31 Ocak 2019
Atatürk ve Tam Bağımsızlık - Muammer Aksoy
30 Ocak 2019
Mahatma Gandi "Gelecek bugün ne yaptığınıza göre şekillenir."
Mutluluk; düşündüğün, söylediğin ve eylediğinin uyum içinde olmasıdır.
Sevginin olduğu yerde hayat vardır.
Kişi düşüncelerinin ürünüdür. Ne düşünürse o olur.
Kimse iznim olmadan beni incitemez.
Umutsuzluğa kapıldığımda tarihi düşünürüm gerçeğin ve sevginin daima galip geldiğini hatırlarım. Her zaman zalimler ve caniler olmuştur. Bir süre için yenilmez görünebilirler, ama sonunda hep yenilirler. Her zaman bunu düşün.
Kötülükler üzerine düşünmeye başlarsam deliririm ve Hindistan’a hizmet edemez hale gelirim. Hiç düşmanım olmadığını varsaymaya başlasam, kendi hatalarımı dünyaya açık etsem ve diğerlerinin hatalarına gözlerimi yumsam ne olur ki?
Kadın erkeğin esiri değil; can yoldaşı, desteği, kederlerinin ve sevinçlerinin tam anlamıyla ortağıdır.
Haksızlığa sapıp bütün insanlar seni takip edeceğine, adaletle hareket edip tek başına kal daha iyi.
Toprağı kazıp onu işlemeyi unutmak, kendimizi unutmak demektir.
Bencilliğin gözü perdelidir.
Sevgi dünyadaki en incelikli güçtür.
Her sabah kalktığım zaman kendi kendime şöyle söz veririm: Dünya üzerinde vicdanımdan başka kimseden korkmayacağım. Kimsenin haksızlığına boyun eğmeyeceğim.Adaletsizliği adaletle yıkacağım ve mukavemet etmekte ısrar ederse onu, bütün mevcudiyetimle karşılayacağım.
Düşünceye gem vurmak, zihne gem vurmak gibidir. Bu ise rüzgarı zapt etmekten de zordur.
Robert Frost "Dünya istekli insanlarla dolu; bazıları çalışmaya istekli, geri kalanlar da onları kendi hallerine bırakmaya."
Beyin harika bir organ; sabah kalktığında çalışmaya başlıyor. İşe gidinceye kadar durmuyor.
Dünyanın yarısı söyleyecek bir şeyi olan ama söyleyemeyen, öteki yarısı da söyleyecek bir şeyi olmayan ama durmadan konuşan insanlardan oluşur.
Banka, size hava iyiyken şemsiye verip, yağmur başladığında geri isteyendir.
Hayatta öğrendiğim her şeyi üç kelime ile özetleyebilirim : hayat devam ediyor.
Anton Çehov "Aşılmasına imkan olmayan hiçbir duvar yoktur."
28 Ocak 2019
Kızı, Neyzen Tevfık'i anlatıyor.
Gelen gideni yoktu pek. Yatağı, buzdolabı, televizyonu ve dolabıyla gereksinim duyulacak hemen her şey vardı odasında. Bizi sanki evindeymiş gibi ağırlamaya çalıştı, özel bir dinlenme eviydi burası. Yatağın üzerinde asılı küçük bir çerçeve içinde yer alan fotoğrafla ne çok benzerliği vardı Leman Hanım’ın. Bu fotoğraf, ünlü ney ustası Neyzen Tevfik Kolaylı’ya aitti. Leman Kolaylı da onun tek çocuğuydu.
Leman Kolaylı, önce içten anlatımıyla söyleyeceklerini özetleyiverdi: “Babamı benden başka herkes iyi tanıyor, emin olun.”
Babasıyla ilgili anımsadıkları mı?
“Bilseniz o kadar komik hadiseler oldu ki... 1953 senesinde öldüğü zaman, İzmir’de olduğum için cenazesine gidemedim. 4-5 ay sonra tanıştığım eczacı, ‘Babanız benim ellerimde öldü’ dedi. Oysa babam, Nuri Demirağ’ın Beşiktaş’taki evinde ölmüştü. Adama itiraz ettim, o da ‘Hayır, benim kollarımda öldü’ diye ısrar etti. Ben de ‘Tamam, sizin dediğiniz gibi olsun’ dedim.”
Küçük oğlundan söz etmeden yapamıyordu. 31 yaşında ölmüştü oğlu. Onu yitirişini, “Hapa alıştı, sonra da cinayete ismi karıştı” diyerek özetledi. Gözleri doluyor, yüreğindeki acıyı dindiremiyordu. Basından yakındı:
“Herkes hep Neyzen Tevfik’in torunu diye yazdı. Ne kadar çirkin bir şey... Bu yüzden basına kırgınım. Oğlum da kahrından intihar etti diyorum. Bir oğlum daha var. Bir çiftlikte oturuyor, çalışıyor, ara sıra beni görmeye gelir.”
Hüzünlü gülümsemeyle, geçmişle ilgili kırık dökük anılarını sıraladı:
“İstanbul’da Pendik’te otururduk. Çok güzel bir yerdi burası. Bu zamanın gençleri gibiydik. Amcam (Şefik Kolaylı) hiç mutaasıp değildi. Fevkalade medeni fikirli bir insandı... Nüktedandı babam, çok güzel taklit yapardı. İçkiyi fazla kaçırdığı zaman, Kadıköy’deki eve gider, orada duvarlara şiir yazarmış. Sonradan doktorlar deftere geçirmişler. Yani düzenli olarak bir yere şiir yazmazdı.”
Annesiyle babasının evlilikleri üzerine söyleyebilecekleri?
“Babamın evli olduğunu bilmezlerdi hiç. Hep iddiaya girerlerdi, evli mi, değil mi diye. Annem evlendiğinde çok küçükmüş. Evlendikten bir yıl sonra boşanmışlar. Ayrıldıklarında ben, üç aylıkmışım... Annemi 18 yaşında tanıdım. Babam, ‘Aman annene kızma, onun kabahati yok, benim kahrımı kimse çekemez. Çok küçüktü aldığımda. Çekemedi benim kahrımı’ derdi her zaman.
Hatta annem de anlatırdı; 14 yaşında Erenköy’de evlenmişler, annem köşkün bahçesinde toplanan çocuklarla oynarmış. Bir bakarmış babam geliyor, kaçarmış evin içine, korkudan dolapta saklanırmış. Oysa babam o tipte bir insan değildi. İçmediği zamanlar gayet nazikti. İçtiği zamanlar kafasına taktığı oldu mu, tamam, Allah diline düşürmesin. İşte böyle...” diyerek kesti konuşmasını.
Leman Kolaylı, babasımn hemen hemen olduğu gibi bütün yüz hatlarına sahipti. Ancak onun yüzü dingin ve mahzundu. Tatlı gülümsemesiyle konuşmasını ince esprilerle süslüyor, yerine göre hicvetmeden de yapamıyordu. Babasından söz etmeyi sürdürdü:
“Babama Nuri Demirağ, bir ev verdi Beşiktaş’ta. Orada oturuyordu. Sonradan iki çocuğu hami aldı, onlarla oturmaya başladı, ‘Fakir fukaralar geçinsinler’ dedi. İçmediği zamanlar Pendik'e gelirdi. Kendine çok bakardı, sıhhatine düşkündü. Kendimi ‘kalafata’ çekiyorum, derdi.”
Neyzen Tevfik’i Pendik’e uğradığı zamanlar dışında görür müydü?
“Bir keresinde 20-22 yaşlarındaydım. Babamı Beyoğlu’nda pejmürde giysilerle gördüm bir gün. Oysa daha yeni bir takım elbise diktirmişti. Ne zaman yeni bir şey alınsa ya da dikilse hemen başkasına verirdi. Kendisi de eski püskü giysiler giyerdi. Pendik’e geldiği zaman ‘Sen konserlerden niye para kazanıyorsun, neden böyle geziyorsun?’ diye sorduğumda, ‘Haklısın’ derdi bana, bu yüzden geçinemezdik onunla, amcam bana babalık yaptığı için fevkalade rahattı...”
