31 Temmuz 2019

Denis Diderot - Düşünceler


Bir anayasanın ilk sözü, devletin başındakileri bağlamalıdır. Biz baştakiler bu yasalar değiştirir ya da çiğnersek halkın düşmanı olmuşuz demektir ve halk bize düşman olmakta haklıdır.

Boşunadır yasalar; herkesi eşit olarak bağlamıyorsa. Boşunadır yasalar; Toplumda bir tek kişi bile ceza almadan onları çiğneyebiliyorsa.
 
Ahlaksızlık ile dinsizliği birbirine karıştırmamak gerekir. Din olmadan ahlaklılık olabilir ve ahlaksızlıkla din  bir arada bulunabilir ve çoğunlukla da böyledir.
 
   Pariste Karnavale Müzesi'nde bulunan ve kapağında "İnsan derisi ile kaplıdır" yazan Fransızların ilk anayasası 

Gerçek yasacı halktan başkası olamaz. Tepeden inme yasalara halkın saygı duyduğu binde bir görülür. Ama yasaları kendi yaptı mı; kendi işi bilip yürütecek, koruyacaktır onları. Bunlar da bir kişinin sorumsuz istekleri değil; birçok insanın kendi mutlulukları, güvenlikleri üstüne birbirine danışarak vardıkları istekler olacaktır.
 

Antoine De Saint Exupery - İnsanların Dünyası


Yeryüzü, ömrümüz üstüne biz insanlara bütün kitaplardan daha fazlasını öğretiyor. Neden mi?...Bize gizlerini kolay kolay vermiyor da ondan. İnsan, engellerle boy ölçüşe ölçüşe kendini bulur; ama onlara ulaşması için insanın eline bir araç vermek gerek. İnsana bir rende, bir saban gerek. Köylü, çift sürerken doğadan azar azar birkaç giz koparır. Vardığı gerçek de, evren ölçüsünde bir gerçektir. Havayollarının aracı olan uçak da, insanı bütün eski sorunlarla karşılaştırır...

 Çevirmen: Vedat Günyol

İngmar Bergman "Bazı filmlerimi izlerken sinirlerim bozuluyor, ağlayacak gibi oluyorum. Çok korkunç birşey bu."





27 Temmuz 2019

Algı Kapıları - Aldous Huxley


İnsanların çoğu, en kötü durumda öylesine acı dolu, en iyi durumda da öylesine tekdüze, mutsuz ve sınırlı bir hayat sürdürüyorlar ki bundan kaçma arzusu ve birkaç anlığına bile olsa kendilerini aşma özlemi ruhun başlıca tutkularından biridir ve bu hep böyle olmuştur. 

Tecrübe insanın başına gelen şey değildir; o insanın o başına gelenle ne yaptığıdır.
Tecrübe, bir insanın başından geçenler değil, başından geçenlerin bıraktığı İzlerdir.

Aşinalık kayıtsızlığı doğurur.

Dış dünya, hayatımızın her sabah uyandığımız, istesek de istemesek de hayatımızı kurtarmaya çalıştığımız yerdir.İç dünyada ne çalışma ne de tek düzelik vardır. Oraya sadece rüyalarda ve derin düşüncelerde gideriz ve orası öyle tuhaftır ki birbirini takip eden iki olayda asla aynı dünyayı bulamayız.

Bilimin büyük trajedisi: güzelim hipotezleri çirkin bir gerçek yüzünden katletmek…


Andre Maurois "Her şeyin ta tepesine çıkmak iyi şeydir, ama, tepeler ıssızdır, soğuktur, ebedi karlarla kaplıdır."



Carl Gustav Jung


   İnsanın varoluşunun tek nedeni, yalnızca var olmanın karanlığına bir ışık tutabilmektir. Dünyanın öbür kutbuna yapılan bu keşif gezisi rağbet görmez; çünkü belirsizlikler ve tehlikelerle doludur.


Bernard Shaw "Keyifler değildir yaşamı değerli yapan. Yaşamdır, keyif almayı değerli kılan."

Biz iki hırsız arasında kendimizi ifade ederiz . Düne ait üzüntüler ve yarına ait korkular.

Para açlığı giderir, mutsuzluğu değil. Yemek mideyi doyurur, ruhu değil.

Mutlu bir aile hayatı dünyada kavuşulmuş cennetten başka bir şey değildir.

 Beğenmediğiniz bir şeyi alkışlamak, yalan söylemenin birçok çeşidinden biridir.

 Hayatta saadeti yapan şeyler çok küçük parçalardır. Bir iyilik, bir gülümseme, tatlı bir bakış, iyi bir dilek...Aslında mutlu olanlar, bu bu küçük şeylerin huzuruna varmış olanlardır.

 Eğer yürüdüğün yolda engeller yoksa o yol seni bir yere götürmez.

 Bir kez kalp kırıldı mı, geriye dönüş yoktur bunun. Hiçbir şeye aldırmaz olursunuz. Mutluluğun sonu, huzurun başlangıcıdır bu.

 Keyifler değildir yaşamı değerli yapan. Yaşamdır, keyif almayı değerli kılan.

Yeryüzünde hüküm süren kuvvet, hayat kuvveti değil, ölüm kuvvetidir.

 Dünyada iki tane trajedi vardır.biri kalbinizdeki tutkuyu yitirmek,diğeri ise kaybettiğiniz tutkuyu geri kazanmaktır.

 Akıllı adam aklını kullanır. Daha akıllı adam başkalarının da aklını kullanır.

 Diş ağrısı çekenler  dişleri sağlam olanları yoksulluk çekenler  parası bol olanları mutlu sanır.

Dertli olmanın sırrı, dertli olup olmadığımızı düşünecek kadar boş vakte sahip olmamızdır.

 Sorun çaresizlik değil, isteksizlik…İsteksiziz; çünkü çocuklukta bize uygulanan ilk şey, içimizdeki isteği öldürmektir.

Birisini tenkit etmek istersek en münasip yer aynamızın karşısıdır.

24 Temmuz 2019

Didem Madak “Benim için şiir tehlikeyi güzelleştirme sanatıdır."

Kibritle oynayan bir çocuğun muzipliğini hissettim hep şiir yazarken. Ve genelde de yangın çıktı. Birileri hep kaçmamı söyledi, yanan yeri bırakıp kaçmamı söyledi ama ben hep o yanan yeri grapon kâğıtlarıyla süslemeye çalıştım." ve ekliyor: "Benim için şiir tehlikeyi güzelleştirme sanatıdır."


 Çiçekli Şiirler Yazmak İstiyorum Bayım!
 
                               "Zenciler prensesi olacağım.
                                Hayat işte asıl o zaman başlayacak"
                                                              Pippi Uzunçorap
Çiçekli şiirler yazmama kızıyorsunuz bayım
Bilmiyorsunuz darmadağın gövdemi
Çiçekli perdelerin arkasında saklıyorum.
Karanlıkta oturuyorum, ışıkları yakmıyorum
Çalar saat zembereği boşalana kadar çalıyor
Acı veren bir sevişmeyi hatırlıyorum.
Bir bıçağın gereksiz yere parlaması bu.
Yıllardır kendini bulutlarda saklayan
İllegal bir yağmurum.
Bir yağsam pahalıya mal olacağım.
Ben bir bodrum kat kızıyım bayım
Yalnızlıktan başka imparator tanımaz bodrumum
Bir süredir plastik vazolar gibi hiç kırılmıyorum
Fakat korkuyorum. Birazdan da
Kırk üç numara ayakkabılarınızla
Bahçede oynayan çocukların üstüne basacaksınız
Bu iyi olmaz bayım!

"gün akşam oldu" diyorum.
Ekmek kırıntıları atıyorum kuşlara,
Cam kırıkları yiyorlar.
Rüyamda bir kâse dolusu suyun içinde
Rengârenk yap-boz parçacıkları
Anlatmak istiyorum, dinlemiyorsunuz.
Hayır, sanırım sabahı bekleyemem.
Bilmiyorum.
İnsanlar rüyalarını acilen anlatmalı.

On dört yaşındaydı ruhum bayım
Bir mermer masanın soğukluğunda yaşlandı.
Protez bacaklar taktılar ruhuma ince ve beyaz
Gıcırdaya gıcırdaya dolaştım şehri.
Protez bacaklarıma bile ıslık çaldılar
O ara içimde çiçeklerden oluşmuş
bir silahsız kuvvet ablukaya alındı
Sinemalarda da "orgazm gıcırtıları" oynuyordu.
Kaçmaya çalıştım. Olmadı.
Bu nedenle, çiçekli şiirler yazmayı
ruhum açısından faydalı buluyorum bayım.
Neyse işte
Ben her filmi hatırlarım
Sinemaların hiç bitmeyen gecesine
sığındığım çok oldu.
"Sofi'nin Tercihini" seyrederken çok ağlamıştım.
Öpüşen guramilerle ilgili bir film yapsalar
Onu da mutlaka hatırlardım.
İnsan içinde çevrilen bir çıkrığın sesini unutur mu?
Hem sonra ben hatırlamaya alışkınım
Bir "eşya toplayıcısıyım" bayım.

Büyük gemiler de yok artık bayım
Büyük yelkenler de
Büyük kâğıtlar yakmak istiyor şimdi canım.
İşte az önce bir karabatak daldı suya
Bir süredir kayıp
Dünyayı yutmuş olarak çıksa da ortaya
Ölüm çok iri bir sözcük değil bayım.
Kasımpatları kadar acı kokuyorum biliyorum.
Ama siz sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen
Yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz?
Bir gül, bir güle derdi ki görse…
Yalan söylüyorum
Güller bu sıra hiç konuşmuyor bayım.


