23 Ocak 2019

Edvard Munch

Sevgi ve ölüm

Yeni resimlerinde akan, dolambaçlı çizgi kullanımı, çağdaş art nouveau’nunkine benziyordu, fakat Munch çizgiyi dekorasyon olarak değil, derin psikolojik bir açıklama için bir araç olarak kullandı. Resimlerindeki şiddetli duygu ve alışılmadık görüntüler, özellikle de cinselliğin cesurca açık temsilleri, kötü bir tartışma yarattı. Eleştirmenler, çoğunluğu bitmemiş görünen çalışmalarındaki tekniğinden rahatsız oldu. Ancak bu durum, ismini Almanya’nın her yerine duyurmasını sağladı ve oradan itibarını daha da yaydı. Edvard Munch, 1892-95 yıllarında başta Berlin’de, daha sonra da 1896-97’de Paris’te yaşadı ve 1910’da Norveç’e yerleşene kadar Avrupa’da dolaşmaya devam etti.

Edvard Munch’un resim serilerindeki başarılarının özünde sevgi ve ölüm yatmaktadır. Asıl çekirdeği 1893’de sergilenmiş altı tablo oluşturmaktadır. Bu seri 1902 tarihinde sergilenene dek 22 esere çıktı. Munch, bu resimleri sürekli olarak yeniden düzenledi ve bunlardan birisi satıldığında, onun başka bir versiyonunu yapardı. Bu nedenle birçok durumda aynı görüntüye dayanan birkaç versiyon ve baskı vardır. Friz çizimleri kişisel deneyime derinlemesine bakmasına rağmen, temaları evrenseldir: Bu, belirli erkek ya da kadınlar değil, genel olarak erkek ve kadın ve doğanın büyük temel güçlerinin insan deneyimi hakkındadır. Sırayla görüldüğünde, aşkın uyanması, çiçek açması ve solması ile örtülü bir anlatı ortaya çıkar, ardından umutsuzluk ve ölüm gelir.


The kiss

Aşkın uyanışı, bir yaz gecesi ağaçların arasında duran bir kızın, arkasındaki tekneden gelen herhangi bir sesten daha çok bir iç sesle çağrılır gibi göründüğü The Voice’da (1893) gösterilir. Düzensel olarak bu, Friz içinde kıyının yatay sarmalının ağaçlar, figürler ya da güneş ya da ayın deniz boyunca yansıttıkları sütuna benzer yansımaların dikeyliğiyle dengelendiği birkaç tablodan biridir. Aşkın çiçek açması, bir adam ve bir kadının narin ve tutkulu bir şekilde sarıldığı, vücutlarının birleşerek tek bir dalgalı forma dönüştüğü ve yüzlerinin tamamen eriyip hiçbir bireysel özelliğin kalmadığı The Kiss (1892) tablosunda gösterilmiştir.

Bireyselliğin, teslimiyetinin ya da aşkınlığının özellikle çok güçlü bir görüntüsü ise, kendinden geçerek başını arkasına atmış, gözleri kapalı çıplak bir kadını ve yüzen siyah saçlarının üzerinde bulunan kırmızı bir hale benzeri şekli gösteren Madonna’dır (1894–95). Bu bir doğum anı olarak anlaşılabilir fakat kadının güzel yüzünde bunun ölüm olduğuna dair daha fazla ipucu bulunmaktadır. Munch’ın sanatında, kadın birleşimin umutsuzca istendiği fakat yaratıcı egonun yok olması tehdidi nedeniyle korkulan bir “diğer”dir.

Frizi oluşturan diğer eserlerde Munch, Melankoli (s. 1892-93), Kıskançlık (1894–95) ve Küller (1894) gibi başlıklarda görüldüğü gibi, aşkın neden olduğu acı temasını araştırmıştır. Her zaman çalışmalarında bulunan izolasyon ve yalnızlık bu resimlerde özellikle vurgulanmışsa da, bunlar ölüm hakkındaki birçok tablosundan biri olan Death in the Sick Room’da (1893–95) eşit şekilde görülmektedir. Buradaki odak noktası görülemeyen ölen çocuk değildir, kendi keder tecrübelerine sarmalanmış ve birbirlerini teselli edemeyen veya bunu teklif edemeyen yaşayan insanlardadır. Resmin gücü klostrofobik kapalı alan ve zeminin dik bakış açısıyla artmaktadır.