Babasının ney tutkusu ya da musikiye merakı onda da var mıydı?
“Pendik’te her sabah kör karanlıkta ney çalardı babam. Ona karşı hatalarım çoktur. Neyi her yerde herkese çalmazdı. Canı istediği zaman çalardı. Değişik bir çalışı vardı, ne kadar güzel çalardı... Ben hiç çekmemişim ona. Keman çalmak istedim, sonradan kemanıma eşek arıları yuva bile yaptı ilgisizlikten.”
Omuzlarını silkip “Ne bileyim işte, öyle ‘layülsel’ bir adamdı babam...Katiyen giyimine önem vermezdi, çok haklıydı.” diye bitiriyor geçmişe yolculuğunu Leman Kolaylı.
2.2.1987, İzmir
Kızı, Neyzen Tevfık'i anlatıyor
Poetica - Özdemir Asaf
William Butler Yeats "Bir bilge gibi düşün; ama insanların dilinde konuş."
Dünya mucizelerle doludur, sabırla duyularımızın keskinleşmesini bekleyen.
Çıkmaya değer tek yolculuk, içteki yolculuktur.
Sɑkın kɑybettiğin yerde bekleme; çünkü güçsüzler öyle yɑpɑr. Ve kɑpɑnɑn bir kɑpıyı bir dɑhɑ çɑlmɑ; kɑpɑnɑn kɑpıyı ɑcizler çɑlɑr.
Mutluluk; ne erdem ne de zevktir; ne o şeydir ne de bu. Mutluluk sadece büyümektir. Büyüdüğümüz zaman mutluyuzdur.
Howard Zinn "İnsanın kalbiyle değil de kafasıyla düşündüğünü de öğretmişlerdi bana."
Bütün dünya çürüyor. Su zehirli, hava kirlenmiş, siyaset çirkinleşmiş, toprağın barsakları dışarı uğramış, orman yağmalanmış, sahiller yok edilmiş, kasabalar yakılmış, insanların yaşamları mahvedilmiş.
İnsanlık tarihi sadece gaddarlık tarihi değil, aynı zamanda şefkat, özveri, cesaret, iyilikseverlik tarihidir.
Nuri Bilge Ceylan "Bakmayı bilirsek hayat çok renklidir, insan manzarası dünyanın en zengin manzarasıdır. Yan masaya bakın, orada mutlaka bir hikâye vardır."
İnsanlar bir yaştan sonra değişmiyor bence. Kötü yönleri daha da belirginleşiyor hatta...Kış Uykusu
Güçlüsün, dünyayı yerinden oynatabilirmişsin gibi geliyor. Gel gelelim dünyanın umurunda olmayan, hapisten farksız bu kasabada yaşamak zorundasın. Sağa bak ağaç sola bak ağaç, gitmeyip de ne yapacaksın...Kasaba
Herkes yaptığının cezasını çekiyor, çocuklar ise büyüklerin günahlarını...Bir Zamanlar Anadoluda
Bazı insanlar çok uzaktalar. Bizim asla gidemeyeceğimiz yerdeler...Uzak
25 Ocak 2019
Onat Kutlar "Çevirmen"
Ağacın yanında, elinde porselen bir tabakla, Ticaret Mahkemesinin yaşlı odacısı duruyordu. Düşen serçeyi alıp, usulca tabağa koyuyordu. Tabak ölü serçelerle doluydu. Karşıda, kullanılmayan ahırın karanlık kapısı önünde, elleri ceplerinde öylece duran küçük erkek kardeşim dikkatle odacıyı izliyordu. Gökyüzü, ikindi güneşiyle aydınlık, avlu gölgeliydi. Küçük kuşların ölümü için epeyce elverişli bir saat.
Düzenli aralıklarla, serçelere, odacıya ve yanı başımda bir iskemleye ters oturmuş, bir tek tüfeğin gez ve arpacığından dikkatle nişan alan aile dostumuz Ticaret Mahkemesi Yargıcı'na bakıyordum. Namluyu hafifçe oynatıyor, sonra bir noktaya gelince gözlerini kısarak tetiği çekiyordu. Pat!.. Bir serçe daha. Odacı, ölü serçeyi, olgunlaşarak düşmüş bir meyve gibi tabağa koyuyordu.
Anam kahve fincanlarını topluyordu. Sürekli hareket halindeydi. Bir yolculuğa çıkacakmış gibi. Oysa yolculuğa çıkacak olan babamdı. Onu akşam olmadan çiftliğe ulaştıracak olan at, kapıda sabırsız kişniyordu. Babam konuğun gitmesini bekliyordu. Sadece ablam, duygularını saklayamadı. On dört yaşındaydı. Tırnaklarını kemirirken birden bağırdı:
"Vuracaksanız yılanı vurun. Serçeleri niçin vuruyorsunuz?" Yargıç gözlüklerini bir an alnına kaldırdı. Ablama baktı: "Bu yezitler yarın tek çağla bırakmaz ağaçta kızım..." dedi. Serçeleri vurmaya devam etti. Bu tuhaf düğümü çözmesi için babama baktım. O, pencereden kardeşime seslendi, "Oğlum, ahırdan kolanı getir." Kardeşim sızlanarak karşılık verdi: "Ben yılandan korkuyorum. Getiremem." Annem, "Babanı duymadın mı?" diye seslendi kardeşime, "yola çıkacak." Sonra Yargıç'..a döndü. "Yoruldunuz..." "Yok canım" diye karşılık verdi Yargıç, "Kalemi kırdık bir kere..." Yeniden nişan aldı. Pat. Bir serçe daha.
Konuşmaları garip bir tedirginlikle dinliyordum. Bu insanların hepsi aynı dili konuşuyorlar ama birbirlerinin söylediklerini anlamıyorlardı. Sanki odada bir Japon, bir İngiliz, bir Macar, bir İspanyol vardı ve hiç biri ötekinin dilini bilmiyordu. Bir şey yapmalıydım. Çünkü serçeler ölüp duruyordu. Pencereye dayanmaktan uyuşan kolumu sallayarak odanın ortasına yürüdüm. Beni bile şaşırtan yüksek bir sesle konuşmaya başladım:
"Yani ablam diyor ki, serçeler duvardaki yuvalarına gizlenmiş yılandan korktukları için ağaca konuyorlar. Serçeleri vuracağınıza o yılanı vurun. Hem serçeler kurtulsun, hem de ağaç... Babam konuğuna git diyemediği için yola çıkamıyor. Atın kolanını istemesi bu yüzden. Belki konuk anlar diye... Küçük kardeşim kolanla yılanı karıştırıyor. Bu yüzden korkuyor. Hakkı da var. Çünkü geçenlerde babam, karanlıkta kolan sanıp bir yılanı tutan birinden söz etmişti. Şimdi unuttu herhalde bunu anlattığını... Annem konuğun yorulmadığını biliyor. Bunu söylerken, artık gitseniz demek istiyor. Yargıç amca ise serçeler için verdiği idam kararından dönmeyeceğini söylemek istiyor... Odacının da hiç sesi çıkmıyor, çünkü korkuyor..."
Rahatladım ve sustum. Herkesin ne demek istediğini söylemiştim. Ama odadakilerin yüzüne bakınca bir korku doldu içime. Anlaşılan ciddi bir pot kırmıştım. Babamın durumu kurtarmak için söylediği gönül alıcı cümlelere rağmen Yargıç izin isteyip gitti.
O anda, yaptığım işin sadece bir çeviri olduğunu, kimseyi kızdırmak istemediğimi elbette anlatamadım. Çünkü açıkçası, yaptığımın ne olduğunu da iyice bilmiyordum. Özelliğimi kavramam ve adlandırmam için yılların geçmesi gerekti.
