31 Ocak 2018

Muammer Aksoy ve Uğur Mumcu

 
 

Kalpaksız Kuvvayi Milliyeciler’in son temsilcilerinden biriydi. İnançlı, dirençli, kararlı ve mangal gibi yürekli

Prof. Dr. Muammer Aksoy (1917-31 Ocak 1990)

Avrupa Konseyi Türkiye temsilciliği ve Türk Hukuk Kurumu başkanlığı görevlerini yürüten, 12 Eylül 1980'den sonra Ankara Barosu başkanlığına seçilen; 1989'da Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Bahri Savcı, Münci Kapani ve Bahriye Üçok gibi aydınlarla birlikte Atatürkçü Düşünce Derneğini kuran Muammer Aksoy, 31 Ocak 1990 günü Ankara Bahçelievler'deki evinin önünde kurşunlanarak öldürülmüştü.

Saygıyla anıyoruz...

“Kalpaksız Kuvvayi Milliyeciler’in son temsilcilerinden biriydi. İnançlı, dirençli, kararlı ve mangal gibi yürekli… 12 Eylül öncesinde terör çetelerinin kol gezdiği Bahçelievler sokaklarında o ak saçlı dimdik başı ile korkusuzca yürüdü. Hiç korkmadı, korkunun üstüne üstüne yürüdü. Korkaklığın, yılgınlığın ve dönekliğin moda olduğu günümüz Türkiye’sinde Aksoy adı bir kişilik anıtı gibiydi.

Bugün Aksoy’u gözyaşlarımızla toprağa veriyoruz. Bu, Aksoy’a karşı son görevimiz mi? Hayır, hayır, hayır! Son görevimiz hiç bitmeyecek. Çünkü görev demokrasiyi, özgürlükleri, Atatürk’ü ve laikliği savunmaktır. Yurtseverliği, erdemi, onuru, katıksız Atatürkçülüğü, hiçbir sıkıyönetim komutanının, hiçbir sıkıyönetim savcısının ve hiçbir MİT ajanının ölçüp biçemeyeceği kadar bu toprağa kök salmıştı.

Prof. Muammer Aksoy’u bugün kanlı bir kefen olarak değil, ölümlerde yeniden doğan, yeşeren, yediveren güller gibi açan bir inanç ve düşünce olarak toprağa veriyoruz.”

Uğur Mumcu, 3 Şubat 1990 Cumhuriyet Gazetesi 


29 Ocak 2018

Rainer Maria Rilke - Duino Ağıtları


 1912 kışında ruhsal durumu endişe verici bir hal alan Rilke, uzun bir psikanaliz sürecine girmeyi düşündüğü bir dönemde, Prenses Maria von Thurn ve Taxis’in davetlisi olarak, Triest Körfezi’nde, uçurumlar üzerine kurulmuş Duino Şatosu’na gider. Adriyatik’in derin mavi sularına bakan bu şatonun eteklerinde, kayalar üzerinde gezinirken, rüzgârın uğultuları arasında esrik bir ses işitir: “Haykırsam, kim duyardı sesimi melekler katından?” Aynı günün gecesinde, fırtınalı bir havada tavan arasındaki köhne bir odada ilk ağıdı yazıp çıkarır. Ardından da Gebsattel’e bir mektup yazarak tedaviye gerek kalmadığını bildirir.

Birinci Dünya Savaşı’nda ağır hasar gören şatonun anısına eserine sonradan Duino Ağıtları adını verecek olan Rilke, eserini 1912 kışı ile 1922 Şubatı arasında, on yıllık sancılı bir dönemde tamamlar. Bu ilginç süreç pek çok eleştirmen tarafından Rilke’nin kişisel olgunlaşma süreciyle paralel görülmüştür. Duino Ağıtları ile şair, dünya yazınının büyük ustaları arasındaki yerini almıştır. Belirgin bir teolojik ve ideolojik yapıdan uzak bir dille yazılan ağıtlar, insanın varoluşsal kaygılarını ele alır.
*
"Kalbinde çözülmeden kalan her şey için sabırlı ol. Cevapları şimdi arama. Şu anda cevaplar sana verilmez, çünkü sen henüz onlarla yaşayamazsın. Bu, her şeyi o an yaşama meselesidir. Şu anda soruyu yaşaman gerekiyor. Belki daha ileride, farkına bile varmadan, günün birinde kendini cevabı yaşarken bulacaksın."

Robert Fulghum "Çocuklarınızın sizi dinlememelerine üzülmeyin, esas, her an sizi izlemelerinden korkun."

