31 Aralık 2018

Melih Cevdet Anday "Nice yıllara sayın okurlar! "

Biz dünyaya geleli yaklaşık üç milyon yıl oldu. Ne çok yılbaşı kutlamışız! Omurgasızlar ilk kez beşyüz milyon yılı aşkın bir zaman önce, balıklar dörtyüz milyon yıl önce, sürüngenler aşağı yukarı ikiyüz elli milyon yıl önce, memeliler iki yüz milyon yıl önce yeryüzünde göründüler. Ama onlar yılbaşı kutlamazlar; yılı, ayı, günü bilmezler de ondan. Zaman sadece insanoğlu için vardır. Derleme, düzenleme demek olan “takvim”i biz, zamanı yıllara, aylara, günlere ayırma yöntemi, başka bir deyişle zamanı belli dönemlere bölme dizgesi anlamında kullanıyoruz. Ama büyütmeyelim, yılbaşı kavramının doğuşu, şurada beşyüz yılı ya bulur, ya bulmaz.

Zamanı yıllara, aylara, günlere bölmek zorunlu muydu? Yok canım, insanoğlunun merakından, hatta can sıkıntısından doğmadır takvim. Önce şuna bakalım: Bir dünya yılı, en ileri araçlarla yapılan hesaba göre 365 gün, 24 dakika, 22 saniyedir. Bu rakamlarda bir bütünlük, ne diyeyim, bir yetkinlik (mükemmellik) yok, gelişigüzel, dağınık... Tanrı ya da doğa, bizim yılımızı umursamıyorlar demektir bu. Hadi, daha açığını da deyiverelim, uydurmadır yılımız, ayımız, günümüz. Somut bir dünyada yaşayan hayvanlar (ki tümü ciddidir) böyle çocukça heveslere düşmezler hiç, etlerini, otlarını yiyip sevişirler, işte o kadar. Doğa onlardan başka bir şey istemez. Bu bakımdan hayvan sözcüğünün aşağılama niyetiyle kullanılması yanlıştır. İnsan kendisiyle övünmek için bulmuş olmalı o sövgüyü.

Peki bizim üstünlüğümüz nerden çıkma? Ah bu insan denilen yaratık akıllanıncaya değin, ne uzun, ne acılı, ne zahmetli evrelerden geçti!.. “Akıllanıncaya değin” dediğime bakmayın, bir deyimdir o, yanlışlardan, yanılmalardan kurtulma, doğru yolu bulma anlamına gelir; bu anlamda gene de akıllanmış değildir insan; ben o sözü “beyinlenme” anlamında kullandım.

Kolay mıdır ağaçlarda yaşarken yere inmek, iki ayağı üzerinde doğrulmak, yürümeyi öğrenmek! Dahası var, insan, öteki hayvanlarda bugün de sürüp giden birtakım doğal yeteneklerinden de vazgeçmiştir. Neden? Beyni büyüyordu, böylece de çevreye uyma yeteneği güçlendikçe güçleniyordu. Böylece organik yaşamın evriminde hayvan ile doğa arasındaki ilişki niteliksel bir değişikliğe uğradı. Böyle olagelir hep, evrimler, gün olur bir sıçrama ile nitelik değiştiriverir. Buna da maddenin diyalektik gelişimi denir ki, devrim anlamına gelir.

Korkacak bir şey yok, bir doğa yasası bu. İnsanın dik durup ellerini kullanmaya, böylece de yiyecek ve öteki nesneleri koparmaya, parçalamaya başlaması ne büyük bir değişikliktir, inanılır gibi değil, aklınız durur. Çeneler küçülmüş, beynin genişlemesine daha çok yer açılmış... Sonra el ile beynin işbirliği o kerteyi bulmuş ki, üretim araçları çıkmış ortaya; beyinde eli hareket ettiren alandan eli denetleyen alana bir taşma oluvermiş.

Tuhaftır, elini oynatırken dilini de kımıldatır insan; çocuklara bakın, yazı yazmaya çalışırken dillerini de oynatırlar. Dahası var, elleriyle zorlanarak bir iş yapan insan bilmeden sesler de çıkarır. Bu yüzden olacak, “konuşma”yı, el kol hareketinin gırtlağa geçmesiyle açıklayan varsayım çok tutmuştur. Sözcük dağarcığı pek yüklü olmayanlar, bugün de ellerini kollarını çok kullanırlar. Eh, konuşma başlar da hiç beyinde bu işe özgü alan oluşmaz mı? Al sana “konuşma merkezi” dedikleri şey.

Nörolog bir doktor arkadaşıma geçende “Hayvanlarda konuşma merkezi var mı?” diye sordum. Biliyordum yanıtını, “yoktur” dedi. “Öyle ise insan eşref-i mahlukattır, yaratıkların en saygınıdır” dedim. İkimiz de vazgeçtik konuşma merkezinden. Doğada insanı gözeten bir araç ne gezer! O “konuşma merkezi” denilen yer, bir gösterge yönetim yerinden başka bir şey değildir. Konuşma yeteneğini yitiren hasta, çoğun, okumayı, yazmayı da unutur. Doğa, insanın bir gün “yazı”yı bulacağını hiç de planlamamıştı, konuşacağını da elbet. Ne gerek var daha baştan bir konuşma merkezi kurmaya. Bunlar mistik yorumlardır.

Üstünlüğümüzün bize özgü bir ayrıcalık olduğuna inanacağımıza, insanın geçirdiği evrimi öğrenmeye, bu konu üzerine kafa yormaya çalışsak daha iyi olur. Hazıra konmaktan, övünmekten vazgeçelim. Koşullu tepkilerden, içtepilerden, kalıtımsal tutum ve davranışlardan, sağtörelerden, toplumsal ilişkilerin doğurduğu duygu ve düşüncelerden ayrı olarak, bizde “kişilik” diye ne bulunduğunu düşünmek, meraka değer bir konudur.

Hayvandan bir ayırdımız yok mu demek istiyorum? Hayır, soyutlama yeteneğimizle övünebiliriz. “Zaman” da bir soyutlamadır. Ay doğdu, yükseldi, alçaldı, battı... Ne kadar sürdü bu? Gök cisimlerinin hareketlerine göre hesaplanan yıl, ay, gün gibi zaman bölümleri, aşağı yukarı beş bin yıldan beri bilinir. Söz gelişi Sümerlerin gök üstüne bildikleri şaşırtıcıdır. Onlar ayın dönüşlerini bugünkü hesaplardan 0.4 saniye ayrımla bulmuşlardı; Satürn, Merih ve Venüs’ün durumlarını, durağan yıldızların arasındaki uzaklıkları inceleyerek çağdaş bilgilerimize yakın sonuçlara varmışlardı.

Mayalar bir Venüs yılının 584 gün olduğunu biliyorlar ve dünya yılının 365.24.20 gün olduğunu kestiriyorlardı. Ama o zamanlar kimse yeni yılı kutlamazdı. Onlar gökyüzünü seyretmekle, gözlemlemekle yetinirlerdi. Bizse zaman kavramımıza çok güvendiğimizden hep “geçip gitme” olayı üzerinde duruyoruz. Elbet ömrümüzü de bu araya soktuğumuzdan, üzüntüye kaptırıyoruz kendimizi. Boşuna! “Yıl” geçip gittiğini bilmiyor oysa. Bilen sadece insandır. Az şey mi?

Nice yıllara sayın okurlar!
Cumhuriyet Gazetesi, 1 Ocak 1982

30 Aralık 2018

Rudyard Kipling - Dilek Evi

 “Kipling her zaman yalnız bir adamdı. Başşairlik payesine erişmek istemedi, çünkü böyle bir onur kazanmanın hükümeti eleştirme özgürlüğüne engel olacağından korktu. Şöhret Kipling’i pek az ilgilendiriyor, belki de hiç ilgilendirmiyordu. Ölüme yaklaştığında, hüzün içinde, bugün bağımlı yazar diye adlandırdığımız sınıfa dahil olmanın boşluğunu kavradı. İnsanoğluyla bir hesaplaşmaya girmeyi amaçlayan ama tartışılmasıyla bugün bir çocuk kitabı yazarı haline dönüşen Swift’i anımsadı. Tanrıların, insanların öyküler kurgulamasına izin verdiğini ama bundan bir ders çıkarmasına izin vermediğini yazdı. İmgelem gücü, ince ustalığı, seslerin inceliklerini sezebilme yeteneği, sözcükleri ekonomik bir biçimde kullanışı ve dürüstlüğü aynı derecede takdire değer özellikleridir.”
 
Jorge Luis Borges
 
*
 
 Kitap'ta bir kadın diğerine büyülü ve acı dolu bir öykü anlatır. Her iki kadın da şaşkınlık duyamayacak karad sıradandırlar. İnanılmaz olanı, günlük olayları kabul ettikleri teslimiyetle kabul ederler. Sahibler Savaşı'nı okuyan bir Sih bana her cümlenin önce Hindu dilinde düşünülüp sonra İngilizce'ye çevrildiği duyumsadığını söyledi. Humma ve afyon doğaüstü şeyleri daha inanılır kılar.
 

Andrey Tarkovski - Solaris

Solaris 1972 yapımı Sovyet sanat filmidir. Stanisław Lem'in aynı adlı romanından uyarlanan yapımın yönetmenliğini Andrey Tarkovski üstlenmiştir. Duygusal krizler nedeniyle başarısızlığa uğrayan bir uzay deneyini konu almaktadır. 
 
 

Beslenmenizden zevk alın...

Beslenmenizde çeşitliliğe özen gösterin.

Beslenmenizde tam tahıllara yeterince yer verin.

Bolca miktarda sebze ve meyve yiyin.

Yağ tüketimini azaltın.

Şeker ve şekerli gıdaları çok sık tüketmeyin.

Daha az tuz tüketin.

Bol su için.

Hareketli olun, sağlıklı vücut ağırlığınızı koruyun.

Düzenli beslenin, kahvaltıyı ihmal etmeyin



Raıner Maria Rilke

Yalnızlık
Yalnızlık bir yağmura benzer,
Yükselir akşamlara denizlerden
Uzak, ıssız ovalardan eser,
Ağar gider göklere, her zaman göklerdedir
Ve kentin üstüne göklerden düşer.

Erselik saatlerde yağar yere
Yüzlerini sabaha döndürünce sokaklar,
Umduğunu bulamamış, üzgün yaslı
Ayrılınca birbirinden gövdeler;
Ve insanlar karşılıklı nefretler içinde
Yatarken aynı yatakta yan yana:

Akar, akar yalnızlık ırmaklarca;

Çeviri...Behçet Necatigil

Güz
Dökülüyor yapraklar, dökülüyor sanki pek uzaktan,
Göklerde ırak bahçeler sararırcasına;
Dökülüyorlar sanki yadsıya yadsıya.

Ve geceleyin dökülüyor dünya
Yalnızlığın içine bütün yıldızlardan

Hepimiz dökülüyoruz. Dökülüyor şu el de
Dön bak başkasına: aynı şey hepsinden.