Adnan Yücel - Hangi Günün Yüzyılı


Sancısını yaşıyorsun kaç zamandır
Yeni bir güne sevinçle başlamanın
Yoluna ışık tutan sözcükler
Var mı o günün ışıltılı kanatlarında
Rüzgara dost olan soluklar varmı
Altını çize çize soruyorsun nedense
Ki hep aldatmış olduğun kendine
Adın çoktan çocuğa çıkmış oysa
Çoktan anlaşılmaz olmuşsun
Şu güzel örnrün tam ortasında
Kuşları sora sora düşen yapraklara
Ey çılgın
Kanadı kırık her kuşa
Kanat olmaktan yorulmuşsun

Bulutları çarpışa çarpışa yorgun
Bir gökyüzüdür artık gülüşün
içinde yıldız kaymaları
Ve şimşekler karışır birbirine
Ve hayran olduğun sonsuzluğu
Kendi bakışların anlatırken en güzel
Sen düşlerini kuruyorsun hala
Uzak denizlerde boğulmuş bir aşkın
Ki uğrunda güneşi
Her akşam gül diye bırakıp sulara
Ve her sabah
Tomurcuk diye yeniden topladığın
Belki de bu yüzdendi kim bilir
Denizi her özledikçe ağladığın
Ey çılgın
Bunca zaman
Hangi günün yüzyılıydı yaşadığın

Kaç kez anlayacaksın daha
Senden geriye kalacak olanı
Seni senden habersiz
Sözcük sözcük yarına dizecek olanı
Daha kaç kez
iyi bak şimdi büyütttüğün çiçeklere
Şu çiçek
Aşka inancın sesidir açılmış
Şu çiçekse
Birlikteliğin hiç solmayan rengi
Hangi nehire sorsan tanır onları
Hangi denize sorsan
Mutlak dostudur onların
Ey çılgın
Bunca güneş içinde
Söyle hangi ışıklardır aradığın


Arif Damar - Aydınlanmış bir sesin söylediği türkülere övgü

 
Türküler dinlerdik
Sesinden
Dağ olurduk yücesinden
Ova olurduk çöl olurduk
Denizlere akardık birlikte
Sular olur

Türküler dinlerdik
Sesinden
Duvarlar yıkılırdı kendiliğinden
Kimimiz Köroğlu'na katılırdık
Kimimiz Dadaloğlu'na
Yemen'de kalanımız olurdu

Türküler dinlerdik
Sesinden
Üçümüz oy
Karacaoğlan
Beşimiz Pir Sultan Abdal
Hey.


İki Ses - Behçet Kemal Çağlar


Dışardan herkes: - Görmemiş ol, savuş..
İçimden bir ses: - Konuş! Konuş! Konuş!

Dışardan herkes: - Böyle uslu, yavaş..
İçimden bir ses: - Savaş! Savaş! Savaş!

Dışardan herkes: - Tıkırında işin..
İçimden bir ses: - Düşün! Düşün!. Düşün!

Dışardan herkes: - Bugüne uy, barın..
İçimden bir ses: - Yarın!. Yarın!. Yarın!.

1947
(Benden İçeri)


Nerdesin - Ahmet Kutsi Tecer

 
 

Geceleyin bir ses böler uykumu,
İçim ürpermeyle dolar: -Nerdesin?
Arıyorum yıllar var ki ben onu,
Aşıkıyım beni çağıran bu sesin.

Gün olur sürüyüp beni derbeder,
Bu ses rüzgarlara karışır gider.
Gün olur peşimden yürür beraber,
Ansızın haykırır bana: -Nerdesin?

Bütün sevgileri atıp içimden,
Varlığımı yalnız ona verdim ben,
Elverir ki bir gün bana derinden,
Ta derinden bir gün bana “Gel” desin.


Muz Sesleri - Ece Temelkuran

Yüzlerinde kızıl bir gülümseme vardı. O ânı bırakmak istemiyorlardı. Bu ânın biraz daha sürmesini istemişlerdi. Bir an için kim olduklarını ve kim olmaları gerektiğini unuttukları için böyle kızıl gülümsediklerini muhtemelen bilmeyeceklerdi. 

Deniz cümlesinin gerisini yutabilecek kadar aklı başında kalabildiği için kendiyle acı acı gurur duydu. 

Bir insan bir insanda başka bir hayatın kapısını görünce âşık olur. ne mutluluktur öte yandaki, ne de tadıyla meraklandıran bir acı. Aşk diye buna denir: Bir insan bir insanda tekinsiz bir ev görür. 

 Ağlamak üzere olan çocuklar renkli, gürültülü şeylere bakınca nasıl unutursa ağlayacağını öyle unuttu korkusunu. 

İnsan, yarası yarasına denk geleni seviyor demek ki. 

Bütün bu insanlar, en iyi ihtimalle, insanlığın baş edemeyeceği kadar büyümüş bilgi yumağına ancak bir cümle daha ekleyebileceklerini ve büyük bir ihtimalle bunu bile beceremeden ölüp gideceklerini biliyorlardı. 

Sana bir hikâyeden başka verebilecek hiçbir şeyim yok. Eğer bir gün dünyaya niye geldiğine lanet edersen, eğer ben o gün orada olmazsam, bil ki senin bir hikâyen var. O kadar çok güzel insanın ölümünü gördüm ki, öğrendim. Ne yaparsan yap sadece bir hikâye kalıyor geriye. Anlatılınca yalan gibi, hiç olmamış gibi gelen.

Unutmak ılık, ağrılı bir loşluktu. hatırlamak ise gölgeli uykuyu kesik kesik yanmaya başlayan çiğ beyaz floresan ışığıyla bölen berbat bir mola yeri. Bir çizgiyi takip ederek giderse, geriye doğru, az önceye doğru, o zaman gerçeğe varabilirdi. Çünkü her şey az önce olmuştu. Bir çizgiye ihtiyacı vardı. Şimdi ile önceyi bölen, bura ile orayı, eski ile yeniyi, hangisinin nerede başlayıp nerede bittiğini gösteren bir çizgi. Hatırlamak ve unutmak için bir hata ihtiyacı vardı. Çiğ beyazı utancı, loş ılıklıktan ayıran bir sınır. 

Kimse kimseden bir hakikat, gerçek bir hikâye beklemiyordu.

Sakın,’ dedi kendine, ‘korkma.’ Bir hafta önceydi, anlamıştı. İnsan çok yalnızken, bir tane daha kendinden doğuruyordu içinde, ‘Korkma,’ desin diye.

M U Z SESLERİ. Ece T e m e lk u ra n


Tom Robbins’ten yazarlık dersi: “Delireceksiniz!”


   Bir roman yazmak için masanın başına geçtiğinizde gereksindiğiniz ilk şey, omuzlarınıza koca bir avuç napalm tozu serpiştirmek olacaktır. Size öğretilenlerin hepsini tamamen yok edip unutmak için. Gerçi öğretmenlerinizin hayaletleri size fısır fısır bir şeyler dikte etmeye devam etmek için orada durmaya devam ederler. “Cümle kurarken asla zarf kullanma.” “Romanın şöyle olsun…” “Yok, yok, öyle değil, böyle olsun.”

    Tavsiyeler uzar gider. Yeter! Siz orada duran edebiyat bürokratları, acilen defolun!

    İnsan, “Sadece bildiğin şeyleri yaz” veya “Anlatmak yerine, göster” gibi daha iyi niyetli tavsiyelerden bile her zaman kıvraklıkla kaçınabilir, tabii yeterince çevikse… Aslında roman yazmanın tek bir kuralı vardır. İşe yarayan şeyler, işe yarar.

    Peki ama bir şeyin işe yarayıp yaramadığını nasıl bileceğiz? Gerçek şu ki her zaman bilemezsiniz. Mesela ben ilk romanımı tam 12 kez yakmıştım ama 35 yıl sonra bugün hâlâ dünyanın her yerinde baskı üstüne baskı yapıyor. Dediğim gibi, fikrinizin işe yarayacağını bilemezsiniz ama hissedebilir ve ona güvenebilirsiniz. Bu sözünü ettiğim, tamamen sezgisel bir şey ve bence sezgi tanrıların bize verdiği büyük bir armağan. Açıkçası, çoğu insana diğer herkesinkinden başka, özel bir armağan sunulmuştur ve kimse paketi açana kadar içinde ne olduğunu tam olarak öğrenemez.

    Muhteşem Nelson Algren’in dediği gibi, “Yaptığı işten tamamen emin olan bir yazar, çok da bir şey yapıyor sayılmaz.” Birçok iyi roman zorluklarla, neredeyse kendi kendini ite kaka dünyaya gelmiştir. Kökeninde, bilinçsiz bir tür masumiyet vardır. O yüzden de başlamadan önce finalde ne olacağını kafanızda tasarlamanız falan hiç gerekmiyor. Hatta ikinci sayfada ne olacağını bilmeniz bile gerekmiyor. Her şeyi bilmek isterseniz, romanınızı daha doğmadan öldürmüş olmaz mısınız? Ona nefes alacak alan verin ve yön değiştirerek sizi şaşırtmasına müsaade edin. Roman yazmak bir gemi veya tren yolculuğu gibi rota gerektiren bir şey değil, tamamen özgürce yaşanacak bir maceradır.
 
    Elinizde bir ana konu olsa iyi olur tabii; bir tema, yaratmak istediğiniz etkiye dair genel bir çizgi… Bunun ötesinde, yapmanız gereken tek şey hayal gücünüzü espri duygunuzla harmanlamak, bir iki karakter oluşturmak ve bu küçük kayığı şahsi bakış açınızı da katarak geniş, karanlık nehre salmak… Akış sizi nereye götürürse. Bir sonraki kıvrımdan sonra karşılaşacağınız tehlikeli girdabın sesini işitirseniz, hey, dik durun, zihninizi netleştirin ve aralıksız kürek çekmeye devam edin. Artık sahiden yazmaya başladınız, bunun tadını çıkarın. Çünkü işin en iyi kısmı şimdi başlıyor.

    Evet, roman yazmak kontrolden çıkmaya benziyor bir parça ve aynı anda bir an bile boş bulunmamayı gerektiriyor. Kafanızı mı karıştırdım? Eh, zaten başından beri çok kafa karıştırıcı bir şeyden söz etmiyor muyuz? Deneyin. Belki delireceksiniz. Ve gene de bu işi çok seveceksiniz.

21 Temmuz 2019

Dante Alighieri - Birinci Kanto (Şarkı)

Hayat yolu ortasında kendimi
Karanlık bir orman içinde buldum
Anladım yolumu kaybettiğimi
Aklıma geldikçe hâlâ korktuğum,
Bu yabanî, haşin, büyük ormanı
Anlatırken bile ürperiyorum
Ölümden daha korkunç buldum onu,
Ama başka şeyler de vardı,
Söyleyeyim onların ne olduğunu.
Doğru yoldan saptığım zamanlardı,
Bilmiyordum nasıl girdim oraya,
Uykudaydım, uykum derin, ağırdı.
İçimi korkuya salan bir saha,
Sonlarına doğru bir tepe yüksek,
Baktım orda şöyle bir yukarıya.
İnsana doğru yolu göstererek
Gece derin, karanlık, üzüntülü
Koca dağ doruktan eteğine dek.
Gece derin, karanlık, üzüntülü
Kalbimi dolduran korku bir anda
Hafiften şöyle bir durdu, çözüldü.
Denizden karaya soluk soluğa
Çıkanlar karanlık sulara doğru
Geri dönüp dönüp nasıl bakarsa,
Hâlâ kaçan ruhum –şaşkın, korkulu–
Canlıların asla geçemediği
Bir yola doğru öyle bakıyordu.
Vücudumu dinlendirdim bir iyi,
Sonra gene ıssız yola koyuldum,
Duran bir ayağım aşağıda idi.