 


Dostoyevski - Beyaz Geceler



Yüreğim konuşurken ben susmayı beceremem.
Eğer içimdeki söz seli taşmazsa ben boğulurum.
Mutsuz olduğumuzda başkalarının mutsuzluğunu daha iyi hissedebiliyoruz.
Nastenka, böyle bir aşk kimileyin insanın yüreğini üşütür,tinini ezer.Senin elin soğuk, benim ki ise alev alev yanıyor. Nastanka ne kadar körsün! Mutlu bir insan kimileyin ne kadar da çekilmez oluyor. Ama ben sana darılamazdım. 
Bakın neden hepimiz kardeş gibi değiliz? Neden en iyi yürekli insan bile karşısındakinden bir şeyler saklıyor ve ondan sakınıyor? Sözlerinin boşa gitmeyeceğini biliyorsan neden içindekini hemen ve açıkça söylemiyorsun? Herkes olduğundan daha kapalı görünüyor ve sanki duygularını çok çabuk dile getirirse kendi duygularını incitmekten korkuyor.


Michel de Montaigne 'Yalnızlık'

Yalnız yaşamanın bir tek amacı vardır sanıyorum; o da daha başıboş, daha rahat yaşamak. Fakat her zaman, buna hangi yoldan varacağımızı pek bilmiyoruz. Çok kez insan dünya işlerini bıraktığını sanır; oysaki bu işlerin yolunu değiştirmekten başka bir şey yapmamıştır. Bir aileyi yönetmek bir devleti yönetmekten hiç de kolay değildir. Ruh nerde bunalırsa bunalsın, hep aynı ruhtur; ev işlerinin az önemli olmaları, daha az yorucu olmalarını gerektirmez. Bundan başka, saraydan ve pazardan el çekmekle hayatımızın baş kaygılarından kurtulmuş olmuyoruz.