Ve düşüşü sonsuz sevecen
Avcuyla saran biri var gene de.

Çeviri...Yüksel Pazarkaya

Önduyu
Ben uzaklarla çevrili bir bayrak gibiyim.
Sezerim gelen yelleri, yaşamam gerek onları benim
daha nesneler kımıldamazken aşağılarda:
kapılar usul kapanır daha, bacalarda sessizlik;
titremez daha pencereler. toz ağır daha.


Derken tanırım fırtınalan, deniz gibi çalkanırım.
Ve yayarım kendimi ve düşerim içime tâ
ve fırlatırım kendimi ve yapyalnız kalırım
büyük fırtınada.

Çeviri...A.Turan Oflazoğlu


Jordan Maxwell zeitgeist isimli çalışmada kiliseler üzerine şöyle diyor


Düşündüklerimizi, algıladıklarımızı, nereden geldiğimizi ve bundan sonra ne yapacağımızı daha derin araştırdıkça, bize ne kadar çok yalan söylendiğini göreceksiniz. dünyadaki her kurum tarafında kaldırıldık. bir dakika durun ve dini kurumların neden bu dünya üzerinde işlerine karışılmayan tek kurum olduklarını düşünün.dini kurumlar, dünyadaki pisliğin merkezidir. 

orjinali budur: "the more you begin to investigate what we think we understand, where we came from, what we think we're doing, the more you begin to see we've been lied to. we've been lied to by every institution...the more you educate yourself the more you understand where things come from, the more obvious things become and you begin to see lies everywhere. you have to know the truth and seek the truth and the truth will set you free"
 eksisozluk.com

28 Aralık 2018

İlhan Selçuk - Düşünüyorum Öyleyse Vurun

Makedonya Kralı Filipos, oğlu İskender'in ne akıllı bir kişi olacağını ilk ne zaman sezmiş?

Bir at varmış, öylesine azılıymış ki kimse sırtına binemiyormuş. Hayvan, bütün binicilerini üstünden atıp benzetmiş; kiminin kafasını, kiminin çenesini, kiminin kolunu, kiminin bacağını kırmış. Hani şu Amerikan filmlerinde rodeo denilen zanaatın ustalarını izliyoruz ya; onlara benzer ne kadar Makedonya kovboyu varsa azgın atı bir kez deneyip derslerini almışlar; toprağı öpmüşler.

İskender, atla binicilerini izlerken görmüş ki, hayvan gölgesinden ürktüğü için azıyor. Bunun üzerine atın sırtına atlayıp güneşe doğru sürmüş.

Arkaya düşen gölgeyi görmediğinden ürkmemiş beygir, durulmuş, İskender'in buyruğuna girmiş; herkes bu işe şaşıp kalmış.

Kral Filipos düşünmüş:

-Benim ne akıllı bir oğlum var, demiş, ünlü bilgeleri öğretmen olarak görevlendirip kendisine iyi bir eğitim vereyim.

O çağın en ünlü bilgesi Aristoteles olduğundan Kral Filipos'un emriyle İskender'i yetiştirmeye çalışmış. İskender büyük yeteneklerini geliştirmiş; ama "cihangirlik" tutkularına saplanmış; dünyayı avcunun içine almaya çalışmış; ordusunu ardına takmış, gidebildiğince gitmiş; önüne kim çıkarsa ezmiş geçmiş.

---

Çoğu zaman yalnız at değil insanoğlu da kendi gölgesinden korkup azgınlaşır. Böyle durumlarda en iyisi sanırım yüzünü güneşe karşı dönmektir. Çünkü kendi gölgesinden korkan adam, güneşe, bir başka deyişle aydınlığa, (daha başka bir deyişle gerçeğe) sırtını dönen kimsedir.

Ürküp azgınlaşması da bundandır.

---

Aristoteles'in İskender'i olgun bir insan olarak yetiştirebildiği kanısında değilim.

Büyük İskender yaman bir savaşçı, ünlü bir "cihangir" olabilir. Lisenin ilk sınıf edebiyat kitabında Aristoteles ile İskender'e ilişkin söylenceleri okumuştuk. Anımsadığıma göre savaş meydanında yatan ölüler arasında dolaşan İskender, hocasına sorar:

-Aristo bu nedir?

Bilge yanıt verir: -Zafer veya hiç!..

Okul kitaplarında Cengiz Han'dan Atilla'ya, İskender'den Sezar'a değin nice "cihangir"in neden ordularının başına geçip yer yuvarlağını ele geçirmeye çalıştıkları anlatılmaz, ama insan okuldan ayrıldıktan sonra merak edip kendisine sorabilir:

-Bu adamlar, niçin koskoca ordularla ülkeden ülkeye dolaşıp dünyayı ele geçirmeye çabalamışlar?

Bu sorunun yanıtını kurcaladıkça kişioğlu bilinçlenir; her bir savaşın ardında hangi nedenin yattığını öğrenip anlar; savaşçılığın iyi bir şey olmadığını algılar; ama iş işten geçmiş olur.


- - -

Eflatun demiş ki:

-Ancak krallar filozof ya da filozoflar kral olursa devletler mutlu olabilir.

Günümüz koşullarında pek akıllıca sayılmasa da insanı düşünmeye yönelten bir yanı vardır bu sözün; çünkü devlet yönetiminde düşüncenin, fikrin, mantığın ağır basmasını istiyor Eflatun.

Oysa tarih boyunca devlet yönetimlerinde mantığın pek az payı olmuştur.

Descartes'ın ünlü özdeyişini anımsayın:

-Düşünüyorum, öyleyse varım.

Bu özdeyiş çoğu yerde şöyle anlaşılmış:

-Düşünüyorum, öyleyse vurun.

Çağımızda fikir özgürlüğüne karşı çıkanlar da böyle davranmıyorlar mı?

Eckhart Tolle



Siz evrenin ilahi amacının gerçekleşmesini sağlamak için buradasınız. Siz işte bu kadar önemlisiniz!  


Mehmet Akif Ersoy - Kıssadan Hisse

Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
"Tarih"i  "tekerrür"  diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
 


   Safahat: Yedinci Kitap


Kokina


Yeni Yıl Bitkisi: Kokina

İsmi Rumcada kırmızı anlamına gelen Kokina, yeni yılın gelmesiyle şehirdeki bütün çiçekçilerin tezgahlarını süsledi. Kokina, yeşil yapraklı dallarını kırmızı meyvelerle taçlandıran bir bitki. Kokina’nın uğur getirdiğine, bir yıl boyunca solmadan, yapraklarını dökmeden tazeliğini korursa kişiyi ‘ev sahibi’ yapacağına inanılıyor. Kokina aslında ‘tek’ bir çiçek değil. Meyvesi farklı, dalları farklı bitkilerden oluşuyor. Kokina, insan eliyle oluşturulan bir kombinasyon. Kokina yapanların büyük bölümü de Romanlar. Tanzimi zor ve zahmetli bir iş. Yılbaşı akşamlarının ışıltılı çiçeği aslında dikenli bir gül bahçesi.

Kemalettin Tuğcu - Kuklacı

Eskiden öyle sinema yoktu. Televizyon da yoktu. Ortaoyunu, meddah, Karagöz oyunları vardı. Tiyatroların çoğunda tuluatçılar oynarlardı.
-Tuluatçı ne demek?
-Bir çeşit hazır cevap demek. Yazılıp çizilmeden oynanan oyun. Maksat halkı eğlendirmek.

Bu bir yaradılış meselesi. Başka başka duygularda olan insanları bir kazanda kaynatsanız yine biribirleriyle kaynaşamazlar.

Demek insan okuyup yazmakla diploma almakla olgunlaşmıyor?

Bugüne kadar beni anlamak hiçbirinizin aklına gelmedi.

-Bu kuklalar ne olacak?
-Turistik eşya gibi bir kısmını satacağım.
-Paraya ihtiyacın mı var?
-Hayır, sanata ihtiyacım var. Öteden beri beni rahatsız eden arzularımın yatıştırılmasına ihtiyacım var. Yapacağım, kukla yapmakla vakit geçireceğim. Bu işimin bir folklor hizmeti olduğunu da anlayacaklar çıkar. Ama ben kimseden takdir beklemiyorum. Ben kendi kendimi eğlendiriyorum.

Yeryüzündeki her eşyanın bir değeri vardır.

- Yeryüzündeki her eşyanın bir değeri vardır. Sözüm buradan dışarı, ben bir eşek anırsa durur, hayvanın hâline dikkatle bakarım.
- Baba şehirde eşek kaldı mı?
- Kaldı oğlum, kaldı. Ama artık ahırlarda değil, evlerde, apartmanlarda yaşıyorlar.

Kafalar düzelmeyince bu iş düzelmez kızım, dedi. Önce kafaları düzeltmek lâzım.


26 Aralık 2018

Yaşar Nabi Nayır - Mesafeler

Mesafeler gözlerin gibi sonsuzdur senin,
Seyrettikçe kıpkızıl yanar göz bebeklerim.
Bense engin denize bakan bir pencerenin
Önünde gelmeyecek saatleri beklerim.

Suları nasıl boşa akarsa bir derenin
Benim ziyan olacak öyle hep emeklerim.
Uzaktan bir el gibi beni çağırır engin,
Ben bir sandalcıyım ki, kırılmış küreklerim.

Beynimi bir örümcek gibi örer geceler,
Selâmlarım hüzünle uzağa gidenleri,
- Ölçüler dimağımda karışık bilmeceler -

Seyrederken ilerde kaybolan trenleri,
Ufukta mendil gibi sallanan yelkenleri,
Keder kalbimi sıcak bir kurşun gibi deler.

Dinmeyen bir hasrettir içimde mesafeler.


"Gün sonunda yapmadıklarınla değil, yaptıklarınla yargılanırsın." Charlie Chaplin

Düşünme becerisi, tıpkı keman ya da piyano çalmak gibidir; günlük alıştırma ister...

Bu dünyada hiçbir şey kalıcı değil - hatta sorunlarımız bile.

Aşağı bakıyorsanız asla gökkuşağı bulamazsınız.

Dünyayı anneler, şairler ve öğretmenler yönetseydi, kimseler sızlanmazdı.


24 Aralık 2018

Tevfik Fikret - Promete

Kalbinde her dakika şu ulvi tahassürün
Minkâr-ı âteşînini duy, dâima düşün:
Onlar niçin semâda, niçin ben çukurdayım?
Gülsün neden cihan bana, ben yalnız ağlayım?..
Yükselmek âsumâna ve gülmek, ne tatlı şey!..
Bir gün şu hastalıklı vatan canlanırsa… Ey
Müştâk-ı feyz ü nûr olan âti-i milletin
Meçhul elektrikçisi, aktâr-ı fikretin
Yüklen getir – ne varsa – biraz meskenet-fiken,
Bir parça rûhu, benliği, idrâki besleyen
Esmâr-ı bünye-hîzini; boş durmasın elin.
Gör dâimâ önünde esâtir-i evvelin
Gökten dehâ-yi narı çalan kahramânını…

Varsın bulunmasın bilecek nâm ü şânını!..


