Ben, ömrümde hiçbir edebiyat eserinde, ordulara ilk hedeflerinin Akdeniz olduğunu bildiren günlük emri okurken duyduğum zevki duymadım. Bu, bütün heyecanların üstünde bir heyecan veren, bütün şiirlerin üstünde bir şiirdi. Ne olmuştuk, biliyor musunuz? Kurtulmuştuk.
30 Ağustos 2017
F. Rıfkı Atay - Çankaya
Ben, ömrümde hiçbir edebiyat eserinde, ordulara ilk hedeflerinin Akdeniz olduğunu bildiren günlük emri okurken duyduğum zevki duymadım. Bu, bütün heyecanların üstünde bir heyecan veren, bütün şiirlerin üstünde bir şiirdi. Ne olmuştuk, biliyor musunuz? Kurtulmuştuk.
28 Ağustos 2017
Melatonin Nedir?
Osho -Yaratıcılık - İçindeki Güçleri Serbest Kılmak
Anlam bir danstır; taş değil. Anlam müziktir. Onu ancak yaratırsan bulursun. Bunu unutma.
Tanrı, bir nesne değil, bir yaratımdır. Onu ancak yaratanlar bulur. Bence anlamın keşfedilecek bir şey olmaması çok güzel. Aksi halde, insan onu keşfederdi ve sonra başkalarının keşfetmesine gerek kalmazdı.
Tanrı İle Sohbet Tanrıyla kişisel ilişkileri ele alan ekoloji, kozmostaki toplumlarda yaşam hakkında bigiler verir.
ANNEM. WALSCH
Sadece Tanrı'nın varolduğunu değil, Tanrı'nın benim en iyi arkadaşım olduğunu öğreten; bana anne olmaktan öte Tanrı sevgisini içimde doğurtan ilk tanıştığım melek olan annem için.
ALEX M. WAl_SCH
Hayatım boyunca, "Hiçbir şey zor değildir: "Hayır diye bir yanıtı kabul etmek zorunda değilsin." "Kendi şansını kendin yaratırsın." "İstediğin her şey dünyada bol miktarda var. gibi sözlerle beni büyüterek bana korkusuz olmayı ilk öğreten kişi olan babam için.
Tanrı Sevgidir.
Tanrı Bilinçdir.
Tanrı İçimizdeki Bendir.
Bir insanın Tanrı tarifini bilirseniz, o insanın potansiyelini bilirsiniz. İnsanın özlemleri, içindeki potansiyel gücü ve hayal gücü onun Tanrı anlayışını oluşturur. Tanrı insanın ulaşmak istediği her şey. Tanrı insanın olmak istediği yüce Ben’liği. Yazar, içindeki Ben’e Tanrı adını vermiş ve onunla konuşuyor. Herkes gibi: soruları sormayı bilen ve yanıtları işitmek için sabır gösteren herkes gibi. Çoğumuzun yapamadığını yani kendisiyle başbaşa kalmayı ve bu anlamda algıladıklarını yazmayı başardığı için, şimdi onun yazdıklarını okuyoruz, kendi yazdıklarımızı değil. İyi okumalar!
Adorno &Horkheimer - Aydınlanmanın Diyalektiği
18 Ağustos 2017
Jean Paul Sartre "İnsan olmak çok güç efendim, çok güç."
Birini sevmeye, koyulmak başlı başına bir iş, bir girişimdir. Güç ister, yürek ister, körlük ister.
Hatta başlangıçta öyle bir an vardır ki uçurumun üstünden sıçramak ister; düşünmeye kalkarsan aşamazsın onu.
Kendimi bırakmak, unutmak, uyumak istiyorum.
Dostluk, birisi hakkında hüküm vermek demek değildir, dostluk, inanmaktır.
Her seçiş bir vazgeçiştir.
Düşünüyorum da, diyorum gülerek, hepimiz şurada oturmuşuz, o değerli varoluşumuzu sürdürmek için yiyip içiyoruz. Oysa var olmaya devam etmemiz için hiçbir, ama hiçbir sebep yok.
Oğuz Atay Babasına mektup
Geçen zaman ancak böyle değerleniyormuş; insanın geçmiş yaşantısı ancak böylece anlam kazanıyormuş. Ben, seninle ilgili olayları anlatırken aslında senin nasıl bir insan olduğunu belli etmemeye çalışıyorum; aklımca asıl babamı kendime saklıyorum. Benzer taraflarımız olduğu bir gerçektir. Sen üstüne başına dikkat etmezdin; bense ne kendime bakıyorum ne de arabama. Uzun yıllarını geçirdiğin büyük şehrin sokaklarında ikimiz de kir içinde dolaşıp duruyoruz.
Bazen arabayı bir ara sokakta durdurarak küçük ve karanlık meyhanenin birine giriyorum. Senin deyiminle ‘tedrici intihar’. Sağ olsaydın yazdıklarımdan bir satır anlamamakla birlikte gene de benimle öğünürdün sanıyorum. Galiba biz, babacığım, birbirimizi hep böyle anlamadan sevdik. Aslında yazdıklarım senin deyiminle ‘uydurma’ şeylerdi; annemin seyrederken ağladığı filmler ya da okurken duygulandığı romanlar gibi ‘hepsi uydurma’. Sana yazdığım bu satırların da bir kısmı ‘uydurma’ olabilir; sana açıklamakta zorluk çekeceğim bazı nedenlerle senin anladığın biçimde bir gerçeklikten uzaklaşmak zorundayım.
Senin işin bir bakıma kolaydı babacığım. Birçok şeyi yok sayarak belirli bir düzen içinde yaşadın. Sinemaya gitmedin. Hiç roman okumadın. Zeytinyağlı enginar yemedin. Yabancı ülke özlemi çekmedin. Kimseye hediye almadın. Evde kuşkonmazdan başka bitki yetiştirmedin. Yalnız halk türkülerini sevdin. Basit beğenilerinin yanında beni şaşırtan duyarlıkların vardı…
Paul Éluard - Kimseler Bilemez
İçinde yan yana uyuduğumuz
Gözlerin
Benim insan parıltılarıma
Dünyanın gecelerinden daha iyi bir gelecek hazırladı
İçinde uçtuğum gözlerin
Yolların gidişine
Dünyanın dışında bir anlam verdi
Bize belirtilenler
Gözlerindeki sonsuz yalnızlığımızı
Artık kendilerini sandıkları gibi değiller
Kimseler bilemez seni
Benim seni bildiğim kadar
Osho - Aydınlanmanın Abc'si
“Aydınlanma, kişiliğinizin bilinçsiz sınırlarının farkına varma, bu sınırlardan kurtulma sürecidir. Kendi orijinal yüzünüzü keşfetmekten başka bir şey değildir”
Öğretileriyle yaşamın bir bütün olarak algılanmasını dileyen Osho’dan kelimelerin dünyasına farklı bir bakış: Çünkü kelimeler sadece kendileri değildir. Tıpkı insanlar gibi onların da ruh halleri, kendilerine has iklimleri vardır. Osho, bu kitapta “Şimdi ve Burada” olmanın önemine işaret ediyor. Her gün ve her an, çoğu kez farkında olmadan kullandığımız kelimeler, aynı zamanda fiziksel, duygusal, seksüel ve spritüel varlıklar olarak yaşamımızda yer alırlar.
Hırs, öfke, keder, endişe; kabullenme, bağlanma, değişim, can sıkıntısı; kapitalizm, ekoloji, evrim, varoluş, zihin, bilgi, adalet ve özgürlük… Her şey kelimelerde gizlidir. Hangi kelimeleri, hangi anlamda kullandığınız, kelimelerden ne anladığınız yaşamınızı belirler.
Aydınlanmanın ABC’si, Osho’nun spritüel hayatı anlattığı, yaşayan ve şaşırtıcı bir sözlük.
15 Ağustos 2017
Atatürk ve Devlet Sosyalizmi
2-) Atatürk, 23 yaşında Harp Akademisi öğrencisiyken not defterine şöyle yazar: "Evvela sosyalist olmalı, maddeyi anlamalı"
3-) Atatürk, 1919’da Samsun’da karaya ayak basıp Amasya’ya geçerken Havza’da karşılaştığı bir Sovyet subayıyla söyleşisinde: Sovyet subayının ne yapmayı amaçlıyorsunuz sorusuna karşılık olarak, bizim hedefimiz devlet sosyalizmidir demiştir.
4-) Sabiha Sertel, anılarında 1924 anayasasının hazırlanması sırasında Ağaoğlu Ahmet Bey’in ağzından Mustafa Kemal’in devlet sosyalizmi düşüncesinde olduğunu şöyle anlatıyor:
"Devletçiliğin anayasaya girmesini istiyorlar. Bu şimdiye kadar kabul edilen maddelere zıttır. Mustafa Kemal’le bu konu üzerinde uzun boylu konuştuk. Kızdı, ‘ben Socialisme d’Etat istiyorum‘ dedi."
Mustafa Kemal Atatürk'ün ülkeye devlet sosyalizmini getirmek istediğini bazı kaynaklar iddia etmektedir.
Bunlardan birisine, Mustafa Kemal Atatürk'ün 1919'da Samsun'a çıkışının ardından Havza'da, Sovyet heyetinin başında bulunan bir albayla yaptığı görüşmede tanık olunmuştur. Atatürk, Sovyet albayının yönelttiği, yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin biçimi konusunda, "Yâni Bolşevikliğin prensipleri üzerine kurulmuş bir cumhuriyet değil mi, Generalim?" sorusuna karşılık, "Öyle olacak, devlet sosyalizmi dersek, daha doğru söylemiş oluruz" yanıtını vermiştir.[10]
Yine Kurtuluş Savaşı döneminde çıkarılan Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde, devlet sosyalizmine dair şöyle bir yazı bulunur: "Sosyalizm’in pek çok esaslarını, milli idaremizi bozmadan alır, tatbik ederiz. Şirketleri yavaş yavaş millileştiririz. Hükümet tekelini halk lehine çoğaltırız ve ayrıntısı burada uzun sürecek daha birçok ıslahat yaparız. Özel tabiriyle, bir nevi devlet sosyalisti oluruz. Fakat hakiki vasfımız, Avrupa matbuatının verdiği isimdir: Ulusçu Türk hükümeti!"[11]
Bir diğerini ise Prof. Dr. Reşat Kaynar aktarmıştır:
"1932 yılının Temmuz ayında, Ankara'da Birinci Türk Tarih Kongresine katılmıştım. Atatürk, her oturumu dikkatle izliyordu. Kongrenin sonunda verilen bir çaylı toplantıda, Atatürk'le iki saati aşan bir süre içinde konuşmuştuk. Bu konuşmanın önemli noktalarından biri de, Kemalizm hakkındaki sözleriydi. Atatürk:
'- Kemalizm diyorsunuz. Ne demek Kemalizm? Kemalizm demek (Socialisme d'Etat) demektir.' tarzında konuşarak, kamu teşebbüsünü savunmuştu.