Ratio et prudentia curas,Non locus effusi late maris arbiter, aufert. (Horatlus)
Dertlerimizi avutan akıl ve hikmettir,O engin denizlerin ötesindeki yerler değil
Ülke değiştirmekle kıskançlık, cimrilik, kararsızlık, korku, tutku bizi bırakmaz.
Et post equitem sade atra cura. (Horatius) Ve keder, atımızın terkisine binip gelir.
Onlar manastırlarda, medreselerde bile peşimizi bırakmazlar. Bizi onlardan ne çöller kurtarabilir, ne mağaralar, ne de bedenimize ettiğimiz işkenceler ...
Haeret lateri letalis arundo. (Virgilius)
Öldürücü yara bağrımızda kalır.
Sokrates'e birisi için, seyahat onu hiç değiştirmedi, demişler. O da: Çok doğal, çünkü kendisini de beraber götürmüştür, demiş.
Quid terras alio calentes
Sole mutamus? patria quis exul
Se quoque fugit? (Horatius)
Niçin başka güneş başka toprak ararsın?
Yurdundan kaçmakla kendinden kaçar mısın?
İnsan önce içindeki sıkıntıyı dağıtmazsa yer değiştirmek daha fazla bunaltır onu: Nasıl ki yerine oturmuş yükler daha az engel olur geminin gidişine. Bir hastaya iyilikten çok kötülük edersiniz yerini değiştirmekle. Hastalığı azdırırsınız kımıldatmakla, nasıl ki kazıklar daha derine gidip sağlamlaşır sarsıp sallamakla. Onun için kalabalıktan kaçmak yetmez, bir yerden başka bir yere gitmekle iş bitmez: İçimizdeki kalabalık hallerimizden kurtulmamız, kendimizi kendimizden koparmamız gerek .
Rupi jam vincula dicas;
Nam luctata canis nodum arripit; attemen illi,
Cum fugit, a collo trahitur pars longa catenae. (Persius)
Kırdım diyorsun zincirlerini;
Evet, köpek de çeker koparır zincirini,
Kaçar o da, ama halkaları boynunda taşıyarak
Zincirlerimizi götürürüz kendimizle birlikte; tam bir özgürlük değildir kavuştuğumuz; döner döner bakarız bırakıp gittiğimize; onunla dolu kalır düşlerimiz.
Nisi purgatum est pectus, quae prelia nobis
Atque pericula tonc ingratis insinuandum?
Quantae conscindunt hominem cuppedinis acres
Sollicitum curae, quantique perinde timores?
Quidve superbia spurcita, ac petulantia, quantas
Efficiunt clades? Quid luxus desidiesque? (Lucretius)
İçi arınmamışsa, neler bekler insanı,
Kendi kendisiyle ne savaşlar eder boşuna!
Tutkuları içinde ne kemirici kaygılar.
Ne korkular içinde kıvranır insan!
Ne çöküntüler yapar bizde gurur, şehvet,
Öfke, gevşeklik ve tembellik!
Kötülüğümüz içimizde bizim; içimizse kurtulamıyor kendi kendisinden.
In culpa est animus qui se non efiugit unquam. (Horatius)
Ruhun derdi içinde ve kaçamaz kendi kendinden.
İnsanın, olanak varsa karısı, çocuğu, parası ve hele sağlığı olmalı, ama mutluluğunu yalnız bunlara bağlamamalı. Kendimize dükkanın arkasında, yalnız bizim için bağımsız bir köşe ayırıp orada gerçek özgürlüğümüzü, kendi sultanlığımızı kurmalıyız. Orada, yabancı hiçbir konuğa yer vermeksizin kendi kendimizle her gün başbaşa verip dertleşmeliyiz; karımız, çocuğumuz, servetimiz, adamlarımız yokmuş gibi konuşup gülmeliyiz. Öyle ki, hepsini yitirmek felaketine uğrayınca onlarsız yaşamak bizim için yeni bir şey olmasın. Kendi içine çevrilebilen bir ruhumuz var; kendi kendine yoldaş olabilir; kendi kendisiyle, çekiş dövüş, alışveriş edebilir. Yalnız kalınca sıkılır, ne yapacağımızı bilmez oluruz diye korkmamalıyız.
In solis sis tibi turba locis (Tibulhıs)
Issız yerlerde kendin için bir evren ol
Erdem, der Antishenes, kendi kendisiyle yetinir; ne kurallara baş vurur, ne laflara, ne gösterişlere.
Yapmaya alıştırıldığımız işlerden binde biri bile kendimizle doğrudan doğruya ilgili değil. Bakarsınız bir adam canını dişine takmış, kurşun yağmuru altında, yıkık bir kale duvarına tırmanıyor bütün hıncıyla; bir başkası, karşı tarafta, kan revan içinde, aç susuz savunuyor o kaleyi ölesiye: Kendileri için mi gösteriyorlar bu yararlığı? Uğrunda ölecekleri ve hiç görmedikleri insan belki o sırada kılım kıpırdatmadan keyif sürmektedir. Bakarsınız bir başkası, bitkin, perişan, saçı sakalı birbirine karışmış kitaplıktan çıkıyor gece yansından sonra: Bunca kitabı daha iyi, daha akıllı bir insan olmak için mi karıştırdı sanırsınız? Yok canım sen de! Ya ölecek o kitaplıkta ya öğretecek yarınki kuşaklara Platus'un dizelerini hangi düzenle kurduğunu ve falan Latince sözcüğün nasıl yazılması gerektiğini. Kim seve seve feda etmiyor sağlığını, canını şan şeref için? Oysa kalp bir paradan başka nedir ki şan şeref? Kendi ölümümüzden korkmakla yetinemeyiz; karılarımızın, çocuklarımızın, adamlarımızın ölümünden de korkmak zorundayız. Kendi işlerimizden çektiğimiz sıkıntı yetmiyormuş gibi komşularımızın, dostlarımızın işleriyle de dertlere sokar, bunaltırız kendimizi.
Vah! quemquamne hominem in animum instituere, aut
Parare, quod sit charius quam ipse est sibi? (Terentius)
Vah, vah! Nasıl olur da insan bir şeyi
Kendinden daha çok sevmeye kalkar?
Denemeler