Çevirmenlik, bilinen bir iştir. Güçlükleri olduğu doğrudur. Ama, eninde sonunda, yaptığımız iş, bir dilde yazılan ya da söyleneni bir başka dile aktarmaktır. Benimki ise bambaşka bir olaydı. Aynı dili konuşan insanların söylediklerini gene aynı dile çevirmek. Bana öyle geliyordu ki, evde büyüklerle küçüklerin, okulda öğretmenle öğrencilerin, sokakta köylülerle kentlilerin, ülkede yönetenlerle yönetilenlerin birbirlerini anlamaları için birinin çıkıp bir tür çeviri yapması gerekiyordu. Ve başka konularda olduğu gibi, bu konuda da sorumluluk duyuyor, hatta çoğu kez bu sorumluluğun altında eziliyordum. Gene de bir başkası üstlenmediğine göre, bu görevimi yerine getirmeliydim. Yılmak bilmez bir bağlılıkla işimi sürdürdüm.
Çevirmenlik görevim kimi zaman mutlu sonuçlar doğuruyordu. Beyazıt Kitaplığı'nın avlusunda, sevgilisi delikanlıya aşktan söz etmek isterken kimya formülleri anlatan genç kızın sözlerini Türkçe'ye çeviriyordum örneğin. Genç kız, mutluluktan bayılmış gözlerle bakıyordu bana. Ya da bir felsefe kitabını bir türlü anlayamayan arkadaşıma yeniden ve gene Türkçe anlatıyordum Eflatun'un dediklerini. Bu kez anlıyor ve çok sevdiği felsefe konularında ilerliyordu. Ama kimi zaman da kolayca tahmin edebileceğiniz gibi, inanılmaz karışıklıklara, kızgınlıklara neden oluyordum.
İnsanların konuşmalarındaki ikiyüzlülükten mi kaynaklanıyordu acaba benim bu mesleğim diye düşündüğüm çok olmuştur. Bir ölçüde doğrudur bu. Ama tümüyle değil. Söylediğinin tersini düşünen birinin yüzünden maskesini sıyırmak bu anlamda bir çeviridir elbette. Ama iki ayrı insanın, aynı sözcüğü, örneğin özgürlük ya da masa gibi biri soyut, öbürü somut iki sözcüğü tümüyle ayrı ayrı kavradıklarına da tanık oluyordum. Böyle durumlarda, elbette bir ikiyüzlülük söz konusu değildi. Ama gene de bir çeviri gerekiyordu.
Beni en çok şaşırtan olay, günün birinde, iki insanın sözlerini aynı dilde birbirine çevirirken, benim kullandığım sözlerle yeni ve üçüncü bir dil oluştuğunu görmem oldu. çünkü eninde sonunda iki taraf arasında bulunan ben de, bir dille konuşuyordum. Ve bu dil, öbür ikisinden farklıydı. İki insan, iki topluluk ya da yeryüzü ile insan arasında yeniden üretilen bir dil.
Şimdi kimi zaman düşünüyorum: Acaba edebiyat denen şey bu mu? Bu konuda bir yazı yazmayı da bu yüzden düşündüm.................Bahar İsyancıdır
Jacob'un Odası - Virginia Woolf
Evet, bacalar ve sahil koruma karakolları ve dalgaları hiç kimse tarafından görülmeksizin çatlayan beyaz kumsallı körfezler insana her şeyi kuşatan bir kederi hatırlatır. ve ne olabilir ki bu keder? o, toprağın kendisinden ürer. sahildeki evlerden gelir. saydam başlar, sonra bulut yoğunlaşır. penceremizin camının arkasındaki tüm bir tarihtir. kaçmak boşunadır.
Hayat onlar olmadan çivisinden çıkar. "çaya gelin, yemeğe gelin,
hikayenin aslı nedir? haberleri duydun mu? başkentte hayat şenlikliymiş;
rus baletler.." onlar bizim cıvatalarımız, dayanaklarımızdır.
günlerimizi birbirine bağlar ve hayatı kusursuz bir yuvarlak haline
getirirler.
Büyük adamlar gerçeğe aşıktır.
Unutkanlık, kim inkar edebilir, cömertlikle, anne şakacılığı, kocakarı
masalları, aklına estiği gibi davranıvermeler, şaşırtıcı gözüpeklik
anları, mizah ve duygusallıkla bir araya geldiğinde, bu bakımlardan
kadınlar erkeklerden daha hoşturlar.
Yorgunluk en iyi uyku iksiridir.
hepimizin içinde adının konmasını istemeyen mutlak bir yan var. toplumda alaya alınan, çarpıtılan bu işte. insanlar bir odada bir araya geliyorlar. "sizinle tanıştığıma çok memnun oldum." diyor birisi, oysa yalan. sonra da şöyle diyorlar: "ilkbaharı sonbahardan daha çok sever oldum artık. insan yaşlandıkça ilkbaharı seviyor galiba." çünkü kadınlar hep, hep, hep duygulardan söz ederler ve "insan yaşlandıkça" lafını kullanıyorlarsa sizden tamamıyla konuyla alakasız bir cevap vermenizi istiyorlardır.
Erdemleri bir ya da iki sayfada özetleniveren kitapları severim. üzerlerinden ordular geçse kılı kıpırdamayan cümleleri severim.
Gece, bir yıldız gibi içine batılan ya da üzerinde pupa yelken yol alınan çalkantılı, kara bir okyanus değildir.
Hayatın garip yanı, niteliği yüzlerce yüzlerce yıldır herkesçe malum olmasına rağmen, kimsenin onu yeterince anlatamamış olması. londra sokaklarının haritası var; ama tutkularımızın haritası yok. şu köşeyi dönünce ne çıkacak acaba karşımıza?
Okumuş insan, insanların en saygıdeğeridir.
Mesele çözümsüzdür. beden bir beyne koşulmuştur. güzellik aptallıkla atbaşı gider. felaketler, cinayetler, ölümler, salgınlar değildir bizi yaşlandıran ve öldüren; insanların nasıl baktıkları ve güldükleri, otobüslerin basamaklarını nasıl hızla tırmandıklarıdır.
Neden insanlara bilmeleri gereken hiçbir şey öğretilmez?
İnsanları özetlemeye çalışmanın yararı yok. insan ipuçlarını izlemeli, söylenenleri değil tam olarak, sadece yapılanları da değil. bazıları, evet, anında silinmez karakter izlenimleri edinirler insanlardan. diğerleri ise oyalanır, dolanıp dururlar, bir o yana bir bu yana savrulurlar. sevimli yaşlı hanımlar bize kedilerin çoğu kere insan karakterini en iyi anlayan yaratıklar olduğunu söylerler. kedi her zaman iyi insana gider, derler.
Bir kasırgada dalların çırpınmasından daha şiddet dolu ne olabilir, ağaç
dallarının en üstteki noktasına kadar uzanır, rüzgarın estiği yöne göre
gerilir, sarsılır, gene de darmadağın olmaz. başak kıvrılır durur,
kendi kendini köklerinden çekip sökecekmişçesine döver; ama gene de sıkı
sıkıya bağlı kalır toprağa.
Kimse kimseyi olduğu gibi göremez, hele bir tren kompartımanında garip bir delikanlının karşısında oturan orta yaşlı bir hanım, hiç. Bir bütünü görürler -türlü türlü şeyler görürler- kendilerini görürler.
Kadınlar da erkekler de eşit ölçüde kabahatliler. insan kardeşlerimiz hakkında derin, yansız ve adil bir kanıya hiçbir zaman varılamıyor. ya erkeğiz ya kadın. ya soğuğuz ya da duygusal. ya genciz ya da yaşlanmakta. her durumda hayat art arda gölgelerden başka bir şey değil, onlara neden bunca sıkı sıkıya sarıldığımızı ve gölge olduklarına göre, elimizden kaçtıklarında da neden öyle derin bir acı duyduğumuzu tanrı bilir. ayrıca, bu böyleyse ve hatta daha da ötesiyse, neden pencerenin köşesinde koltukta oturan delikanlının dünyanın en sahici, en güvenilir, en iyi tanıdığımız delikanlısı olduğu düşüncesine kapılırız birdenbire- neden, gerçekten? çünkü bir an sonra onun hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. böyledir görme biçimimiz. böyle severiz.