26 Ağustos günü, İş bankasının kuruluş yıldönümünde de, özel teşebbüs hürriyetinin, iktisat siyasetindeki olumlu mevkiine işaret etti. Böylece Türkiye'nin ekonomik yapısına uygun bir iktisat siyaseti arayan Atatürk'ün, çeşitli şartlar altında, çeşitli davranışlarını görmüştük" [12] Reşat Kaynar bu anısında, aslında bu söylemlerin Atatürk'ün pragmatizminden kaynaklandığını söylemiştir.[kaynak belirtilmeli]
Mahmut Esat Bozkurt ise devlet sosyalizmini şöyle tanımlar: "Devlet Sosyalizmi, özel mülkiyeti tanıyan, fakat insanın insan tarafından sömürülmesini önlemek ve milli kalkınmayı başarmak için devlete ekonomik işlerde kontrol ve teşebbüs hak ve yetkilerini kabul eden bir sistemdir."[13] Lakin bu tanım, devlet sosyalizminin teorisyeni olan Lassalle'nin tanımıyla çelişmektedir.
Erich Von Daniken - Tanrıların Şoku
Çok eski çağlardan kalma efsaneler, yazıtlar ve arkeolojik bulgular, insanların binlerce, on binlerce yıl öncesinde de dünya dışından gelen yaratıklarla temas kurduğunu işaret ediyor. Yeni Çağ’ın büyük kaşifleri, çoğu kez “vahşiler“ tarafından bir zamanlar atalarını da ziyaret etmiş “Tanrılar“ olarak karşılandıklarını kaydetmişlerdir. Günümüzde de, uzaydan gelen konuklarla ilgili sayısız tanık ifadesi vardır. Erich von Daniken, bu kitabında bir dizi metin ve resimle bu karşılaşmaların nasıl cereyan etmiş olabileceğini, “Tanrıların Şoku“na uğrayan dünyalıların nasıl tepki gösterdiklerini, gelecek kuşaklara ne gibi aktarımlarda bulunduklarını belgelemeye çalışıyor.
Mevlana Sanat
Senin ışığında öğrendim sevmeyi.
Senin güzelliğinde şiirler yaratmayı.
Dans edersin göğsümün içinde,
herkesten saklı,
fakat, görürüm seni ben bazen,
işte bu sanat o manzara.
Paul Auster - Ay Sarayı
" Mutluluğun, basit ve açık bir şey olup, bir bardak şarap, bir kestane, kendi halinde bir mangalcık ve denizin uğultusundan başka bir şey olmadığına aklım yattı. Yalnız, bütün bunların, mutluluk olduğunu insanın anlayabilmesi için basit ve açık bir kalbe sahip olması gerekiyordu." Nikos Kazancakis
Nahit Ulvi Akgün - Birisi
Bir şey var aramızda
Senin bakışından belli
Benim yanan yüzümden.
Dalıveriyoruz arada bir.
İkimiz de aynı şeyi düşünüyoruz belki,
Gülüşerek başlıyoruz söze.
Bir şey var aramızda
Onu buldukça kaybediyoruz isteyerek.
Fakat ne kadar saklasak nafile
Bir şey var aramızda,
Senin gözlerinde ışıldıyor,
Benim dilimin ucunda.
13 Ağustos 2017
Atatürk "Bilim ve Teknoloji"
Taassup cahilliğe dayanır. Bundan dolayı taassubu olan cahildir. İlim mutlaka cahilliği yener, o halde halkı aydınlatmak lazımdır. 1923
Dünyada herşey için, medeniyet için, hayat için, başarı için en gerçek yol gösterici ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cahilliktir, doğru yoldan sapmaktır. Yalnız ilmin ve fenin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişimini anlamak ve ilerlemeleri zamanında takip etmek şarttır. Bin, iki bin, binlerce yıl önceki ilim ve fen lisanının koyduğu kuralları, şu kadar bin yıl sonra bugün aynen uygulamaya kalkışmak elbette ilim ve fennin içinde bulunmak değildir. 1924
Gözlerimizi kapayıp tek başımıza yaşadığımızı düşünemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp dünya ile alakasız yaşayamayız... Aksine yükselmiş, ilerlemiş, medeni bir millet olarak medeniyet düzeyinin üzerinde yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur. İlim ve fen nerede ise oradan olacağız ve her millet ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur. Hiçbir tutarlı kanıta dayanmayan birtakım geleneklerin, inanışların korunmasında ısrar eden milletlerin ilerlemesi çok güç olur; belki de hiç olmaz. İlerlemede geleneklerin kayıt ve şartlarını aşamayan milletler, hayatı, akla ve gerçeklere uygun olarak göremez. Hayat felsefesini geniş bir açıdan gören milletlerin egemenliği ve boyunduruğu altına girmeye mahkumdur. 1922
Başarılı olmak için aydın sınıfla halkın zihniyet ve hedefi arasında doğal bir uyum sağlamak lazımdır. Yani aydın sınıfın halka telkin edeceği idealler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalıdır. 1923
Halka yaklaşmak ve halkla kaynaşmak daha çok aydınlara yöneltilen bir vazifedir. Gençlerimiz ve aydınlarımız niçin yürüdüklerini ve ne yapacaklarını önce kendi beyinlerinde iyice kararlaştırmalı, onları halk tarafından iyice benimsenip kabul edilebilecek bir hale getirmeli, onları ancak ondan sonra ortaya atmalıdır. 1923
Bu millet ve memleket ilme, irfana çok muhtaç; tahsil yapmış, diploma almış gelmiş, olanları korumak kadar doğal ve lüzumlu bir şey olmaktan başka, parti parti eğitim ve öğretim görmek için ilim ve fen almak için Avrupa'ya, Amerika'ya ve her tarafa çocuklarımızı göndermeye mecburuz ve göndereceğiz. İlim ve fen ve ihtisas nerede varsa, sanat nerede varsa gidip, öğrenmeye mecburuz. Bu nedenle artık himaye ok zayıf kalır. Bunun yerine mecburiyet geçerli olur. 1923
İlim ve özellikle sosyal bilimler dalındaki işlerde ben emir vermem. Bu alanda isterim ki beni bilim adamları aydınlatsınlar. Onun için siz kendi ilminize, irfanınıza güveniyorsanız, bana söyleyiniz, sosyal ilimlerin güzel (yapıcı) yönlerini gösteriniz, ben takip edeyim.
İlerlemek yolunda yapılacak her önemli teşebbüsün, kendine göre önemli sakıncaları vardır. Bu sakıncaların en az dereceye indirilmesi için tedbir ve teşebbüslerde hata yapmamak lazımdır. 1927(2-600)
İnsanların hayatına, faaliyetine egemen olan kuvvet, yaratma ve icat yeteneğidir. 1930(15-262)
Manevî kuvvet ise özellikle ilim ve iman ile yüksek bir şekilde gelişir. 1922 (4-223)
Her işin esas hedefine kısa ve kestirme yoldan varmak arzu edilmekle beraber, yolun kabul edilebilir; mantıki ve özellikle ilmi olması şarttır. (13)
Her
yeni yetişen kendinden eskisini beğenmeyecek kadar yükselirse o zaman,
ancak o zaman gelecek nesiller birbirinden kademe kademe yüksek seviyede
bir yükselme grafiği meydana getirebilir ki, insanlığın ilerlemesinin
amacı da budur. 1918(40)
Bir
millet için mutluluk olan birşey diğer millet için felâket olabilir.
Aynı sebep ve şartlar birini mutlu ettiği halde diğerini mutsuz
edebilir. Onun için bu millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her
türlü ilminden, buluşlarından, ilerlemelerinden istifade edelim, ancak
unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz.
Milletimizin tarihini, ruhunu, geleneklerini gerçek, sağlam, dürüst bir
görüşle görmeliyiz. 1923 (5-141)
Hayati
gerçekleri bilerek, bilmeyenlere de uygun bir yol ile veya zor ile
anlatarak amacımıza yürüyeceğiz... Bizi o amaca varmaktan alıkoyan iki
kuvvet vardır. Biri dış düşmanlardır. Bunlar bizi bir sömürge haline
koymak için ilerlememizi istemeyenlerdir. Fakat çiftçi arkadaşlar,
muhterem babalar, bizim için bunlardan daha zararlı, daha öldürücü bir
sınıf daha vardır: O da içimizden çıkması muhtemel olan hainlerdir. Aklı
eren memleketini seven, gerçeği gören kimselerden böyle bir düşman
çıkmaz. İçimizde böyleleri çıkarsa onlar ya aklı ermeyen cahiller, ya
memleketini sevmeyen kötüler, ya gerçeği görmeyen körlerdir. Biz cahil
dediğimiz zaman mutlaka okula gitmemiş olanları kasdetmiyoruz.
Kastettiğim ilim, gerçeği bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük
cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de, özellikle sizlerin
içinizde görüldüğü gibi gerçeği gören gerçek bilginler çıkar. 1923
(5-132)
Sanayileşmek, en büyük milli davalarımız arasında yer almaktadır. Çalışması ve yaşaması için ekonomik elemanları memleketimizde mevcut olan büyük, küçük her çeşit sanayii kuracağız ve işleteceğiz. En başta vatan savunması olmak üzere, ürünlerimizi değerlendirmek ve en kısa yoldan, en ileri ve mutlu Türkiye idealine ulaşabilmek için, bu bir zorunluluktur. 1937 (4-381)
Memleket için kaçınılmaz olan sanayiinin kurulması bitmedikçe her yönden kalp huzuru duymamıza imkân yoktur. Bu sebeple, memleketin sanayiye ait donanımını tamamlamak için, bütün gayret ve dikkatinizi çekmeyi yerinde buluyorum. 1933 (4-359)
Türkiye'de devlet madenciliği, milli kalkınma hareketiyle yakından ilgili, önemli konulardan biridir. Genel sanayileşme düşüncemizden başka, maden arama ve işletme işine, her şeyden önce dış ödeme vasıtalarımızı, döviz gelirimizi artırabilmek için devam etmeye ve özel bir önem vermeye mecburuz. Maden Tetkik ve Arama Dairesinin çalışmalarına en yüksek gelişme hızım vermesini ve bulunacak madenlerin, verimlilik hesapları yapıldıktan sonra planlı şekilde hemen İşletmeye konulmasını temin etmemiz lazımdır. Elde bulunan madenlerin en önemlileri için, üç yıllık bir plan yapılmalıdır. 1937 (4-382)
İtiraf ederim ki, düşmanlarımız çok çalışıyor. Biz de onlardan daha çok çalışmaya mecburuz. Çalışmak demek,
boşuna yorulmak, terlemek değildir. Zamanın gereklerine göre bilim ve
teknik ve her türlü medeni buluşlardan azami derecede yararlanmak
zorunludur. 1923 (5-91)
Harp sanayi kuruluşlarımızı, daha çok geliştirme ve genişletme için alınan tedbirlere devam edilmeli ve sanayileşme çalışmamızda da ordu ihtiyacı ayrıca göz önünde tutulmalıdır...Bütün uçaklarımızın ve motorlarının memleketimizde yapılması ve hava harp sanayimizin de bu esasa göre geliştirilmesi gerekir. Hava Kuvvetlerinin kazandığı önemi göz önünde tutarak, bu çalışmayı planlaştırmak ve bu konuyu layık olduğu önemle milletin görüşünde canlı tutmak lazımdır. 1937 (4-387)
İlim, tercüme ile olmaz, inceleme ile olur. (70-167)
Ben, manevî miras olarak hiç bir ayet, hiç bir dogma, hiç bir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında, belki gayelere tamamen eremediğimizi, fakat asla taviz (ödün) vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları biledeğişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur. Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver (eksen) üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar. (129-18)
Umberto Eco - Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti
Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti adlı bu kitabın içeriğini Umberto Eco’nun Harvard Üniversitesi bünyesinde gerçekleştirdiği Norton Seminerleri Notları oluşturuyor. Anlatıya dair oldukça ufuk açıcı bilgiler barındıran bu kitap, altı ayrı bölümden (konferanstan) oluşuyor.