William Shakespeare - Romeo ve Juliet

Eski düşmanlıkların sürdüğü yeni bir kavgada;
Yurttaş kanı yurttaş eline bulaşır burada.
Söylediklerimizi sabırla dinlerseniz
Söylemediklerimizi de görürsünüz.
Kapatıp perdelerini güzel gündüze kilit vuruyor,
Kendine uydurma bir gece yaratıyor.
Ah,uzaktan kibar görünen aşk,
Nasıl da zalim ve kaba denendiğinde!
Sevgi iç çekişlerin buğusuyla yükselen bir duman
Duman dağılınca aşıkların gözlerinde tutuşan bir ateş olur
Keder olunca bir kez, aşıkların gözyaşlarıyla beslenen bir deniz oluverir.
Hasta adama vasiyetname yazdırmak
Ölümü çağıran bir şey olur ancak.
Güzellikte zengin, ama fakir de sayılır
Ölünce ne varsa yok olacak güzelliğiyle birlikte.
-Onu unut, düşünme!
-Söyle bana nasıl unutulur düşünmek?
Sonradan kör olan aşık asla unutamaz
Daha önce gördüğü değerli hazineyi.
Yeni bir ateş söndürür başkasının yaktığını,
Yeni bir acıyla hafifler eski bir ağrı,
Başın döndü mü öbür tarafa döndür başını
Başkasının güçsüzlüğüyle iyileşir umutsuz keder,
Gözlerine yeni bir zehir bul ki yok etsin ötekiniz zehrini.
Her şeyi gören güneş,
Dünya yaratılalı onun benzerini görmedi.
-Demek yüzüstü düştün ha?
Sırtüstü düşeceksin büyüdüğünde.
Sevmek için bakarım, bakmak sevgiyi getirirse.
Gönlüm hiç sevdi mi bugüne dek?
Sevdiyse, yalanlayın ey gözlerim.
Görmedim çünkü,
Bu geceye kadar gerçek güzelliği.
-İşte senin dudaklarınla dudaklarım günahtan arındı.
-Öyleyse günah şimdi dudaklarımda kaldı.
-Geri ver bana günahımı! (tekrar öper)
Biricik sevgim, biricik nefretimden doğdu.
Erken görüp tanımadığım, tanımakta geç kaldığım;
Tiksinilen bir düşmanı birden severek,
Böyle harika bir sevgi doğdu.
Ama sevgi güç verir, zamansa imkan
Büyük engellerde bulur, büyük hazzı insan.
Yaralanmamış olan yarayla alay eder.
Ah şu penceren süzülen ışık da ne?
Evet, orası doğu, Juliet de güneş!
Doğ ey güzel güneş, şu kıskanç ayı öldür
Bak nasılda solgunlaşmış tanrıça üzüntüden,
Sen ondan daha güzelsin diye.
Kıskançlıktan dolayı vazgeç ona bağlılıktan
Saygılı ve toydur bakirelik giysisi
Soytarılar giyer bunları ancak
Sen çıkart bu giysileri üzerinden.
Kadınım, ah benim sevgilim
Ne olur bilseydi sevgilim olduğunu
Konuşuyor, ancak bir şey söylemiyor
Ne anlatıyor gözleriyle.
Konuşacağım bende
Ne kadar yüzsüzüm, onun konuştuğu ben değilim ki!
Göklerin en güzel yıldızlarından ikisi,
Yalvarıyorlar onun gözlerine:
Biz dönünceye kadar siz ışıldayın diye.
Gözleri gökte olsaydı, yıldızlarda onun yüzünde
Utandırır yıldızları, yanaklarının parlaklığı
Gün ışığının kandili utandırdığı gibi tıpkı.
Öyle parlak bir ışık çağlayanı olurdu ki gözleri gökyüzünde,
Gece bitti sanarak kuşlar ötüşürdü.
Nasılda dayamış yanağını eline
Eline giydiği eldiven olsaydım keşke,
Dokunsaydım yanağına.

Ey parlayan melek, konuş yine
Göz kamaştıran bir parlaklık veriyorsun geceye
Cennetin kanatlı habercisi başımın üzerinde
Tıpkı gördüğüm gibi ölümlülerin hayretle açılan gözlerinde
Tembel bulutların üzerine binip uçarken
Onu seyreden insanlar gibi hayranlıkla
Öyle bakıyorum ben de sana.

Ahh Romeo, Romeo!
Neden Romeo'sun sen?
İnkar et babanı adını yadsı,
Yapamazsan yemin et sevdiğine,
vazgeçeyim ben Capulet olmaktan.

İsmin ne önemi var?
Şu gülün ismi değişse bile kokmaz mı yine aynı güzellikte?
Romeo'nun da adı Romeo olmasaydı,
Kusursuzluğundan hiç bir şey yitirmezdi.
Romeo, bırak bu adı
Senin parçan olmayan bu isim karşılığı al bütün varlığımı.

Nefret ediyorum bende adımdan sana düşmandır diye.

İnan sevgilim sana bağlı olacağım,
Daha kurnaz olup çekingen duranlardan.

Sakın yemin etme kararsız ay üzerine,
Her gece yörüngesinde yön değiştiren ay gibi,
Senin aşkında değişken olur sonra.

Cömertliğim uçsuz bucaksız denizler gibi
Sana olan sevgim denizler gibi derin.
Sana ne kadar verirsem çoğalıyor bende kalan,
Çünkü ikisi de sonsuz.

Senin ışığın yoksa,binlerce kez beter olsun gece,
Öğrenciler nasıl ayrılırlarsa ders kitaplarından
Öyle koşar seven, sevdiğine giderken,
Okula nasıl bunalmış giderse öğrenciler,
Öyle ayrılır seven sevdiğinden.

Doğanın anasın da, mezarı da topraktır,
Doğduğu rahimdir doğanın gömüldüğü yer.

Yeryüzünde yaşayan en zararlı şey bile
Özel bir yarar taşır bu yeryüzünde
En yararlı şey bile yanlış kullanılırsa
Yok edip doğru sonucu ulaşır zarara.
Kullanmayı bilmezsen iyi kötü olur,
Kötü de bazen yücelir erdem gibi.
Şu minik çiçeğin taze filizlerinde
Zehir de var, iyileştiren özler de.

Gençlerin sevgisi kalplerinde değil de gözlerindeymiş demek.