Promete
Kalbinde her dakika şu yücel özleyişin
Ateşten gagasını duy ve daima düşün;
Onlar niçin göklerde, niçin ben çukurdayım,
Gülsün neden dünya bana, ben yalnız ağlayım.
Yükselmek hep göklere ve gülmek ne tatlı şey.
Bir gün şu hastalıklı vatan canlanırsa… Ey
Milletin uygarlık özleyen yarınlarının
Meçhul elektrikçisi, ergin ülkelerin
Yüklen getir – ne varsa – biraz miskinlik alan,
Bir parça ruhu, benliği, idraki besleyen
Güç veren ürünlerini; boş durmasın elin.
Gör daima önünde o ilkel masalların
Gökten deha ateşi çalan kahramanını…

Varsın bulunmasın bilecek nam ve şanını.

Türkçeleştiren: Ahmet Muhip Dıranas

* * *

 Promete Şiirinin Açıklaması
Tevfik Fikret, ülkenin içinde bulunduğu durumdan hoşnut değildir. Ülke, çağdaş ülkelerden geri kalmıştır. Tevfik Fikret, bu durumdan kurtulmanın tek çözüm yolu olarak gençliğin uygar ülkelere gitmelerini, orada uygarlıkla ilgili olarak ne bulursa getirmelerini istemektedir. Bu konuda da onlara ilk çağ kahramanlarından Promethe (Promete)'yi örnek göstermektedir.

Efsaneye göre Promethe yarı insan, yarı tanrı bir varlıktı. O zamanlar insanlar ateş yakmayı bilmezlerdi. Ateş, göklerde seçkin bir yaşam süren tanrılar tarafından kullanılan bir ayrıcalıktı. Promethe, bu ateşi tanrılardan çalarak insanlığa armağan etti. Bunun üzerine baş tanrı Zeus, son derece öfkelendi. Promethe'yi Kafdağı'nda bir kayaya zincirle bağlattı. Her gün bir kartal gelerek Promethe'nin ciğerini yiyor, o ise bu işkenceye katlanıyordu. Bu işkence uzun zaman sürdü. Sonunda Herakles(Herkül) kartalı vurup Promethe'yi bu durumdan kurtardı.

Bu efsanede seçkinlere ait bir ayrıcalığı, bütün insanlığa sunan halkçı bir düşünce vardır. Tevfik Fikret, uygar dünyayı efsanedeki ayrıcalıklı varlıklar olarak görürken, ülkesinin gençlerini de birer Promethe olmaya çağırmaktadır. Tevfik Fikret'i düşüncelerinin babası olarak niteleyen ATATÜRK de ondan farklı düşünmemektedir. Uygar dünyanın yararlandığı ve insan yaşamını kolaylaştıran tekniği, insanca bir yaşam sunan düşünceyi ülkemizde de görmek isteyen Atatürk, çağdaşlaşmaya ayrı bir önem vermiştir. Bu yolda yürümeyi ve başarılı olmayı ulusun ayakta kalabilmesinin koşulu olarak görmüştür.
"Bu yolda duraksayanlar veyahut bu yol üzerinde ileriye değil geriye bakmak cahilliği ve tedbirsizliğinde bulunanlar, uygarlığın coşkun selinde boğulmaya mahkûmdurlar" uyarısıyla Türk ulusuna hedef olarak çağdaş uygarlığı ve bilimi göstermiştir. Kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'ni çağdaş ve uygar bir ülke haline getirmiştir...Levent Karaşin

Cehennem V

Hiçbir şey yaşam kadar geçici değildir
Hiçbir şey geçici değil var olmak kadar
Bu kırağı için biraz da erimektir
Ve hafif olmayı çağrıştırır her rüzgâr
Vardığım yer ise yabancı diyar
Sının geçiyorsun günü gelince
Nereden geliyorsun gittiğin yer neresi
Ne anlamı var yarının ve dünün anlamı ne
Diken değiştiriyor işte yüreği
Her şey anlamsız ve acımasız değil mi
Oraya şakağına daya elini
Dokun çocukluğuna gözlerinin
Lambaları sönük tutmak daha iyi
Daha yararlıdır bize uzunu gecelerin
Bu ise yaşlanmadır gün ışığı için
Ağaç güzeldir sonbahar mevsiminde
İyi ama çocukcağza ne oldu
Kendime bakar ve şaşarım işte
Görünce bu tanınmamış yolcuyu
Onun yüzüyle çıplak ayaklarını
Az az sessizlik oluyorsun sen
Ne var ki çabuk değil öyle yeterince
Senin farklılığını farketmediğinden
Ve eski zamanlar kendi üzerine
Zamanın tozunu düşürmesin diye
Yaşlanmak sonunda uzun iştir doğrusu
Parmaklarımız arasına kum kaçar bizim de
Sanki bu yükselen soğuk bir su
Bu bir utanç gibidir büyüye büyüye
Bağrılacak bir deri sepilensin diye
Uzun iş bir insan bir nesne olmak
Uzun iş her bir şeyi feda etmek de
Ve duyuyor musun değişimleri bak
Oluşan bizim içimizde
Belimiz yavaş yavaş büküldükçe
Ey acı deniz ey derin deniz
Nedir saati gelgitlerinin
Kaç saniye-yıl gereklidir dersiniz
İnsanın insanı saptırması için
Niçin bu kadar naz niçin


Kubilay Destanı



- Kubilay ve iki bekçinin anısına -

23 Aralık 1930'dur,
Gece yeşilimsi,
Dağlar ak,
Bir altın çizgi gibi yerle gök,
Gün doğdu doğacak.
Don yoktur ama donmuştur sanki
Sarı yapraklarla kış kocaman bir yüz
Tarla çizgileriyle bir kilim işte
Menemen ovası dümdüz.
Yalancı Mehdi Derviş Mehmet,
Yürümüş Manisa'dan bir sarı su gibi,
Beş on adamıyla Menemen'e varmak üzere
Yılan uykusu gibi.
Düştü Kubilay'ın başsız gövdesi,
Bir çınar dalı gibi yere.
Sarktı yakasından anasından gelmiş
Mavi çiçek mor çiçek bir çevre.
Düştü Kubilay'ın başsız gövdesi
Bir söğüt dalı gibi yere,
Aydınlık aydınlığa yaklaşır iken,
Sonsuzluğa ere ere.
Düştü Kubilay'ın başsız gövdesi,
Bir zeytin dalı gibi yere,
Düştü cebinden bir kitap,
Açıldı göklere…


"Dünyadasın, işte bunun tedavisi yok." Samuel Beckett


21 Aralık 2018

Kar

 
 
 
 
 
 


Tanrı’nın Kapısını Çalan Bilim

 Cari Sagan bir bilim adamıydı, fakat öyle niteliklere sahipti ki ona sanki Tevrat sayfaları arasından çıkıp da gelmiş gözüyle bakıyorum. Karşısına bir duvar dikildiğinde laf kalabalığı duvarı diyelim, hani bilimi mistik havaya bürüyen ve onun hazinelerini bizden esirgeyen duvar ya da ruhumuzun etrafında yükseltilen ve bilimin gizlerine gönül vermemize engel olan duvar böylesi duvarlarla karşılaştığında çağdaş bir Yoşua gibi gizli duvarları yıkmak için sahip olduğu gücün bir kısmını değil tamamını kullanırdı.

Çocukken Brooklyn’de Tevrat’tan İbranice V’Ahavta duasını Havra’daki ayinlerde okurdu: “Ve, efendini, Tanrı’yı tüm kalbinle, tüm ruhunla ve var gücünle seveceksin.” Bu duayı ezbere bilirdi ve belki de bu dua ona esin kaynağı olmuştur, anlamadan sevmek nedir, diye ilk kez sormak için. Ve, İnsan olarak, sormak ve Öğrenmek yeteneğimizden daha büyük bir kudret var mıdır sahip olabileceğimiz?

Cari doğa hakkında daha fazla şey öğrendikçe, evrenin enginliği ve evrende evrimin, insanı hayrete düşürecek geniş zaman dilimlerinde yer aldığını öğrendikçe yüceldiğini daha çok hissediyordu.

Onun, “Eski Ahit’le örtüştüğünü söylememin bir başka nedeni de şu: Laboratuvarda bir dizi bilimsel varsayımlar üzerinde çalışıp Yahudilerin dua günü olan şabat (cumartesi) için bu diziyle çatışan fikirler dizisi besleyecek gibi kompartımanlı düşünce hayatı sürdüremezdi. Tanrı fikrini o denli ciddiye almıştı ki, o fikri kılı kırk yararak elekten geçirdi.

Nasıl olur da, diye şaşkınlık duyuyordu: nasıl olur da İncil’in her şeyi bilen, ebedi, âlimi mutlak dediği Yaratan, Yaratılış hakkında bunca yanlış temel kavram sunabilir tereddütsüzce? Kutsal kitapların Tanrısı, neden doğa hakkında bizden daha az bilgili olabiliyor? Biz ki bu dünyaya yeni gelmişiz ve evreni inceleyip öğrenmeye henüz yeni başlamışız? İncil’in, Dünya’yı tepsi gibi düz, altı bin yıllık yer olarak niteleyişine aldırmazlık edemedi ve özellikle trajik bulduğu nokta, biz insanların tüm diğer canlılardan ayrı yaratılmış olduğumuz bilgisiydi. Bizim, tüm hayatla ilişkilendirilişimizin keşfi, sayısız özgün ve reddedilemez kanıtlar dizisinden kaynaklanıyor. Cari için, yaşamın müthiş engin zaman dilimlerinde doğal ayıklama yoluyla evrimden geçtiğine dair Darwin’in derin görüşü sadece Genesis (Yaratılış, Tekvin)’den daha iyi bilim olmakla kalmayıp insan ruhuna daha derin, daha tatmin edici bir duygu sağlıyordu.

Doğa hakkındaki bilgimizin azlığı Tanrı hakkında daha da az şey biliyoruz anlamına geldiği kanaatindeydi. Evrenin ihtişamı ve onun trilyonlarca eğer sonsuz sayıda değilse dünyanın evrimini yönlendiren nefis kanunlarının ancak bir zerresine vakıf olmayı başardık. Yeni edindiğimiz azıcık bilginin verdiği vizyon Dünya’yı yaratan Tanrı’yı ister istemez bölgesel kılmış, dar zaman hesapları içine almış, yanlış algılamalara ve eskimiş kavramlara düşürmüşe benziyor.