Ormana Girmek
Umberto Eco ilk bölüme Italio Calvino’nun 8 yıl önce hızlılık konusunda verdiği konferansa değinerek başlıyor. Her kurmaca anlatının zorunlu olarak hızlı olduğunu söyleyen Eco, sözlerine şöyle devam ediyor:
…çünkü anlatı, olayları ve kişileriyle bir dünya kurarken, bu dünya ile ilgili her şeyi söyleyemez. Belli şeylere değinir ve kalanı için okurdan bir dizi boş alanı doldurarak iş birliği yapmasını ister. Kaldı ki, daha önce yazmış olduğum gibi, her metin, okurdan onun işine katılmasını isteyen tembel bir araçtır. Bir metin, alıcının anlaması gereken her şeyi söylerse mahvolurduk: Asla sona ermezdi böyle bir metin. Size telefon eder ve “yola çıkıp, bir saat içinde geliyorum” dersem, yola çıkmamın yanı sıra arabamı alacağımı da örtülü olarak belirtmiş olurum.
Umberto Eco’ya göre bir komedi yazarı yarattığı karakterlerden daha fazla şey söylerse onlardan daha komik bir hale gelebilir. Eco bu görüşünü Achille Campanile’nin Agosto, mogliemia non ti conosco adlı eserinden bir bölümü inceleyerek destekliyor.
Hızlılık konusunda düşüncelerini aktarmaya devam eden Eco, bu konuda okurun konumuna işaret ediyor:
Bir öykü az ya da çok hızlı veya az ya da çok kısa olabilir, ancak öykünün kısalığı, yönelinen okur göz önünde bulundurularak değerlendirilmelidir.
Eco, bu bölümün ilerleyen kısımlarında Borges’in bir eğretilemesini kullanarak anlatı ve orman arasında bir benzerlik kuruyor.
Bir orman yolları çatallanan bir bahçedir. Bir ormanda çizilmiş patikalar bulunmadığında bile, herkes belli bir ağacın, vb. sağından ya da solundan ilerlemeye karar vererek, her karşılaştığı ağaçta bir seçim yaparak kendi güzergâhını çizebilir. Bir anlatı metninde okur her an bir seçim yapmaya zorlanır. Hatta bu seçim zorunluluğu herhangi bir sözel anlatım düzeyinde, en azından bir geçişli fiilin belirdiği her durumda kendini gösterir. Konuşucu cümlesini bitirmeye çalışırken, bilinçdışı olarak da olsa biz bir seçim yapar, onun seçimini önceler ya da hangi seçimin yapılacağını kaygıyla kendi kendimize sorarız.
Eco bu konuda bazı yazarların öngörüler konusunda okuyucuyu özgür bıraktığını, bazılarının da kısıtladığını örnekler üzerinden inceliyor. Bunun ardından ise daha önceki kitaplarında geliştirmiş olduğu Örnek Yazar ve Örnek Okur kavramlarına değiniyor.
Eco, “Örnek Okur” ve “Örnek Yazar” kavramlarına dayanarak yazarın metinle, metnin okurla kurduğu ilişkiyi bir tür “işbirliği” olarak tanımlıyor. Her bir metnin farklı bir “Örnek Okur”u olduğunu söylüyor:
Bir metin “Bir varmış bir yokmuş” ile başlıyorsa, kendi örnek okurunu hemen seçtiğine dair bir işaret göndermiş olur: Bu okur ya bir çocuk olmalıdır ya da sağduyunun ötesine giden bir öyküyü kabul etmeye hazır birisi.
Örnek Okur ve Örnek Yazar konusunda Gerard de Nerval’in Sylvie’sine sık sık değinen Eco, kendi okuma deneyimleri üzerinde duruyor. Ardından bu bölümü bitirip okuyucuyu bir sonraki bölüme davet ediyor:
Ve işte böylece ben, bedensiz, cinsiyetsiz (ve bu ilk konferansla başlayıp sonuncusuyla bitecek tarih dışında tarihsiz) ses, sizi, Kibar Okurlar, sonraki beş buluşma oyunumda iş birliği yapmaya davet ediyorum.
Loisy Ormanları
Umberto Eco ikinci bölüme bir anlatı ormanında dolaşmanın iki yolu olduğunu söyleyerek başlıyor:
İlkinde, bir ya da daha fazla yolu denersiniz (oradan olabildiğince çabuk çıkmak ya da Büyükanne’nin, Parmak Çocuk’un veya Hânsel ile Gretel’in evine ulaşabilmek için); ikincisinde, ormanın yapısını ve neden bazı patikalara girilip, diğerlerine girilemediğini anlamaya çalışırsınız.
Eco için ideal okur ikincisidir. Çünkü birinci türden okur için yalnıza öykünün sonu önemlidir. İkinci okur ise Örnek Okur, yani ideal okurdur. Çünkü Örnek Okur birden fazla okuma yapan ve anlatı ormanını doğru bir şekilde dolaşan okurdur. Bu örnek ‘‘Örnek Yazar’’ için de geçerlidir. Umberto Eco bu konuda Nerval’in Sylvie’sini ele alır ve bu eserden örnekler vererek analeks, proleks kavramlarını açıklar:
Genette’in dediği gibi, analeks âdeta anlatıcının herhangi bir unutkanlığını giderme işlevini görmektedir, proleks ise anlatısal sabırsızlığın bir göstergesidir.
“Bak dinle, dün Piero’ya rastladım, belki hatırlarsın, hani iki yıl önce o her sabah koşan kişi (analeks). Yüzü solgundu, nedenini ancak daha sonra anladım {proleks), bana dedi ki -ha, sana söylemeyi unuttum, onu gördüğümde bir bardan çıkıyordu ve saat henüz sabahın onuydu, anlarsın ya {analeks)- sonra Piero bana dedi ki -hadi, bil bakalım bana ne dedi {proleks)- bana dedi ki…”
Eco, Sylvie romanının analeks ve proleks kullanımı açısından oldukça karmaşık olduğunu ve metnin üzerine bir sis çökmüş olduğunu ifade eder. Fakat bu sis yalnızca ampirik okuru caydırmaktadır. Örnek Okur ise bu sisten büyülenecektir.
Eco’nun bu bölüme Loisy Ormanları adını vermiş olması Sylvie adlı romandan ne kadar fazla etkilendiğini göstermektedir. Bu roman onu büyülemiştir. Kendisi de bu durumu birçok kez dile getirir ve bu büyünün sebebini anlamaya çalışır. Eco, Rus biçimcilere değinerek Fabula ve Syuzhet kavramlarını Slyvie romanı üzerinden açıklar. Öykü ve Olay Örgüsü arasındaki ilişki üzerinden Loisy ormanına girer:
Bir önceki konferansta, Sylvie’yi yıllardır neredeyse anatomik bir işleme tabi tuttuktan sonra, bu kitabın benim için hiçbir zaman büyüsünü yitirmediğini ve onu her yeniden okuyuşumda Sylvie ile olan aşk öykümün (anlatı olarak mı anlatı kahramanı olarak mı Sylvie bilemiyorum) ilk kez başladığını söylemiştim. Bu stratejinin “yapı”sını, kuralını bildiğime göre, bu nasıl mümkün olabiliyor? Şöyle: Yapı, metinden çıkıldığı zaman kurulabilir; ancak okumaya dönerseniz, metne geri dönerseniz ve kendinizi metnin akışına bırakırsanız, Sylvie hızlı okunamaz. Hızlı okuyabilirsiniz elbette, eğer belli bir cümleyi bulmak istiyorsanız, ancak bu durumda metni okuyor olmazsınız, bir konuda metne danışıyor ya da bir bilgisayar gibi tarama yapıyor olursunuz. Farklı cümleleri anlamaya çalışarak metni okursanız, Sylvie’nin sizi adımınızı yavaşlatmaya zorladığını fark edersiniz. Yavaşlar yavaşlamaz da, metne girdiğiniz anahtarı, Ariadne ipliğini unutursunuz. Yeniden kendinizi Loisy ormanında yitirir, çıkış yolunu bulamazsınız…
Ormanda Oyalanmak
Umberto Eco bu bölümde bir önceki bölümlerde değindiği hızlılık konusuyla bağlantılı olarak bir metinde oyalama noktalarının önemi üzerinde duruyor. Ve bunu orman eğretilemesi üzerinden devam ettiriyor:
Ormana, gezmek için gidilir. Bir kurttan ya da bir gulyabaniden kaçma telaşı içinde değilseniz, ormanda oyalanmaktan, ağaçların arasından süzülerek ağaçsız alanlar üzerinde gölgeler oluşturan ışığı gözlemekten, karayosunlarını, mantarları, ağaçların çevresindeki bitki ve çiçekleri incelemekten zevk alırsınız. Oyalanmak, vakit kaybetmek anlamına gelmez; çoğu zaman, bir karar almadan önce düşünmek amacıyla oyalanır insan.
Eco’ya göre okuyucu için tahmin unsuru çok önemlidir. Okuyucu sürekli olarak özdeşleştiği karakterin yazgısı üzerine tahmin yürütür. Bu durum okuma esnasında dramatik gerilimi yükseltir.
Eco, anlatıda oyalama üzerine verdiği örnekler çerçevesinde bazı okuyucuların anlatıdaki oyalama noktalarını hızlıca geçtiğine dikkat çeker. Ardından bir anlatıda zamanın üç biçimde belirdiğini ifade eder: Öykü zamanı, söylem zamanı ve okuma zamanı.