İlahi Komedya
Çev. Cevdet Kudret


Lou Andreas-Salome’un Hayatı

Lou Salome: “Kesinlikle kendi hayatımı yaşayabilirim. Ve ne olursa olsun bunu yapacağım. Böyle davranarak hiçbir ilkeyi temsil etmiyorum; ama çok daha güzel, benim içimde olan bir şeyi, tamamen yaşamın sıcaklığı olan, neşe dolu ve kaçıp gitmeye çalışan bir şeyi temsil ediyorum.”

  “Tanrı’nın var olmamasının imkânsız olduğu kadar, benim de böyle bir dogmaya inanmam imkânsız.” sözü, Salome’un cesaretinin ne kadar ileri gidebileceğinin bir göstergesi olmuştu. 1882 yılının Mayıs ayında Friedrich Nietzsche ile tanıştı. Birlikte tüm toplumu, kültürü, dinleri tartışıyorlardı. Salome’un özgür ruhu, güzelliği ve fikirleri Nietzsche’nin aklını başından almıştı. Fakat tek taraflı kalacaktı bu aşk…
21 yaşındayken yaşadığı ciddi sağlık sorunları nedeniyle annesiyle Roma’ya taşınmak durumunda kaldı. Alman yazar Malwida von Meysenbug, Lou Salome’un annesinin yakın arkadaşıydı bu sebepten bir sure Roma’da onun evinde yaşadılar.

O evde yaşadığı sıralar yazar Paul Ree ile tanıştı Salome. Paul, onun fikirlerine ve güzelliğine hayran olmuştu evlenmek istedi fakat genç kadın kabul etmedi.

Lou Salome, dönemin çok ilerisinde bir özgürlük anlayışına sahipti. Kaldı ki o dönemler kadınların felsefe okuması alışılagelmiş bir şey değildi, izin dahi verilmiyordu. Fakat o verdiği savaşlardan galip çıkmasını bildi ve kendi özgürlüğü elde eden bir kadın filozof oldu.


Aşkına karşılık alamamak ve evlilik teklifinin reddedilmesi Nietzsche’yi derin acılara sürükledi. Onun derin acıları bugün okuduğumuz bazı muhteşem eserlere ilham kaynağı oldu…

İrvin Yalom’un “Nietzche Ağladığında” ve Lance Olsen’in “Nietzsche’nin Öpücükleri” adlı romanları bunlardan bazılarıdır.

“Hangi yıldızlardan düşüp birbirimizi bulduk biz. Bu kadar düz bir cümlenin bu kadar karmaşık olmasına neden olan kadın.” Bu sözler, “Nietzche Ağladığında” isimli kitapta bahsedilen, Nietzsche’nin bu aşka dair duygularını açıklayan cümleleridir.

Sonrasında Frederich Andreas girdi hayatına. Lou Salome bu ilişkiden de kaçınıyordu fakat evlenmek durumunda kaldı. Çünkü Frederich Andreas, evlilik teklifinin reddedilmesi halinde intihar edeceğini söylemişti.

Lou Salome, evlilik süresince Frederich ile hiç birlikte olmadı.

Salome evliliğe rağmen 34 yaşına kadar bekaretini korudu. Ona göre bedenlerin değil zihinlerin birlikteliğiydi esas olan ve o birlik sağlanmadığı sürece bir şeyler yaşamak anlamsızdı. Fakat sadakati de benimsemiyordu Salome. Ona göre sadakat ve evlilik, sevginin ancak azılı bir katili olabilirdi.

Evliliği esnasında da kocasının bilgisi dahilinde başkalarıyla flörtleşmeye devam etti. Kocasını istemiyordu ancak onu intihar düşüncesinden vazgeçiremediği için de kendisine başka bir yol bırakmadığını düşünüyordu. Ve derken ünlü Alman şair Rilke girdi hayatına…

Rainer Maria Rilke, narsist güzel Salome’un ilk aşık olduğu ve ilk birlikte olduğu erkek olmuştu. Rilke o zamanlar 20’li yaşlarının başındaydı, Salome ise 30’lu yaşlarının sonununu yaşıyordu. Lou Salome, Tek gerçekliğim dediği Rilke’yi iç dünyasının tezahürü olan şu mükemmel satırlarla anlatıyordu;

“Sen bütün kuşkuların tam karşıtıydın; dokunduğun, uzandığın ve gördüğün her şeyin var olduğuna tanıklık edendin. Dünya bulutlu görünüşünden sıyrıldı, zavallı ilk şiirlerimin belirli özelliği olan o birlikte akış ve çözülüşten kurtuldum; nesneler doğdular, yavaş yavaş ve güçlükle öğrendim her şeyin ne denli yalın olduğunu; ve olgunlaştım, yalın şeyler söylemeyi öğrendim. Bütün bunlar, kendimi şekilsizlik içinde yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğum bir sırada seni tanımak mutluluğuna erdiğim için oldu.”

Rilke de büyülenmişti Lou Salome karşısında. Aklını bir kenara bırakmıştı tamamen. Genç adam daha erkeksi ve daha güçlü görünmek için Lou’nun önerisini kabul ederek Rene olan adını Rainer olarak değiştirmeyi bile kabul etmişti. O da şu sözleri sarfediyordu sevdiği kadın için;

"senin sınırlarına tozlu basit halde gelen güneş ışını, ruhunun parlak dalgasında bin kat berrak ve parlak oluyor. Benim berrak kaynağım, dünyayı senden görmek istiyorum, çünkü o zaman yalnızca seni, seni, seni görüyorum."

Lou Andreas Salome 50 yaşına geldiğinde psikolojiye ilgi duymaya başladı. Felsefe penceresinden çözmeye çalıştığı sorunlarına psikoloji bilimini de dahil ederek elini güçlendirmek istedi. 1911 yılının sonbaharında Weimar Psiko-Analitik Kongresi’ne katıldı

Sigmund Freud ile yolları bu dönemde kesişir. Lou, Freud’a, tanışmak istediğine dair mektuplar yazar. İlk mektupla başlayan süreç 25 yıl boyunca devam edecektir. Birbirlerinin zekasına ve görüşlerine aşk duyarlar. Freud onun birikimine olan şaşkınlığını gizleyemez ve;

“Korkunç bir zeka… Onun yanına yaklaşan herkes, varlığının samimiyetinden ve uyumundan çok güçlü bir biçimde etkilenirdi; kadınlara özgü zaafların hiçbirinin hatta insani zaafların bile çoğunun onda bulunmadığını, yaşamı boyunca bunları aşmış olduğunu fark ederdi.” sözleriyle tarif eder Lou Andreas-Salome’u.

Kendi ideallerini yaratan, felsefe, teoloji, sanat eğitimlerine Freud tabanlı bir psikoloji temeli de atan Salome’un dünyadaki “İlk kadın psikanalist” olması pek şaşılacak bir şey olmadı aslında. Kendine ve yaşama dair inancını da Freud’a yazdığı şu sözlerde göstermişti;

“Önemli olan yaşama inancının aslen ve hayati olarak var olmasıdır ki, bu hayatta kalmamız anlamına gelir.”

Lou Andreas Salome 76 yaşında öldüğünde, Freud; “Ona duyduğum aşkı ve hayranlığı açıkça söylemiş olmayı isterdim” diyerek büyük pişmanlığını dile getirmiştir.”

Freud – Salome mektuplarında, Lou Salome, Nietzsche’den ilham alarak 1882 yılında yazdığı “Yaşam İlahisi” şiirinden bahseder Freud’a. Ve gönderirir. İşte büyük yankı uyandıran ve adeta Lou Salome’un hayatını özetleyen o şiir;

Yaşam İlahisi
Elbette bir dostun sevdiği gibi
Seviyorum seni esrarengiz yaşam.
Seninle güldüm, seninle ağladım,
Bana ya neşe verdin ya da ızdırap.
Seni bütün zararlarınla birlikte seviyorum;
Ve beni yok etmen gerekiyorsa,
Kollarından ayrılırım,
Dostunun göğsünden koparılan bir dost gibi.

Tüm gücümle sarılıyorum sana!
Alevlerinle yak beni,
Kavganın ateşinde ben de olayım,
Esrarını daha da derinlere indir.
Yaşamak ve düşünmek binlerce yıl!
Daha sıkı sar beni kollarınla.
Eğer bana verecek neşen kalmadıysa,
Olsun…Daha acıların var ya.
Yazar: Maria Popova Çevirmen: Meltem Çetin Sever Kaynak: Brain Pickings 
 
 

Halil Cibran - Ermiş 'Özgürlük Üzerine'

Daha sonra bir konuşmacı söz aldı ve bize Özgürlük'ten söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı: 
Kentin kapısı önünde ve ocaklarınızın başında özgürlüğünüze tapınmak üzere yere kapanmış olduğunuzu görmüşümdür.
Bu tapınmalarınız sırasında, kölelerin, kendilerinizi ezip öldürmekte olan bir zalim buyrukçunun karşısında eğildikleri gibi öne kapanmıştınız.
Hatta aramızda en özgür diye bilinenin bile, tapınağın korusunda ve burçların gölgesinde özgürlüğünü bir boyunduruk ve kelepçe gibi taşımakta olduğunu da görmüşümdür.
Ve içim sıra yüreğim kanamıştır; çünkü, ne zaman ki özgürlüğün arama tutkusu dahi sizi rahatsız eder ve özgürlüğün bir erek ve tatmin olduğuna dair konuşmayı kesersiniz, işte ancak o zaman özgür kalabilirsiniz.
Ne zaman ki günlerinizin ihtiyaçları düşünmeden ve geceleriniz de bir pişmanlık ve tutkuyla dolu olmadan geçer, işte o zaman gerçekten özgür olursunuz.
Daha doğrusu bu gibi dertler yaşantınızı alt üst ettiği helde kendi bağımsızlığınız ve isteğinizle bunların üstesinden gelebildiğinizde özgür olursunuz.
Ama idrakinizin sabahında, öğle saatlerinize vurduğunuz zincirleri kıramazsınız, gecelerinize ve gündüzlerinize nasıl üstün gelebilirsiniz?
Oysa gerçekte, sizin özgürlük dediğiniz bu zincirlerin en sağlamıdır, ama her halkası güneşin ışınlarıyla parıldamakta ve gözlerinizi kamaştırmaktadır.
Ve özgür olabilmeniz için, kendi benliğinizin görüntülerinden uzaklaşmanız gerekir, değil mi?
Diyelim ki, bu görüntülerden biri adil olmayan bir konun ama onun sizlerin alnına yazmış olan yine kendi ellerinizdir.
Alnınıza yazmış olduğunuz bu kanunun, ne kanun kitaplarını ateşe atmakla, hatta ne de okyanusun bütün suyuyla yargıçlarınızın alınlarını yıkamakla silip-temizleyebilirsiniz.
Ve, diyelim ki, kendisinden kurtulmak istediğiniz bir despot var, ilkin onun içinizde kurmuş olduğu saltanatı yıkmanız gerekir.
Çünkü bir zalimin özgür ve başı dik insanlara hükmedebilmesi için, onların özgürlüklerine bir zulüm ve gururlarında bir utanç bulması gerekmez mi?
Eğer kurtulmak istediğiniz bir dertse, bilin ki bu derdi bir başkası değil kendiniz kendi başınıza sarmışsınızdır.
Ve eğer kurtulmak istediğiniz görüntü bir korkuysa, o korkunun yerleştiği yer kendisinden korkulanın eli değil, sizin yüreğinizdir.
Gerçek şudur ki, varlığınızın içindeki her şey birbirleriyle sarmaş dolaş olarak devinmektedir. Arzulanan ile korkulan, nefret edilen ile kutlanan, kendisine yönelinen ve kaçılan birbirlerine girmiştir.
Bütün bu nesneler, sizlerin içinde birbirleriyle kesişen gölgeler gibi çift çift gezinmektedir.
Ve ne zaman ki bir gölge soluklaşıp silinir, gerideki ışıklardan biri öne çıkar ve bir başka gölgeye ışık olur.
Bu nedenledir ki, özgürlüğünüz kendisine vurulmuş olan zincirlerinden kurtulduğunda, daha büyücek bir özgürlüğe zincir olur.
 