Güçsüzse erkekler kadınlar düşer.

Acele işe şeytan karışır,
Telaşla koşanın ayağı dolaşır.

İki kişi sır saklar yok ederek birini.

Şiddetle başlayan hazlar şiddetle son bulur,
Ölümleri olur zaferleri,
Öpüşürken yanıp tutuşan ateşle barut gibi.
En tatlı bal bile tadıldıkça bıkkınlık verir,
Aynı tat isteği iştahı köreltir.
Onun için ölçülü sev ki uzun sürsün sevgin,
Hedefe hızlı giden, yavaş giden kadar geç varır.

Dilencidir ancak servetini sayanlar;
Benim sevgimse öyle büyüyüp çoğalmış ki,
Varlığımın yarısını bile saymak gelmez elimden.

Gel ey sevecen gece,gel,sevimli,kara kaşlı gece,
Bana Romeo'mu ver; sonra öldüğünde,
Küçük yıldızlara böl onu;
Onlar göğün yüzünü öyle bir süsleyecekler ki,
Bütün dünya gönül verip geceye,
Tapmayacaktır artık o muhteşem güneşe.

Yeni giysilerini giyemediği için sabırsız bir çocuğa
Ne denli uzun gelirse bayramdan önceki gece
O denli uzun ve sıkıcı geldi bugün.

Bu kadar kötü yazıyla dolu bir kitap,
Nasıl güzel ciltlenebilir böyle?

Sürgün yanlış adıdır ölümün,
Ölüme sürgün demek,
Altın bir baltayla başımı kesmek,
Sonrada beni öldüren vuruşa gülümsemektir.

Konuşamazsın ki hissedemediğin şeyi.

Bir dakikaya nice günler sığar.

Ölçülü yas sevgiyi gösterir,
Ölçüsüz yas ise akılsızlığa işarettir.

Öç duygusu götürülür mü ölümden öteye?

Çoğu kez ölüm yaklaşırken amma da neşeli oluyor insanlar!
İdamlıkların gardiyanları buna;
ölümden önce çakan şimşek derlermiş.
Buna nasıl şimşek diyebilirim ama?
Ah sevgilim! Karım benim!
Soluğunun balını çeken ölümün gücü
Yetmemiş güzelliğini almaya.
Sen yanilmemişsin, ölüm sancağı
Hala kıpkızıl duruyor dudaklarında,yanaklarında.

Ah sevgili Juliet!
Neden böyle güzelsin hala?
Ele avuca sığmayan ölüm mü aşık oldu sana?
İnanayım mı o iğrenç canavarın bu karanlıkta
Sevgilisi olasın diye seni sakladığına?
İşte bundan korktuğum için sonsuza dek yanında kalacağım.

Ey gözler son kez bakın!
Kucaklayın son kez ey kollar!
Ve ey siz nefes kapıları, yasal bir öpüşle mühürleyin,
Doyumsuz ölümle yaptığım bu süresiz anlaşmayı!

Ölüyorum işte bir öpücükle.

Bu da ne? Canım sevgilimin elinde bir şişe!
Demek ki zehirden sevgilim bu vakitsiz ölümü.
Cimri! Hepsini içmiş; bir damla bile,
Bırakmadın demek kavuşabilmem için sana?
Öyleyse dudaklarından öperim,
Orada bir parça zehir kalmıştır belki;
Bir zamanlar hayat veren dudakların,
Bu kez son versin hayatıma!

Ey hızır gibi yetişen hançer!
Senin kının burası.
Orada paslan, bende öleyim!




Robert Frost - Ateş Ve Buz


Kimi ateştir diyor dünyanın sonu,
Kimi buz.
Tattığım kadarıyla istekleri
Ateşi tutanlardan yanayım ben.
Ama iki kez yok olacaksa dünya,
Bilirim nefretin ne olduğun
Buzla da yok olur bu dünya,
Hem de nasıl yok olur,
Diyecek kadar.



Anton Çehov "Anlamaya çalışma. Hayat böyledir işte.. Hep o kıyamadıklarımız kıyar size."