Öykü zamanı, anlatının içeriğinin bir parçasını oluşturur. Metin “bin yıl geçti” diyorsa, öykü zamanı bin yıldır. Ancak dilsel anlatım düzeyinde, yani kurmaca söylem düzeyinde, sözceyi (enunciato) yazmak (ve okumak) için gereken süre çok kısadır. İşte bu yüzden, hızlı bir söylem zamanı çok uzun bir öykü zamanını dile getirebilir.
Öykü, söylem ve okuma zamanlarının çakıştığı örneklerin de olduğunu ifade eden Eco, bu konuda Georges Perec’ten bir örnek veriyor. Perec’in ilginç bir şekilde Saint-Sulpice meydanında 18 Ekim 1974’ten 20 Ekim 1974’e dek gerçekleşen her şeyi “canlı olarak” betimlediğini aktarıyor. Bunun ardından bir filmin pornografik olup olmadığını da filmin öykü, söylem ve okuma-izleme zamanının denk oluşuyla değerlendirdiğini ifade ediyor.
Eco bu bölümün sonlarına doğru Manzoni’nin I promessi sposi adlı eserini ele alıyor. Eserin girişinde Manzoni’nin bir gölü betimleme şekli üzerinden ilginç noktalara değiniyor:
Bu bölümü gözümüzün önünde bir haritayla okumayı deneseydik, betimlemenin iki sinema tekniğini (zoom ve ağır çekim) çağrıştırarak ilerlediğini görecektik. Bana bir XIX. yüzyıl yazarının sinema tekniğini bilmediğini söylemeyin: Tam tersine, XIX. yüzyıl anlatısının tekniklerini bilenler sinema yönetmenleridir. Manzoni’nin betimlemesi ağır ağır yere inmekte olan bir helikopterden yapılan çekim gibidir (ya da Tanrı’nın yeryüzündeki bir insanı belirlemek için gökyüzünün yukarılarından bakışını gezdiriş tarzını yeniden üretiyor gibi).
Olası Ormanlar
Umberto Eco, bu bölümde kurmaca ve gerçek kavramları üzerinden anlatı ormanını inceliyor. Okurun bir anlatı metniyle karşı karşıya geldiği noktada hayali bir kurmaca anlaşması imzaladığını ve ifade edilen gerçekliği bu şekilde kabul ettiğini aktarıyor.
Eco’ya göre kurmaca dünya ile gerçek dünya arasında hassas bir alışveriş söz konusudur. Gerçek dünya üzerindeki deneyimlerimiz kurmaca dünyasındaki ön kabullerimizi etkilemektedir.
Ancak, bir öykü anlattığımda, sözünü ettiğim mekânların gözümün önünde olması hoşuma gider: Bu bana, anlattığım olayla ilgili bir tür güven verir ve anlatı kişileriyle özdeşleşmemi sağlar. (…) Kırmızı Şapkalı Kız’ın bir çocuk gibi, annesinin ise kaygılı, sorumluluk sahibi yetişkin bir kadın gibi davranması bize doğal görünür. Niçin? Çünkü deneyimlerimizin dünyasında, gerçek dünya adını verdiğimiz dünyada böyle olmaktadır
Eco, kurmacanın bizi bir dünyanın sınırları içine kapattığını ve bir biçimde bizi o dünyayı ciddiye almaya zorladığını ifade ediyor. Bunun ardından kurmaca dünyaların gerçek dünyanın asalakları olduğunu aktarıyor. Bu durumu Kafka’nın Dönüşüm eserinden bir örnek vererek açıklıyor:
Kısacası, saçma bir dünya kurmak için Kafka onu gerçek dünyanın artalanı üzerine yerleştirmek gereksinimini duyar. Gregor Samsa’nın böcek olarak uyanması fantastik bir durumdur. Fakat Kafka bu durumu gerçekçi bir şekilde betimler. (…) Görüldüğü gibi, en olanaksız dünyanın bile, olanaksız olabilmesi için, gerçek dünyada olanaklı olan şeylerin oluşturduğu zemine dayanması gerekir.
Eco, kurmaca dünya ve gerçek dünya arasında yaptığı karşılaştırmalara kişiler bazında bir yorum getiriyor:
Eski bir denememde Stendhal’in Kırmızı ve Siyah’ının kahramanı Julien Sorel’i, babamızdan daha iyi tanıdığımızı yazmıştım: Çünkü babamızın anlayamadığımız birçok yönünü, dile getirmediği birçok düşüncesini, görünüşte herhangi bir açıklaması olmayan birçok hareketini, söylemediği sevgilerini, saklı tuttuğu gizlerini, çocukluğunun anılarını ve olaylarını hiçbir zaman bilemeyeceğiz, oysa bir anlatı kişisi hakkında bilmemiz gereken her şeyi biliriz.
Bunun ardından, yazarların gerçek dünya ile kurmaca dünya arasındaki alışverişleri konusuna geri dönüyor. Bazı yazarların okuyucuya gereğinden fazla şey söylediğini, anlatının amaçları açısından gereksiz şeylere değindiklerini örnekler üzerinden ifade ediyor.
Eco’ya göre gerçek dünya düzensizdir. Kurmaca ise deneyimin düzensizliğine biçim vermektir. Bir kurmaca metni okumak gerçek dünyada olup biten sonsuz şeylere bir anlam vermeyi öğrendiğimiz bir oyun oynamak gibidir. Eco bu durumu çocuk ve oyun ilişkisi üzerinden açıklar:
Ancak bir anlatı ormanında gezinmek, oyunun çocuk için gördüğü işlevi görür. Çocuklar oyuncak bebeklerle, tahtadan atlarla ya da uçurtmalarla, fiziksel yasaları ve bir gün ciddi olarak yerine getirecekleri eylemleri daha yakından tanımak için oynarlar.
Eco’ya göre gerçek dünyanın temsilini kabul etme tarzımız, kurmaca bir kitabın temsil ettiği olası dünyanın temsilini kabul etme tarzımızdan farklı değildir.
Gerçek dünyada Doğruluk (Truth), anlatı dünyalarında ise Güven (Trust) ilkesinin egemen olması gerektiğini düşünürüz. Oysa, gerçek dünyada da Doğruluk ilkesi kadar Güven ilkesi önemlidir.
Bölümün sonlarına doğru ise gerçek dünyaya kıyasla kurmaca dünyanın ontolojik açıdan daha konforlu bir yer olduğunu roman örneğiyle açıklıyor:
Başka, çok önemli estetik nedenlerin ötesinde, romanları şu nedenle okuduğumuzu düşünüyorum: Romanlar bize doğruluk kavramının tartışmaya açılamayacağı bir dünyada yaşamanın getirdiği rahatlatıcı duyguyu veriyor, oysa gerçek dünya çok daha yanıltıcı bir yer gibi görünüyor.
Servandoni Sokağındaki Tuhaf Olay
Umberto Eco, bu bölümde Arjantin kıyılarında ortaya çıkan bir denizaltı söylentisinin basın ve halk tarafından nasıl büyük bir hikâyeye dönüştürüldüğünü anlatarak başlıyor. Eco için denizaltından ziyade insanların büyük bir hevesle denizaltı ‘‘karakterinin’’ yaratılmasına katkıda bulunmuş olmaları ilginç bir noktadır.
Uydurulmuş bir öykünün nasıl kurulduğunun gerçek öyküsü olan bu öyküden çıkarılacak pek çok ders var. Bu öykü bizlere, yaşama biçim vermek için nasıl sürekli olarak anlatısal şemalardan yararlanma eğilimi gösterdiğimizi belirtiyor.
Eco’ya göre anlatı okurdan belli bir seviyede ansiklopedik bilgi istemektedir. Fakat okurdan istenen bu ansiklopedik bilginin kapsamının ne olduğu bir tahmin konusu olarak kalmaktadır. Bunu keşfetmek, örnek yazarın stratejisini keşfetmek demektir. Örnek yazarın stratejisi anlatının kendine has kurallarını ortaya koymaktadır.
Bir kurmaca yapıtı okumak, kurmaca dünyasını yöneten iktisadi ölçütler ile ilgili bir tahminde bulunmak demektir. Bunun bir kuralı yoktur; daha doğrusu, her yorumbilgisel çevrimde olduğu gibi, metni temel alarak kuralı çıkarsama girişiminde bulunduğunuz anda belirlemeniz gerekir kuralı. Bu nedenle, okumak bir bahistir. Bize ne önerdiğini açık bir biçimde söylemeyen bir sesin önerilerine bağlı kalacağımıza bahse gireriz.
Bölümün sonlarına doğru gerçek ve kurmaca ilişkisi üzerinden karşılaştırmalar yapan Eco, anlatının, gerçekle olan ilişkimizde kendimizi rahat hissettirdiğini ifade ediyor. Ardından keskin bir ayrımdan bahsediyor:
Her şifre çözücü için altın bir kural vardır: Her mesaj çözülebilir, yeter ki bunun bir mesaj olduğu bilinsin. Gerçek dünyadaki sorun, binlerce yıldır kendimize bir mesajın olup olmadığını ve varsa bu mesajın bir anlamının bulunup bulunmadığını sormamızdır. Anlatısal bir evrende, o evrenin bir anlam oluşturduğunu, onun kökeni olarak ve okuma yönergelerinin bütünü olarak onun arkasında yetki sahibi bir varlık olduğunu kesin olarak biliriz.
Fakat gerçek hayatta bu durum daha farklıdır. Eco bu durumu oldukça şiirsel bir şekilde ifade ederek bu bölümü bitiriyor:
Sonsuzun sisi içinde kaybolan bir Baba İmgesi’nin peşindeyiz; o yüzden bıkmamacasına kendimize neden Hiçlik değil de Varlık olduğu sorusunu soruyoruz.
Kurmaca Tutanaklar
Umberto Eco bu bölümde önceki bölümlerde sık sık bahsettiği gerçek hayat ve kurmaca arasındaki karşılaştırmalara yeni bir pencere açıyor. Anlatı dünyalarının gerçek hayata göre daha rahat olduğunu ifade eden Eco, ‘‘Eğer kurmaca anlatı dünyaları böylesine küçük ve aldatıcı bir biçimde rahatsa, neden tıpkı gerçek dünya gibi karmaşık, çelişkili ve kışkırtıcı anlatı dünyaları kurmaya çalışmayalım?’’ sorusuyla bu bölüme başlıyor. Eco’ya göre Dante, Rabelais, Shakespeare, Joyce gibi yazarlar tam olarak bunu yapmışlardır. Bu yazarların anlatıları tıpkı gerçek dünya gibi karmaşık, çelişkili ve kışkırtıcı dünyalardır.