Çeviri: Aytunç Altındal
 

19 Temmuz 2019

Vladimir Mayakovski 'Amerika '

"Amerika" denilince insanın aklına hemen New York, Amerikalıların dedeleri, yabanıl atlar, Cumhurbaşkanı Coolidge ve Amerika Birleşik Devletleri'ne ilişkin öteki şeyler geliyor.

Bu gariptir ama gerçektir.

Gariptir, çünkü Kuzey, Orta ve Güney olmak üzere üç Amerika vardır. ABD, Kuzey Amerika'nın tümünü kaplamıyor bile. Buna karşın üç Amerika'nın adını alıp kendine mal ederek tüm Amerika kıtasının adına sahip çıkmıştır.

Gerçektir, çünkü ABD kendisini Amerika olarak adlandırma hakkını komşu cumhuriyetlere ve sömürgelere korku salarak, zırhlı gemileriyle, dolarlarıyla baskı yaparak zorla aldı.

Benim üç ay gibi kısa bir süre için Amerika'da bulunduğum sıralarda, Meksika hükümeti kendi yeraltı kaynaklarını ulusallaştırmak isteyince, Amerikalılar buna engel olmak için Meksika'ya demir yumruklarun göstererek gözdağı verdiler. Venezüella'da halk hükümeti devirince, ABD devrik hükümete yardım etmek için birliklerini oraya gönderdi. İngiitere'yi kastederek borçlarını ödemesini, ödemediği takdirde bir buğday ambarı olan Kanadayı gözden çıkarması gerektiğini açıkça belirtti.

Fransızlara da aynısını yaptı. Fransa'nın borçlarının ödenmesine ilişkin olarak yapılan bir konferanstan önce Fransızlara yardım olsun diye Amerikan pilotlannı Fas'a gönderdi, ama sonra Faslılarla birdenbire dost oluverdi ve insancıl düşüncelerinden dolayı pilotlannı geri çağırdı.

Bununla açıkça şöyle demek istiyordu: Önce para, sonra pilotlar.

Aslında Amerika'nın ve ABD'nin bir ve aynı şey olduğunu herkes bilir. Başkan Coolidge en son kararnamelerinden birinde, hiç gereği yokken, ABD'lileri, yalnızca ABD'lileri Amerikalı sayarak bu duruma yasal bir konum kazandırdı. Amerika'nın birçok öteki cumhuriyetlerinin, hatta Amerika'yı oluşturan öteki Birleşik Devletler'in (örneğin Meksika Birleşik Devletleri'nin) şiddetli protestoları bir sonuç vermedi.

"Amerika" sözcüğü şimdi kesin olarak ABD'nin tekelinde bulunuyor. Peki ama, bu sözcüğün altında yatan nedir?

Bu Amerika nedir? Bu Amerikan ulusu, Amerikan ruhu nedir?

      
Tamamı  siirparki.com

15 Temmuz 2019

Iris Murdoch "Sevmeyi, sadece severek öğrenebiliriz."


-İnsan sevdiği şey gibi oluyor. Ya da insan kendi gibi olan şeyi seviyor.

-Gerçek bir insan olabilmek için limitler koymak, çizgiler çekmek ve hayır diyebilmek gerekir. Herkese belli belirsiz sempati göstermek, aynı zamanda bir insanı gerçekten iyi anlayabilmeyi de engelleyen bir şeydir.

-Çiçeği olmayan bir gezegenden birileri gelse, etrafımız çiçeklerle çevrili olduğu için sevinçten deliriyor olmamız gerektiğini düşünürlerdi herhalde.

-Aşk cinsellikten doğar, ama sevme sürecinde onu aşar cinsellik insanı çok büyük aldanışlara sürükleyen çok karanlık bir güçtür. Bize, anlamadığımız çoğu zaman da istemediğimiz her türlü şeyi yaptırır. Bu sevgiden yola çıkarak, başka insanları gerçekten anlayabileceğimiz, kölece içgüdülerden kurtulabileceğimiz bir dünyaya açılmak bence zor bir iş. Bütün o şeytanlıklar vs. saplantılarımızdan kaynaklanır, bu da aşılması gereken bir şeydir.

-Din dogmalarının, dinsel imgelerle kuralların büyük ölçüde gücünü yitirdiği, metafiziğe karşı çıkan, bilimsel bir çağda yaşıyoruz. Aynı zamanda hem Aydınlanmanın hem Romantizmin hem de Liberal geleneğin mirasçılarıyız. İçinde bulunduğumuz ikilemin ögeleri bunlardır.


1997 yılında Murdoch’a Alzhemeir teşhisi koyulmuştur. Hastalığını farkında olan Murdoch bu durumu ‘çok kötü, sessiz ve karanlık bir yerde olmak’, cümlesiyle tanımlamıştır.

Anton Çehov - Memurun Ölümü

“Çerviakov evine giderken şöyle düşündü: “Bunda hiçbir alay yok. Bir türlü anlayamıyor, bir de general olacak. Öyle ise artık ben de bu palavracıdan af maf dilemem. Canı cehenneme! Ona bir mektup yazarım. Ama bir daha gitmem, vallahi gitmem.” Çerviakov evine giderken böyle düşünüyordu. Generale mektup yazmadı. Düşündü taşındı, ama bu mektubu bir türlü toparlayıp yazamadı. Ertesi gün kendisinin gidip işi anlatması gerekti. General sorgu dolu gözlerini ona diktiği zaman Çerviakov:
– Dün efendimizi, buyurduğunuz gibi, alay etmek için rahatsız etmeye gelmemiştim. Aksırırken üstünüzü başınızı berbat ettiğim için özür dilemeye gelmiştim. Alay etmek benim ne haddime? Bizler alay etmeye kalkarsak o zaman, efendime söyleyeyim, insanlara saygı kalır mı?
Mosmor kesilen, sapır sapır titreyen general, birdenbire:
– Defol! diye bağırdı.
Dehşetinden kireç gibi olan Çerviakov, bir fısıltı halinde:
– Ne buyurdunuz? diye sordu.
General ayaklarını yere vurarak:
– Defol! diye tekrarladı.
Çerviakov’un karnında bir şeyler koptu. Hiçbir şey görmeden, geri geri kapıya gitti, sokağa çıktı, yürüdü. Bir makine gibi evine gelince, üniformasını çıkarmadan, kanepeye uzandı ve öldü.” (Memurun Ölümü, 1883)

Oruç Aruoba - Yürüme

Yola çıkan kişi nereye ulaşabileceğini, ancak yürüyüp, yolu aşıp, vararak bilebilir
- yol, yürünmeden, bilinmez...

Kendi yönünü bulamayan kişi için,
`yol` yoktur- bir sürüklenmedir
bütün `yürüme`si...

Kendi yolunu bulamayan,
bütün yolları boşuna yürür.

*
Yolcuya, yürünmeden, `yardım` edilemez.
- Duran, yürüyeni anlayamaz.

Yol üstünde tek `yardım` yolu,
yürümektir.

`Yardım` yoktur zaten: Ya, yerleşen kişi için,
yanına yerleşmek, ya da, yürüyen kişi için,
yanında yürümek - bakşa `yardım` yolu
yok...

*
Ötekilere dürüst davranmaya çalıştığımızda bile,
bir şey yapmaya çalışmakta olmak, gelir dikelir
dürüstlüğümüzün üstüne - akbaba gibi...

Dürüstlüğümüz bile, zaten, bir hoştur!

*
tek bir anlamlı bütün - bir kişi - olarak, tek bir
yerde duramayız bir türlü - çeşitli parçalara
bölünmüş, bazen dağınık, bazen toparlanarak, ama hep
yeniden dağılarak, birkaç koldan ilerlemeye çalışırız.

Tek bir yön tutturamamış olmanın acısını çekeriz hep,
ama, aslında, o `tek` yön, olsaydı - bulunsa,
bulunabilseydi - sonumuz olurdu.

  Yürüme

 Cemal süreya için
Bir şairin gözleri kapanınca dünyada görülecek şeyler azalır...Tümceler


Rembrandt "Müzik Dersi"



Allegory of Music - The Music Party, 1626


Ingmar Bergman "Tanrı’nın Varlığı Üzerine Düşünmek"

Eğer Tanrı yoksa, bu gerçekten bir fark yaratır mı? Hayat anlaşılır hale gelir. Ne büyük rahatlık! Ve ölüm aniden hayatın sonu olur. Zulüm, yalnızlık ve korku, bütün bunlar açık ve net bir hale gelmeli. Nattvardsgästerna (Kış Işığı) 1963

Nattvardsgästerna (Kış Işığı)

Ingmar Bergman: Tanrı Üzerine (1970) | Türkçe Altyazılı 


Gustav Klimt - Öpücük


Öpücük, 1907-1908, Tuval üzerine yağlı boya, Belvedere Museum, Vienna, Avusturya.


