varolan gibi zamanda mıdır?Varlık hiç var mıdır? Eğer olmuş olsaydı o zaman onu hiç tartışmasız varolan bir şey olarak tanımamız ve sonuçta onu diğer varolanlar arasında bir varolan olarak bulmamız gerekecekti. Bu konferans salonu var (is). Bu konferans salonu aydınlatılmış(dır). Bu aydınlatılmış konferans salonunu biz bir defada tanırız, varolan birşey olarak ayrılmış yerlerle değil. Fakat bütün konferans salonunda bu "var"ı nerede buluyoruz ? Şeyler arasında hiç bir yerde Varlığı bulmuyoruz. Her şeyin kendi zamanı vardır. Fakat Varlık bir şey değildir, zamanda değildir. Yine de mevcut-olma (presencing) olarak Varlık zaman aracılığıyla, zamansal olan aracılığıyla mevcudiyet (presence) olarak belirlenmiş kalır.
Bütün felsefe tarihi boyunca Platon' un düşünmesi, değişik biçimlerde kesin kalır. Metafizik, Platonizm'dir. Nietzsche kendi felsefesini tersine çevrilmiş Platonizm olarak nitelendirir. Karl Marks’ın metafiziği tersine çevirmesi ile birlikte felsefenin en uç olanaklılığına ulaşılır. Felsefe, son devresine girmiştir. Buna karşın, felsefi düşünmeye hala girişildiği ölçüde, o, sadece epigonal bir rönesansa ve bu rönesansın çeşitlemelerine ulaşmayı sağlar. O halde felsefenin sonu, her şeyden önce kendi düşünme tarzının kesintiye uğraması değil midir?
Varlık ve zaman, birbirlerini karşılıklı olarak belirler, ancak böyle bir tarzda ne birincisine - Varlık- zamansal bir şey denir ne de İkincisine -zaman - bir varolan. Düşünceyi bütün bunlara verirken kendimizi çelişkili ifadeler içinde başıboş buluruz.
Karşılaştırmanın olanaksızlığı, bağlantısızlık demek değildir.
Sorun", "bir sorun" sözcüğü artık bizim için, içinde kaçınılmaz birşeyin gizlenilmesi nedeniyle kesinlikle riskli olan anlamına gelmelidir. Varlık - bir sorun, belki de düşünmenin sorunu.
Bu düşünmenin karakterine genellikle "geriye adım" denildi, ilkin bu geri adım bir "...den" ve bir "...e doğru" olarak anlaşılır. Böylece Heidegger'in düşünmesi, varolanların açıklığından, kendini gösteren varolanlarda gizli kalan açıklığa doğru hareket olacaktır. Ancak "geri adım" deyişinde bir başka şey düşünülür. Bu adım önce geri adım atar, ulaşmak üzere olduğu şeyden mesafe alır. Bu mesafe alış, mesafenin kaldırılması, düşünülmesi gerekenin yaklaşmasının serbest bırakılmasıdır.
Sorular bir yanıta giden yollardır. Eğer yanıt verilebilirse, bu yanıt, tehlikeli bir- soruna ilişkin önerme niteliğindeki bir ifadeden değil, düşünmenin bir dönüşümünden ibaret olacaktır.
Varlık ve zaman, birbirlerini karşılıklı olarak belirler, ancak böyle bir tarzda ne birincisine zamansal bir şey denir ne de İkincisine bir varolan. Düşünceyi bütün bunlara verirken kendimizi çelişkili ifadeler içinde başıboş buluruz.