Eco, kurmacanın insanlara gerçeklikten daha rahat geldiği için insanların gerçekliği sanki kurmaca bir anlatıymış gibi yorumladığını aktarıyor. Bu durumu tarih yazımı üzerinden örneklendiriyor.
Eco, anlatıyı doğal ve yapay olarak ikiye ayırıyor. Doğal anlatıyı ‘‘Gerçekten olmuş, anlatanın olduğuna inandığı veya gerçekten olduğuna bizi inandırmaya (yalan söyleyerek) çalıştığı bir olaylar dizisi’’ olarak ifade ediyor. Yapay anlatıyı ise kurmaca anlatının temsil ettiğini; kurmaca anlatıların hakikati söylüyor gibi yaptığını ya da hakikati bir kurmaca söylem evreninde söylediklerini aktarıyor.
Eco, doğal ve yapay anlatı karşılaştırmasına ‘‘bağlam’’ konusunu ekleyerek devam ediyor. Eco, okurun bir gazetede çıkan yapay anlatıyı bile bir doğal anlatıymış gibi ciddiye aldığını, kendine ait bir hikaye üzerinden örnekleyerek ifade ediyor. Bağlam konusunu genişleten Eco, bir kitabın kapak fotoğrafı gibi dış özelliklerin bile okuyucuyu yapay anlatıya hazırladığını söylüyor.
Şu halde, çoğunlukla kurmaca bir dünyaya girmeye karar vermeyiz: Kendimizi onun içinde buluruz ve belli bir noktada bunun farkına varıp, yaşadığımızın bir rüya olduğuna karar veririz.
Bunun ardından kült anlatılar ve karakterler üzerine eğilen Eco, Hamlet, İlahi Komedya gibi eserlerin ‘‘parçalanabilir’’ yapısının bu eserleri ve karakterlerini kült yaptığını iddia ediyor.
Kutsal Kitap’ın büyük, çok eskilere dayanan başarısı çeşitli parçalara ayrılabilmesinden kaynaklanmaktadır, çünkü farklı yazarların eseridir. İlahi Komedya hiçbir biçimde parçalara ayrılabilir bir yapıt değildir, ancak yapıtın karmaşıklığı ve yapıtta beliren insanlarla anlatılan olayların sayısı (Dante’nin sözlerini kullanmak gerekirse, Gökyüzü ile Yeryüzü) nedeniyle, yapıt o derece parçalara ayrılabilir bir nitelik kazanmıştır ki, İlahi Komedya’nın fanatik hayranları onu bir bulmacamsı oyunlar deposu gibi kullanmaktadırlar.
Son olarak insanların kurmaca eserler okumasının altındaki motivasyona değinen Eco, bu konuyu şu sözlerle açıklayıp bölümü bitiriyor:
Her ne olursa olsun, kurmaca yapıtlar okumaktan vazgeçmeyeceğiz, çünkü onlarda yaşamımıza bir anlam verecek formülü aramaktayız. Sonuçta, yaşamımız süresince, bize neden dünyaya geldiğimizi ve yaşadığımızı söyleyecek bir ilk öykünün arayışı içindeyiz. Kimi zaman kozmik bir öykü arıyoruz, evrenin öyküsünü, kimi zaman kendi bireysel öykümüzü (günah çıkardığımız rahibe, psikanalistimize anlattığımız, bir güncenin sayfalarına yazdığımız öykümüzü). Kimi zaman kendi bireysel öykümüzü evrenin öyküsüyle çakıştırmayı umuyoruz.
Yazar: Umberto ECO
Çevirmen: Kemal ATAKAY
Hermann Hesse - Boncuk Oyunu
Hesse, on yılı aşkın meşakkatli bir çalışmanın ardından, tüm dünyanın savaş cehennemini yaşadığı 1943’te İsviçre’de yayımladığı “BONCUK OYUNU” romanında, Doğu ve Batı felsefelerinin kusursuz bir bileşiminden oluşan yeni ve ütopik bir dünya düzeni sunar okura. Sanat ve bilimde disiplinlerarası bir uyum üzerine kurulu, Hesse’nin düş ve düşün gücünün ürünü, fütüristik bir oyun olan “Boncuk Oyunu”, bu yeni düzenin simgesidir.
Toplumsal ahlakın bireyin iç ahlakını yok ettiğine inanan Hesse, bu olgunluk dönemi eserinde Batı’nın toplumsal dayatmalarına karşı Doğu’nun bireysel özgürlüğünü yüceltir, söz konusu yeni dünya düzenini bireysellik üzerine temellendirir: “Tanrı senin içindedir, kavramlarda ve kitaplarda değil. Gerçek yaşanır, öğretilmez.”
Nobel Edebiyat Ödülü (1946) sahibi Hesse başyapıtı “Boncuk Oyunu”nda, değerlerin dönüşümü uğruna mücadelenin sürmesi gereğini vurgulayan açık bir diyalektik sunar.
Örselenmiş zamanımızın bizlere sunduğu az sayıda gözü pek ve özgün tasarıdan biri… – Thomas Mann
Hesse’nin romanı üzerine daha uzun düşündükçe, bu romanın hayali bir geleceğe odaklanan bir teleskop değil fakat günümüz gerçekliğine dair bir paradigmayı rahatsız edici netlikte yansıtan bir ayna olduğunun açıkça farkına varırız. – Theodore Ziolkowski
Hesse yüzyılımızın yol gösterici karakterlerinden biri. – Ralph Freedman
*
Eh, her yıl olduğu gibi o yıl da konuklar akın etmişti Waldzell'e. İçlerinden pek çoğunun hiçbir şeyden haberi yoktu, bazıları ise Magister Ludi'nin sağlık durumu konusunda endişeliydi ve oyunun seyrine ilişkin can sıkıcı önsezilerle festivale gelmişti. Waldzell ve yakındaki yerleşim birimleri insanla dolup taşmaktaydı, tarikat yöneticileri ve yüksek eğitim kurulu üyeleri neredeyse tam kadro şenlikte hazır bulunuyordu. Ayrıca, ülkenin uzak köşelerinden ve dış ülkelerden bir bayram havası içinde turistler gelerek konukevlerini doldurmuştu. Her zamanki gibi festival, oyun arifesindeki akşam, meditasyona ayrılmış bir saatle açıldı, çan sesiyle verilen bir işaret üzerine insandan geçilmeyen bütün şenlik alanı huşuyla karışık derin bir sessizliğe gömüldü. Ertesi sabah da müzik gösterilerinden birincisi gerçekleştirildi ve oyunun ilk bölümüyle bu bölümdeki her iki müzik temasına ilişkin meditasyonun duyurusu yapıldı. Üzerinde Boncuk Oyunu üstadının festival giysisiyle Bertram'ın davranışlarında vakur ve serinkanlı bir hava esiyordu, ama adamda bet beniz kalmamıştı, halinde günden güne artan aşırı bir yorgunluk, bir ıstırap ve tevekkül ifadesi okunuyordu, son günlerde gerçekten bir gölgeye benzemişti. Oyunun daha ikinci günüydü ki, Magister Thomas'ın sağlık durumunun kötüleşip ölümle pençeleştiği haberi ortalığa yayıldı ve aynı günün akşamı hasta üstatla "gölgesini" konu alan söylentiye sağda solda ve işe daha bir aşina kişilerin çevresinde ilk katkılar başladı. Vicus Lusorum'un en iç kesiminden, magister adaylarından kaynaklanan bu söylentiye göre, üstat sözde festivali yönetmek istiyor ve yönetecek güçte görüyordu kendini, ama açgözlü "gölgesi" hesabına özveride bulunarak festivali yönetme işini ona havale etmişti. Gelgelelim, bu yüce rolün pek üstesinden geleceğe benzemediği ve festivalin bir düş kırıklığıyla sonlanacağı tehlikesi baş gösterdiği için festivalden, "gölgesinden" ve onun başarısızlığından kendisini sorumlu tutan üstat, yapılan hatanın kefaretini bizzat ödemek istemişti; sağlık durumundaki ani kötüleşmenin ve ateşindeki yükselmenin nedeni de bundan başka bir şey değildi. Kuşkusuz söylentinin daha değişik çeşitlemeleri de vardı, ama elit çevreninki böyleydi ve elit çevre, bu çalışkan yeni kuşak, duruma hazin gözüyle baktığını ve onun herhangi bir şekilde değiştirilip iyi, güzel ve zararsız gösterilmesini desteklemek istemediğini böylece açığa vuruyordu. Terazinin bir gözünde üstada karşı saygı, öbür gözünde "gölgesine" karşı kin ve nefret yer almaktaydı. Ucu üstada dokunsa bile, "gölgesinin" başarısızlığa uğraması ve tepetaklak yıkılıp gitmesi bir dilek olarak gönüllerde yaşıyordu. Derken bir gün geçmişti aradan; bu kez ortada dönen söylentiye göre, güya magister hasta yatağında, temsilcisiyle elit gruptaki iki senyörden birbirleriyle güzel güzel geçinip festivale gölge düşürmemelerini ısrarla rica etmişti. Bir başka gün de ortada yeni bir söylenti dolaşmaya başlamıştı; buna göre, ölmeden son arzusunu dikte ettirmişti üstat ve yöneticilere kendisinden sonra yerine geçmesini istediği kişinin ismini açıklamıştı; bazı isimler dolaşmaya başlamıştı dillerde, magisterin sağlık durumunun sürekli kötüye gittiğine ilişkin haberlerin yanı sıra bu ve benzeri söylentiler almış yürüyor, her ne kadar festivalin ilerki bölümünü izlemekten vazgeçerek Waldzell'den ayrılıp gidenler çıkmıyorsa da, gerek konukevlerindeki, gerek festival salonundaki şenlikli hava günden güne bulutlanıyordu. Bütün organizasyon ağır ve kasvetli bir baskı altındaydı, ama dışarıdan bakınca yine de her şey düzgün bir biçimde olup bitmekteydi; ancak, herkesin daha önceden aşinası olup beklediği neşe ve sevinçten bu festivalde pek eser yoktu. Bitimine iki gün kala festivalin hazırlayıcısı Magister Thomas gözlerini bir daha açmamak üzere hayata yumunca, Kastalya yöneticileri tüm çabalarına karşın ölüm haberinin duyulmasının önüne geçemediler. Ne tuhaftır ki, düğümün bu şekilde çözülmesi, festival izleyicilerinden bazısının içini rahatlatmıştı. Boncuk Oyunu öğrencilerinin, özellikle elit gruba mensup olanlarının Ludus sollemnis'in bitiminden önce yas tutmalarına ya da birbirlerine nöbetleşe yerini bırakan gösteriler ve meditasyonlarla festival günlerindeki etkinliklerin çok sıkı şekilde belirlenmiş akışını en ufak biçimde aksatmalarına izin verilmemişse de, en son festival töreni ve festival gününü ağız ve gönül birliği etmişler gibi öyle bir tutum ve hava içinde kutlamışlardı ki, saygıdeğer üstadın ölümü için bir matemden farksızdı adeta. Beri yandan, aynı kişiler aşırı yorgun düşmüş, uykusuz, sararmış yüzü ve yarı kapalı gözleriyle temsilcilik görevini sürdüren Bertram'ın çevresinin dondurucu bir yalnızlık atmosferiyle sarılıp kuşatılmasına çalışmışlardı.