  Gustav Klimt'in "Öpücük "İsimli Tablosu (Sanat Tarihi / 19. Yüzyıl Avrupası'nda Sanat) - YouTube


13 Temmuz 2019

Islak - Ece Ayhan


Sokaklar ıslak ıslak
Ağır basar rüzgâr
Duvar boyunca ilanlardan
Renkler şehre dağılmış
Kapılar kapalı kapılar
Pancurlar pencerelere
Bulutlar düşer denize
Gölgeler ıslak ıslak
Boş meydanlarda soğuk
Üşümek üşümek
Bakmayınız genç adama
Gözleri var
Elleri var
Avuç içleri ıslak ıslak.  

1954, Şubat 
Yort Savul 
 

Bilge Karasu - Derinde Kör Balık Mavisi


Ben derin deniz balıklarının yüzüşünde kör dalgın
yosunlara sürünen karnımın arıklığı içinde onların
rengini bilemeden

Karanlığın içinde yukarının ışığını unutmuşçasına unutmamışçasına
arar bulur yitirirken maviyi bir daha
bulamayacakmışçasına yitirmiş

Gözlerimizin yanından yanlarından akan soğukları serinleri
ısınmaz sanıp ağzımı loş sulara boş sulara diri etlere saplanan
dişlerime kal etmiş

Usta dalgıçların serptikleri gök taşlarını zümrütleri yakutları
kırallarını eğlendirmek için dalıp ciğerlerini
kusasıya kovaladıklarında


can taşlarını onlardan önce bulup kapan ciğerlerini daha kolay
kusmaları için derine daha derine kendi sularımın
karanlığına çeken

Soğuğun tükenmeyeceğini ışığın çekildiğini diplere
hiçbir zaman erişemeyeceğini sanan ben birden
bir çukurdan

Ağan maviyi gördüm kara değil boz değil yeşil bile değil
susuz bitkisiz doruksuz maviyi ısınan suların içinden
unuttum

her şeyi suyun yüzü olduğunu mavinin güneşe karıştığı yerde
başka mavilerle birleştiğini suyun
ısındığı yerde

unuttum yokoldu onlar dip suları ısınmaz artık
bir yerde herşey bitti mavide yaşıyoruz

Ben derin deniz balıklarının yüzüşünde kör dalgın
maviyle çarpıştığımız mavileştiğim balıklaştığı
körlüğümüzün aydınlandığı
yerde.

Frida Kahlo " Yaşasın Hayat! "





Pablo Neruda - Çocukluğum Ve Şiirim


 Bu konferans, 1954’te Pablo Neruda tarafından Şili’nin Santiago Üniversitesi’nde verilmiş ve Buenos Aires’te çıkan Capricornio dergisinin Haziran – Temmuz 1954 tarihli 6. sayısında yayınlanmıştır.

Gerçeğe ulaşmak için anlatmak, yine anlatmak… sular ve bitkilerle, ormanlar, kuşlar ve köylerle ilgili bu öyküye böyle başlamalıyım; çünkü şiir budur, en azından benim şiirim budur. Ama her şeyden önce şunu bilmenizi isterim: bu salonda kendisini sıkıntı içinde hisseden biri varsa, o da benim. Üstelik yalnızca kendimden söz etmek zorunda kalışımdan değil…

Şair yüreği, herkeste olduğu gibi, yaprakları kesilmekle tükenmeyecek bir enginara benzer. Ancak bu yapraklar eti ve kemiğiyle kadınlara, gerçek aşklara ve düşlere yataklık etmekle kalmaz, ayrıca yaşama arzusu ve gururla işlenmiştir. Biraz olsun gururlu olmayan, gerçek anlamda şair değildir. Kitabı yayınlanmamış büyük bir şair olamayacağı gibi… Madem ki benden isteniyor, bu gurur yapraklarını birer birer koparacak, sizlerle birlikte harcayacağım. Dilerim, bu en sonunculardan biri olsun ve tüm geride kalan, yüreğimden söküp atacağım öteki yapraklar, gökte ya da yerde, birer bitki gibi kendilerini saf bir biçimde yeniden üretsinler. İşte bu, şiirin ta kendisidir.

Benim dedem ve ninem Parral bölgesine gelip orada yerleşmişler, sonra bağcılıkla uğraşmaya başlamışlar. Ekecek fazla bir toprak edinememişler ama, bir sürü çocukları olmuş. Zaman ilerledikçe bu aile, doğan çocuklarla büyüdükçe büyümüş. Sürekli olarak şarap üretmişler; sert, buruk, su katılmamış ve rafine edilmemiş bir şarapmış bu. Sonra her geçen gün yoksullaşmış, topraklarını terk edip göç etmişler, derken merkezi Şili’nin tozlu topraklarına, orada ölebilmek arzusuyla geri dönmüşler.

Benim babam, başka iklimlerin insanı olmasına karşın, Temuco’da öldü. Orada, dünyanın üzerine en fazla yağmur düşen mezarlıklarından birinde gömülüdür. Kötü bir çiftçi, Talcahuano barajında da orta karar bir işçi oldu, ama demiryolu işçiliğinde iyiydi. Gerçek bir demiryolcuydu o. Annem, geceleri Temuco garına giren ya da çıkan tüm trenler arasından, babamınkini kolayca ayırdedebilirdi.

Balast trenlerinin ne menem bir şey olduğunu bilen azdır. Büyük fırtınaların hüküm sürdüğü güneyde, eğer traversler arasına düzenli olarak çakıllar döşenmeyip, en küçük ihmale meydan vermeden özenle çalışılmasaydı, sular rayları önüne katıp sürüklerdi. Çakılı taş ocaklarından düz vagonlar üzerinde çekip getirmek ve küfelerle indirmek gerekiyordu. Bundan kırk yıl önce, bu tür bir trenin ekibi, kuşkusuz, olağanüstü olmalıydı. Bu ekip taş kırmak üzere ülkenin en uzak köşelerine gitmek zorundaydı. La Empresa’nın verdiği ücretlerse açınılacak düzeydeydi. Balast trenlerinde çalışanlar geçmiş yaşamlarıyla bağlarını koparmak durumundaydı. Ekip, güçlü kaslarıyla dev gibi işçilerden oluşuyordu. Kırsal kesimden, çevre bölgelerden, cezaevlerinden geliyordu bu adamlar. Babam trende ekip şefiydi. Komut vermeyi ve komutlara uymayı öğrenmişti. Bazen beni okuldan alır, ben de onun peşisıra balast trenine binerdim. Boroa’da, “La Frontera” adıyla ünlenen ve İspan-yollarla Arokanlar arasında korkunç savaşlara sahne olan bölgenin merkezindeki ormanlık alanda taş kırardık.

Orada, doğa bana bir tür sarhoşluk veriyordu. On yaşlarında kadardım, ama çoktan şair olmuştum. Bir tek dizem bile yoktu henüz, ama kuşlar, böcekler ve keklik yumurtaları ilgimi çekiyordu ya, bu yeterdi. Bunları, çelik gibi mavimtrak, loş ve parıltılı, tıpkı tüfek namlusu rengindeki akarsu yataklarında bulmak gerçekten olağanüstüydü. Böcek ve haşaratın kusursuz yapısı beni şaşırtıyordu. Zehirsiz karayılanların dişilerine rastladım mı hemen yakalıyordum. Şili’deki sürüngenlerin en irisi, siyah, kaygan ve güçlü bir hayvandır bu. Onu, makilerin ve yabani elma ağaçlarının, yaşlı coigue’lerin gövdelerinde beklenmedik bir anda görmek çok ürkütücüdür. Ama ben, onun ne kadar güçlü olduğunu, zarar vermeksizin üstüne çıkıp ayakta durabileceğimi biliyordum. O büyük savunma gücü sayesinde zehire gereksinmesi yoktu.

Benim bu buluş ve araştırmalarım işçileri de oldukça meraklandırıyordu. Kısa sürede keşiflerimle ilgilenmeye başladılar. Babamın bakışları üzerlerinden ayrılır ayrılmaz, hemen sık ormanlığa dalıyor, benden daha becerikli, daha akıllı ve daha güçlü durumlarıyla, inanılmaz hazineler sunuyorlardı bana. Bunlardan birinin adı Monge’du. Babama göre, en iyi bıçak kullanan, en tehlikeli kavgalara dalan oydu. Esmer yüzünde iki uzun çizgi göze çarpıyordu. İlki, dikey bir bıçak yarasıydı, ötekiyse yatay, sevimli ve uçlara doğru çapkınlaşan masum gülüşlü dudakları. Sözünü ettiğim Monge bana sürekli copihue denen beyaz çiçekler, tüylü örümcekler, yaban güvercini yavruları getirirdi. Bir gün öyle bir şey buldu ki, bu benim için o ana kadarkilerin en göz alıcısıydı: bir ay yılanı! Bilmiyorum, hiç kendisini görmenize izin verdi mi! Fakat ben gördüm onu o gün, o da bir an için, çünkü gökkuşağı rengine bürünmüş bir şimşek gibiydi. Kırmızı, mor, yeşil ve sarı renkleri koruyucu zırhı üzerinde parıldıyordu. Onu tam incelerken iki elimin arasından şimşek hızıyla sıyrılıp orman içinde gözden kayboldu. O anda Monge yanımda olmadığından onu tutmam olanaksızdı. Daha sonra da bu göz kamaştırıcı görüntüyü yeniden yakalamam asla mümkün olmadı. Yine de bu dostumu, Monge yi hiçbir zaman unutamadım. Babam sonradan bana onun ölümünü anlattı: Trenden aşağı düşmüş ve uçuruma yuvarlanmıştı… “Katarı durdurduk, ama,” diyordu babam, “geride bir kemik yığınından başka bir şey kalmamıştı.” Bir hafta boyunca ağlayıp durdum.

Benimki gibi, La Frontera’da tipik olan, kırk yıl önceki bir ev hakkında fikir vermek zordur.

İlkin, şu: kendi aralarında bağlantılıydı bu evler. Avluların birbirine bakan kenarlarından Reyes’ler ve Ortega’lar, Candia’lar ve Masson’lar alet-edevat, kitap, doğum günü pastası, merhem, koku, şemsiye, masa ve sandalye değiş-tokuşu yaparlardı.

Don Carlos Masson, Emerson’ı andıran bu ak saçlı Kuzey Amerikalı, bölgenin saygıdeğer büyüğüydü. Çocukları her halleriyle Avrupa kökenli olduklarını belli ediyorlardı” Masson dürüst ve hak tanır bir insandı.

Ailesinin malvarlığına, oteller, mezhabalar katılıp duruyordu. Tüm bunlar zaman içinde yitiriliyor, herkes yine yoksulluk günlerine dönüyordu. Yalnızca Almanlar, bunların La Frontera’daki temsilcileri servetlerini koruyordu.