Kendilerini şimdi kurmakta olan bilimlerin, yakında sibernetik denen yeni bir temel bilim tarafından belirlenecekleri ve yönlendirileceklerini anlamak için kahinliğe gerek yoktur. Bu bilim, insanın, eyleyen sosyal varlık olarak belirlenmesine karşılık gelir. Çünkü o, insan emeğinin olası planlanması ve düzenlenmesinin yönetimi teorisidir. Sibernetik, dili, haberlerin bir değiş tokuş'una dönüştürür. Sanatlar, bilginin düzenlenmiş- düzenleme araçları haline gelir. Felsefenin, her zamankinden daha önemli ölçüde birbirlerine dayanarak aralarında iletişim kuran bağımsız bilimler içindeki gelişimi, onun yasal tamamlanışıdır. Felsefe şimdiki çağda sona eriyor. O, kendi yerini, sosyal olarak etkin olan insanlığın bilimsel tavrında buluyor. Ancak, bu bilimsel tavrın temel niteliği, onun sibernetiği yani teknolojik niteliğidir. Modern teknolojiyi sorgulama gerekliliği, teknolojinin, dünyanın bütünselliğinin görünümünü ve insanın onun içindeki konumunu daha kesin bir biçimde tanımlaması ve düzenlemesiyle aynı ölçüde yok oluyor. Bilimler her şeyi, bilimin kurallarına uygun yani teknolojik olarak, yine de felsefenin kökenini hatırlatan kendi yapıları içinde yorumlayacaklardır. Her bilim, kendi araştırma alanının eklemlenmesi ve betimlenmesi için bağlı kaldığı kategorileri çalışma hipotezleri olarak anlar. Onların doğrulukları, sadece, uygulanmalarının araştırma süreci içinde ortaya çıkardığı etkiyle ölçülmez. Bilimsel doğruluk, bu etkilerin verimliliğine eşit sayılır. Bilimler, felsefenin kendi tarihinin gidişinde kısmen göstermeye çalıştığını, yani çeşitli varlık alanlarının (doğa, tarih, hukuk, sanat) ontolojilerini artık kendi görevleri olarak üstleniyorlar. Bilimlerin ilgisi, koordine araştırma alanlarının zorunlu yapısal kavramları teorisine yöneltiliyor. "Teori" artık şu anlama geliyor: Sadece sibernetik işlevine izin verilen, ancak, herhangi bir ontolojik anlamının yadsındığı kategorilerin kabulü. Tasarımsal-hesaplayıcı düşünmenin bu işlemsel ve model oluşturucu niteliği baskın hale geliyor. Ancak yine de bilimler, kendi bölgesel kategorilerinin kaçılamayan varsayımına dayalı olarak varolanların Varlığı hakkında konuşuyorlar. Onlar tam da böyle söylemezler. Felsefeden gelen kökenlerini yadsıyabilirler ancak hiç bir zaman ondan vazgeçmezler. Çünkü bilimlerin bilimsel tavrında yine de onların felsefeden doğuşlarının belgesi konuşur.
Varlığı sorun olarak, zamanı sorun olarak ele alabilir miyiz? Eğer, “sorun” şu anlama geliyorsa onlar sorun değildirler: Varolan birşey. “Sorun”, “bir sorun” sözcüğü artık bizim için, içinde kaçınılmaz birşeyin gizlenilmesi nedeniyle kesinlikle riskli olan anlamına gelmelidir. Varlık bir sorun, belki de düşünmenin sorunu.
"Her
şeyin kendi zamanı vardır." dediğimizde, zaman adım kullanırız. Bu şu
anlama gelir: Gerçekten varolan her şey, her varolan doğru zamanda gelir
ve gider ve zaman onu tayin ettiği sürece bir süre kalır.
Her şeyin kendi zamanı vardır.
Anımsa Barbara
Yağmur yağıyordu o gün Brest’te durmadan
Yürüyordun gülümseyerek yağmur altında
Şaşkın hayran sırılsıklam
Anımsa Barbara
Siam sokağında rastladım sana
Yağmur yağıyordu Brest’te durmadan
Gülümsüyordun
Gülümsüyordum
Tanımıyordum seni
Sen de beni tanımıyordun
Anımsa gene de anımsa o günü
Unutma
Saçağın altında sığınmış bir adam
Adını ünledi
Barbara
Seğirttin ona yağmur altında
Şaşkın hayran sırılsıklam
Atıldın kollarına
Anımsa bunu Barbara
Sen diyorum diye de bana kızma
Sen diyorum bütün sevdiklerime
Ancak bir kez görmüşsem bile
Sen diyorum bütün sevişenlere
Tanımasam bile
Anımsa Barbara
Unutma
O yumuşak mutlu yağmuru
Mutlu yüzüne yağan
O mutlu kente yağan
Denize yağan
tersaneye yağan
Quesant gemisine yağan yağmuru
Ah Barbara
Ne hırboluktur savaş
N’oldun şimdi sen
O demir o çelik o kan yağmuru altında
Ya o adam n’oldu seni yürekten
Kucaklayan
Öldü mü kaldı mı n’oldu
Ah Barbara
Yağmur yağıyor Brest’te durmadan
Eskiden nasıl yağıyorsa öyle
Ama artık bildiğin gibi değil bura yok oldu herşey
Yıkık bitik bir yas yağmuru şimdi yağan
Demir çelik kan fırtınası bile değil
İtler gibi kuyruğunu titreten
Bulutlar yalnız bulutlar
Brest’te sular boyunca yitip giden itler
Çürümek için gidiyor uzaklara
Hiçbir şey kalmayan Brest’ten
Çook uzaklara.