Mina Urgan - Bir Dinozorun Anıları
Ben tarafsız değilim. Açık seçik taraf tutuyorum. Yobazlığa karşıyım, ırkçılığa karşıyım, gericiliğe karşıyım. İnsanların sömürülmesine ve savaşa karşıyım. Sosyalizmden, sevgiden, kardeşlikten, aydınlıktan yanayım.
Belleğim de hiç güçlü değildir. Bunun nedeni, birçok şeyi kafamdan tamamiyle silmek istememdir belki de. Çünkü bizi derinden yaralayan olayları hiç anmamak, tümüyle unutmak, daha doğrusu unutmuş gibi davranmak zorundayız yaşamaya devam edebilmek için.
Anılarıma başlarken, her şeyden önce, gençliğin bir mutluluk, yaşlılığın ise bir mutsuzluk dönemi olduğu mitosunu yıkmak istiyorum. Gençliğin mutluluğu, gençlerin kendileri dışında neredeyse herkesin inandığı koca bir yalandır. Hiçbir gencin "genç olduğum için aman ne mutluyum" dediği duyulmamıştır. Ama her nedense ihtiyarlar "Ah! Gençken ne mutluydum!" diyerek kendilerini avutup dururlar.
I am an atheist still thank God...Luis Buñuel
Bir dostluğun devamı için az çok aynı çizgide fikir birliği olduğu sürece, ayrı kentlerde ya da ayrı ülkelerde yaşamanız, yıllarca birbirinizi görmemeniz dostluğu hiç zedelemez. Buluşur buluşmaz, iletişim yeniden kuruluverir dakikasında.
İstanbul büyümesine büyüdü; ama çirkinleşerek büyüdü.
Kafa işi yapanlarla kol işi yapanlar arasında ekonomik uçurumların açılmasına katlanamıyorum. Çünkü, kendi suçu olmadan, salt ailesinin ekonomik durumundan ötürü, kol işçisi Ahmet Efendiden kafasını işletmek olasılıklarının esirgendiği için, onun benim gibi profesör değil de çöpçü kaldığını düşünüyorum ve bu yüzden de ömrü boyunca benden daha az para kazanarak cezalandırılmasına gönlüm râzı değil.
Sürekli olarak kişisel mutluluk peşinde koşmak, bir kepazelikten başka bir şey değildir.
Böyle bir dünyada, bunca felaket, bunca yoksulluk, bunca haksızlık ortasında,
gerçekten insan sayılamayacak yaratıklar mutlu olabilirler.
‘’Bana ne dünyanın şurasında burasında, hatta kendi ülkemde kanlı savaşlar varsa;
benim evimde yok ya’’ derler böyleleri.
Başkalarını sokan yılanın günün birinde onları da sokabileceğini hiç düşünmezler bu geri zekalı ‘’bana ne’’ciler.
5 Mayıs 1972’de Deniz’lerin sabaha karşı asıldıklarını duyduğum gün çok yoğun bir utanç yaşamıştım. O üç çocuk kan dökmemişlerdi, kimseyi öldürmemişlerdi ve henüz yirmi beş yaşına basmamışlardı.
Başka bir utanç günüm, Kasım 1982’de faşist anayasasının neredeyse bütün memleket tarafından kabul edildiği gündü.
Bütün Türkler adına utanç duydum.
Yurtseverlikle milliyetçilik kavramları birbirlerine karışır genellikle. Oysa bu ikisi
arasında dünyalar kadar fark vardır.
Yurtsever, doğduğu büyüdüğü toprakları sever; kendi milletinin insanlarına yakınlık
duyar.
Oysa milliyetçi, kendi memleketini yeryüzünün en üstün ülkesi, bu ülkenin insanlarını dünyanın en üstün soyu sayar. ...Böylece faşizme yönelir.
Gelgelelim, "gençlik yanılgılarıdır, olur böyle şeyler" diyerek hoşgörebileceğimiz yaşı çoktan geçmiş, neredeyse kırkına gelmiş bir adam, hala ırkçıysa, hala faşistse; liberal ekonomiyi sömürüp, dalavereyle muazzam servetler yığıyorsa; her gün yalan söylemeyi hakkı sanıyor ve her gün ağız değiştiriyorsa; hala köktendinci bir yobazsa; kadınlara toplumda yer vermeye yanaşmıyorsa; 1400 yıl önceki yaşam biçimini özlüyorsa; kendi dininden ve soyundan olmayanları kıtır kıtır kesmeye hazırsa; asıl amacı demokrasiden işine geldiği kadarı yararlanıp sonra demokrasiyi ortadan kaldırmaksa; bizler demokrasi adına neden böyle bir adama hoşgörü gösterelim.?
Bir insan ne denli üstün zekalı ve bilgili olursa olsun, eğer duyarlılıktan yoksunsa; kafa açısından görkemli bir dev, duygu açısından zavallı bir cüceyse, ben neyleyim böyle bir adamın dostluğunu?
Ancak kadınlara özgü bilinen niteliklerle erkeklere özgü bilinen nitelikleri kendi benliklerinde uyumla kaynaştıranlar gerçek insanlardır. Cinsel açıdan değil, ama ruhsal açıdan biraz hermafrodit olmak gerekir, gerçek bir insan sayılabilmek için.
Psikolojik açıdan kadın erkek ayrımını tamamiyle yanlış buluyorum. Çünkü gerçek bir insan kadın ve erkeğin uyumlu bir karışımıdır.
Emily Dickinson - Şiir ve Kadın
Cenneti yukarıda hiç bulamaz
Aşağıda bulamayan.
Tanrı'nın konutu benimkiyle yanyana
Eşyası aşktan.
“Bana, tatlım, iki miras bıraktın,
“Kalbim, unutacağız onu,
Agorafobik Kadınlar....
Agorafobi kavramına gerçekten kadın perspektifinden bakmak için, tarihin en ünlü münzevilerinden biri olan Amerikalı kadın şair Emily Dickinson'ın yaşantısına bakmak gerek. Dickinson, bir şiirin de şöyle der:
"Yazgıysa neden bütün bunlara
Diyarı yok erkek akrabanın
Bir zindandan başka
Hapsettiği –Yalnızca Ev"
12 Ağustos 2017
Can Yücel - Mekanım Datça Olsun
Bu kitaba adını ben
Güneşle Kalkmak koyacaktım
Ama gece on, hal, terler fışkırıyor terimden
Dayanamıyorum sıcağa
Ben ki gençliğimde Mozambik'te, Angola'da döğüşmeği kurmuştum
Çiçekleri geride bırakmaktan korkuyorum kururlar diye
Rüzgâr kalleşlik etti inmez oldu gerillam düzlere
Yoksa Kuzguncuk'a göçeceğim Şehir gerillaları üzerine konuşmak için
*
Mekânım Datça Olsun
(NARAYAN CAN’A)
Elimlen bir nar ağacı diktim toprağımıza
Daha ne çiçek açtı ne yemiş verdi
Ama yakındır çiçek de açacak
Yemiş de verecek
Bu dediğim yer ki Datça
Tamamen Keşmir
Gelinimin memleketi
Hindistan’ın taa kuzeyinde
*
Sokak inşaatı yeniden başladı, matkaplar gırla…
Kendimi intihar edeceğim bir gün!
Sf: 9
Cıvıl cıvıl mandallarıyla
Islak çamaşırlar ipte
Yoldan geçen idam mahkumlarını selamlıyor
Gökyüzünün denizinde pare pare kalyonlar
Sf: 15
Elektrikler söndü
Karanlığı koynuma kaptım
Kalçaları ne güzel
Ve burnumda tütüyor
Sönmüş bir mum kokusu
Sf: 17
Bu Datça’da
Bu uzak zürafasında Anadolu’nun
Filizkıran fırtınası esiyor
Eş zamanda İstanbul’da, Gaziosmanpaşa’da
Dal gibi Aleviler kırılıyor
İşte bu Vatanla Milletin
Bölünmez Bütünlüğüdür.
Sf: 20
Bugün Pazar
Koyakta yeşil başlı ördekler yüzüyorlar
Bazı yeşil gözler var
Sapanlarla onları gözlerine kestiren
Bugün Pazar
Yeşil bereliler çıkmış izne
Niye onlar korumadılar ki
Kainat Paşa’nın Çin’den getirdiği ördekleri
Onlar da iki yıl önce
Birlikte yüzüyorlardı aynı bükte
Sf: 21
Aşırı sağır az da bunak
Kol saatini bahçede düşürmüş, bulamıyor
Kim bilir ne kadar güzel bir saat çiçeği açacak yerine
Datça toprağı o kadar bereketli ki
Sf: 22
Bir buçuk ay önce bu beldede
4,7 şiddetinde bir deprem olmuştu
Karşıdaki dede cümle kapısının altına sığınmıştı
Ama ben şimdi deprem olacağını bile bile
Atkısı sedir ağacı bu kapının altında değil
Bu kapının önünde seni öpüyorum
Sf: 24
(FLAŞ)
Gök gürültüsünden korkup yamacıma sokulan sevgilime
Sarıl bana, sarıl, öp, öp, öp beni, dedim
Baksana Allah yıldırımlarıyla resmimizi çekiyor
Sf: 25
Sabah kalkıp
Bütün herkes geliyor
Serçeler kumrular İsa çiçekleri
Bulutları çağırıyorum geliyorlar
Gökyüzü çok fena mavi
Yürüyemiyorum ayaklarım yok
Sanki bir ruhum
Sanki bir bademağ’cıyım
Benim çağlalarımı yiyin
Bir kadeh rakıyla
Dünyada Can’ın yaşadığını hatırlamak için
Şerefinize
Sf: 29
Gecenin gözlerini gördüm
Ela değildi
Sf: 32
Bu kitaba adını ben Güneşle Kalkmak koyacaktım
Ama gece on, hal, terler fışkırıyor terimden
Dayanamıyorum sıcağa
Ben ki gençliğimde Mozambik’te, Angola’da döğüşmeyi kurmuştum
Çiçekleri geride bırakmaktan korkuyorum kururlar diye
Rüzgar kalleşlik etti
İnmez oldu gerillam düzlere
Yoksa Kuzguncuk’a göçeceğim
Şehir gerillaları üzerine konuşmak için
Sf: 38
VI
Ellerim doğuştan erkil
Kırış kırış
Toprakla haşır huşur
Çatlak
Kavrulmuş güneşten
Aynaya bakma artık Güler
Ellerin yeter…
Sf: 39
VII
Işıl ışıl
Kıpırdamıştı ki liman
Tek bir çıplak ayak vardı duran
Ve bir el ıslak örtüden sarkan
Boğulmuş
O akşam
Bunlardı o an kulağıma çalan
Sade (Tek) iki adam
O da sedyesini taşıyan
Yokmuş dostu, arkadaşı
Aktörmüş.