Don Carlos Masson’larda önemli bayram kutlamaları yapılırdı. Her dinsel yemekte, kerevizli hindi, kuzu çevirme ve tatlı olarak da dondurmalı sütlaç eksik olmazdı. Ak saçlı yaşlı aile reisi, karısı Dona Micaela Candia’yla kocaman masanın başköşesine oturur, arkasında, üzerine küçücük bir Amerikan bayrağını iğneyle tutturduğu dev bir Şili bayrağı asılı dururdu.

Masson’ların evinde, biz çocukların ancak çok özel durumlarda girebildiğimiz bir de salon vardı. Buradaki beyaz kılıflarla örtülü ve sonradan bir yangında tümüyle yanıp kül olan mobilyaların bir benzerini daha sonra hiçbir yerde görmedim. Bu salonda, aile fotoğraflarının yer aldığı bir albüm vardı. Bu fotoğraflar, sonraları La Frontera’da her yanı kaplayan çok renkli, büyütülmüş o ürkünç resimlerden çok daha güzel ve çok daha değerliydiler.

Yine o odada, benim doğumumdan çok kısa bir süre sonra Parral’da ölen annemin bir portresi bulunuyordu. Karalara bürünmüş, narin ve düşünceli bir kadın görünümü veriyordu bu resim. Bana onun şiir yazdığını söylemişlerdi, ama bu güzel portre olmasaydı, onunla ilgili hiçbir şey göremeyecek, bilemeyecektim.

Babam evliliğinin ikinci yıldönümünde, üvey annem Dona Trinidad Candia’yla evlenmişti. Çocukluğumun koruyucu meleğini bu adla anmak bana anlamsız geliyor. Hamarat ve sevecendi, köylülere özgü bir sağduyusu, etkin ve sınırsız bir iyilik anlayışı vardı üvey annemin. Babamın eve geldiğini görür görmez, o dönemin ve o bölgenin tüm kadınları gibi, uysal bir gölgeye dönüşüyordu.

Evdeki sandıklardan biri, insanı etkileyen eşyalarla ağzına kadar doluydu. Dibinde, harika bir yapma papağan parıldıyordu. Annemin bu kutsal sandığı karıştırdığı bir gün, papağana ulaşayım derken kafa üstü içine düşüverdiğimi anımsıyorum.

Yaşım ilerledikçe, arasıra gizlice sandığı açar oldum. İçinde ele bile gelmeyecek küçüklükte, çok güzel yelpazeler görüyordum. Bu sandıkla ilgili unutamadığım bir başka anım daha var: Sandıktaki, beni derinden etkileyip coşturan, okuduğum ilk aşk romanı diyebileceğim yüzlerce kartpostal… Hepsi de Albert mi yoksa Henri mi, artık anımsamıyorum, biri tarafından imzalanmış ve Maria Thielmann’a yazılmıştı. Bu kartlar olağanüstü güzellikteydiler. Çoğunun üzerinde dönemin en ünlü aktrislerinin portreleri görülüyordu. Kiminin bir kenarına bir tutam saç iliştirilmişti. Ayrıca şato, kent ve uzak bölgelere ait manzara resimleri de vardı. Yıllar boyu kendimi yalnızca bu resimlerle avuttum. Daha sonraları, son derece kusursuz ve düzgün yazılmış bu mektupları okumaya başladım. Sözkonusu çapkını uzun süre hep, melon şapkası, bastonu ve kravatının üzerindeki pırlanta iğnesiyle düşündüm durdum. Ancak, bu gezgincinin yeryüzünün her köşesinden yolladığı bu kartlar, şiddetli bir tutkuyu ele veriyordu. Hayranlık uyandıran tümcelerle, aşktan kaynaklanan kör bir cesaretle doluydu. Benim de Maria Thielmann’a tutulmam fazla zaman almadı. Onu, başkalarına tepeden bakan, incilerle bezenmiş bir aktris olarak hayal ediyordum. Ama bu kartlar nasıl olup da üvey annemin sandığına kadar gelmişlerdi? Hangi meçhul tanrıça, bu değerli hâzineyi öylece terk edebilmişti? Bunları hiçbir zaman öğrenemedim.

Lisedeki çocuklar ne benim şair olduğumu biliyor ne de bu duruma saygı gösteriyorlardı.

La Frontera, Far West’in bu oldukça şaşırtıcı özelliğini taşıyordu işte: İnsanların önyargısı yoktu!.. Arkadaşlarımın Schanake, Scheler, Hauser, Smith, Taito, Serani gibi adları vardı. Ama istersek Aracenes, Reyes ya da Ramirez gibi adlar taşıyalım, hepimiz eşittik yine de… Basklı kimse yoktu aramızda. Sefararditler: Albala, Franco; İrlandalIlar: Mc Guyntiler; Polonyalılar: Yanichewski gibi adlara da rastlanmaktaydı. Arokan adlarıysa bir ışık gibi, ama loş bir ışık gibi parıldayarak hemen kendisini belli ediyordu. Orman ve ırmak kokuyordu bu adlar; Melivilus, Catrileos vb.

Okulun büyük hangarında meşe plamudu kavgaları yapardık. Bunun ne denli acı verdiğini ancak başına gelen bilir. Irmağın hemen yanıbaşındaki liseye, ceplerimize cephane doldurup öyle girerdik. Ben pek yetenekli değildim, güçlü ve kurnaz da sayılmazdım doğrusu. En acı darbe bana rastgelirdi hep. Tam yeşil, cilalı meşe palamudunun göz kamaştırıcı güzelliğine, pürtük pürtük ve gri renkli kapçığına dalmış, beni büyüleyen çubuklardan olanca beceriksizliğimle bir tane de ben yapmaya çabalarken, bir meşe palamudu yağmuru kafamda patlayıverirdi. İkinci sınıfta, koyu yeşil su geçirmez bir şapka takmak aklıma geldi nedense. İster bu şapka olsun, ister Kastilya tarzı kolsuz giysi ve yine trenlerde haberleşmeyi sağlayan yeşil ve kırmızı fenerler olsun, benim için çekici olan her şey babamındı ve ben aklım erdiği günden başlayarak, arkadaşlarımın yanında hindi gibi kabarabilmek için, tüm bunları okula götürüyordum… Bu keresinde yağmur dizginsizce yağıyordu, ama yine de tıpkı papağana benzeyen bu yeşil muşamba şapka kadar garip bir şey olamazdı. Zincirden boşanmış üçyüz delinin hoplayıp zıpladığı hangara girmemle birlikte, şapkam gerçek bir papağan gibi havalarda uçmaya başladı. Peşinden koşturuyordum, ama tam elimi üstüne koyacakken, duyup duyabileceğim en sağır edici ulumalar arasında, yeniden havalanıyordu. Bir daha onu hiç görmedim.

Daha sonra yavaş yavaş şiirim korumaya başladı beni.

Lisede bir kutup soğuğu hüküm sürüyordu. Şimdilerde yeni Temuco Lisesi’nde okuyan çocuklar nasıl titriyorsa ben de kırk yıl önce böylesine, soğuktan donuyordum. Şimdi kocaman pencereleriyle büyük modern bir yapı kurdular, ama ısıtmayı unuttular. İşte orada, La Frontera’da her iş böyle yürür… Benim dönemimde, adam olmayı bilmek gerekirdi. Bunun için fırsatlar da başımızdan eksik olmazdı.

Güneyin yaşken kesilmiş ağaçlarından çarçabuk dikilmiş çinko damlı evler harap durumdaydı. Sonu gelmez güçlü yağmurlar, çatıda bir müzikti sanki. Bazen karşımızdaki ev, sabah uyandığında çatısını üstünde göremezdi: Fırtına onu kaldırıp ikiyüz metre öteye fırlatmış olurdu çünkü… Caddeler çamur deryasıydı. Yük arabaları batağa saplanıp kalırdı. Patikaları izleyerek, o taştan bu taşa atlaya atlaya, soğukta ve yağmur altında, okula gider gelirdik. Rüzgâr, yağmuru alıp götürürdü daha sonra. Yağmurluklar pahalıydı, eldivenler hiç hoşuma gitmezdi, ayakkabılarımsa su alıyordu. Mangal kenarında ıslak çoraplarımı kurutuşumu ve küçücük lokomotifler gibi buram buram tüten sayısız ayakkabıyı her zaman anımsayacağım. Tüm bunlardan sonra, en yoksulların yaşadığı ırmak kıyısındaki köyleri basıp önüne katan seller geliyordu. Toprak da sarsılmadan edemezdi: sık sık deprem olurdu. Bazen de sıradağlar yüreklere korku salan bir ışık demetiyle aydınlanırdı: Llaima yanardağının uykudan uyandığının belirtisiydi bu.

Ama kuşkusuz, en berbadı yangınlardı. 1906 mı, 1907 mi, artık tam olarak bilemiyorum, Temuco büyük yangınının çıktığı yıldı. Evler kibrit kutusu gibi yanıyordu. Yirmidört ada ev yanıp kül oldu. Sağlam kalan bir şey yoktu ama, güneyliler çarçabuk ev yapmayı iyi biliyorlardı. Bu, becerebildikleri tek şeydi. Pek güzel yapmıyorlardı, ama yine de yapıyorlardı işte. Her güneyli, yaşamı süresince üç ya da dört büyük çapta yangına tanık olmuştur.

Benim belki de en eski anım, ikinci ya da üçüncü kez yanan evimizin karşısında oturduğum günküdür.

Gene de hızar atelyeleri vızıldamayı sürdürüyordu. Ağaçlar antrepoları dolduruyor, ve körpe ağaç kokusu yeniden köylerin üstüne çöküyordu. Bazı dizelerimi, büyük bir olasılıkla o sıra buradaki duvarlardan birine tüneyip yazmış olmalıyım. Kerestelerin kağıt gibi perdahlı yüzeyleri, gizemli damarlarıyla beni onlara bağlıyordu. O zamandan başlayarak, ağaçlar benim için bir saplantı değil, (çünkü saplantı nedir bilmem) ama yaşantımın doğal bir öğesi oldu.

Bu ahşap evlerin insanları, Orta-Şili’de yaşayanlarınkin-den değişik bir düşünüş ve duyuşa sahiptirler. Belirli bir ölçüde, büyük kuzey bölgesinin, terk edilmiş kum ocaklarının insanlarına benzerler. Ama, tuğlayla örülmüş bir evde doğmak başka, ormandan yaşken sökülerek getirilmiş ağaçlardan yapılma bir evde doğmak daha başkadır. O zamanlar bu evlerde yaşayan hiç kimse gün ışığı nedir bilmezdi.