Hepimizin içinde adının konmasını istemeyen mutlak bir yan var. toplumda alaya alınan, çarpıtılan bu işte. insanlar bir odada bir araya geliyorlar. "sizinle tanıştığıma çok memnun oldum." diyor birisi, oysa yalan. sonra da şöyle diyorlar: "ilkbaharı sonbahardan daha çok sever oldum artık. insan yaşlandıkça ilkbaharı seviyor galiba." çünkü kadınlar hep, hep, hep duygulardan söz ederler ve "insan yaşlandıkça" lafını kullanıyorlarsa sizden tamamıyla konuyla alakasız bir cevap vermenizi istiyorlardır.
Kadın güzelliği; o, denizin üzerinde oynaşan ışık gibidir, hiçbir zaman
tek bir dalgaya sadık değildir. bütün kadınların sahip olduğu, bütün
kadınların yitirdiği bir şeydir. kimi yavan ve pastırma dilimi gibi
kalın kalındır. kimi duvara asılmış bir ayna gibi saydam. sıkıcı olanlar
hazırlanmış yüzlerdir.
İnsan kardeşlerimiz hakkında derin, yansız ve adil bir kanıya hiçbir zaman varılamıyor. Ya erkeğiz ya kadın. Ya soğuğuz ya duygusal. Ya genciz ya da yaşlanmakta. Her durumda hayat art arda gölgelerden başka bir şey değil, onlara neden bunca sıkı sıkıya sarıldığımızı ve gölge olduklarına göre, elimizden kaçtıklarında da neden öyle derin bir acı duyduğumuzu Tanrı bilir. Ayrıca, bu böyleyse ve hatta daha da ötesiyse, neden pencerenin köşesinde koltukta oturan delikanlının dünyanın en sahici, en güvenilir, en iyi tanıdığımız delikanlısı olduğu düşüncesine kapılırız birdenbire -neden, gerçekten? Çünkü bir an sonra onun hakkında hiçbir şey bilmiyoruz.
Böyledir görme biçimimiz. Böyle severiz.
24 Ocak 2019
İsmail Cem - Türkiye'de geri kalmışlığın tarihi
Toplumun ve ekonominin gerekleri uyarınca dini yorumlayan, ileriye dönük bir kurum gibi ondan yararlanmasını bilen Osmanlı akılcılığı. Ve geri kalmış bir Türkiye. Her biri devlet yönetme sanatının belgesi olan Mühimme defterleri. Çağın koşulları çerçevesinde başlı başına bir şaheser olan devlet.
Devlet yönetme ustalığı. Bir belirli çağın en ileri ekonomik ve sosyal yapısı. Osmanlı ordularını bir kurtarıcı gibi karşılayan, eşitliği ve hürriyeti ondan bekleyen Balkan halkları; yıkılmakta olan bir kölelik dünyasının ya da dağılmaya yüz tutmuş derebeyliğin yerinde kurulan ileri ve adil bir toplum düzeni. Ve geri kalmış Türkiye. Başka bir milletin ortak çabayla meydana getirdiği olklor ve sanat özelliğini hemen her köyünde ayrı ayrı ve değişik şekilde yaratabilmiş Türkiye. Sanatının inceliğini ve görülmemiş çeşitliliğini âşıklarının sözünde, halılarının, kilimlerinin ilmiğinde, çevrelerinin nakısında yaşatan Türkiye. Geri kalmış Türkiye...
Konuya değişik açılardan bakılabilir. Belirli bir kıyaslama nın çerçevesinde haklı gözüken bir teze göre, eşine az rastlanan .n kültür, uygarlık ve tarih hazinesine sahip olan Türkiye, ilkel özellikteki toplumlara uygulanan bir sıfatla belirlenemez. Eğer Afrika geri kalmışsa, Türkiye onunla ölçüye vurulamaz, aynı deyimle tanımlanamaz. Bu görüş kendi çerçevesinde kuşkusuz doğrudur. Türkiye ile öteki geri kalmışlardan herhangi birini yan yana koysak, arada tarihin ve kültürün yarattığı büyük bir farklılık olacaktır.
Ancak, geri kalmışlığın incelenmesinde, toplumun tarihî gelişme sürecinde aldığı yol ve başlangıç noktasıyla vardığı yer önemlidir. Bu açıdan, Türkiye bir Mozambik'ten, Kongo'dan, Guatemala'dan çok daha geri kalmıştır. Çünkü Mozambik her zaman aynı Mozambik olmuştur. Kongo aynı Kongo, Guatemala aynı Guatemala. Türkiye ise belirli bir dönemde öteki ülkelerle kıyaslandığında en ileri bir noktada gözükmektedir. Sonra gerilemeye başlamış, gerileye gerileye günümüze, aynı kıyaslama yapılınca çok arkada gözüken bir yere varmıştır. Yani, kavramın dinamik anlamıyla, tam bir geri kalmış ülkedir. Geri kalmışlığın tarihini izlerken, çoklukla kullanılan bazı yöntem ve ölçülerden kaçınacağız.
Türkiye'de konuyla ilgili çalışmaların çoğunda rastlanan alışkanlık, toplumu belirli bir dönemde donmuş varsaymaya, onun o andaki özelliklerini Batı kaynaklarının esinlediği ölçülere vurmaya dayanıyor. Bu değerlendirme, hele Türkiye gibi çok sayıda ayrıcalığı olan bir ülkeye uygulandığında yanlış sonuçlar verir; ileriye dönük bir yönteme ışık tutmaya değil, geri kalmışlığın belirtilerini çoğu yetersiz ölçülerle sıralamaya yarar. Meselenin nedenine inmeksizin sonuçları ortaya kor; milli gelir düşük, beslenme yetersiz, sanayi zayıf, dolayısıyla ülke geri kalmıştır der. Bu durum neden meydana geldi sorusunu yanıtlayamadığı gibi, nasıl düzelir sorusuna da ışık tutamaz. Ayrıca, geri kalmışlığı belirtilerine dayanarak açıklayan bu ölçüler, Batı kültürünün etkisinde yaratılmıştır.
Oysa geri kalmış ülkelerin yapıları ve özellikleri Batıdan kesinlikle ayrıdır. Kendilerine özgü kurumları, gelenekleri ve değer yargıları olan bu ülkeleri yalnızca Batının değer yargılarını yansıtan ölçülerle sınıflandırmak, incelemeyi kaçınılmaz şekilde yanlışa sürükler. Klasik çerçevedeki araştırmaların yetersizliğinin bir başka sebebi, belirtilere dayanan ölçülerin geri kalmışlığın ancak donuk, statik bir incelemesine imkân vermesidir. Oysa, bütün toplumsal olgular gibi hareket halinde olan geri kalmışlık sorunu, belirli ve sınırlı bir anda ülkenin sosyal ve iktisadi durumu üzerinde yapılmış gözlemlerle çözümlenemez. Geri kalmışlığın incelenmesi, varoluş nedenlerinin ve çözümlerin aranması ancak olgunun dinamik özelliğine uygun, tarihten günümüze, hatta yarına kadar uzanan bir yöntemle mümkün olabilir. Bu noktadan hareket ederek, Türkiye'nin geri kalmışlığını dinamik bir gelişme sürecinin içinde ele alıp nasıl ve neden oluştuğunu araştırmaya çalışacağız.
Nasıl ve neden sorularının yanıtlanabilmesi, doğal olarak, geri kalmışlığın hangi yöntemle alt edileceği konusunda bazı ipuçlarına işaret edecektir. Türkiye'nin çok özel geri kalmışlık durumunu izlerken, geri kalmışlığın evrensel mekanizmasını hareket ve değişim sürecinde açıklayan dinamik bir modeli kullanacağız. Geri kalmışlığı belirtileriyle değil, oluşumuyla ele alan bu modelin, Fransız bilim adamı Rene Gendarme tarafından sunulan şeklini, onun yaptığı ayırıma ve sınıflamaya, terminolojiye sadık kalarak vereceğiz. Ancak, Türkiye'nin çok değişik özelliklerinden ötürü, bu model bir çözümleme aracı değil, yalnızca meseleye yaklaşım yöntemi olacaktır.