Bu, onun tarafından öne sürülmüş ucuz bir iddia değildi. Dünya dinlerini büyük bir açgözlülükle inceledi, ister mazide kalmış dinler olsun ister günümüz dinleri olsun. Öğrenme açlığını aynen bilim konularında da sürdürdü. Kutsal kitapların şiirsel diline ve tarihsel içeriğine hayranlık duyardı. Din bilginleriyle tartışmaya girdiğinde kutsal metinlerden bölümleri ezbere okumadaki üstünlüğü onları şaşırtırdı. Bu tartışmalardan bazıları, yaşamın iyileştirilmesi hedefine yönelik uzun süreli dostluklara ve ortak çabalara yol açtı. Bununla beraber, gerçek olanı aramanın bir yolu olan bilimi nasıl oluyor da kutsal kabul ettiğimiz şeylerden ayrı tutmak isteyenler var, hiçbir zaman anlayamıyorum diyen biriydi: bunlar sevmek ve hayranlık uyandırmanın esin kaynakları olduklarına göre.

Onun sorunu Tanrı ile değildi, kutsal olanı anlama sürecinin tamamlanmış bulunduğuna inananlardandı. Gerçeği arama sürecinin hiçbir zaman sona ermediğine dair Bilim’in kesintisiz devrime olan inancı, evren sırlarını perde perde açtığından Bilim’e yeterince tevazuyla yaklaşmak, yapılmaya değer bir şey gibi geliyordu ona. Bizlerin, proje kurma, yanlış anlama, kendimizi ve başkalarını aldatma yönündeki kronik eğilimlerimize rağmen Bilim’in, yanlışları düzeltme mekanizmasının bizi dürüstlüğe çeken metodolojisi, ruhsal disiplinin yüce noktası gibi geliyordu ona: şayet kutsal bilgi peşindeysen ve sadece korkularını uzaklaştırmak için palyatif bilgiler peşinde değilsen, o takdirde kendini iyi bir kuşkucu insan kılmak için antrenmanlı olacaksın.

Bilimsel metodu, sorunların en derin noktasına dek uygulamak gerektiği görüşüne ikide bir “Bilimcilik” damgası vuruluyor. Bu damgayı vuranlar, dinsel inançların, bilim taraması sınırları dışında tutulmasını ve inançların (kanıttan yoksun kanaatler) yeterli bilgilenme yolu olduğunu savunanlardır. Bu duyguyu Cari anlıyordu fakat Bernard Russell ile birlikle ısrarı şuydu ki: “Önemli olan inanma isteği değildir fakat araştırılıp bulma isteğidir ve biri diğerinin tersidir.” Ve, her şeyde, hatta kendini bekleyen acımasız kaderiyle karşılaştığında bile üç kez ilik nakli ameliyatı geçirdikten sonra 20 Aralık 1996Jda zatürreden hayata gözlerini yumdu Cari inanma taraftarı hiç değildi: O hep bilmek istiyordu.

Yaklaşık 500 yıl öncesine kadar bilim ve din arasında bir ayırıcı duvar yoktu. O tarihlere kadar ikisi, birbirinden ayrılmayan, yekvücuttular. Ne zaman ki bir grup dindar insan “Tanrı’nın zihnini okumak” istediler, bilimin, bunu yapmaya, bunun için gerekli şeyi yapmaya en muktedir araç olduğunu anladılar. Bu insanlar aralarında Galileo, Kepler, Newton ve çok sonraları Darwin bilimsel metodu kurmaya ve içselleştirmeye başladılar. Bilim yıldızlara doğru hareket etti ve Bilim’in vahiylerini inkâr etme yolunu seçen kurumsallaşmış din, kendini çevreleyen koruyucu bir duvar örmekten daha fazlasını yapamadı.

Bilim bizi evrenin giriş kapısına taşıdı. Buna karşılık yakınımızdaki çevreyi kavrayışımız küçük bir çocuğun görüşü gibi, değerler arasındaki kıyaslamalardan habersizce devam ediyor. Ruhsal olarak ve kültürel olarak felçli gibiyiz. Doğa’nın yapısında merkezi yeri oluşturmayışımızı fark edememiş ve Evren’in enginliğinde gerçek yerimizi kestirmeyi beceremeyişimizden ötürü. Sanki gidecek başka bir yerimiz varmış gibi bu gezegeni sürekli hırpalıyoruz. Bilimi inşa etme uğraşı bile zihin sağlığımızın umut verici bir işaretidir. Bununla beraber yalnızca bu zihinsel açılımları kabul etmek yetmez eğer doğada, kökü olmadığı bir yana, birçok açıdan doğal olanı aşağılayıcı bir ruhsal ideolojiye tutunmuş ve asılı kalmış durumdaysak. Dünyamızdaki yaşamın enfes dokusunu korumaya en büyük umudun, bilimden gelen sır çözümlemelerini içimize sindirmek olduğuna inanıyordu Cari.

Ve o böyle yaptı. “Evren perspektifinde her birimiz çok değerliyizdir,” cümlesi vardır Cosmos adlı kitabında. “Eğer bir insan sizinle aynı fikirde değilse, size ters düşüyorsa, bırakın o da yaşasın. Yüz milyar galakside bir insan bulamazsınız.” Voyager 2 uzay aracının Neptün gezegenine vardığında geriye bakıp oradan bizim Yerküre’nin fotoğrafını çekmesi talimatıyla donatılması için NASA’da epey uğraş verdi. Ta Neptün’den çekilmiş fotoğrafımıza bakıp onun üzerinde düşünmemizi ve Dünya’mızın oradan nasıl göründüğünü, evrenin enginliğinde yüzen “açık mavi renk bir minik nokta” olarak algılamamızı istiyordu. Bizim, gerçek durumumuzun ruhlarımızca anlaşılması noktasına ulaşmamız onun düşlediği bir şeydi. Eski peygamberlerden biri gibi bizleri, kendimizden geçmiş durumda hayat sürmemizden, ait olduğumuz barınağımızı korumak için harekete geçmemizi sağlamak amacıyla bizi uyuşukluğumuzdan dürterek kaldırmak istiyordu.

Cari, bizim, kendimizi, yaptığına pişman bir yaratıcının kilden yavruları olarak görmememizi ve fakat uzak yıldızların ateşli kalplerinde atomlardan örülmüş yıldız malzemesi olarak görmemizi istiyordu. Cari için biz, “Yıldızları düşünen yıldız malzemesiydik, 10 milyarlarca atomun bir araya gelmesiyle organize edilmiş olarak atomun evrimine kafa yoruyorduk, o uzun yolculuğun, en azından burada, bilincin doğmasını sağlayan uzun yolculuğun izi peşindeydik.” Onun için, bilim, kısmen, “bilgili tapma” türüydü. Aydınlanma peşindeki yolda bir tek aşama hiçbir zaman kutsal sayılmamalıydı: sadece araştırmaya devam kutsal süreçti.

Bu buyruktur ki, bizim, bilimin derinliklerine ve değerlerine ulaşmamıza engel olan duvarları alaşağı etmek için Carl’ın mesai arkadaşlarıyla bunca zorlu tartışmalara girişmesinin nedenlerinden biri olmuştu. Bir diğer korkusu da ulaşmayı sınırlı derecede başardığımız Demokrasi’yi bile koruyamayacağımızdı. Bizim toplumumuz bilime ve yüksek teknoloji temeline dayanmaktadır fakat aramızdaki sadece küçük bir azınlık, bilimin ve yüksek teknolojinin işleyişinin ancak yüzeysel kısmından haberdar bulunmaktadır. Yeni sahip olduğumuz bu güçlerin kullanılmasının kaçınılmaz olarak içerdiği rizikoların bilgili karar mercileri olarak bir demokratik toplumun sorumlu yurttaşlarını oluşturmayı nasıl umut edebiliriz?”

Düşünce şekli bilim yoluna yatkın ve düşünme sorumluluğu yüklenmiş bir toplum vizyonu onu bilim adamlarının genellikle pek gözükmediği birçok yerde konferanslar vermeye zorladı: çocuk parkları, yabancılara yurttaşlık hakkının tanındığı törenlerde, güneydeki 1962’lerin siyahlarla beyazlara ayrı eğitim uygulandığı günlerde yalnız zencilerin bulunduğu okullarda, şiddete karşı düzenlenen gösterilerde, Tonight Show’un. Bunu yaparken hayret verici bir bilimsel verimlilikle, disiplinlerarası cesur çalışmalarla desteklenen bir öncü oldu kariyerinde.

Özellikle Glasgovv Üniversitesinde 1985 yılında Doğal Teoloji üzerine Gifford konferanslarına çağrılması onu müthiş sevindirmişti. Böylece geçmiş yüzyılın en büyük bilim adamları ve filozoflarının yolunu izlemiş olacaktı: James Frazer, Arthur Eddington, Werner Heisenberg, Niels Bohr, Alfred North Whitehead, Albert Schvveitzer ve Hannah Arendt.

Carl bu konferansları, din ve bilim arasındaki ilişkiyi algılayışını ayrıntılı olarak ortaya koymak ve kutsal sözcüğünün içinde saklı anlamın ne olduğunu anlamak için giriştiği inceleme hakkında açıklamada bulunmak için fırsat olarak kabul etti. Bu arada başka vesilelerle yazdığı birçok temaya temas ediyordu; böyle olmakla beraber elinizdeki bu kitapta yazılı olanlar, onun anlatmak ve vurgulamak İçin epey uğraştığı sonsuz derecede cazip konuya ait görüşlerinin nihai beyanıdır.

Gifford konferanslarından her birinin başlangıcında üniversite camiasının seçkin bir üyesi Carl’ı dinleyicilere takdim eder ve salondan taşan dinleyiciler için doğan ilave salon ihtiyacı karşısında şaşar kalırdı. Carl’ın söylediklerinin anlamını değiştirmemeye çok çaba harcadım fakat onu takdim ederlerken söylenen o güzel sözleri metne dahil etmediğim gibi kayıt kasetlerinde, “Gülmeler,” diye geçen yerleri de kesmek zorunda kaldım.

Okuyucudan şunu her an göz önünde tutmasını isterim ki, bu kitaptaki herhangi bir eksiklik benim sorumluluğuma dahildir, Carl’a değil. Carl’ın düzeltilmeden önceki konferans metinleri, irticalen yaptığı konuşmalarda, hemen hemen tamamen düzgün kurulmuş cümlelerle kendini ifade eden bir kişiyi ortaya koyuyorsa da, konferans metinleri kitap yazmakla aynı şey değildir. Bu o kadar doğrudur ki Pulitzer Ödülü kazanan Carl, ne olur ne olmaz hata çıkar ya da düzenlemede tatsız bir bozukluk olabilir diye, her metni yirmi ya da yirmi beş defa okuduktan sonra basımevine gönderirdi.

Bu konferanslar sırasında kahkahalar atıldığı olurdu ama dinleyicilerle konuşmacının hep beraber tutuldukları fikrin cazibesinden kurtulamadıklarından yere iğne düşse gürültü olacak gibi sessizliğin egemenliği de hissedilirdi. Bazı soru cevaplar üzerine uzayan diyaloglar, Carl’la birlikte bir sorun çözmeye çalışmanın ne demek olduğu hakkında fikir veriyordu. Ben her konferansında hazır bulundum ve yirmi yıl sonra bende ondan kalan şu izlenim oldu: ilkeli, kristal berraklığındaki anlatımı ve görüşlerini paylaşmayanlara karşı gösterdiği saygı ve beslediği “onu kırarsam” endişesi.