Ormanlar gitgide tükeniyor, ırmaklar kuruyor, av hayvanlarının kökü kurudu, iklim bozuldu, yeryüzü günden güne yoksullaşıyor, çirkinleşiyor...Vanya Dayı

Bu zamanda mutlu birini görmek insanın garibine gidiyor, diyor. Beyaz fil görmek, mutlu birini görmekten daha kolay...Kime Anlatsam Kederimi

Kendisine verilen şeyi çoğaltması için mantıkla, yaratıcı güçle donatılmıştır insan; ama bugüne kadar hep, yaratacağına yok etti...Vanya Dayı

Sıradan bir insan iyiyi ya da kötüyü dışarıdan, yani bir atlı arabadan ya da bir çalışma odasından bekler. Düşünen bir insan ise kendinde bulur...Anton Çehov Öyküler

*

Her şeyden önce hayatın prizmadan geçirilmesi gerekir. Yani, daha açık söyleyeyim, ışığın yedi ana renge ayrıldığı gibi, hayatın da en basit elemanlara bölünmesi, her birinin ayrı ayrı incelenmesi gerekir.   Başkalarının yalanlarını dinlemek ve yalanları yutmuş göründüğün için seni aptal bellemelerine göz yummak, alçalmayı sineye çekmek, dürüst, özgür insanların yanında olduğunu açık açık söyleyememek.   Üstelik yalan söylemek zorunda kalmak, gülümsemek... Hayır, hayır, beş para bile değeri olmayan bir lokma ekmek, bir sıcak köşe, bir mevki için çekilmez bütün bunlar. Böyle bir dünyada yaşanmaz!
Benim içimdeyse sanki çok,çok eskiden doğmuşum gibi bir duygu var...Hayatımı,bitmez tükenmez kuyruğu olan bir elbise gibi sürüklüyorum sırtımda...Kabuğuna Sinmiş Adam


28 Ocak 2018

26 Ocak 2018

Onat Kutlar - Yeter ki Kararmasın

Yaşadığımız günlerin toprağına acının, yalnızlığın tohumlan ekiliyor her gün. Ama gene de hiç unutmadan yapabileceğimiz bir şey var: Bir insan elinin sıcaklığındaki dayanışmayı gerçekleştirmek. 

Her şeyi değiştirebilir bu. Çünkü ayışığı, güzel değişimlerin tanrıçasıdır. Ve o ışığı yok etmek mümkün değil. Şukşin’in öyküsünün son cümlesi: “Ayışığı pencereden içeri doluyordu. Ah, nasıl da parlıyordu ay! Yeryüzü ister coşkuyla dolsun, ister acıyla, parlayacaktı hep böyle!”
 

 Yalnız Değiliz

“Yazın, öyle anlar olur ki, pelin ağaçlarının kokusu insanı çıldırtabilir. Hele geceleri. Ay ışır, ortalık dingindir. Gene de bir şey vardır ama insanın kendini bırakmasına engel olan, insanı gerginlik içinde tutan. Bu sınırsız, çıldırtıcı, büyülü gecelerde insanın düşünceleri özgürce, gözüpekçe ve tatlı tatlı akar. Gerçekte düşünmek de değildir bu, bir tür düş kurmadır. Bir şeylerin olmasını beklemektir. Sebze tarlalarının arkasında bir yerde, dulavratotlarının arasına saklanırsınız. Yüreğiniz açıklayamadığınız gizli bir coşkunun etkisiyle titrer. Yaşamınızda böyle daha pek çok gecenin olmasını dilersiniz…”

Mutlaka hatırlamışsındır. Bu yılın başında, senin henüz serbest olduğun günlerde, nerdeyse paylaşarak okuduğumuz, ikimizin de çok sevdiğimiz bir yazar ve sinemacının Vasili Şukşin’in Acı adlı öyküsünün girişi. Hızlı yüreği henüz ellisine varmadan çatlayan bu güzel insanın yazılarından ilk kez şimdi sana daha yakın olan ortak ozan dostumuz söz etmişti. Ama ünlü filmi Kalına Krasnayayı sanırım aramızda ilk sen görmüştün. Ben de Şukşin’in vakitsiz ölümünden sadece bir yıl sonra Taşkent’te seyrettim. Uyumsuz bir genç adamın öyküsünü hem oyuncu, hem de yönetmen olarak ne kadar iyi anlatıyordu. Neyse, amacım Şukşin’in sinemasından söz etmek değil. Yurdanur Salman’ın güzel çevirisinden bir nefeste okuduğun t güzel öykülerini de anımsatmak değil. Başka.

Kısa bir süre önce, Milliyet’e bir röportaj için Güney-doğu’ya gittim. Urfa, Harran, Samsat, Eski Kâhta… Kuzey Mezopotamya’nın esrarlı kavimlerinin, Hurri’ lerin, Mitanni’lerin, Urartu, Hitit ve Asurluların büyük, çılgın ve kanlı uygarlıklarını örten uçsuz bucak sız bozkır, yakında büyük baraj sularının tufanı altında kalacaktı. Ama şimdi sessiz ve kupkuruydu. Eski Ahid’de adı Charan diye geçen Harran’da, bir gece vakti, Ay tanrısı Sin için yapılmış büyük tapınağın önünde duruyordum. Yalnızdım ve kerpiç huğlarının içinde köylüler uyuyordu. Seslerin dağılıp gittiği düzlükte sadece ağustos böcekleri vardı.