Burada bir daha belirtelim ki, Türkiye'nin geri kalmışlığı bir Afrika ya da Latin Amerika ülkesinin geri kalmışlığı değildir. Koskoca bir geçmiş ve geleceği olan, uygarlığı olan, sağlam temelleri hâlâ direnen ve kendini ileriye götürecek birikimi çeşitli alanlarda gerçekleştirmiş bir toplumun, geri bıraktırılmışlığıdır bu.
Uğur Mumcu "Bir kişiye yapılan haksızlık tüm topluma karşı işlenmiş bir suçtur. Susanlar da bu insanlık suçlarına katılmış olur."
"İmam-hatip liselerini bitirenler neden ilahiyat fakülteleri ve İslam enstitülerine gitmiyorlar da ille de kaymakam, vali, savcı, yargıç ve subay olmak istiyorlar? Bu uzun vadeli eğitim ve bürokratik yerleşim projesini kimler planlıyor? "
"Cemaatlere, tarikatlara giren çocuklar 30 sene sonra general olacaklar cumhuriyete karşı ayaklanacaklar."
"Gerçekte vicdan özgürlüğü, gerçekte demokrasi laik toplumda meydana gelir.
Çünkü anti-laik toplumda dince kutsal sayılan kavramlar, siyasal amaçlar için her gün sömürülür. ya da Türkiye'de olduğu gibi Arap sermayesi tarafından Türkiye'de kurulan banka sistemlerinde olduğu gibi mali çıkarlar açısından sömürülür. Bu bir sömürüdür. Mustafa Kemal de dinin gerçek yerine oturtulması, Allah ile kul arasında bir kutsal duygu olarak korunması amacıyla laikliği getirmiştir. İngiliz emperyalizminin, Arap kapitülasyonunun aracı olmaması ve siyasi sömürü aracı olmaması için. "
"Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunamaz."
"Milliyetçilik, 'vatan, millet, Sakarya, kan, ırk, bayrak' edebiyatı mıdır, yoksa ulusun çıkarlarını, onurunu herkese karşı savunmak; yani tam bağımsızlık mıdır? Ülkenin onuru ayaklar altında çiğnenirken, 'vatan, millet, bayrak' edebiyatını yani milliyetçiliği sadece kitleleri uyutmak, kandırmak için kullanıp aslında bütün bu değerleri salt kendi siyasal ya da bireysel-sınıfsal çıkarları için kullanmak milliyetçilikse, bunun karşıtı nedir?"
"Biz siyaset bakımından karşıtlarımıza özgürlük tanımazsak birer gizli faşistiz demektir."
"Bir kişiye yapılan haksızlık tüm topluma karşı işlenmiş bir suçtur. Susanlar da bu insanlık suçlarına katılmış olur."
"Bu masum insanlar Yahudi de olur, Arap da, Hristiyan da. Ölenlerde ırk, din ayrımı yapılmaz. Ölen insandır."
"Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım
unutma bizi... Bir gün sesimiz hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım unutma bizi..."
Anneler ve babalar, çocuklarını sokak ortalarında eşkiya çetelerince öldürülsünler diye yetiştirmediler. Bir gün bunların hesabı sorulacaktır. Devlet koltuklarına dayanarak kabadayılık yapanları, sanık sandalyesinde göreceğiz bir gün.
İmam-Subay!
Bu değişiklik TBMM tarafından da uygun görülürse, harp okullarına önümüzdeki ders yılından başlayarak imam-hatip lisesi mezunları da girebilecekler.
İmam-hatip liselerini bitirenler neden ilahiyat fakülteleri ve İslam enstitülerine gitmiyorlar da ille de kaymakam, vali, savcı, yargıç ve subay olmak istiyorlar?
Bu uzun vadeli eğitim ve bürokratik yerleşim projesini kimler planlıyor?
1973 yılında çıkarılan Milli Eğitim Temel Yasası’nın 31. maddesi, liseleri bitirenlerin ancak “yetiştirildikleri yönde” yüksek öğrenim yapacakları ilkesini getirmişti.
Bu madde ne zaman değiştirildi biliyor musunuz?
Atatürkçülük adına yasa düzeninin getirildiği 12 Eylül döneminde!
Bu madde, 16 Haziran 1983 günü değiştirilerek maddedeki “yetiştirildikleri yönde” yüksek öğrenim yapmaları koşulu kaldırıldı.
Cumhurbaşkanı Evren ve Milli Güvenlik Konseyi, sabah akşam “Atatürk, Atatürk” diye diye Atatürk’ün “Tevhid-i Tedrisat Kanunu”nu rafa kaldırarak imam-hatiplilere yüksek öğrenim kapılarını açtılar.
Bugün, Diyanet İşleri Başkanlığı’nda çalışan toplam personelin ancak yüzde altısı yüksek okul çıkışlı.
Neden, İlahiyat fakülteleri ile yüksek İslam enstitülerini bitirenler din adamı olarak çalışmıyorlar?
Diyanet İşleri Başkanlığı’ndaki toplam personel sayısı bugün 70 bini aştı.
Bu 70 bin 99 personelin ancak 39 bin 907’si imam-hatip liseleri çıkışlıdır.
Demek ki imam-hatip liselerini bitirenler, yetiştirildikleri ve yararlı olacakları alanda çalışmıyorlar.
Peki ne yapıyorlar?
Hukuk fakültelerini bitirip savcı ve yargıç, hukuk ve siyasal bilgiler fakültelerini bitirip polis müdürü ve kaymakam oluyorlar.
Yarın ya da öbürgün vali de olacaklar...
Bugüne kadar imam-hatip liselerini bitiren 433.277 kişi var. Diyanet İşleri’nde çalışan imam-hatipli sayısı 39 bin.
İmam-hatip liselerini bitiren her 10 kişiden bir kişi Diyanet İşleri Başkanlığı’nda görev alıyor.
Üstelik, mesleki ve teknik öğrenim liselerinde öğrenci sayısı artışı yüzde 374, imam-hatip liselerinde yüzde 1.246 olmuştur.
Genel liselerde öğrenci sayısı son yirmi yılda 3 kat, meslek liselerinde 4.9 kat, imam-hatip liselerinde yüzde 13.4 kat artmıştır!
Bu artışa karşın Diyanet İşleri Başkanlığı’nda ilkokul mezunları imam ve hatiplik yapıyorlar. Diyanet İşleri Başkanlığı’nda imam-hatip lisesi çıkışlılar yerine çalışan ilkokul çıkışlıların sayısı 18 bin 362’dir.
İmam ve hatip olarak yetiştirilenler emniyet müdürü, savcı, yargıç, kaymakam olacaklar, bu yasa değişikliği TBMM’den de geçerse subay da olacaklar, hiç din eğitimi görmemiş ilkokul mezunları da imam ve hatiplik yapıp camilerde vaaz verecekler!
Bunda bir yanlışlık, bir çarpıklık yok mu?
İmam-hatipliler din adamı olarak çalışmayacaklarsa, neden art arda imam-hatip okulları açılıyor? Neden bu okullardaki öğrenci sayısı her yıl bu kadar artıyor?
İmam-hatip lisesi mezunları neden yetiştirildikleri alanlar dışındaki işlerde görevlendiriliyor?
Eskiler, “Camiye, kışlaya, mektebe siyaset sokulmaz” derlerdi.
Bu yasa tasarısı TBMM’den geçerse camilere ve okullara sokulan dinsel siyaset, kışlalara da sokulmuş olacak.
Türkiye’de son yıllarda siyaset, ticaret İle tarikatlarla iç içe gelişiyor.
Dinsel siyaset, 12 Eylül 1980 müdahalesinden sonra parasal kaynağa da kavuşarak devlet içinde de köşe başlarını tuttu. Ellerinde yayın organları, yayınevleri, televizyon kanalları ve arkalarında da her gün bu gazetelere reklamlar veren Suudi kökenli İslam bankerleri var.
1983 yılında Milli Eğitim Temel Yasası’nı değiştirdiler, bugün Harp Okulu Yasası’nı...
İmam-hatiplilerin harp okullarına girmelerini isteyen” Atatürk’ün partisi CHP’nin Genel Sekreteri başta olmak üzere bu uğurda çaba gösterenler doğrusu büyük başarı elde ettiler.
Yaşa var ol Harbiye/Selamünaleyküm sivil toplum!