Dokuz yüzük on parmağında
Barlarda sabahlayan.
Vakitsiz de verildi salası
Rüzgar dağıldı
Tam da duyamadan adını.
Kimdi?
O liman
Çıplak ayak
Ve sarkan el
Hiç aklımdan çıkmıyor.
Sf: 43
DUR BE RUHUM!
Beni azdırdığın yeter!
Yanağıma yastık oldun
Üstüme yorgan serdin
Hep papatyalardan…
Altına yatıp hep ölesim geliyor.
Yine de bahar diyorum
Bahar bahar bahar
Güler Yücel
Sf: 47
ÖNSÖZ
Bu resimlerin çerçevesi
Sıcak esen deli rüzgarın sarısıyla
Ağustos böceklerinin sesi
Sf: 48
SÜPÜRGE
Güler’in pazardan aldığı
Mutfak duvarına çivilediği süpürge
Sarışın fingirdek bir genç kız,
Topuz örülmüş saçları
Belinde al kuşağ
Fistolu etekliğiyle
Duvardan göz ediyor bana
Süpür – safa Hanım
Sf: 51
CELİLE’DE
Kendimi çarmıha gerilmiş görüyorum
Sıcağın çarmıhına,
İsa’nın dikenleri sivrisinekler,
Kan değil ter damlıyor burnumdan,
Göğe açacak değilim Medardan.
Datça’nın iki metreden su çıkan
Nemli toprağını seviyorum,
Gökyüzü eminim daha da sıcak,
Ne işim var orda
Durduğum yerde sıcaktan
Geberip durmak varken!
Sf: 52
DUHULİYESİ ÇOCUKLARA BEŞ KURUŞ
Güler resim yapmağa başladı.
Bir ikisini Sütçü Zeybek’e gösterdiğinde
“İnekleri de koy içine!” dedi
Güler de koyuyor artık
Bahçe resimleri içine
Hem sade inekleri değil
Kedileri köpekleri
Gugukçuk kuşlarını
Kargalarını
Uçuç böceklerini
Kelebekleri…
Bahçe değil hayvanat bahçesi…
Sf: 53
SEFERİ
Öyle rüzgar esiyor ki
Deniz üstünde volkanik bir teknedesin sanki,
Yapraklar dallar ağaçlar
Yapraklanan yelkeni bu yarımadanın,
Gidiyorsun allahısmarladıklarla
Güneşi bir gülegüleyle,
Ah, şu karasinekler de olmasa!
Sf: 54
BENDEN DE KOYU MAİ BİR BLUES
Senlen raks rakına kalktıkta
Başım ayaklarımla
Ayaklarım başınla beraber,
Ve oran orama değdikçe,
Evler boşalıyor
Sokaklar boşalıyor
Bahçeler masalar boşalıyordu
Ben boşalıyordum,
Bizden gayrı kalan
Bi tek rüzgar vardı
Yaprakları üfleyen rüzgar…
Senden ayrılınca anımdasın
Dünyanın bu kadar kalabalık olduğunu…
Sf: 55
VATANDAŞ İNEK
Datça’da dostum Zeybek geldi
İneğinden sıcak sıcak sütle yoğurt getirdi.
Ben bira içiyordum ona da verdim
Yoğurdu başka kaba aktardım
O arada bana:
Senin yine bağırıyor diye merak ettiğin inek var ya dedi
Sahibi iyi bakmadığı için öğüren inek,
O inek boynuna ip dolanıp öldü.
Kesemediler de, yazık oldu hayvana,
Postunu T.H.K’na verdiler…
Ben de, Uçar diye herhalde, dedim.
Sf: 56
OFLAMA
Bir vapur geçiyor önünden
Vefa bir fırkateyn
Fora etmiş rüzgarları
Kim bilir hangi karşı yakaya…
Gömleğim yok ki ütüleyim,
Gayrı-muntazam bir seferdeyim hep,
İçkisiz kalmış bir barmen
Kendini içiyor kendini yazıyor
Karaya vurmuş bir denizde…
Nedense el ediyor deniz kızları
Aşna-fişne bir ölümü hatırlatarak…
Oh olsun!
Sen misin saatlerdir yalnız böyle
Bir balkonun balkonunda oturan!
Sf: 59
GÜNEŞ KURSU
Güneşi fethedeceğine
Güneşe teslim ol!
Bak, o iki çocuk da öyle yapmış!
Marsık gibi bedenleri
Kıçlarında kara bir don
Salatalık yiyorlar otobüste ayakta,
Güneşin çocukları…
Rüzgar desen o da öyle,
Güneş güneş esiyor…
Kuran kursu değil bu, Güneş Kursu!
Sf: 60
CEM AYİNİ
Antik Bar’da iki kadeh rakı içeyim
Caz plağı dinleyim dedim,
Baktım, kapı duvar,
Mecbur, eve döndüm,
Taraçadaki sedire oturdum,
Bir bira açtım,
Gugukçular başladı,
Ardından ağustos böcekleri
Kurbağalar
Köpek havhavları
İnek böğürtüleri
Bir caz ki deme gitsin!
Sf: 62
GARA SICAK BAHSİ
Geceleri bu var ya
Cova’dan Karaköy’e vurup
Dağları taşları toprakları geçerken
Isınıp ısınıp
Eski Datça’ya vardığında
Azap azap esen rüzgar
Sıcaktı sıcak
Zülfü kara bir bıçaktı sıcak
Bu sıcak itoğlu it mi itoğlu it
Bu havada insan ya mistik
Ya ezogelin olur
Ya da fetişist
Sf: 71
YILKI ATININ ÖLÜMÜ
İçtiğim biralar yirmiyi bulunca
Yine fazla kaçırdın sen! dedi Güler
Adaam sen de!
Atın ölümü arpadan olsun!
Sf: 74
TÖREN
Körmen Burnu’ndan dönüşte
Bir dostun bostanından
Bir ayçiçeği kopardık,
Yanlış dedim, bir günebakan…
Taraçanın duvarına astık önce,
Sabah oldu oturdum karşısına
Günebakan bana bakar
Ben ona…
Güneş Tanrısına tören bu!..
Adana Cezaevinde de aynı şeyi yapmıştım,
Müdür haber almış, alındı
Aldırttı günebakanı başucumdan,
Adi kopuşlardan mahkumlar da
Katılırlar diye törene…
Sf: 77
AYAYMIŞIM
Gözü Aydın Çubukçu’ya
Dolunay bulutsuz, anadan doğma
Yetmiyormuş gibi kendi üryani eriği
Ağaçları soyuyor karanlıkta
Damları sokakları
En ücra evlere bile yetişip
Sevişmek için soyunmuş
Çiftleri bikez daha soyuyor,
Ben de sıçıyorum ay aydınlığında
Götüm başım meydanda,
Luna Luna Lunapark!…
Sf: 78
ISLAK ÖYKÜ
Yağmur duasına çıkmış köylüler
Aptest almış
Göğe el açıp
Yedi rekat namaz kılmışlar
Üç keçi kesmişler sonra
Sana fazla düştü bana az düştü diye
Çıngar çıkmış aralarında
Tabancalar patlamış
Candarma yağmış üzerlerine
Sf: 79
EŞEKLERLE RÖPORTAC
Mekanı Datça olsun
Vali Özer Türk’ün
Muğla’ya serpiştirdiği
Aktur tesislerinden
Datça’dakinin inşaatında
Çalışan emekdar eşekleri
Araziye salmışlar,
Çiftleşip çoğalıp yabanlaşmışlar
Sayıları beşyüzü, altıyüzü bulmuş,
Dere-tepe, insanlardan ırak
Tepişip duruyorlarmış,
Şunlarla bir can sohbeti edeyim dedim,
Bıkkıntı getirmiştim
Ana-karayla konuşmaktan
Cemal’in cipine atlayıp
Düştük yollara,
Yastıkiçi’ne vardık, yoklar
Yılanlı’da da yoktular,
Vakit erken, suya inmiyorlar,
Alavara yöresinde baktık
Bir kayanın üstünde iki tane
Biri gebeş, biri erkek,
Cipten inip seslendim davudi sesimle
Sayın eşekler
Sizinle röportaja geldim, diye,
Dişisi beş kez kuyruğunu salladı,
Anlamadım diye haykırdım tekrar,
Yine kuyruğunu salladı beş kez,
Dangetti kafama: duymuş bu
Güneş Taner’in piposunu tüttürerek
Röportaj başına beşbin dolar
İstediğini TV kanalizasyonlarından…
Sayın eşek, o kadar para bende ne gezer!
Diye küskün küskün,
Kıçımıza baka baka
Eli boş döndük fakiraneye
Sf: 81
ŞİPŞAK
Sabah saat altı
Alarga sesi bir,
Derken bacanın ardından
Havada açılıp kapanan kanatlar,
Bana Vangogh’un
Belki de kendimin
Ölümünü anımsattı
Sf: 85
KEYF
Bugün yine sıcak diyordu peder
Gine ateş fışkıracak götümüzden
Biz de Körmen’e uzanırız
Serin olur orası
Bir heveng de sokkan balığı alırız
Tele dizilmiş öyle
Mangal yaparız
Akşamın bitek atar açılırız
Denize gökyüzüne yıldızlara
Bugün gene kıyak diyordu peder
Sf: 86
HAYKAY
Yavru kuş kondu dala
Dal salıncak
Sallandı sallandı
Sf: 88
ŞU ALÇAK
Yüksek solunum sistemi
Fena sıkıştırıyor beni
Soluyum dedikçe dünyayı içime
Bir gıcıktır tuttu,
Ossun!
Bu kadar dünyalık bana yeter
Sevgili Cemal’i yadederek!
Sf: 90
RIZA
Karasinekler o kadar bol ki
Ama da yine
Vurmuyorum kırmıyorum
Kıkışlamıyorum bile,
Konsunlar konsunlar
Konsunlar hayasız hayalarıma
Çünkim ben zaten
Ve şimdiden ölüyüm
Bu ıssıcakta
Ben babamın kokuşmuş dölüyüm…
Sf: 81
AFRO AFRO AFRODİT
Taraçada ipe asılı çamaşırlar azmış
Ben zaten azgın
Fırlamışım tarlaya
Gökte Zühre Yıldızını aramaya
Düşmüşüm bir antik çukura
Yarı içkiden yarı sallantıdan sersem
Afrodit’siz ama, olsun!