Amerikalı psikolog ve filozof William James Gifford konferanslarını yirminci yüzyılın ilk yıllarında verdi. Sonradan bu konferans metinlerini çok etkileyen bir kitap olarak bastı. Halen satılan bu kitabın adı Dinsel Deneyim Çeşitleri (The Varieties of Religious Expericence)'(S’nt. James’in, dini, “İnsanın, evreni, kendi eviymiş gibi hissetmesidir” tanımlamasını Carl çok beğenirdi. Carl Soluk Mavi Nokta (Pak Blue Dot) adlı kitabında James’in bu tanımlamasına yer vermişti. Carl bu kitabında insanoğlunun uzaydaki geleceğine dair vizyonunu sunuyor. Elinizdeki kitabı James’in kitabının adının bir çeşnisi olarak adlandırmanın taşıdığı amaç, bilimin bize, başka yollardan duhul edemeyeceğimiz bilinçlenme aşamalarının yolunu açışını iletmektir; ve bizde geçerli kültürel dayatmanın tersine, bilimin bize ikram etmek istediği tek ödülün, kendimizi aldatmama ödülü olduğunu vurgulamaktır. Kitaba verdiğim ad, umarım, aynı zamanda Carl Sagan’in birbirinden ayrılmaz bütünlükteki yaşam ve çalışmasının derinliğindeki erişilmesi zor zengin…


"Dünyada en değer verilmesi gereken şey, insanın özgür ve keşfeden zihnidir."John Steinbeck

Dünyanın her yerinden herkesin yenileceği bir yer vardır. Kimilerini yenilgi yıkar, kimileriyse zaferle küçülür, bayağılaşırlar. Büyüklük hem yenilgiyi hem de zaferi kabullenebilen kişilerde yaşar.
*
Hiçbir insan diğer insanları gerçekten anlayamaz. Elinden en fazla, onların da kendisi gibi olduğunu varsaymak gelir.
*
Bir insan kapana kısılmışsa ve seçme şansı yoksa, kapanın içini dekore etmeye girişir.
*
Güç insanı yozlaştırmaz; korku yozlaştırır. Belki gücünü kaybetme korkusu.

Aziz Nesin - Rıfat bey neden kaşınıyor?

Yağmur Yağdı Böyle Oldu 
Musluğu açtım, su yok... Suyun çok gerekli olduğu bir yerdeyim. 
—Anlamışsınızdır elbet. 
— İçerden, Sular kesik mi? diye bağırdım. Karım dışardan cevap verdi: Yağmur yağmıştı ya, ondan kesilmiştir. Evet, İstanbullular hep biliriz, İstanbul’a yağmur yağdı mı, birkaç saat sular kesilir; su yollarında bir bozukluk, borularda bir tıkanıklık olur. Oysa güneşli bir sabahtı o gün. Ne zaman yağmur yağdı canım? diye yi ne içerden bağırdım. Karım dışardan, Az önce biraz çiselemişti ya... dedi. Yahu ne zaman? Sen helaya girince az bir şey serpiştirdi. Tuh... Biraz su verin!

Kapıyı aralayıp, içme suyu aldım, işimi görüp dışarı çıktım. yağmura söylenip duruyordum. Oğlum, —Yağmur mağmur yağmadı... dedi. Kızım,
—Birazcık yağdı... dedi. Yağdı yağmadı diye bir tartışmadır başladı. Karım, Ayol yağmasaydı, sular hiç kesilir miydi... dedi. Bu kadar kesin bir kanıt bile tartışmacıları susturmadı. Balkona çıkıp karşı komşulardan birine seslendim: Yağmur yağdı mı? Karşı balkondaki pijamalı komşu, Ben farketmedim ama, galiba yağmış... dedi.

Dünyada ne avanaklar vardır, yani, farketmemiş ama galiba yağmış... Biraz sertçe, Farketmediniz de yağmur yağdığını nere den biliyorsunuz? dedim. Radyo parazit yapıyor da ondan anladım, dedi, isterseniz siz de radyonuzu açıp bakın!.. Konuşmamızı duyan başka bir komşumuz, Hayır, yağmur yağmadı... dedi. İçeri girip radyoyu açtım. Gerçekten de İstanbul’a yağmur yağdığı zamanlarda olduğu gibi radyoda parazit çatırdıları vardı. Tam o sırada, yağmurun yağmadığını iddia eden aşağıdaki komşumuz seslendi: Yağmış, yağmış... Nerden biliyorsunuz beyim? diye bağırdım. —Havagazı gelmiyor, ondan belli... dedi.

Bu kadar kanıt karşısında, azıcık da olsa hiç kimse farketmeden «şeytan siğdi» dedikleri cinsten yağmurun çiselemiş olduğu kesindi. Penceresi olmayan sandık odasında bir işim vardı, girip lâmbayı yaktım. Kör sarı bir ışıkla aydınlanır gibi olan lâmba pır pır ediyordu. Hay bu yağmurun gözü kör olsun... Sövüp sayıyordum ki karım, Yine sen dua et ki, az yağmış, yoksa elek trikler kesilirdi... demeye kalmadı, elektrik de ke siliverdi. Yazıhaneyle konuşmak için numarayı çevirip telefonu açtım, hiç tanımadığım boğuk bir ses böğürdü: Allooo!... Yanlış numara çevirdiğimi anlayarak özür diledim. Telefondaki ses, Estağfurullah beyim, dedi, yağmur yağdı ya biraz, işte onun için, telefon hatlarında karışık lık var. Ben demin valdeyle konuşuyorum diye, on dakika genel ev mamasıyla konuşmuşum. Yine sizin talihiniz varmış... Gevrek gevrek güldü. Yarım saat kadar uğraştıktan, bir sürü yabancıyla konuştuktan sonra, yazıhaneyi buldum. Ne var ne yok? dedim. Memur, Felâket!... dedi. Ne oldu?

Burası su içinde, tavan şakır şakır aktı... Odalar göl oldu... Yahu ne diyorsun sen! Bizim üstümüzde daha dört kat var... Tabii... Bize de üst katlardan akıyor ya...

Oraya çok mu yağmur yağdı... Yağmış olacak herhalde... Yağdığını söyli-yenler var ama, ben görmedim. Sinirle telefonu kapadım. Gazeteler hâlâ gelmedi mi? Hizmetçi, Yağmur yağdığı günler gazeteci geç geliyor... dedi. Ne yağmuru be!... Birazcık çiseledi ya... Birazcık yağmur çiseledi diye hiç gazete gecikir miymiş! Çok yağsaydı hiç gelmezdi... İşte o sıkıntıyla sokağa çıktım. Bekle, bekle, otobüs yok... Durakta bekleşen kalabalık söylenmeye başladı: Ayol, ne zaman yağış oldu da otobüs seferleri aksadı böyle... Yağdı biraz... Ben gördüm... Ahmak ıslatan yağdı... Yakıcı güneş altında bekleşiyorduk. En sonunda otobüs geldi, daldık, dolduk içine... Vapur yirmi dakika gecikmeyle kalktı. Vapurda yanımda oturan adam, gazetesini okuyarak, karşısındaki arkadaşına, Amerikan Generali Bırdınger Wald gelmişti ya... Evet?. Bak ne demiş gazetecilere: «Türkiye, her türlü atom taarruzuna karşı korunmuştur.» Karşıdaki adam, pırrt diye acaip bir ses çıkararak güldü. Öbürü sordu:
Neye güldün? Yahu, bize kimse atom bombasını ziyan eder mi? Şu İstanbul şehrinin üstüne iki bardak su serpseler hayat durur yahu...Yurt sorunlarında çok titiz olduğumdan, şu olumsuz adama çatmamak için ordan kalkıp güverteye çıktım. Yazıhaneye geldim. O gün bütün işler karıştı. Her gün onbirde gelen postacı saat 17 de geldi. Daktilo kız hiç gelmedi. Handaki asansör çalışmadı. Kahvecinin ayağı kayıp merdivenlerden düştü. Karım da telefon edip eve erken dönmemi, misafirlerin geleceğini söyledi. Bütün gayretime rağmen, yazıhaneden erken çıkamadım. Çünkü romatizma ağrılarım başlamıştı. Ne zaman yağmur bulutu görünse romatizma ağrılarım başlar. İskeleye çıktım, aaa!.. Bütün iskele donanma bayraklarıyla donanmış, renk renk, biçim biçim... İplere, direklere, her yana bayrak asmışlar. Bayram değil, seyran değil, bu bayraklar ne ola? Beni aldı mı bir merak... İstanbul’un kurtuluş günü değil, Cumhuriyet Bayramı değil, Meclis’in açılışı değil, ikinci cumhuriyetin kuruluşu değil, Zafer Bayramı değil, hiçbir şey değil, basbayağı bir gün işte. Bilet memuruna sordum. Onun dünyadan haberi yok... Bayrak mı asılmış? dedi. Hem de nasıl... Bayraktan iskele görünmez olmuş... Bilmem... acaba ne bayramı? İskele memuruna sordum, o da bilmiyor. Bayrakları görünce şaştı. Acaba bir yabancı büyük konuk mu geldi? Gazeteler yazmıyor... dedim.

O kadar meraklandım ki, öğrenmeden bitür-lü ordan ayrılamıyordum. Eve de geç kalmıştım. İskele başmemuruna sordum, o da bilmiyor. Hay Allah, deli olacağım. Ben orda dört dönüp dururken
çımacı yanıma geldi, Beyim, dedi, siz ne soruşturup duruyorsunuz deminden beri... Bayrakları mı? Onlar bilmez, ben sana söyliyeyim... Aman söyle, meraktan çıldıracağım... dedim çımacıya.
Bayram filân değil, sabahleyin yağmur yağdı ya... Herhalde yağmur bereket getirdi diye bayram yapıyorlar... Eee? Ne olmuş yağmur yağdıysa?... dedim. Yağmur yağınca anbarı su bastı da bayraklar ıslandı; kurusun diye astık, donattık iskeleyi... Meraktan kurtulup eve geldim. Karım, Nerede kaldın, diye çıkıştı, misafirler bekledi bekledi, gitti...

Tamamı

RIFAT BEY NEDEN KAŞINIYOR? AZİZ NESİN

Mehmet Akif Ersoy - Gönülle Başbaşa

Dudakları bir dal ateş, mercan gibi
Bakışları masum bir heyecan gibi
Yürürken titriyen o narin endamı
Pembe bir gül açmış taze fidan gibi

Fark edemiyorum gözle gördüğümü
Saçlarında bağlı aşkın kör düğümü
Bir tatlı rüya mı, bir canlı büyü mü?
Elim dokunuyor, fakat yalan gibi...