Maşallah ikinci cumhuriyet/ Ruhuna el fatiha laiklik...
Ahmet Hamdi Tanpınar - Selam Olsun
Theodoros Angelopoulos "Zaman kumsalda taşlarla oynayan bir çocuktur."
Yunanistan'daki yangın ünlü yönetmen Theodoros Angelopoulos'un
23 Ocak 2019
Gülten Akın
Göğü gördüm imkâna tutuldum düşü sevdim
dalıp çıkmalarım "orda bir şey"e dönüktü
kaç kez bir şey, başka bir şey
sıçradım hem yittim
hem belirlendim
derin durdum, teknenin altına girdim
sarstım
sarsıldım vuruşun gitgide usta vuruşuydu
sustum düşe düştüm
senin mi kan, yaralarımdan mı
ne balinayım ben şimdi inadı içinde
ne senin mavi balinan
(Sessiz Arka Bahçeler)
Sabır İçin İlahi
Çağrılı geldimdi, uzunca eğlendim
Sonsuz duracakmışım gibi güldükçe insanlar
Gidecekmiş gibi gülümsüyorum
Yüreğimde kıldan testere
Bir yanartaşı yürüyorum döne döne
Hayatın dilvermez karıncasıyım
Günle yarışan bedenime dokunsam
Acıyor mu vurdukları yer eskisi kadar
Belki ben alıştım
Ses vermiyor özlediğim, susturmuşlar
Yok, sevgiden yandım
Savatlı gümüşüm, eskimezim
Sabrı deniyorum
(İlahiler)
Anneler İlahisi
bozuk mu düzgün mü tartılarda
durdun
söylenmemiş, anlatılmamış, söylenememiş olanı
anlaşılır kıldı duruşun
öyle bakıyorsun
içınde dolaştırdıkları o karışık ayna
senin çıplak gözlerine
ne kadar ne kadar yabancı
suya düşmüş arıyı gözleyen
bu dünya düşündürmez mi
kimin hayatı kimin umurunda
oysa sarmalandın, paylaşıldın
ortasında sen gibi bir kalabalığın
Anneler olmasa kim kimi severdi
saklı tuttun o insanı insana bağlayan güvenci
yollar boyu, eskitilmiş alanlarda
solgun bir bedeni gezdirmedin Metin’in annesi
(Sessiz Arka Bahçeler)
Edvard Munch
Yeni resimlerinde akan, dolambaçlı çizgi kullanımı, çağdaş art nouveau’nunkine benziyordu, fakat Munch çizgiyi dekorasyon olarak değil, derin psikolojik bir açıklama için bir araç olarak kullandı. Resimlerindeki şiddetli duygu ve alışılmadık görüntüler, özellikle de cinselliğin cesurca açık temsilleri, kötü bir tartışma yarattı. Eleştirmenler, çoğunluğu bitmemiş görünen çalışmalarındaki tekniğinden rahatsız oldu. Ancak bu durum, ismini Almanya’nın her yerine duyurmasını sağladı ve oradan itibarını daha da yaydı. Edvard Munch, 1892-95 yıllarında başta Berlin’de, daha sonra da 1896-97’de Paris’te yaşadı ve 1910’da Norveç’e yerleşene kadar Avrupa’da dolaşmaya devam etti.
Edvard Munch’un resim serilerindeki başarılarının özünde sevgi ve ölüm yatmaktadır. Asıl çekirdeği 1893’de sergilenmiş altı tablo oluşturmaktadır. Bu seri 1902 tarihinde sergilenene dek 22 esere çıktı. Munch, bu resimleri sürekli olarak yeniden düzenledi ve bunlardan birisi satıldığında, onun başka bir versiyonunu yapardı. Bu nedenle birçok durumda aynı görüntüye dayanan birkaç versiyon ve baskı vardır. Friz çizimleri kişisel deneyime derinlemesine bakmasına rağmen, temaları evrenseldir: Bu, belirli erkek ya da kadınlar değil, genel olarak erkek ve kadın ve doğanın büyük temel güçlerinin insan deneyimi hakkındadır. Sırayla görüldüğünde, aşkın uyanması, çiçek açması ve solması ile örtülü bir anlatı ortaya çıkar, ardından umutsuzluk ve ölüm gelir.
The kiss
Aşkın uyanışı, bir yaz gecesi ağaçların arasında duran bir kızın, arkasındaki tekneden gelen herhangi bir sesten daha çok bir iç sesle çağrılır gibi göründüğü The Voice’da (1893) gösterilir. Düzensel olarak bu, Friz içinde kıyının yatay sarmalının ağaçlar, figürler ya da güneş ya da ayın deniz boyunca yansıttıkları sütuna benzer yansımaların dikeyliğiyle dengelendiği birkaç tablodan biridir. Aşkın çiçek açması, bir adam ve bir kadının narin ve tutkulu bir şekilde sarıldığı, vücutlarının birleşerek tek bir dalgalı forma dönüştüğü ve yüzlerinin tamamen eriyip hiçbir bireysel özelliğin kalmadığı The Kiss (1892) tablosunda gösterilmiştir.
Bireyselliğin, teslimiyetinin ya da aşkınlığının özellikle çok güçlü bir görüntüsü ise, kendinden geçerek başını arkasına atmış, gözleri kapalı çıplak bir kadını ve yüzen siyah saçlarının üzerinde bulunan kırmızı bir hale benzeri şekli gösteren Madonna’dır (1894–95). Bu bir doğum anı olarak anlaşılabilir fakat kadının güzel yüzünde bunun ölüm olduğuna dair daha fazla ipucu bulunmaktadır. Munch’ın sanatında, kadın birleşimin umutsuzca istendiği fakat yaratıcı egonun yok olması tehdidi nedeniyle korkulan bir “diğer”dir.
Frizi oluşturan diğer eserlerde Munch, Melankoli (s. 1892-93), Kıskançlık (1894–95) ve Küller (1894) gibi başlıklarda görüldüğü gibi, aşkın neden olduğu acı temasını araştırmıştır. Her zaman çalışmalarında bulunan izolasyon ve yalnızlık bu resimlerde özellikle vurgulanmışsa da, bunlar ölüm hakkındaki birçok tablosundan biri olan Death in the Sick Room’da (1893–95) eşit şekilde görülmektedir. Buradaki odak noktası görülemeyen ölen çocuk değildir, kendi keder tecrübelerine sarmalanmış ve birbirlerini teselli edemeyen veya bunu teklif edemeyen yaşayan insanlardadır. Resmin gücü klostrofobik kapalı alan ve zeminin dik bakış açısıyla artmaktadır.
Edvard Munch çığlık tablosu anlamı
Munch’un en ünlü eseri olan Çığlık’ta da aynı türde bir dramatik bakış açısı kullanılmıştır. Munch’un “doğa boyunca çığlık” hissettiği ve duyduğu bir sanrı deneyiminden esinlenmiştir ve aynı anda hem bir ceset hem de bir sperm ya da fetüsü andıran, çevre çizgileri kan kırmızısı gökte türbülanslı hatlarda yankılanan panik halindeki bir yaratığı betimlemektedir. Bu resimdeki kaygı kozmik bir düzeye yükseltilir, sonuçta ölüm hakkındaki sanrılar ve varoluşçuluğun merkezi olan anlam boşluğu ile ilgilidir. (Çığlık’ın en eski iki versiyonu 1893’e dayanır; Munch, 1895’te başka bir versiyon oluşturmuştur ve muhtemelen 1910’da dördüncüyü tamamlamıştır).
Sanatının ayrıca yaşadığı dönemin şiirleri ve dramasıyla belirgin benzerliği bulunmaktadır ve her ikisinin de portresini çizdiği tiyatro yazarları Henrik Ibsen ve August Strindberg’in çalışmaları ile ilginç karşılaştırmalar yapılabilir. Munch’un aşındırma, kuru nokta, litografi ve gravürlerden oluşan büyük grafik sanatı üretimi 1894’te başladı. Baskıcılığın ona en çekici gelen kısmı, mesajını çok daha fazla insana iletmesini sağlamasıydı, ama aynı zamanda deney için heyecan verici fırsatları da beraberinde getirdi. Hiç şüphe yok ki, herhangi bir grafik ortamdaki resmi eğitim eksikliği onu son derece yenilikçi tekniklere doğru iten bir faktör oldu.