Tapmağın tarihi M.O. 2000 yılına kadar uzanıyordu. Büyük ve görkemliydi. Ama ben araştırmacı C. j Gadd’ın 1956’da gömü taşlarını bulduğu M.Ö. 6. yüzyılın yeni Babil Kralı Nabonide’i düşünüyorum. Halkı, yani köleleri, yasaları çiğniyor diye kızgınlıktan on yıl süreyle Arabistan çölünde Talma’da bir vaha’ya çekilmiş, sonra düşünde tanrılar tarafından hem Ba bil Krallığına seçilmiş, hem de Harran’daki tapmayı yeniden yükseltmekle görevlendirilmişti. Gömüt taşlarında bu garip öykünün tüm ayrıntıları yazılı i’!i Issız gecede, tapmağın karanlık kemerleri arasında ürkütücü gözlerle bana bakıyor gibiydi. Karşısında güçsüzdüm. Çünkü onun tarihi, kaleleri, surları ve kanlı savaşçıları vardı. Bense öyle bir insan işte.

Bir taşa oturdum, bir şeylerin olmasını bekledim. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Bir hışırtı geldi doğudan. İpek bir kumaşın açılışı, başakların rüzgârla titreyişi gibi. “Kim acaba?” diye sordum içimden. Usuldan bir ses yanıtladı gibi geldi: “Benim…” Dönüp baktım. Tapınağın gerçek tanrısı, gülümseyen ay’dı. Eski Anadolu’da değişimlerin tanrıçası. Kocamandı ve önce kızarmış ekmek dilimi gibiydi, sonra ortalığı ışığa boğan aydınlık bir yüz. Hiç kıpırdamadan onu izledim.

İşte tam o anda hatırladım Şukşin’in Acı öyküsünden bir cümleyi. “Bir insanın yalnız başına kaldığında ne denli acı çekebileceğini o güzel, o ayışıklı gecede öğrendim…” diyordu Şukşin. İşte, kanlı bir ölümün gözleriyle bakan

güçlü Nabonide’in karşısında yapayalnızdım. Elim, dayanılmaz bir acıyla arıyordu sıcak bir insan elini. “Bir insan yalnız başına kaldığında…” diye tekrarlıyordum Vasili’nin cümlesini. Bir süre sonra şaşkınlıkla farkettim, nicedir karşımda, ışıkta yıkanan genç ve güzel yüzüyle gülümsüyordu Şukşin. Onu tam da filminin en güzel sahnelerinden biri olan bir pelin ağacının gövdesine yaslanmış, gülümseyen yüzüyle görüyordum. Dedim ki, kendi kendime “niçin yalnız olayım? İşte bir dost, hemen geliverdi…”
Şimdi, uzak ülkelerdeyim ve başka zamanlarda. Öyküler, şiirler ve şarkılar sınır tanımazlar. Kalina Krasnaya’nın gösterildiği salondan çıkıp bir başkasına, çiçekler içindeki bir salona giriyordum. Sahnede genç bir Şili’li yönetmen, Patricio Guzman ve arkadaşlan. Pinochet’nin kanlı ellerinden kurtardıkları filmi göstereceklerdi.

Sonra birden Parra’nm sesi yükseldi. Violeta’nın mı yoksa İsabel’in mi, neyse fark etmez. Acı ve özgürlük duygusuyla kısık. Havaalanında seninle birlikte, lokantada, İsabel’i, Angel’i ilk karşıladığımız, karşılıklı gülümsediğimiz gün geliyor aklıma. Bizden uzanan sıcak insan elinin onları nasıl mutlu ettiğini nasıl hatırlamam … İşte şimdi de onlar uzatıyor ellerini.

Hiç abartmıyorum, bir anda binlerce gülümseyen yüzle dolu karanlık ve ıssız bozkır. Ayışığı yükseldikçe, Kral Nabonide’in yüzü ağır ağır silindi. Ama silindi. Düşündüm. Tıpkı Şukşin gibi, geçmişi bilecek kadar yaşadım ve önümde geleceğe inanacak kadar zaman var. Yaşadığımız günlerin toprağına acının, yalnızlığın tohumlan ekiliyor her gün. Ama gene de hiç unutmadan yapabileceğimiz bir şey var: Bir insan elinin sıcaklığındaki dayanışmayı gerçekleştirmek. Her şeyi değiştirebilir bu. Çünkü ayışığı, güzel değişimlerin tanrıçasıdır. Ve o ışığı yok etmek mümkün değil. Şukşin’in öyküsünün son cümlesi: “Ayışığı pencereden içeri doluyordu. Ah, nasıl da parlıyordu ay! Yeryüzü ister coşkuyla dolsun, ister acıyla, parlayacaktı hep böyle!”
15 Ekim 1982

insanokur.org

Sait Faik Abasıyanık - İnsan yüzleri

 

Ah bu insan yüzleri!.
Her şeyimizi bağladığımız, durmadan yanıldığımız,
istediğimiz kadar bol hasletler, adilikler, iyilikler, kötülükler, delilikler, akıllılıklar, sevdalar yüklediğimiz insan yüzleri.
Yanılsak da zararı yok!
Bu yüze olmazsa ötekisine yükleriz saydıklarımızı.
Yanılmamız muayyen bir insan içindir, insanlar için değil.
O halde yanılmıyor sayılırız.