Fikret Otyam Resim Gösterisi


Gaspıralı İsmail - Necip Hablemitoğlu

Hakim bir milletin; mahkûm düşmesi, mahkûm bir milletin yok olması, mektepsizlikten ileri gelir.
*
1878 yılında Bahçesaray Belediye Reisliğine seçilen Gaspıralı İsmail Bey, iyi niyetle çalışmak istemişse de birçok teşebbüsleri diğer belediye idare üyeleri tarafından baltalanmıştır. İşbaşına gelirken programında olduğu üzere, şehir sokaklarına fener koydurmak, hastahane açmak, cahil Türkler için okuma yazma kursları açmak gibi tasarıları, "belediye kasasından para eksilir" düşüncesi ile diğer belediye idare üyeleri tarafından reddedilmiştir. Buna rağmen Gaspıralı İsmail Bey, tasarılarını her fırsatta gerçekleştirmekten de geri kalmamıştır. İsmail Bey; Türk okullarının onarımını yapmak, öğretmenlerinin ücretlerini ödemek ve zeki fakir çocukların yüksek okullarda okumalarını sağlamak için Kırım'ın bütün şehir kasaba ve köylerinde "Cemiyet-i Hayriye"ler kurdurdu. Bunların gelirleri hamiyetli Türkler tarafından bağış yolu ile sağlandı.
*
Gaspıralı İsmail Bey, Türk Milletinin boylarını birbirine bağlayan en önemli unsurun; "DİL" olduğu görüşündeydi. Türk dünyasında konuşulan büyük, küçük birçok lehçelerden öyle bir ortak lehçe seçilmeliydi ki, Tuna boylarında yaşayan bir Türk'le, Doğu Türkistanlı bir Türk rahatlıkla konuşup anlaşabilmeliydi. Bazı Türk lehçeleri vardı ki, (Yakutça ve Çuvaşça) gibi bunlar müstakil bir dile gitmekteydi. Aynı şekilde "DİL BÜTÜNLÜĞÜ" parçalanan milletlerin de akıbeti parçalanmak ve yok olmaktı. Bu gerçeği gören Gaspıralı İsmail Bey, Türk lehçeleri arasında yaratılmaya çalışılan uçurumu kapatmak gayesi ile bütün faaliyet hayatının en önemli kısmını "Dilde Birlik" idesinin tahakkukuna hasretmiştir.
*
Çarlık Rusya'sı Gaspıralı'yı yıkamamıştı.Bolşevizm tufanı da onun, milletinin kalbinde bıraktığı büyük hürmet ve minnet izini silemeyecektir.
*
İlminski'ye göre: Arap alfabesi kullanılırken Türk lehçeleri arasındaki ayrılık göze çarpmıyordu. Bu bakımdan Arap alfa­besi birleştirici bir özelliği sahipti. Halbuki Rus alfabesi fonotik yazıya yakın olduğundan en küçük ayrılıkları dahi göstermek­teydi. Bu noktadan hareketle Türk dili mümkün olduğu kadar küçük lehçelere bölünmeli, bu küçük lehçelere de Rusça keli­me ve dil kuralları sokularak bunların birer bağımsız dil haline gelmeleri sağlanmalıydı. Böylece Rusya'da yaşayan Türkler'in Rus kültürünün potasında kolayca eriyerek, Ruslaşmaları mümkün olabilecekti.

NECİP HABLEMİTOĞLU GASPIRALI


17 Aralık 2018

Dinle Benden - H.Âli Yücel

 SENİ KİMLER DÜŞÜNDÜ?
    Sevgili vatandaşım, bir ibret olsun diye,
    Belki gününden önce vasiyet olsun diye,

    Bu gönülden destanı senin için yazdım ben;
    Her harfim elimle yüreğime kazdım ben.

    Canın çekerse onu bir nasihat gibi al,
    Gör işin içyüzünü, benim gibi, şaşıp kal!..

    Bilmemek ayıp değil, bilmezden gelmek fena;
    Oku, hepsini yazdım; günah yok benden yana.

    Göreceksin apaçık işin aslı ne imiş?
    Hakkımda söylenenler nasıl bir nesne imiş?

    Onu sen geçmişteki bir hikaye tut, dinle;
    Bu masalda birleşir derdim belki derdinle.

    İnsan insana benzer uyarsa kaderleri,
    Candan kardeş olurlar birlikse kederleri.

    Geçti başımdan bunlar kısa zaman içinde,
    Saman kalburda değil, kalbur saman içinde!

    Anlatmakla tükenmez, gönül sözü uzanır;
    Ne yazık ki bahtımız ömrümüzden kısadır.

    Birkaç yıla sığınıştır bu başıma gelenler;
    Akıllıyı çıldırtır hakkımda söylenenler.

    Her biri zehir dilli kuyruklu bir yalandır;
    Beni sokmağa gelen çıngıraklı yılandır.

    Aldanma renklerine, göz alır, gönül çeker;
    Isırır sivri dişi, garez ağusu döker.

    Aldanma dedimse ben boşuna değildir bu;
    Çabuk kanar insanlar, kolay bozulur duygu.

    Çünkü iyi ruhlular, saftır, hemen inanır;
    Herkesi kendi gibi temiz yürekli sanır.

    Kapılma onun için ilk ağızda her söze,
    Kabukta dolaşma sen, düşüncenle gir öze.

    Unutma, göze batar bizde biraz sivrilen;
    Tekmelenir arkadan toplumda önde gelen.

    Tarihimiz tanıktır böyle haksızlıklara,
    Milletin sinesine bunlar açmıştır yara. .

    Onun için kendini kuru lafa kaptırma;
    Bilmiyerek suçlayıp öz kardeşim kırma!..

    Gözünle görmedikçe, köküne ermedikçe,
    Bu böyleymiş, şu şöyle deyip günaha girme!..

    Yanlış yargıya düşme biraz tetik bulun da,
    Kötüleme kimseyi vatan, millet yolunda.

    Sonra adam yetişmez sana hizmet edecek,
    Çoban bile bulunmaz dağda davar güdecek.

    Sen ki uzun asırlar bakılmadan kalmışsın,
    Gökten yağmur beklemiş, yerden rızık almışsın.

    Deprem yıkmış köyünü, seller almış evini;
    Başındaki kimseler yapmamış görevini.

    Düşünmemişler seni: Arık mısın, aç mısın?
    Hasta mısın, sağ mısın, bir şeye muhtaç mısın?

    Bu yüzden sana gerek doğru yol gösterenler;
    Gönülden yardım için sana gönül verenler.

    Az da olsa çıkmıştır, çıkıyor böyle yurddaş;
    Güven ona yürekten, onunla seviş, anlaş!..

    Kötü gözle görürsen, tersine, böylesini,
    Kim bahtiyar eder ki bu yoz dünyada seni?

    Hayrım istiyeni, bunu bil de hor tutma;
    "İyiliğe iyilik" diyen doğru sözü unutma.

    Böyle yapmıyanların yurdu zindana döner,
    Yerden afet fışkırır, gökten belalar iner.

    Kötüler geçer sonra başına birer birer;
    Kim sorar da halini derdine derman eder?

    İyiye kötü deme, zulme düşme, Allah var;
    Yazık etme kendine, mazlumun ahı tutar.

    Neye dedim bunları anlamışsındır elbet,
    Kötüsünden ayrılır kolayca iyi niyet.

    Denenler olmasaydı bir sürü yalan dolan,
    Kendimden söz etmeye utanırdım ben, inan!.

    Köşeme çekilmişken saldırdılar üstüme,
    Aka kızıl döktüler kan akıtıp sütüme.

    Savunmam farzolmuştu, kılıç ettim kalemi;
    Kalkan ettim onlara has çelikten gövdemi.

    O gövde ki, varlığı senden bir küçük parça,
    Kökü tarihe inmiş seninle asırlarca.

    Özü, senin özüne karışmış öylesine,
    Dil uzatmak olur mu soydaşın böylesine?

    İçi, dertli içine ilgi duymuş, bağlanmış;
    Onun ateşli bağrı senin sevginle yanmış.

    Yakın uzak dememiş, bakmamış yaza kısa,
    Sürmüş sevgi atını köye giden yokuşa.

    Gönlünde nesi varsa hepsini sana vermiş;
    Ömrünün ülküsüne ancak seninle ermiş.

    Vakit buldukça gelmiş ta senin ayağına,
    Sevgisi ateş olmuş ödünsüz ocağına.

    Sen de ona kayıtsız kalmamışsın bir zaman,
    İçinden saymamışsın onu kendine yaban.

    Yatırmışsın evinde, konuk etmişsin onu;
    Yabancılık olur mu böyle dostluğun sonu?

    Onun için düşmanca şu bu denildi diye,
    Bir küçük leke sürme beslediğin sevgiye.

    Köye okul yapanı taşlama, yazık olur;
    Bilgisizlik yüzünden bu vatan arık olur.

    O bilmiş de bunları "Haydi kardeşler!.." demiş,
    "Kaybedecek vakit yok, bitsin bu işler" demiş.

    "Taş getirin, su çekin, söndürün kireçleri"
    "Kesin şu odunları, kazın şu kıraç yeri."

    "Kadın erkek toplanın, önce temeli atın,"
    "Çıktı duvarlar, artık çatıyı gelin çatın!.."

    "Ay yıldızlı bayrağı çekin yeni okula,"
    "Sevinin, bu başarı nasip olmaz her kula!"

    Görmemiş böyle bir şey atandan bir tek kişi,
    Ne hocan, ne imamın yapmış böyle bir işi.

    O bunları söyleyip baş olmuş bu savaşa,
    Yurddaşlık nasıl olur göstermiş her yurddaşa.

    Değişmemiş bir zaman işte Yücel, bu Yücel,
    Bu inanla gidecek gelince ona ecel.

    Yirmi milyon nüfusta cahil on beş milyonken,
    Nasıl aylak kalırmış millete gönül veren?

    Bırakmak istememiş hiçbir Türk'ü bilgisiz,
    Kalmamış bir an bile Türk'e bağsız, ilgisiz.

    Candan evladı bilmiş senin öz evladını,
    Basmış yanan bağrına sormaksızın adını.

    O senin yavrun için her mihnete katlanmış,
    Sendeki öz cevherin kıymetine inanmış.

    Okusun, adam olsun, kaygusiyle didinmiş;
    Seninle anlaşarak bu inanı edinmiş.

    Hem de sen değil miydin köye okul istiyen?
    "Bilgi gerek bizlere ekmekten önce!" diyen?

    O da ne yapmış etmiş sarılmış bu dileğe,
    Bile bile kendini kaptırmış bu ereğe.

    Nasıl koymalı yola kolayından bu işi,
    Gömmek için tarihe başarısız geçmişi?

    Düşünmüş uzun uzun, bakmış başka illere,
    Sonunda bir yol bulmuş kendince bize göre:

    Köyden çocuk almalı köyler için kız erkek,
    Yetiştirmeli onu köylüye olsun örnek.

    Gitsin köye baş olsun, başlasın uygarlığa;
    Köylü kardeşlerini kavuştursun varlığa.