Japon etkisi
Birçok çağdaşı gibi, gravür kullanımında Japon geleneğinden etkilendi fakat süreci, örneğin, bir dizi küçük parçaya kesilmiş tek bir tahta parçasından baskı yaparak radikal bir şekilde basitleştirdi. Munch’un ahşap için gerçek tahıllar kullanması, özellikle başarılı bir deney sonucunu ortaya çıkardıı ve daha sonra sanatçıları büyük ölçüde etkiledi. Ayrıca sık sık farklı medyayı birleştirdi ya da bir bunları üst üste bindirdi.
Munch’un baskıları, resimlerini hem tarz hem de konu bakımından yakın derecede andırmaktadır. Munch 1908–09’da sinir krizi geçirdi ve daha sonra sanatı önceki yoğunluğunu yitirmeden daha olumlu ve dışa dönük hale geldi. Bazı istisnalardan biri onun rahatsız edici otoportresidir. The Night Wanderer (1930 civarı), yaşamı boyunca resmettiği uzun otoportre serisinden biri. Norveç’teki öneminin gecikmiş kabulünü gösteren özellikle önemli bir işi, Oslo Üniversitesi Duvar Resimleriydi (1909–16), bunun merkez parçası, alegorik görüntülerle kuşatılmış, güneşin geniş bir resmiydi. Hem manzaralar hem de çalışan insanlar Munch’un daha sonraki resimlerine konu olmuşlardı. Fakat esas olarak, esrarengiz ve tehlikeli psişik güçlere form verdiği 1890’lardaki eserleriyle, modern sanata çok önemli katkılarda bulunmuştur.
Ölümünden sonra Munch, sahip olduğu mülkünü, resimlerini, baskılarını ve çizimlerini 1963’te Munch Müzesi’ni inşa eden Oslo kentine bıraktı. En iyi eserlerinin çoğu Oslo’daki National Gallery’de bulunmaktadır.
Salvador Dali "Doğar doğmaz tapınılan bir ölünün ayak izlerinden yürümeye başladım."
Soyundu. Elbiselerini, göğüs uçlarını, kıllarını, göbek deliğini ve esmerleşen tenini gösterecek şekilde kesti, katladı. Boynuna inci bir kolye, kulağına bir kırmızı bir sardunya taktı. Traş olurken yaralanmasından esinlenerek kendi kanını süründü. Bunu balık kuyruğu, keçi gübresi ve yağla karıştırdı. Ama pencereden Gala’yı, özellikle de çıplak bronzlaşmış sırtını görünce, bu ölümcül ritüele son vererek üzerindeki partallığı ve bu vebalı tutkuyu soyunmaya karar verdi. Birkaç ay sonra tamamen aşık olarak birlikte yaşamaya başlayacaklardı. Ve o andan itibaren Gala; Dali için bir aşık, bir arkadaş, esin perisi ve model (ilk defa profilden Gran Mastrubador’da gözükür), danışman ve herşeyin ilersinde varlığının yöneticisi olacaktır. Port Lligat’de hayatlarının evlerini kurdular.
İlk önce İspanya İç Savaşı’ndan daha sonra Dünya Savaşından kaçmak için tüm dünyayı gezdiler. Dali şöyle açıklar düşüncesini:
‘Her zaman anarşist ve aynı zamanda da monarşisttim. Her zaman burjuvaziye karşıydım ve hala da öyleyim. Gerçek kültürel devrim monarşist prensiplerin restoresiyle mümkündür.’
Ama 1934’te beş yıllık aktif bir işbirliğinden sonra artık eski sürrealist arkadaşlarından ayrılmış ve küçük burjuvaya dönüşmekle suçlanır olmuştu. Çünkü politikadan kaçıyordu:
‘Beni ne marksizm bir parça bile ilgilendirmiyordu. Politika bir kansere benziyordu.’
Newyork’a yerleşti, ama arada sırada geri dönüyordu. Örneğin faşistler arkadaşı Garcia Lorca’yı öldürdükten ya da Nazilerin istilasından sonra. Mamafi, Kuzey Amerikalılar tarafından aranılan, sevilen, iyi ücret ödenen biriydi.
1966’da Newyork modern sanatlar müzesinde 1966’de ona bir retrospektif adadılar. Beuborg’daki bir diğer sergi için 1979’a kadar beklemesi gerekti. 3 sene sonra 1982’de Gala öldü. O zamandan sonra nerdeyse resim yapmayı bıraktı. Dali, Gala’nın mezarının olduğu Pubol’e yerleşti ve son eserlerini verdi.
Bütün akımları tanıyıp; olası bütün etkilerden geçtikten, tüm çılgınlığıyla o devasa eseri ‘Babil Kulesi’ni oluşturduktan sonra; Salvador Dali sanatı boyunca uzayıp giden bir ipi farketti. Bu ip görünmez bir şekilde daha Breton’la bile değilken gerçekleştirdiği ilk sürrealist eseriyle, gerçek anlamdaki sürrealist eserlerini birbirine bağlıyordu.
Freud’un içten ve ve fanatik olarak tanımladığı, Dali’nin gözleri; hep büyüleyici bir dünyayı keşfediyordu. Dali hiçbir zaman taptığı esin perisi Gala’dan ayrılmadı, eve kendine duyduğu ihtiyaçtan daha fazla bir ihtiyaçla ona bağlıydı.
Pubol Şatosundaki yangından kurtulduktan sonra; 23 Şubat 1989’da Figueras hastanesinde, 84 yaşında öldü. Cesedi ilaçlandı; ve Figueras’daki müzesine hakim olan dev kubbenin altına gömüldü.
George Orwell 1984
George Orwell’ın 1947-1948 yılları arasında verem hastalığıyla mücadele ederken kaleme almış olduğu Bin Dokuz Yüz Seksen isimli eser, distopya türüne ait ön önemli örneklerden birisidir.
Okyanusya’da yaşayan ana karakter Winston Smith’in yaşamı, düşünceleri, aşkı ve “Büyük Birader”e olan öfkesi ile ardından yaşanan işkenceler üzerine Büyük Birader’e teslim oluşu, alegorik bir evrende okuyucuya sunulmuştur.
Bir ülke düşünün; içinde dev ekranların olduğu, her adımınızın izlendiği, her konuşmanızın dinlendiği, düşüncelerinizin bile kontrol altına alınmak istendiği… Winston’ın bu sisteme karşı sessiz mücadelesi içinde Julia ile tanışması ve aşklarını gizlice yaşamalarını merakla okuyacaksınız.
“Karanlığın olmadığı yerde buluşacağız.” demişti. Ne anlama geldiğini biliyordu ya da bildiğini düşünüyordu. Karanlığın olmadığı yer, insanın asla göremeyeceği, ancak bir şekilde önseziyle paylaşabilecekleri bir gelecekti. Ancak tele-ekrandan gelen kulak tırmalayıcı ses yüzünden, düşünmeye daha fazla devam edemedi.
Bacon - Denemeler "Okuma Üstüne"
Sığınak - Ahmet Oktay
Sana dokununca mı denizleniyor masa
Senin avcıların mı çok hayvanları kovalayan
Sıkıntımın ormanında?
Üç beş günümüz var şuracığında
Nice oyuncağımızı kırdılar
Biz de güzel çocuklardık bahçelerde
Sularda alabalık
20 Ocak 2019
Dünya Sarılma Günü
Sinemanın dahi-deli kült yönetmeni Federico Fellini
Roma’da bir taksiciyle Fellini arasında geçen bir konuşma: Taksici Fellini’ye sormuş neden bizim anlamadığımız filmler yapıyorsunuz? O da Ben Fellini’yim demiş.
Art City Culture
Edgar Allan Poe - Karanlıktır İnsanın Ruhu
Edgar Allan Poe'nun eserlerinden özenle derlenmiş bir seçkidir.
“Yalnızlığımı kendi haline bırakın.”