Sf: 81
ÇAĞRIŞIM
Fener balığı aldım çarşıdan
Emekli fener bekçisini götürüyorum eve
Hani şu kırçıl bıyıkları
Rüzgarda uçan ağarmış saçlarıyla
Yanımızdan motosikletle geçen ihtiyar.
Su dolu tencereyi ateşe koydum
İçine iki baş soğan iki diş sarımsak
İki defne yaprağı attım
Balığı da kaydırdım aralarına,
Kaynar suyun kabarcıklarını seyrederken düşündüm
Kim bilir ne denizler ne denizler
Ne lodoslar ne poyrazlar
Görmüş geçirmiştir o emekdar
Tekir Burnu’ndaki fenerden diye.
Sf: 94
CAZZ-CIZZ
Köpek havlamalarıyla aklıma düştü
Beynimin soğancığından mukim
RİTM RİTİM RİTM…
Ayaklarım kırkayak
Dudaklarım yaprak yaprak
Ve tenim çırılçıplak
Gözüme giren sokak lambasını
Tek kurşunla iptal ediyorum,
Gayrı uzak gözlüklerimde üryan,
Nazım’ın lacivertdi beşiğinde
Yıldızlar ayaküstü sevişiyorlar
Bi yakın bi uzak
Kerterek birbirlerini,
ŞAH ŞAH ŞAH
Ah Aah Ahh
Beli geliyor gökyüzünün
Bir yıldız yağıyor üstüme…
Sf: 97
VAKİTSİZ DİNLENTİ
Na’apıyorsun Ağustos böceği,
Daha Temmuzdayız
Cır-cır-cır
Zor çıkarsın Ağustosa!
Ne bileceksin ama
Ozan tabakasının delindiğini,
İklimin değiştiğini,
Temmuzun Ağustosa karıştığını…
Sf: 98
YÜZGÖRÜMLÜĞÜ
gözünaydın çubukçu’ya
Yağmur duasına çıkmadan
Toprak kokusunu bekliyordum
Toprağın burnumda tüteceği anı
Geldi O
Islak ayva tüyleriyle karışık
Bir fincan kahvenin kahverengi dumanı
Yeşili unutturan
Yeni bir yeşile peşrev
İri damlalarla düşen Sonbahar
Al sana bir yüz görümlüğü
Sf: 99
CAZI
Düşümde giderken tozlu yollarda
Ardımda ihtiyar bir dilenci kadın
Allah sen beni fıldırfüdürün mü
Sandıysan diye bir ilahi okuyarak
Değneğini taşlara kakıyordu
Sf: 101
SÜNNET YAHNİSİ
Bi hazırlık bi hazırlık
Somya indirdiler pikaptan
Üstüne pamuk şilte
Kıl pranga kızıl çengi analar
Etekleri oyalı çarşaflar serdiler,
Rubalı giysiler kuşanmış kız çocukları
Haset gözlerle seyrediyor töreni,
Ağaçlara da gelin telleri astılar,
Kirveleri altı çıplak iki çocuk getirip
Yatırdılar kocaman yatağa,
Belki de dedim kendi kendime
Bu, oğlanların çükleriyle görecekleri
İlk ve son saltanat!
Sonra döndüm yanımdaki Muhtara:
Fenni sünnetçi Sayın Belediye Başkanı
Bıraktı gayrı bu işi,
Sen piyasadaki sünnetçiden
Toplayıver şu sünnet derilerini
Ne güzel soğanlı yahnisi olur dedim
Yedirirsin sonradan Müslüman olmuş gavurcuklara
Sf: 102
YAZ GELDİ
Dutlar düşüyor pıtır pıtır
Memet Topçu’nun traktör gök gürültüsüyle
Yaz geldi paldır küldür
Yunus Emre indi
Suya havaya toprağa,
Kulak’ın köpeği Demokrat
Yol üstüne yatmış soluyor,
Işık değişti
Işığın yolları değişti
Gölgeler ışığa çaldı
İçinde sarmanlar dolaşıyor
Böyle bir akşamüstü
Hiç ölmek istemezdim
Sf: 105
DATÇA’DAN GARA GALEMLER
Güneş yanığı dazlak kafasını kaşıyarak
Kahvede deyip durdu Gulak:
O goca memeli gızın goynuna giresen
Göyceğiz gaplıcasına girmiş gader olusun!
Sf: 106
II
Bakkal Hasan’ın orda
Gulak daha önce gelmiş dükkana
Bana bir guru fasule, dedi
Buz dolabından ossun!
Ben de kuru fasulye buz dolabında
Ne arıyor? diye sordum.
Biz şaraba guru fasule deriz, dedi
Sf: 107
III
Horoz ötecek
İnek böğürecek
Eşek anıracak
Gız onyedisinde olacak
Gayrola da gıcır da gıcır
Gıcırdaacak
Sf: 108
IV
Vancouver British Cloumbia
Medical Center’dan
Kapı gibi raporlu Cemal
3 dönüm karpuz ektiydi
Babadan kalma toprağına,
Kargalar erken cücüklenen karpuzları
Didik didik etmişler,
Cemal de Tarım Müdürlüğü’nden
“Vur” emri çıkartmış,
Cemal hükümatla hır çıksın istemiyor,
Akşamdan kalmış sabah uykusunu
Gavur eden imamı
Turgut Özal Meydanında kovalamaktan
14 ay cezası var
Temyizde bekleyen,
Niye raporunu göstermedin o zaman?
Deyince ben,
Daha büyük suça saklıyorum onu, dedi
Mesela camiyi uçurmak gibi…
Sf: 109
V
Saksafoncu uçuk Tülbent
Reşat’ın orda
Cebinden bir kaset çıkarıp
Şunu lütfen teybe koy da
Dinleyelim, dedi,
Benim Paris’ten bir grupla
Çaldığım parça…
Saksafoncusu kadar uçuk
Bir musikidir başladı,
Sustuk dinliyoruz…
Derken Tülbent’in yüzü ekşidi
Çenesi sarktı,
Bu baterist var ya işte, dedi,
Bir parti vermiştim evde
O partide, benim evimde galiba
Benim yatak odamda galiba
Benim kızı becerdi galiba
Neyse neyse…
Deyip kalktı ayağa
Heyheyleri tutmuştu galiba,
İskeleyi turlamaya gitti…
Sf: 111
VII
Zeybek aşağı mahallede oturuyor
İnek besliyor
Küçücük bir evi küçücük bir bahçesi var
Sardunyalar içinde
Saçları ağarmış
Sesi getirdiği süt kadar sıcak
Günaydın diyor parasını alıp gidiyor
Güneşi bir yüzü var her daim gülen
Gittiğinde taraça kekik kokuyor uzun uzun
Sf: 112
VIII
(GULAK’IN SİYATİĞİ)
Elli metrodan fazla yürüyene
Dizlerim geriliyor,
Antepli hekim garıya çıktım,
Sen iflah olmasın, dedi bana
İlaç da gar etmez bu derde
Sen bu sancıyla ölene kadar sürünecen
Sen siyaset olmuşun, dedi kesti
Ben de ağnamadım nerden bildi
Bizim köpeğe “Demokrat” dediğini
Sf: 114
X
Kendi halinde bir arkadaş Kutay
İçine kapalı huysuz biraz da
Susurluk’tan sonra iyice kötüledi garibim
Eve kapandı büsbütün
Kahveye bile inmez oldu,
Evinin önünden geçiyordum geçen gün
Baktım elinde kazma, çukur kazıyor
Kolay gelsin ağbey! diye
Seslendim duvarın üstünden
Gene ne ekiyorsun bakalım?
Kazmasına tutunup doğruldu
Elmanın armudun demi geçti gayri, dedi
Bu deyyuslar buraya da gelirler yakında
Ona göre mayın dikiyorum, evlat, mayın!
Sf: 115
XI
Pisi pisi otları rüzgarda
Nasıl sallanıyorsa bir yandan bir yana
Bizim muhtar da aynen öyle sallabaş,
Hazretteki muhabbet dilsizlere ziyafet
Hem kol hem çengi hem pantomima…
Cava Adasına gidip “Cava” motoruyla
Ordaki Monikalara klarnet çaldırma sevdasına
Düşe kalka (tövbe) allahsızın günü
Boksör olmuş suratı, malülen sigorta…
Çaresiz kalınca o da karar verdi
Muhtar değil mi ele aldı muhtariyeti
Mahallen, kendi mahallesinde yapacaktı bu seyahati
Restorantına ilanla iki mini-garson getirtti
Şansa bak, kızlardan biri çıkmaz mı sana travesti!
Sf: 116
XII
Zen Budistlerden bizim Zendost Mustafa
Üç direkli bir yat yanaşırcasına limana
Usulca yanaşıyor her önüne gelen kadına
Yat, yat yatalım diye mırıldana mırıldana
Sf: 117
XIII
Televizyondan acans dinlerken
Kahveden arkadan biri
Boyacı Ali var ya, dedi
Hani şu iskelede
Köpeğine gıravat takıp
Gezdiren Ali…
Ben de atıldım
Ceza yasalarını pek bildiğim için,
Arkadaş, bunun
Milletvekilleriyle bir ilgisi
Yok elbette, dedim
Sf: 121
XVII
(CEZANNE’IN UYUYAN İSKAMBİL OYNAYANLARI)
Bilmiyorum ne alemdeyim
Bilemiyorum öbür dünyada mıyım
Dörder dörder oturmuşlar masalara
Yanlarında iki-üç seyirci
Başlarında beyzbol kasketleri
Uyuyarak “batak” oynuyorlar
Kahveci çaylarını getiriyor önlerine
Uyuyarak içiyorlar,
Arada bir birisi koz gibi bir laf çakıyor masaya
Şimdi sıçtım ağzınıza diye…
Televizyonda ağır-aksak bir dizi
Feci karnım ağrıyor
Altıma sıçıyorum uzak bir masada
Yani bir dünyadan dışarı çıkıyorum
Nafile bir ikindi namazı kılıyorum
Teyemmümle
Sf: 121
LUNAÇARSKİ’YE
Ay parçası değil ki bütün bütüne,
Nerden gelmiş garbımıza garibimize
Meçhul,
Işıktan ışıktan örümcek ağlarının
İçinden geçer gibi geçip ben
İçmelerde duruyorum içmeye,
Oysa O dolaşacak dolaşacak daha
Haydan gelip huya giden uydularıyla
Bu huysuz bu yıldız bu poyraz körfezi,
Sulara salınmış bin bir iğneli paraketesi
Sikerine bir dolunay denizamlarından doğma
Balıklıova’ya bir dolu ki yağmakta aşkla
Valiler, veliler, leylalar, leylaklar
Ve vaveylalarla,
Halikarnas’tan bir balıkçı tut ki sıkıysa
Ele avuca ve ölümlere sığmaz…