    İyi ama nereden bu işi başarmalı;
    Bu güç davayı nasıl, nasıl kırıp sarmalı?

    Madem köye gidecek, köye olmalı yakın,
    Kurulacak duraklar, başlasın köyden akın.

    Bunun için yatacak, okuyacak yer gerek;
    Bunlara para bulmak o zamanlar ne demek?

    Harp çıkmıştı, orduya akıyordu bütçemiz;
    Maarif örgütümüz kalmıştı pek desteksiz.

    İşi Devlet Başkanı İnönü aldı ele;
    Gün doğdu bu tutuşla o zamanlar Yücel'e.

    Yanımda Hakkı Tonguç bana yardımcı oldu,
    Bu işe gönül veren hayli arkadaş buldu.

    Bin sıkıntı içinde kuruldu enstitüler,
    Bu ateşli çalışma göreni hayran eder.

    Köyden akın başladı, geliyordu çocuklar;
    Kıraç yurdun yüzünde doğdu yeni bir bahar.

    Zeminlikte yattılar, kar, soğuk demediler;
    Zeminlik üstüne de yapılar döşediler.

    Kız erkek kardeş gibi çalıştılar beraber,
    Müdürü, öğretmeni, gece gündüz döktü ter.

    İki yılda mevcutlar vardı on altı bine,
    Bir uçunda Kars durur, bir uçunda Edirne.

    Kapladı dört bir yandan yirmi enstitü yurdu;
    Köyden gelen çocuklar kurdu yeni bir ordu.

    Kepirtepe, Akçadağ, Gölköyü, Pazarören,
    Akpınar, Beşikdüzü, Dicle, Ortaklar, Gönen,

    Arifiye, Düziçi, Çifteler, İvriz. Aksu,
    Savaş Tepe'yle Pulur, Cılavuz, Kızılçullu,

    Ne kaldı, Pamuk Pınar, o meşhur Hasanoğlan;
    İftihar duymalıdır bunlardan, her Türk olan.

    Yine masraf az değil, elli milyonu buldu;
    Fakat kısa zamanda bu işler tamam oldu.

    Cumhurbaşkanı başta, meclis, hükümet, millet,
    Elele vermişlerdi; buydu en büyük kuvvet.

    Sen görünce devletin bu sıkı tutuşunu,
    Çalışmaya koyuldun, bıraktın şunu bunu.

    Dört yanımız ateşken aklını aldın başa,
    Gönüllü yazılmıştın bu tüfeksiz savaşa.

    Sıvadın kollarını koyulup da yapıya,
    Enstitülü öğretmen kilit oldu kapıya.

    Girdin zahmete amma yaptın binlerce okul,
    Bunu yüz yılda bile yapmadılar, hey oğul!..

    Belki bu iş yüzünden sıkıntı çektin biraz,
    Böyle mutlu bir nimet, külfetsiz de olamaz.

    Parayla sanma öyle işler kolay olurdu;
    Her zaman bütçesinden millet para bulurdu.

    Eğitim davasını bırakıp hükümete,
    Zor alırsın sonunu yük oldukça devlete.

    İlköğretim işine kaç defa başlanıldı;
    Alt ucu güç çıkınca "he!" denip boşlanıldı.

    Yüzyıl var bizde bunun önemi söylendi;
    Bir asırda olana bakıp da "vah!" demeli!

    Kimi zaman para yok, kimi zaman insan yok;
    Yapmamaya bahane istersen bundan da çok!...

    Para yoksa çalış bul, adam yoksa yetiştir,
    Sanma bütün bunları başkası sana verir.

    Evlad yetiştirmede ne aile, ne devlet,
    "Ben acizim" diyemez, gösteremez mazeret.

    Batıda kalmadı hiç bunu düzenlemeyen.
    Bilgisiz gözü bağlı demokrasiye giden.

    Demokrasi olur mu; okuma, yazma yoksa,
    Hiç bina kurulur mu, kürek yok kazma yoksa!..

    Dedi birkaç dalkavuk: "Bunu sayma sen kusur,
    "Türk milleti olgundur, okumadan da olur!"

    Seni cahil görme var bu sözün arkasında,
    Esir olup kalasın yoksulluk yakasında.

    Kur'an ne anlamazsan, kanun nedir bilmezsen,
    Gözündeki perdeyi okuyarak silmezsen,

    Ne dinin bütün olur, ne de vatandaşlığın;
    Basını taştan tasa vurursun mutlak yarın.

    Harfler icat olalı iki bin seneden çok;
    Onu öğrenmek için gözün mü, aklın mı yok?

    Demokrasi olamaz yollamazsan Meclise,
    Kendine vekil diye beğendiğin kim ise.

    Halbuki oy verirken seçim yazıyla olur.
    Oy vermeden önce de geçim yazıyla olur.

    Okuyup yazman yoksa her zaman aldanırsın;
    Meclise seçtiklerin vekil gitti sanırsın.

    Cahillikle iş olmaz, bilginin önemi bu,
    Bırakmamak gerekir okulsuz tek çocuğu.

    İlkokul çağdaşları, ne dersin, kaçı bulur?
    Yediden on dördüne belki dört beş milyondur.

    Kolay değil yer bulmak milyonlarca çocuğa;
    Bu ne büyük bir iştir, bakılmaz aza çoğa.

    Unuttun mu, öğretmen köye ne zor getirdi?
    Çoğu köyden gitmeyi cana minnet bitirdi.

    Kalanlar arasında iyiler yok değildi,
    Fakat köyde tutunan pek öyle çok değildi.

    Onlar da suçlu değil, köy için yetişmemiş;
    Ne yapsın, köylü gibi dağda, kırda pişmemiş.

    Halbuki köyler için lazım yüz bin öğretmen;
    Ancak gelecek sana, senin içinden giden.

    Bunu bil de yüksünme, uğraş cenk eder gibi;
    Yardım et devletine olgun milletler gibi...

    Her diktiğin ağacın yemişini bekleme;
    "Yavrum ne yerse yesin, bundan bana ne?" deme.

    Çocuğunu yetiştir, taze bir fidan olsun;
    Görsün yaşama nedir, uygar bir insan olsun!

    Bu işde doğru yolu sana gösterenlere,
    Kopmadan bağlan, sana gönlünü verenlere.

    Onlardan ancak senin hizmetinde bulunan,
    Onlar olmuştur sana faydaları dokunan.

    "Köylü efendimizdir" diyenleri kendine
    Sen de efendi belle; saygı duy efendine!


İŞTE BAŞLARIZ SÖZE!..
Yazmıştım ben bunları, dokuz yüz kırk yedide,
Oku da sen bir kere ne istersen onu de.

Geçmiş tam on iki yıl göz açıp kapamadan,
Böyle kesmiş kısmeti hakkımızda Yaradan.

O zaman diyordum ben artık yakındır günüm;
Dayanman bu acıya, kötüye çıkmış ünüm.

Demek Tanrı lütfiyle bu engel de asılmış,
On iki yıl içinde, ben neyim, anlaşılmış.

Ellideydim o sıra, şimdi altmış ikiyim;
Hakka bin şükür olsun eskisinden iyiyim.

Çeyrek asır yaşadım göğsünde siyasetin;
Gördüm pınar basını o yıllarda devletin.

Atatürk'ü tanıdım gezisinde, evinde;
Köşe konuşmasında, açıktan söylevinde.

Nasıl işliyor gördüm, yüreğiyle kafası;
Boş yere denilmedi ona Türk'ün Atası.

Onunla aydınlandı Türk'ün tarihi, dili;
Nereye dokunduysa nur oldu nurdan eli.

Yaşıyoruz bugün biz kurtardığı vatanda;
Dil uzatma sakın ha, Allah'ından utan da.

Böyle diyorum; çünkü çıktı bazı soysuzlar,
O'na "Adı Türk" diyen vicdansızlar, huysuzlar.

Öldü deme, baştadır bugün bile Atatürk;
O'nun yalnız adı mı, nesi varsa hepsi Türk.

Çalışmakla ödenir ancak minnet borcumuz,
Nankörlük edersek biz kötüdür sonucumuz.

Gençliğimden beri ben, içten bağlıyım O'na,
Değişmez bu düşüncem ömrüm erse de sona.

Doğrudur çünki O'nun devlet, millet görüşü;
Vatanı uygarlığın bağlariyle örüşü.

Hala bu inandayım, uygar olmaktır temel;
Türk ruhu bundan doğar, odur en büyük emel.

Buna yardımcı olan her şey bence değerli,
Bütün dünyada işin böyle olduğu belli.

Bunu düşündüm, dedim: Köşeme çekileyim;
Siyaset isteğini yüreğimden sileyim.

Okuyup yazmak olsun bundan sonraki işim;
Bu evren ortasında bileyim ben neymişim?

Anlatayım açıkça doğru, gördüklerimi,
Yazayım ben fikirce öne sürdüklerimi.

Yıllar var ki vaktimi bununla geçiririm,
Neyim varsa, bu yolda çekinmeden veririm.

Benim vergim nedir ki, birkaç kitaptır ancak,
Çobanın armağanı, bilirsin ne olacak?

Bu kitap da öyledir, amma hazindir sesi;
Her zaman dile gelmez destanların böylesi.

Bunda hem hikaye var, hem öğüt, hem savunma;
Biraz da dert dökerek içten içe avunma.

Senin sevgin, yazdıran bütün bunları bana;
Senin sazın elimde, senden söylerim sana.

Üç tellidir bu çöğür, sensin onun bülbülü;
O'na sıskadır diyen, şimdi olmuş bir ölü.

Leyla - Mecnun masalı yoktur bunun içinde,
Neler geçmişse vardır ömrümün sürecinde.

Bu bir name yücel'den, yollanılmış adına;
Sanırım ki, kolayca varacaksın tadına.

Seversen hikayemi, başka dostlara anlat;
Beğenmezsen, darılmam, tutma elinde, yırt, at!...

Orhantepe, 17 Temmuz 1959

 MEB



Paracelsus: Tıp ve Simya Üstadı

Philippus Aureolus Theophrastus Bombastus von Hohenheim, ya da bilinen adıyla Paracelsus, şüphesiz ki 16.yüzyılın en büyük simyacısıdır. Gerek mucizevi tedavileri ile tıp bilimine yaptığı katkılarla, gerek simya çalışmaları ve çeşitli okült konularda yazdığı kitaplarla tarihe ismini altın harflerle yazdırmıştır. Öyle ki takipçileri ona Alman Hermesi, Ölümsüz İsim, Kutlu Theophrastus gibi isimlerle adeta tapmıştır.

Annesini genç yaşta kaybeden Theophrastus, babasıyla birlikte Güney Avusturya’ya, Villach şehrine taşındı. Babası burada, gençlerden maden analisti ve maden şefi yetiştirmeyi amaçlayan bir okulda kimya, mineroloji ve metalürji dersi veriyordu. Genç Theophrastus ilk eğitimini burada, babasından aldı. Babası Wilhelm Bombast von Hohenheim, bir fizikçi ve kimyacı olmasının yanında aynı zamanda ezoterik ve okült konularda da yetkin bir insandı( Tötonik Cemiyeti’nin büyük üstadı olduğu iddia edilir).Büyük ihtimalle Paracelcus’un simya merakı babasından gelmektedir.