“Aptallık, yanlış anlama yeteneğidir.”
“İnananlar mutludur.
Şüphe edenler ise bilgili.”
(Tanıtım Bülteninden)
-Hakikat daha çizmelerini giyerken, yalan dünyayı dolaşır.
-İnsanlığın mükemmel olabileceğine inanmıyorum. Bence insanoğlunun sarf ettiği çabaların 'insanlık' üzerinde kayda değer bir etkisi olmayacak. İnsanoğlu şimdilerde 6.000 yıl öncesine nazaran -daha mutlu ya da daha zeki değil- yalnızca daha üretken.
Gelecekte yaşanacak olayların kendilerinden ziyade, sebep olacakları sonuçlardan ödüm kopuyor.
-Edebiyat, mesleklerin en asilidir. Esasen, bir adama uygun tek iştir neredeyse.
-Eğer henüz bir şiir ruhunuzu paramparça etmediyse; henüz şiir sanatıyla karşılaşmamışsınız demektir.
-Hayattaki en harika şeyler sizi terletenlerdir.
-Bugüne dek yaşamış hiçbir insanoğlu, geleceğe dair ne senden ne de benden daha fazla şey bilmemiştir.
-Mazi, ayakkabımın içinde kalan bir çakıl taşıdır.
-Bilge bir adam bir kelime işittiğinde iki şey anlar.
-Dünya, üzerinde sakinlikten ziyade şiddetli fırtınalarla karşılaştığımız devasa bir okyanustur.
-En korkunç canavarlar, ruhlarımızda gizlenenlerdir.
-Delilikten mustarip değilim, her anın tadını çıkarıyorum.
-Ne kadar çok kitap, etkileyici başlangıçlardan yoksun oldukları için acı çekiyor!
-Bana kalırsa, şairlikle budalalık arasında sadece bir adım var.
-Ve böylece toy ve divane olan ben, melankoliye âşık oldum.
Hrant Dink " Ya ben tehlikeyi çok sevdim, ya tehlike beni. Ama inanılmaz derecede de masumdum."
18 Ocak 2019
Montesquieu " Bir ülkede yalakalığın getirisi, dürüstlüğün getirisinden daha fazla ise o ülke batar. "
“Bir tek kişiye yapılan haksızlık, bütün topluluğa yönelmiş bir tehdittir.”
“Bir rejim, halkın adalete inanmaz bir hale geldiği noktaya gelince o rejim mahkum olmuştur.”
“Bir ülkede yalakalığın getirisi, dürüstlüğün getirisinden fazla ise, o ülke batar.”
“Çeyrek saatlik bir okumanın gideremeyeceği üzüntüm olmamıştır.”
“Eskiden, bir ülkeye karşı savaşmak için asker aranırdı. Bugün, askerleri savaştırmak için ülke aranıyor.”
“Geçmiş bir yaşamı geri getiremezsin ama satın aldığın bir kitapla dünyanın en bilge kişilerinin bir ömür boyu kazandıkları birikimlerini elde edebilirsin.”
“Yasası olan toplum mutlu toplumdur. Ondan daha mutlu olanıysa yasaların kabul gördüğü toplumdur. Ondan da daha mutlu olanıysa yasalarında ayrım bulunmayan toplumdur. Toplumların en mutlu olanı ise yasaya ihtiyacı olmayanıdır.”
“İnsan ne kadar az düşünürse, o kadar çok konuşur.”
“İnsanlar doğuştan eşittirler ama bunu sonuna kadar sürdüremezler.”
“Bazen susmak, söylenen bir sürü sözden çok daha fazlasını ifade eder.”
“Dünyada başarı kazanabilmek için aptal görünmeli, akıllı olunmalıdır.”
“Çeyrek saatlik okumanın gideremediği kederim olmamıştır.”
“Ayrı Ayrı Birer Ahlaksız Yaratık Olan İnsanlar, Toplu Oldukları Zaman Namuslu Kişiler Olurlar.”
“Bir ülkede yalakalığın getirisi, dürüstlüğün getirisinden daha fazla ise, o ülke batar.”
“Okumayı sevmek, hayattaki can sıkıcı saatleri en güzel saatlerle değiştirmektir.”
“Dalkavukluğun sağladığı çıkar, dürüstlüğün kazandırdığı faydadan daha fazla olursa , o ülke batar.”
“Cumhuriyetler zenginlikten, diktatörlerde yoksulluk yüzünden yıkılırlar.”
“Aksi kanıtlanmadıkça kimse suçlu değildir.”
“Zekanın peşinde koşmayın aptallığı yakalarsınız.”
“Doğruluk ortadan kalktı mı, yükselme tutkusu bazı yüreklerde yer bulabilir, cimrilik ise bütün yürekleri sarar, istekler konu değiştirir, dün söylenen bugün söylenmez olur, yasalar içinde özgürken, yasalara karşı özgür olmak istenir, her yurttaş sahibinin evinden kaçmış bir köle gibidir. Ahlak öğüdü baskı, kural boyunduruk olur, dikkatin yerini korku alır… Eskiden herkesin malı kamunun hazinesi iken şimdi kamunun hazinesi şunun bunun malı olur. Bu durumda artık cumhuriyet cansız bir bedendir ve artık güçlü olan kendisi değil, birkaç yurttaştır ve herkes kendi çıkarı peşindedir.”
“Cumhuriyet erdemli insanların yönetimidir.”
Karla ilgili 15 ilginç gerçek
Uzun süre soğuk ve karlı ortamda kalmak 'Arktik histeri' adı verilen ve Kuzey Kutup Dairesi'nde yaşayan Eskimoları etkileyen bir rahatsızlığa yol açıyor. Hastalar anlamsız şeyler konuşup tekrarlıyor, mantıksız ve tehlikeli olabilecek davranışlarda bulunuyor, sonra da bu olayları unutuyor.
Rahatsızlığın A vitamini toksisitesinden kaynaklandığı sanılıyor. Ancak bugüne kadar bu tür teşhis konan hasta sayısı sadece 8 olduğu için, araştırmacılar hastalığın gerçekten var olup olmadığını sorguluyor.
11) Kardan korkanlar
Sinofobi veya kar korkusu varlığı kesin olan psikolojik bir rahatsızlık. Çocuklukta karla ilgili bir travmaya bağlı olabileceği gibi, ortada hiç kar yokken veya tek tük kar dökülmeye başlarken bile karda gömülü kalma korkusu gibi irrasyonel varyantları da olabiliyor.
12) Çığ nasıl oluşur?
Çığı tetikleyen birçok faktör var, ama sanılanın tersine gürültü onlardan biri değil. Ağırlık daha önemli bir etken. Ani ve yoğun kar yağışı, rüzgarın hızında artış, hatta bir kayakçının attığı adım bile ani ve ölümcül sonuçlanabilecek çığa neden olabilir. Ama bağırarak şarkı söylemek çığa yol açmaz.
13) Kar insanı ısıtır
Kar yüzde 90-95 oranında hapsedilmiş hava içerdiğinden çok iyi bir yalıtkandır. Bazı hayvanların kış uykusuna yatarken kar altında oyuk açması bundandır. Eskimolar bu yüzden sıkıştırılmış karla evlerini yaparlar. Vücut ısısıyla ısınan bu evlerin içindeki sıcaklık dışarıdan yüz derece daha sıcak olabilir.
14) Ne zaman kar yağar?
Karın oluşması için hava sıcaklığının 0 derecedeki donma noktasına yakın olması gerekir. Ama uzun süre yağmur yağması halinde civardaki hava serinleyerek kar kristallerinin oluşmasını sağlayabilir. Yani hava sıcaklığının yerde 6 derece kadar yüksek olması durumunda bile kar yağabilir.
15) Hızlı kar taneleri
Kar taneleri saatte 1 km ile 14 km arasında bir hızda oluşabilir. Bu havadaki ortam koşullarına bağlıdır. Kar taneleri düşerken su toplar ve rüzgarın yönü düşüş hızını hızlandırabilir. Kar tanesinin oluştuğu buluttan ayrılıp yere ulaşması yaklaşık bir saat alır.