Çeviren:Teoman Aktürel
Bir tapınaktır doğa, sütunları canlı;
Anlaşılmaz sözler duyulur zaman zaman.
Sembol ormanları içinden geçer insan;
Tanıdık bakışlar süzer gibidir sizi.
Bir derin, bir karanlık birlik içinde,
Aydınlık kadar sonsuz, gece kadar geniş,
Uzaktan söyleşen uzun yankılar gibi,
Renkler, sesler, kokular karışır birbirine.
Kokular vardır çocuk tenlerinden taze;
Obua sesinden tatlı, çayır gibi yeşil;
Kokular da vardır azgın, zengin, gürül gürül.
İnsana sonsuz şeylerin tadını veren,
Misk, amber, aselbent, buhur gibi kokular,
Duyuları, düşünceyi alıp götüren.
Bir varlığın hatasını derinlemesine anlayacak, ona maksat ve teşebbüslerinin boşunalığını gösterecek güçteyizdir; fakat içgüdüleri kadar kaşarlanmış, önyargıları kadar eski bir fanatizmi gizleyerek, zamana canla başla sarılmasına nasıl engel olmalı? İçimizde, yakışıksız bir inanç ve kesinlikler yığını taşırız – kuşku götürmez bir hazine gibi. Bundan kurtulmayı ya da bunları altetmeyi başaran kimse bile, - kendi zihin açıklığının çölünde- hala fanatik kalır: Kendinin, kendi varoluşunun fanatiğidir; bütün saplantılarını kurutmuştur, bu saplantıların kabuklarından çıktıkları zemin dışında; bütün sabit noktalarını kaybetmiştir, bağlı oldukları sabitlik dışında. Hayatın ilahiyatınkilerden daha değişmez dogmaları vardır; çünkü her varoluş, cinnetin ya da imanın zırvalarının bile dudağını uçuklatan şaşmazlıklar içinde demir atmıştır…Şüphelerine aşık olan kuşkucunun bile, kuşkuculuğun fanatiği olduğu ortaya çıkar. İnsan, tam anlamıyla dogmatik varlıktır; dogmaları onları dile getiremediği, bilmediği ve takib ettiği ölçüde derindir.
Hemen yazmak zorundasın,
Hayat karşısında geç kalmışsın gibi.
Böyleyse eğer yanında ol kaynaklarının.
Çabuk ol.
Çabuk ilet o
Tansıklı, başkaldırı ve yardımseverlik payını.
Gerçekten de gerisindesin yaşamın,
Dile sığmaz yaşam,
Birleşmeyi kabul edeceğin tek şey önünde sonunda
Seni hergün geri çeviren nesneleriyle, varlıklarıyla
Etsiz parçalarını güçlükle ele geçirebilirsin
şurada burada
Amansız savaşların sonunda.
Onun dışında her şey katı son, boyun eğmiş bir
can çekişme.
Uğraşın sırasında rastlarsan eğer ölüme,
Kuru mendilden hoşlanan terli ense gibi
karşıla onu, Boyun eğerek.
Gülmek istersen,
Bağlılığını sun,
Silahlarını değil.
Ender anlar için yaratıldın.
Değiş, kaybol pişman olmaksızın
isteğine uyarak o tatlı acımasızlığın.
Parça parça sürdürüyor yokoluşunu dünya
Kesintiye uğramadan,
Yanılmadan.
Yayılsın dört bir yana toz
Hiçbir şey elevermeyecek birliğinizi.
Çeviri: Özdemir İnce
Bir zincir olsanız, onun da en zayıf halkası olurdunuz, denmiştir sizlere.Bu deyişin ancak yarısı gerçektir. Çünkü sizler aynı zamanda halkalarınızın en güçlüsü kadar da güçlüsünüz.Sizi en küçük çabanızın boyutlarına bakarak ölçmek, okyanusun gücünü dalgalarının köpüklerine bakarak tahmin etmeye benzer.Sizi başarısızlıklarınıza bakarak yargılamak, mevsimleri değişkenlikleri nedeniyle suçlamak olur.