Paracelsus, öğrenme iştahının yanı sıra zekası ile de ön plana çıkardı. Bunun en net kanıtı henüz 16 yaşındayken Basle Üniversitesi’ne başlamasıdır. 1500’lü yıllarda bir üniversiteye girmenin ne kadar zor olduğu göz önünde bulundurulunca bunun ne kadar alışılmamış bir durum olduğu anlaşılacaktır. Üniversitede Simya, tıp ve cerrahi okuyan Paracelsus’un, büyük ihtimalle farmatoloji çalışmaları da burada başladı. Daha sonra Vienna’ya giden Paracelsus, burada Ferrera Üniversitesi’nde doktora yaptı. “Celsus’tan1 daha büyük” anlamına gelen Paracelsus ismini de burada kullanmaya başladığı farz edilir.

Simya bilimine Cornelius Aggripa von Nettesheim’ın da öğretmeni olan Başkeşiş Henry Trithemius tarafından inisiye edilmiştir. Öğrenmeye ara vermeyen Paracelsus’u, daha sonra Sigismund Fugrer’den kimya, mineroloji, tıp ve cerrahi dersleri alırken görüyoruz. Fugrer,nekromansi deneyleri yüzünden otoriteler ile bozuşup şehri terk etmek zorunda kalmış, o dönemin en ünlü ve zengin hekimlerinden birisiydi.

Eğitim hayatı bittikten sonra, hayatını astroloji, çeşitli kehanet ve okült çalışmalarla idame ettiren Paracelsus, göçmen bir hayat yaşamaya başladı.

İsterseniz bu noktada bu büyük ustanın yaşam öyküsüne ara verip simya çalışmalarını bir inceleyelim.

Paracelsus, Yunan dört element konseptini reddetmedi, ancak kendisi “Tria Prima” adı verilen “Üç İlksel Madde” fikrini oluşturmuştur.

Batı Simyasının temellini oluşturan bu fikre göre, bütün kâinat üç sembolik maddeden oluşmuştur.

-Tuz
-Cıva
– Kükürt (veya Sülfür)

Tuz; Bedendir, maddenin fiziki bölümüdür. Toprak elementine tekabül eder

Cıva; Candır (İng. spirit). Maddedeki yaşam enerjisidir.

Kükürt; Ruhtur (İng. Soul) Bireysel özdür.

Paracelsus’un yaptığı bu ayrım, simya tarihinde bir mihenk taşıdır. Ondan sonra gelen bütün üstatlar, bu üç elementi temel alarak çalışmıştır.

Paracelsus’tan bahsedip de Homunculus’tan bahsetmemek olmaz. Son zamanlarda Japon animeleri gibi popüler kültür eserleriyle gündeme gelen Homunculus, Latince “küçük adam” anlamına gelir. Teoride, simyacının çeşitli yöntemlerle cam bir şişede yarattığı küçük insan olarak tanımlanabilir.

Kendi kendine bir canlı yaratma düşüncesi çok cezbedici gelmiş olacak ki, Paracelsus’un popüler kültüre en çok yansımış çalışması Homunculus’tur. Tabii her simya çalışmasında olduğu gibi Homunculus’a da sembolik bir şekilde bakmalıyız.  Gerçekten simya yoluyla bir şişe içinde küçük bir insan yaratmak ne kadar mümkün bilinmez ama internetteki “homunculus deneyi” trendi gibi bir şey olmadığı su götürmez bir gerçektir.

Paracelsus majikal çalışmalarda da bulunmuştu. Hayatı boyunca kehanet yöntemlerine başvurduğu bilinse de, bu alandaki en önemli çalışması herhalde Magi Alfabesi’ir.  Kendi yarattığı bu majikal alfabe ile melek isimlerini yazarak çeşitli gezegen tılsımları yapmıştır.

(Paracelcus bu alfabeyi büyük ihtimalle o dönemin majikal alfabelerinden ve İbrani alfabesinden esinlenerek yarattı)

magi alfabesi
                                                                                 Magi Alfabesi
merkür tılsımı
                                   Merkür Tılsımı
                                     Magi alfabesi ile yapılmış Merkür Tılsımı
Okült çalışmalarına kısaca değindiysek artık hayat hikâyesine kaldığımız yerden devam edelim. Son bıraktığımız yerde eğitim hayatını bitirmiş, göçmen bir hayata başlamıştı.

Seyahatleri sırasında Almanya, Fransa, Macaristan, Hollanda, Danimarka, İsveç ve Rusya’yı ziyaret etmiştir. Rusya’da Tatarlar tarafından esir alınmış, Tatarların elinden kaçtıktan sonra, önce Litvanya’ya, oradan da Macaristan’a gitmiştir. Daha sonra Paracelsus’u İtalya’da askeri doktorluk yaparken görüyoruz.

Gezileri Paracelsus’u Mısır’a, Arabistan’a ve en sonunda İstanbul’a getirmiştir.  İstanbul’da mucizevi şeylere tanık olmuş ve efsane doğruysa evrensel eriyik Alcahest’in sırrını da burada bir üstattan öğrenmiştir.

Manly P. Hall, Paracelsus’un İstanbul ziyaretini şöyle aktarmıştır:

“Paracelsus bilgisini hapçı doktorlardan değil, İstanbul’daki dervişlerden, varlık çağıran, çiğin içindeki semavi cisimlerin ışınlarını yakalayan ve çaresiz hastalıkları iyileştiren büyücülerden, sihirbazlardan ve çingenelerden öğrenmiştir”

1526 yılında Almanya’ya döndü. Burada kendisine, bizzat Erasmus ve Ecompliadus tarafından kendisine fizik, tıp ve cerrahi alanında profesörlük teklif edilmiştir. Böylece Paracelsus daha önce okuduğu üniversitede profesörlük yapmaya başladı.

Paracelsus döneminin tıpçı ve doktorlarından çok rahatsızdı. Bu rahatsızlığını defalarca kez dile getirmiştir ki   Paragranum kitabında şu dizeleri bence isyanının en net ifadesidir;

“Bilinmeyen sebeplerden kaynaklanan hastalıkların sayısı, mekanik sebeplerden kaynaklananlardan çok daha fazladır ve bu tür hastalıklar için hekimlerimizin hiçbir çaresi yoktur, bu hastalıkların sebebini bilmedikleri için onları tedavi edemiyorlar. Yapabildikleri tek şey hastayı gözlemlemek ve hastalığı hakkında tahmin yürütmektir. 
Hasta, kendisine verilen ilaç ona zarar vermeyip iyileşmesini engellemiyorsa kendini şanslı saymalıdır. En sevilen hekimlerimizin en iyileri en az zarar verenlerdir. Fakat ne yazık ki, bunlardan bazıları hastalarını cıva ile zehirlemiş, kimileri de onların hacamat yüzünden kanamadan ölmesine neden olmuştur. 
Bazıları o kadar bilgilidir ki, bilgileri akıllarından bütün sağduyuyu alıp götürmüştür, diğerleri ise hastaların sağlığından ziyade kendi ceplerini düşünüyorlar. 
Bir hastalık kendini hekimin bilgisine uydurmak için değişmez, hastalığın sebebini anlamak zorunda olan hekimdir. Bir hekim doğanın hizmetkârıdır, düşmanı değil; doğaya hayat için mücadelesinde rehberlik etmeli, akıldışı müdahalesiyle iyileşmenin önüne yeni engeller çıkarmamalıdır. ”

Dönemin bu vahim durumu içerisinde Paracelsus, bitkilerden ve metallerden ilaçlar yapmış, hermetik anatomiyi ve manyetizma prensiplerini (hatta Carl Gustav Jung’a göre psikolojiyi de) kullanarak insanları tedavi etmiştir.

Peki, bu kadar büyük bir hekim neden bugün bir Hipokrat, bir Galen kadar hürmet görmüyor?
Bu sorunun cevabını Archibald Cockren “Alchemy Rediscovered and Restored (ülkemizde Simya Sanatı ve Simyacılar olarak basıldı) isimli kitabında şöyle vermiştir;

“Derslerinde, dönemin otoriteleri tarafından kesinlikle değiştirilmez ve karşı çıkılamaz olarak görülen ve en ufak bir farklı yorumun sapıklık olarak görüldüğü Galenin sistemini ‘köhne’ diye bir kenara attığı için ona ‘Hekimlerin Luther’ı’ ünvanı verilmiştir. Paracelsus, Galen’in sistemini bir kenara atmakla kalmamış, onun ve takipçilerinin çalışmalarını bütün üniversitenin gözü önünde tunç bir tencerede sülfür ve nitrat kullanarak yakmıştır. Bu cüretkâr davranış, hayli kendine özgü fikirleriyle birlikte ona sayısız düşman kazandırmıştır. Mineral ilaçlarla gerçekleştirdiği tedaviler, tıp fakültesi ve bu ‘sapığın’ öğretileriyle otoriteleri sarsılan şahsiyetlerin düşmanlarını arttırmaya yetmiştir”

Paracelsus, bu kadar çok düşman edindiği Basle Üniversitesi’nde profesörlüğünü uzun süre elinde tutamadı ve göçmen hayatına geri dönmek zorunda kaldı.

Bu ikinci göçmenlik döneminde Almanya ve Fransa’da bulunduğunu ve bir kez daha hekimlerle kavgaya tutuştup meslektaşları tarafından şarlatan ilan edildiğini okuyoruz. Ancak bu sefer de o dönemde mucizevî sayılabilecek tedavilere imza atarak rakiplerine karşı üstünlük kazanmıştır.
Döneminde kıymeti bilinmeyen bu kıymetli insan, kısa bir hastalığın ardından 1541 yılında White Horse hanında ölmüş, kendi tabiriyle “ölümle yaşamı takas etmiştir”. Büyük ihtimalle pek çok simyacı gibi yaşam süresini uzatabilecekken, o ölümü eski bir dost gibi kucaklamış, zamanı geldiğinde ölmeyi tercih etmiştir. Mezarında yazan “Ölümle yaşamı takas etti( Vitam cum morte mutavit) “ sözü, ölümünün bilinçli bir tercih olduğunu çağrıştırmaktadır.

1) Celsus: M.S. 1.yüzyıldan sonra yaşamış Romalı ansiklopedist ve tıp bilimci
Yazı için, Harpocrates’e teşekkürler.
Kaynakça
1-Tüm Çağların Gizli Öğretileri – Manly P. Hall(The Secret Teachings of All Ages) Mitra Yayınları,
2-2008 Simya Sanatı ve Simyacılar – Archibald Cockren (Alchemy Rediscovered and Restored) Mitra Yayınları,2015
3-Brittanica,Biography of Paracelcus