Annem, ona eşlik etmem için beni elimden tutardı, kiliseye birlikte giderdik. Corazon de Maria Kilisesi’nin avlusunda leylaklardan geçilmezdi. Dokuz günlük bayram sırasında her şey, bu parfüm kokusunun egemenliği altına girerdi. Kilisede hiç erkek bulunmazdı. Oniki yaşıriaydım ve sanki tapınağın biricik erkeği bendim. Annem, benim kilisede her istediğimi yapmama alışmıştı. Dini bütün olmadığımdan, ayini izlemiyor ve oradakiler ister arya söylesinler, ister diz çöküp dua etsinler, ben hep ayakta dikiliyordum. İstavroz çıkarmayı hiç öğrenemedim. Yine Temuca Kilisesi’nde, sadık kulların arasında ayakta duran saygısız çocuk, hiç kimsenin dikkatini çekmedi. Belki de bu yüzden, bütün kiliselere, karşı konulmaksızın girmeyi başarabildim. İlk aşk maceralarım da bu küçük kilise çevresinde gelişti. Kesin anımsamıyorum ama sanırım adı Marie’ydi. Bununla birlikte yine öyle anımsıyorum ki, ilk aşkım Marie ya da benzeyen herhangi birisiyle ilgili günlerim, hep acı, hüzün ve sarsıntı dolu, şiddetli, ama gelip geçici günlerdi ve her şeyiyle manastır avlusundaki leylakların içe işleyen kokusuna bulanmış gibiydi.

Bu kentin insanları inançsız kişilerdi. Babam, amcalarım, ancak yemek odasındaki masa çevresinde görebildiğim sayısız enişte ve hısımların hiçbiri de istavroz çıkarmıyordu* Birbirlerine hep, atıyla Malleco Köprüsü’nü geçip kementle San Jose’-yi yakalayan köylü Rios’un öyküsünü anlatır dururlardı. Yalnızca balyoz, yalnızca testere, yalnızca ağaç işiyle uğraşan, buğday sapı kesen insanlar! Doğrusu öyle görünüyor ki, öncülerin Tanrı’ya pek gereksinmeleri yoktu. Banklarına kilometrelerce kötü şiirimi karaladığım evi El Manzano Alam’nda bulunan Temucolu Blanca Hauser bana, bir gün deprem sırasında yaşlı bir karı kocanın nasıl koşarak dışarı fırladığını anlatmıştı. Kadın avaz avaz çığlıklar atıyor, merhamet dileyerek çırpınıyordu: “Aman Tanrım!” diyerek kadının kulağına uzanmıştı yaşlı adam ve sormuştu: “Nasıl dedin, kadın, nasıl dedin?” “Aman Tanrım dedim, cahil!” diye yanıtlamıştı yaşlı kadın. Adam bu sözü hiç söylemediğinden olacak, telaffuz etmeyi zor bulduğundan koşar adım ilerliyor, bir yandan da göğsünü yumruklayarak: “Tam üstüne bastın, tam üstüne bastın,” diye yineliyordu.

Bazen, amcalarım beni kuzu kızartma sunulan büyük şölene çağırırlardı. Massonlar Kuzey Amerikalı kanı taşımalarına karşın koyu AvrupalIydılar. Kutsal ulu topraklar, tüm belirtileriyle kuzeyli ya da Akdenizli kanını insanın içine sindiriyor ve Arokan bundan bir yeni varlık yaratıyordu.

O günlerde şarap, söğüt ağaçlarının dibinde su gibi akıyor, gitarlar bazen bir hafta susmuyordu. Taze fasulye salatası çamaşır leğenlerinde hazırlanıyordu. Günün ağarmasıyla birlikte domuzların korkunç haykırışları işitiliyordu. Ama beni en çok ürperten niachi’nin hazırlanışıydı. Kuzunun boğazı kesiliyor ve kanı, baharatın ve çeşni katicı maddelerin bulunduğu küvete akıtılıyordu. Amcalarım benim bundan içmemi istiyorlardı.

Bense, bir şair edasıyla, soğuk bir cenaze alayında gibiydim. Bu, bir insanla ilgili değil, yağmurla, evrensel acıyla ilgili bir yas tutuştu. Bu barbarlara gelince, onlar kan dolu kadehlerini kaygısızca kaldırmaktaydılar. Ama kendimi hemen toparladım ve onlarla kadeh tokuşturdum. Erkek olmayı öğrenmeliydim…

Bir de atlıların bayramı olurdu, gerçek bir kutlamaydı bunlar: topeadura diye bilinen yarışmalar yapılırdı. Yarışacak iki tay önce güçleriyle ünlenen iki insanda olduğu gibi, kendilerinden sözettirmek için olanca becerilerini ortaya koyuyor, bunda da başarılı oluyorlardı. Biri yağız, öteki kır, iki olağanüstü tay olan “El Trueno” ile “El Condor”un sırığa ulaşıncaya kadar sürdürdükleri amansız yarışı hiç unutmadım…

Ülkenin her yanından, Cholchol ve Curacautin’den, Pitrufquen ve Gorbea’dan, Loncoche ve Lautaro’dan, Quepa, Quitratue, Labranza, Boroa ve Carahue’den, buralardan ne kadar usta binici varsa, hepsi de şenliklerde boy göstermeye gelmişti. Biniciler de atlar gibi, güçlerini ölçülü kullanarak, rakiplerini alaşağı etmeye ya da sırığın bulunduğu yere ilk varan yarışmacı olmaya çaba gösteriyorlardı. Taylar, burun delikleri köpürmüş, tırnakları üstünde sıçrayarak koşuyorlardı. Hareketsiz kaldıkları anlar onlar için ölümcül anlardı. Sonunda “El Trueno” ya da “El Condor” oyunu kazanıyor ve biz kahramanın, ter içinde kalmış bineği üzerinde, önümüzden kıvılcım saçan mahmuzlarıyla geçişini izliyorduk. Büyük şölen yüzlerce çağrılısıyla birlikte sürüp gidiyordu.

Bu sert adamlar arasında özellikle birinin, bir ara üzerimde büyük etkisi oldu. Romantik bir adamdı bu: Orlando Masson. Çok gençti: belki şu anda salonda beni dinliyordur. Bir gazete çıkarıyordu ve ilk dizelerim o gazetede yayınlandı. Basımevi kokusuna, tipograflara ilk kez burada tanık oldum, ellerim ilk kez mürekkeple burada tanıştı.

Orlando Masson, iktidarın yetkilerini kötüye kullanmasına karşı zorlu kampanyalar sürdürüyordu. Gelişme, büyüme, sömürüyü de birlikte getirmişti. Haydutların kökünü kazımak gerekçesiyle çiftçilerin toprakları ellerinden alınıyor, kızılderililer tavşan gibi öldürülüyordu. Arokanların önceleri karamsar, çekingen ve şaşkın olduklarını sanmıyorum. Böyle oldularsa bu, geçirdikleri korkunç deneyimlerin zoruyladır. (Bağımsızlıktan, 1810 yılından sonra, Şilililer de İspanyol istilacılarla aynı gaddar duygularla kızılderilileri öldürmeye itilmişlerdi. Temuco, Arokanların son savunma üssü olmuştu.)

Orlando Masson her şeye karşı çıkıyordu. Bu denli yaban ve zorba insanlar arasında, bu gazetenin haklıları zalimlere ve zayıfları güçlülere karşı savunduğunu görmek güzel bir şeydi. Temuco’da gördüğüm en son yangın, Orlando Masson’un gazetesinde çıkan yangın oldu. Gazeteyi gece ateşe vermişlerdi. La Frontera’da yangın, geceleri kullanılan bir silahtı. Orlando Masson yazıp bastığı iki şiir kitabı (Bio-Bio ile Macellan Boğazı Arasında) yayımladı. O şiirleri büyük bir coşkuyla okudum. Orlando Masson, monolog ya da şarkılarını tiyatroda okuyordu. “El artista” ve “El mendigo” en çok beğenilenlerdi. “El mendigo” için, annem ve teyzelerim sevinçlerinden beni neredeyse hırpalayacaklardı.

Neşeliydi, kavga adamıydı Orlando.

Cautin’de yazlar yakıcı geçer. Gökyüzünü ve buğdayı kavurur. Toprak, derin uykusundan kurtulmak için çabalar. Evler ne kış mevsimine ne yaz aylarına hazırlıklıdır. Şiirimi bulmak sevdasıyla kırlardan geçerek doğru gidiyordum. Yürüyor, yürüyordum. Kendimi Nielol dağı üzerinde yitiriyordum. Yalnızdım, cebim domuzlan böcekleriyle doluydu. Bir kutunun içinde az önce yakaladığım tüylü bir örümcek vardı. Yukarıda gökyüzü görülmü yordu. Orman havası sürekli nemliydi, kayarcasına ilerliyordum. Birden bir kuş sesi duyuyordum, Chucao’nun garip çığlığıydı bu. Ayaklarımın dibinden ürkütücü bir uyarıyla havalanıyordu. Kan damlaları gibi olan Copihue’ler ancak ayır-dediliyordu. Devasa eğrelti otlarının altından geçerken, gittikçe kısaldığımı düşünüyordum. Bir yaban güvercini kuru bir kanat gürültüsüyle yüzümü yalarcasına geçiyordu. Daha yukarıda, başka birtakım kuşlar boğuk bir gülüşle benimle dalga geçiyorlardı. Yolumu zorlukla buluyordum. Vakit çok geçti.

Babam henüz gelmemiş. Sabahın üç ya da dördünde gelecek. Odama çıkıyorum. Salgari okuyorum. Yağmur büyük bir çağlayan gibi üstüme çullanıyor. Bir dakikada gece ve yağmur yeryüzeyini yeniden karanlığa gömüyor.

Orada tek başımayım ve aritmetik defterime dizeler yazıyorum. Ertesi sabah erkenden uyanıyorum. Dışarda dolaşıyorum, erikler yemyeşil olmuş. Parmaklığın üzerinden atlıyor, küçük bir tuz paketi alıp getiriyorum. Bir ağaca tırmanıyor, rahat bir yer “bulup oturuyor, erikleri özenle yemeye başlıyorum; önce ısırıyorum onu ve bir parça koparıp tükürüyor, eriği tuza banıyorum. Yiyorum sonra. Ve bu durum yüzüncü eriğe dek sürüyor. Evimiz yandığında bu gizemli haberin ardından bahçeye çıkıyor, komşulara bakıyorum. hiçkimse yok. Birkaç tahta parçasını tutup kaldırıyorum. Üç beş küçük, zavallı örümcekten başka şey yok. Dip tarafta helalar, bunların hemen yanıbaşında ağaçlar, dalları tırtıl böcekleriyle örtülü badem ağaçları, pamukla çift kat olmuş meyvelerini sergiliyor. Büyük kara sineklerin zarar vermeden nasıl yakalanacağını biliyorum. Bir mendil aracılığıyla onları bir an için hapsediyor ve kulağıma yaklaştırıyorum. Olağanüstü vızıltıları var!