Doğa
Doğa, ‘hoş geldin’ diyen kollarıyla uzanır bize ve onun kadınsı güzelliğinden haz almaya çağırır bizi; ama biz onun sükûnetinden ürker, kalabalık kentlere akın ederiz ve orada tıpkı vahşi bir kurdun önünden kaçışan koyunlar gibi birbirimizi sıkıştırarak yaşarız.
Despot
Ve devirmek istediğiniz bir despot varsa , önce onun sizin içinizde kurduğu tahtı devirmeye bakın. Bir zorba, özgür ve gururlu olana, eğer özgürlüğünde zulüm ve gururunda utanç taşımasaydı, nasıl hükmedebilirdi? Eğer başınıza bir despot geçmişse bunun sorumlusu sizlersiniz; Yüce Yaratan alnınıza diktatörleri yazmamıştı, bunu sizler kendi kendinize yazıyorsunuz.
"Tarlaların üzerinde gölgemizin kalacağını biliyoruz
yoksul evin kerpiç duvarı üzerinde
yarın örmeye başlayacakları büyük evlerin çatılarında
taze fasulye ayıklayan annenin eteğinde
serin avluda kalacak gölgemiz. Biliyoruz bunu.
Kutlu olsun acımız.
Kutlu olsun kardeşliğimiz.
Kutlu olsun doğan dünya.
Bir zamanlar kurumluyduk, kardeşim,
çünkü hiçbir güvencemiz yoktu.
Büyük laflar ederdik
süslerdik dizelerin kollarını altın sırmalarla
bir uzun sorguç dalgalanırdı şarkımızın alnında
gürültü ederdik-korkardık, işte bu yüzden gürültü ederdik
korkumuzu sesimizle kaplardık
topukları kaldırıma çalardık
uzun adımlar, çalımla,
insanların pencerelerden izlediği
ve kimsenin alkışlamadığı
içi boş topların geçiti gibi geçerdik.
O zamanlar tahta kürsülerde, balkonlarda söylevler duyulurdu
radyolar gümbür gümbür tekrarlardı söylevleri
korku bayrakların berisinde gizliydi
davulların içinde ölüler sabahlardı
aşkolsun anlayana
belki borular uyum sağlıyorlardı adımlara
ama yüreğe uyum sağlamaktan uzaktılar. Biz uyumu arıyorduk.
Silahların, camların parıltısı bir an bir şey verir gibi oluyordu göze
-tek bu
sonra hiç kimse tek bir sözcük anımsamıyordu
anımsamıyordu tek bir söz ya da ses.
Akşam ışıkları sönüp rüzgar sokaklarda kağıt bayrakları sürüklerken
ve dururken kapının önünde silindirin ağır gölgesi
uyumuyorduk bizler
serpilmiş sesini topluyorduk sokakların
uyumu buluyorduk, yüreği, bayrağı.
İşte bak, kardeşim, sonunda öğrendik konuşmayı
tatlı tatlı ve yalın konuşmayı.
Anlaşabiliyoruz şimdi - fazlası da gereksiz.
Ve yarın diyorum, daha da yalın olacağız
tüm yüreklerde, tüm dudaklarda aynı ağırlığı edinen sözleri bulacağız
adıyla anılacak her şey,
ve ötekiler gülümseyip "böyle şiirleri
biz de yüzlerce yazabiliriz" diyecekler. Bizim de
isteğimiz bu işte.
Çünkü şarkımız insanlardan ayrı sivrilmek için değil,
kardeşim,
insanları birleştirmek içindir şarkımız.
Düşten de mor bir aşkı yaşadın da gittin yar
Bir gittin ki sus oldu Pusa büründü hisar
Bir vapur dumanıyla sanki gelecek gibi
Bir gün gelecek elbet, ütopyalar güzeldir
Onu bana verseler, vermeseler ne yazar
Ben bir kadın sevdim ki, evim artık gül kokar
Bir vapur dumanıyla sanki gelecek gibi
Bir gün gelecek elbet, ütopyalar güzeldir
Söz: Ferhan Şensoy
Jehan Barbur & Ceylan Ertem - Ütopyalar Güzeldir (Live) - YouTube