Edvard Munch çığlık tablosu anlamı

Munch’un en ünlü eseri olan Çığlık’ta da aynı türde bir dramatik bakış açısı kullanılmıştır. Munch’un “doğa boyunca çığlık” hissettiği ve duyduğu bir sanrı deneyiminden esinlenmiştir ve aynı anda hem bir ceset hem de bir sperm ya da fetüsü andıran, çevre çizgileri kan kırmızısı gökte türbülanslı hatlarda yankılanan panik halindeki bir yaratığı betimlemektedir. Bu resimdeki kaygı kozmik bir düzeye yükseltilir, sonuçta ölüm hakkındaki sanrılar ve varoluşçuluğun merkezi olan anlam boşluğu ile ilgilidir. (Çığlık’ın en eski iki versiyonu 1893’e dayanır; Munch, 1895’te başka bir versiyon oluşturmuştur ve muhtemelen 1910’da dördüncüyü tamamlamıştır).

Sanatının ayrıca yaşadığı dönemin şiirleri ve dramasıyla belirgin benzerliği bulunmaktadır ve her ikisinin de portresini çizdiği tiyatro yazarları Henrik Ibsen ve August Strindberg’in çalışmaları ile ilginç karşılaştırmalar yapılabilir. Munch’un aşındırma, kuru nokta, litografi ve gravürlerden oluşan büyük grafik sanatı üretimi 1894’te başladı. Baskıcılığın ona en çekici gelen kısmı, mesajını çok daha fazla insana iletmesini sağlamasıydı, ama aynı zamanda deney için heyecan verici fırsatları da beraberinde getirdi. Hiç şüphe yok ki, herhangi bir grafik ortamdaki resmi eğitim eksikliği onu son derece yenilikçi tekniklere doğru iten bir faktör oldu.

Japon etkisi

Birçok çağdaşı gibi, gravür kullanımında Japon geleneğinden etkilendi fakat süreci, örneğin, bir dizi küçük parçaya kesilmiş tek bir tahta parçasından baskı yaparak radikal bir şekilde basitleştirdi. Munch’un ahşap için gerçek tahıllar kullanması, özellikle başarılı bir deney sonucunu ortaya çıkardıı ve daha sonra sanatçıları büyük ölçüde etkiledi. Ayrıca sık sık farklı medyayı birleştirdi ya da bir bunları üst üste bindirdi.

Munch’un baskıları, resimlerini hem tarz hem de konu bakımından yakın derecede andırmaktadır. Munch 1908–09’da sinir krizi geçirdi ve daha sonra sanatı önceki yoğunluğunu yitirmeden daha olumlu ve dışa dönük hale geldi. Bazı istisnalardan biri onun rahatsız edici otoportresidir. The Night Wanderer (1930 civarı), yaşamı boyunca resmettiği uzun otoportre serisinden biri. Norveç’teki öneminin gecikmiş kabulünü gösteren özellikle önemli bir işi, Oslo Üniversitesi Duvar Resimleriydi (1909–16), bunun merkez parçası, alegorik görüntülerle kuşatılmış, güneşin geniş bir resmiydi. Hem manzaralar hem de çalışan insanlar Munch’un daha sonraki resimlerine konu olmuşlardı. Fakat esas olarak, esrarengiz ve tehlikeli psişik güçlere form verdiği 1890’lardaki eserleriyle, modern sanata çok önemli katkılarda bulunmuştur.

Ölümünden sonra Munch, sahip olduğu mülkünü, resimlerini, baskılarını ve çizimlerini 1963’te Munch Müzesi’ni inşa eden Oslo kentine bıraktı. En iyi eserlerinin çoğu Oslo’daki National Gallery’de bulunmaktadır.

" Hastalık, delilik ve ölüm beşiğinde bana bakan ve tüm hayatım boyunca bana eşlik eden siyah meleklerdi. "