Hem tatlı ve hem de ürkütücü La Fronlera’da karalar giymiş şair bir çocuğun yalnızlığını düşünün bir; yaşamda, kitapların bana yavaş yavaş gösterir gibi olduğu ne derin gizler saklı.

Önecki akşam okuduğum, Sandokan ve arkadaşlarını tâ uzak bir Malezya ülkesinde kurtaran ekmek ağaçlarının öyküsünü unutamıyorum. Buffalo Bill’i sevmiyorum, çünkü kızılderili öldürüyor, ama yine de olağanüstü bir binici. Kızılderililerin otlaklarıyla çadırları kimbilir ne kadar güzel olmalı! İşte bu dönemde doymak bilmemecesine okumaya başlıyorum. Jules Verne’den Vargas Vila’ya, Strindberg’e, Gorki’ye, Felipe Tri-go’ya, Diderot’ya atlıyorum. Sefiller beni ızdırap ve acıma duygusuyla derinden etkiliyor ve Bernardin de Saint Pierre’i okurken bu aşk beni ağlatıyor.

İnsana ilişkin gerçeklerin üzerindeki örtü artık kalkmıştır ve Temuco geceleri, bilgilenme sürecimi hızlandırıyor. Okuyabilmek için ne uyuyor ne de yemek yiyordum. Kimseye, belirli bir yöntemle okuduğumu söyleyemem. Zaten kim yönteme bağlı okur ki? Heykeller? Evet.

Bilgi, kesinlikle içeri sızacak bir delik bulur ve oradan girer. Bazıları için dışavurma bir geometri el kitabıyla olur, bazıları içinse birkaç dize şiir yoluyla. Benim için kitaplar, kendimi yitirdiğim ve yitirmeyi sürdürdüğüm orman yaşantısının ta ken-disiydi. Göz kamaştırıcı güzellikteki çiçeklerdi; simsiyah yüksek dallardı, gizemli sessizliklerdi, göksel seslerdi; ama 35011 zamanda dağların, eğreltiotlarınm ve yağmurların ötesindeki insanların yaşamıydı.

Bu dönemde, bol giysisiyle, alçak ökçeli iri kıyım bir kadın çıkageldi. Kum rengi giyinmişti. Lisenin müdiresiydi bu kadın. Karlı Macellan bölgesinden, tâ güneyden geliyordu. Adı, Gabriela Mistral’dı… Pek az karşılaştık onunla; çünkü dünyama yabancı insanlardan çekinirdim. Ayrıca konuşmayı da pek sevmezdim. İçe dönük, çelimsiz ve sessizdim. Gabriela, ırk özelliği ve soğuk iklim insanının esmerleşmiş yüzünde, ağzını geniş geniş açarak temiz bir ifadeyle gülen dudaklar taşıyordu. Yüzü belleğime kazınmıştı sanki. Yara izlerine kadar, taş işçisi Mon-ge’unkini andırıyordu. Yarı-çapkın, yarı-kardeşçe gülüşü ve kar havası ve pampa yaşantısıyla büzülmüş gözleri vardı. Rahibe görünümlü giysilerinin altından çıkartıp bana bıraktığı kitapları gördüğümde hiç şaşırmadım. Aç kurtlar gibi saldırdım onlara. Böylece Rus yazınının, üzerimde çok büyük etki bırakan ilk ünlü adlarını okumamı sağladı Gabriela.

Sonra bir gün, kalkıp kuzeye gitti. Hiç üzülmedim, çünkü artık binlerce arkadaşım vardı, kitaplardan tanıdığım birçok üzüntü ve acı dolu yaşamla içiçeydim. Dostlarımı nerede arayacağımı biliyordum bundan böyle.

Bu konferansı bildiren duyurunun başlığıyla, belki sizlere çok şey vadetmiş oldum. Santiago gece trenine yetişemeyecek ve yine yaşantıma daha geniş olarak girme olanağı bulamayacağımdan korkarım. Bu trene yarın birlikte bineriz.

Şimdi sizlere, kuşlarla ilgili bir öykü anlatmak için birkaç yıl önceye dönüyorum. Budi Gölü üzerinde kuğu avlıyorlardı. Hem de gaddarcasına. Kayıklarla gizli gizli yaklaşıyor, sonra birden son hızla küreğe asılıyorlardı. Kuğular tıpkı albatroslar gibi, uçuş durumuna kolayca geçemezler; önce, su yüzeyinde kaya kaya uçmak zorundadırlar. Uçuşun başlangıcında koca kanatlarını çok zor kaldırabilirler. Böylece hemen yakalanır ve kalın sopalarla da işleri oracıkta bitirilir.

Bana öyle bir kuğu getirdiler ki, canlıdan çok ölüye benziyordu. Dünyada eşi bulunmayan bu kuş türünün en güzellerinden, siyah boyunlu kuğulardandı: Kar beyazı bir karın ve siyah ipekliye bürünmüş bir boyun, turuncu bir gaga, kırmızı gözler.

Bu olay, Puerta Saavedra’da denize yakın bir yerde geçiyordu.

Bana verdiklerinde yarı-ölü durumdaydı gerçekten. Yaralarını temizledim ve boğazına küçücük ekmek ve balık kırıntıları tıkıştırdım. Yediği her şeyi çıkarıyordu. Bununla birlikte yavaş yavaş yara berelerinden kurtulmaya, benim kendisinin ” dostu olduğumu anlamaya başladı. Ve ben de onun sıla özleminden kıvrandığını görüyordum giderek. Bunun üzerine, bir gün koca kuşu kollarımın arasına alıp caddelerden geçerek ırmağa götürdüm. Benim biraz uzağımda yüzüyordu. Avlanmasını çok istiyor, ona dipteki çakılları, üstünde güneyin gümüş rengi balıklarının kayarcasına ilerlediği kumu işaret ediyordum. Onun bakışlarıysa tâ uzaklardaydı.

Böylece her gün, yaklaşık yirmi gün boyunca, onu ırmağa götürüp getirdim. Kuğu neredeyse benim boyumdaydı. Bir öğle sonrası, yine oldukça dalgındı, yanımda yüzmeyi sürdürüyor, yeniden avlamayı öğretmek islediğim sivri sıçanlarla ilgilenmiyordu bile. Çok sakindi o gün; eve götürmek için yeniden kollarımın arasına aldım. Onu göğsümün hizasına getirerek tuttuğumda, bir şeridin, kol genişliğinde siyah bir hortumun, yüzümü hafifçe yalayarak yuvarlandığını hissettim. Bu, onun yılan gibi kıvrılarak düşen uzun boynuydu.

Böylece öğrendim ki, kuğular üzüntüden öldüklerinde, öldüklerini hiç belli etmiyorlardı…

Bugün sizi düşkırıklığma uğrattığım için üzgünüm. Çünkü şiirime ilişkin olarak pek bir şey söylemedim. Gerçekte de bu konudan oldukça az anlarım. Bu yüzden, sizinle birlikte, acele etmeksizin çocukluk anılarım içinde şöyle bir gezinti yaptım. Tüm bu bitkilerin, yalnızlıkların ve şiddet ve acı dolu yaşamın içinden… gizli, derin ve gerçek Şiirler çıkacaktır. Şiir, canlı ve cansız varlıkların arasında, onları birbirinden uzakta tutarak değil, tam tersine körcesine bir aşk uzamında kaynaştırarak, adım adım öğrenilir.

Bir gün, Temuco’daki evimde kendime özgü yana baktığımda, bizimkine benzeyen, ekinsiz ve dünyanın küçücük nesnelerini ve canlı varlıklarını köşe bucak ararken, bahçedeki çitin bir tahtasının kırılmış olduğunu fark ettim. Delikten öte yana baktığımda, bizimkine benzeyen, ekinsiz ve yaban bir toprak parçası gözüme ilişti. Birkaç adım geriye çekildim, bir şeyler olacağını sezinlemiştim. Birden bir insan eli gözüktü. Bu, ben yaşta bir erkek çocuğunun eliydi. Oraya doğru atıldığımda, el kaybolmuş, yerine beyaz, olağanüstü bir koyun belirmişti.

Koyunun yününün rengi solmuş, kabarıklığı yokolmuştu. Bütün bunlar daha gerçek bir izlenim yaratıyordu. Bunun kadar güzel bir koyun görmemiştim o güne dek. Delikten baktım, ama çocuk sıvışmıştı. Eve gittim ve benim için çok değerli bir hâzineyle geri döndüm.

Yarı-açık, çok hoş kokulu bir çam kozalağıydı bu. Onu oraya bıraktım.

Daha sonra ne o çocuğu ne elini gördüm. Ne de böylesi bir koyuna rastladım. Bir yangında yitirdim onu. İçinde bulunduğumuz 1954 yılında, ellinci yaşımın sınırında olduğum bugün bile, ne zaman bir oyuncak mağazasının önünden geçsem, gizlice vitrinlere göz atarım. Sonuç, sıfır. Ona benzer bir koyunu bir daha hiç görmedim.

Mutluluğa erişmiş bir insanım ben. Kardeşlerimizin kardeşliğine tanık olmak yaşamın en yüce eylemlerindendir. Sevdiklerimizin sevgisini tanımak, yaşamı besleyen bir ateştir. Tanıdıklarımızın ve de tanıdık olmasa da, düşlerimize ve yalnızlığımıza, karşılaştığımız tehlikelere ve güçsüz yönlerimize ilgi duyan tüm insanların sevgi ve dostluğunu yüreğinde duyabilmek, daha da yüce ve güzel bir duygudur. Çünkü, benliğimizi geliştirip güçlendirir ve benliklerin birlikteliğine doğru yol alır.

İlk kez olarak, bu armağan, yaşamıma, bana sonraları hep eşlik eden bir hazine sunuyordu: İnsanlararası dayanışma… Daha sonra, yaşam bunu her türlü zorbalık ve düşmanlığa karşın oya işleye yolumun üstüne yerleştirecekti.

Bu durumda, benim, insanların kardeşlik duygularına, reçine ve toprak kokusu ile karşılık verme çabalarımı öğrenmek sizi hiç şaşırtmayacaktır. Orada, o bahçede bıraktığım çam kozalağı gibi, sözlerimi de, tanımadığım birçok insanın, birçok tutuklunun, yalnız yaşayan ve zulüm görmüş kişinin kapısına bıraktım. Çocukluğumda, ıssız bir evin bahçesinde edindiğim büyük ders budur işte. Birbirleriyle tanışan ve yaşamın meyvelerini değiştokuş etmek isteyen çocukların bir oyunuydu belki. Bu küçük gizemli alışveriş, şiirimi besleyen, körükleyen bir tortu gibi çöküp kaldı yüreğimde.
Çeviri: Akın Er