"Bulamayan"Son Kuşlar

Süreyya Berfe - Hepsi o kadar


Gidilir, gelinir.
Belki sağsalim dönülür, hepsi o kadar.
Günler geceler çabuk geçer.
Çabuk geçmez şaşkın bir çocuğun hüznü
Vapurlar, arabalar, karlar çabuk geçer.
Ayrılık da özlem de herşey...
Herşey çabuk geçer
Ve birden gün ağarır.
Hepsi o kadar.
Gidilir,  herhalde gelinir.
Bütün gün denize bakmak kadar.
Belki ayvalar çürür.
Birşeyler kurur, atılır.
Nedir ki uzakta olmak
Ardahan'da boş duran bir ev
Hiçbir zaman suyu olmayacak bir kuyu
Unutulur, kalır. Hepsi o kadar.
O kadar anlayabilmek
O kadar acemi
O kadar toy
O kadar ilk
O kadar yeni
Ey uğursuz yolculuklar
Ey yıldızsız samanyolu
Bir daha hiç olmayacaksınız.
Çünkü yarım ve yaralı kalan
Bir akşam, yemin etmiyorum ama
En az günlerce, günlerce kanar.
Gidilir, gelinse de gidildiği gibi değildir.
Hepsi o kadar...


William Shakespeare "Aşk Gözle Değil, Ruhla Görür."


Zekânın durduğu yerde aşk yürüyebilir...Alexis Carrel

Aşk derdine hiçbir yâr, hiçbir dost yoktur. Aşığın bu maddî dünyada bir tek mahremi bile bulunmaz. Aşıktan daha deli ve divâne kimse yoktur. Akıl onun sevdasına karşı kördür, sağırdır.
Çünkü âşığın deliliği herkesin bildiği delilik değildir. Tıp bilgisinde aşk derdinin devâsı yoktur.
Ey aşk yoluna düşen kişi, yüzünü kendine çevir, kendi yüzüne bak. Ey âşık, sana âşık olan ancak sensin, senden başkası değil...Mevlâna

Hareket etmenin nedeni 'istek' ve 'sevmektir', bu ise düşünmektir. Aşk tutkudur. İyi ya da kötünün ne olduğunu fark edemeyen insan nasıl sevebilir...Epiktetos

Aşk, öyle bir anarşik kuvvettir ki, serbest bırakıldığı zaman, yasa ve törenin koyduğu her türlü sınırı yıkar...Bertrand Russel

Kalp, bedenin bir parçası olmasına rağmen, olağanüstü derecede bağımsız davranır; kalp, insanlığın aşk denen o büyük gizemine, büyük enerjisine, büyük nimetine ev sahipliği yapar...Louisa Young

Aşkın gözlükleri öyle pembedir ki; bakırı altın, yokluğu varlık, gözdeki çapağı inci gibi gösterir...Cervantes

Her aşkta büyük bir kuvvet vardır; fakat iyiliğe mâtuf olan, doğruluk ve itîdâl ile ayarlanan aşk hâkim bir kudrettir ve bize tam bir mutluluk verir, bizi birbirimize güzel bir sûrette bağlar...Platon(Eflâtun)

Aşk, hissediyorum ki her çeşit bağı çözüp kendi bağlarını kuruyor.
Aşk her şeye katlanabiliyorsa, her şeyin yerini almayı da bilir...Wolfgang Von Goethe

Aşkın kitaplara sokulması iyi oldu, böyle olmasaydı belki de başka yerde yaşayamayacaktı...William Faulkner

Aşk, dünyanın en tatlı mutluluğu ile en derin acısından yaratılmıştır...P. J. Bailey


Orhan M. Arıburnu - Sana bir çiçek

Sana bir çiçek veriyorum
Zor günlerin çiçeği
Karanlıkta açan.

Sana bir çiçek veriyorum
Özgürlük çiçeği
Solmayan
Durmayan
Çoğalan.

Bir çiçek ki,
Sevdikçe güzelleşir insan!

Sana bir çiçek…


Samuel Beckett " Böyle bir dünyada insan gülmeye bile cesaret edemiyor artık. Sadece tebessüme imkan var "


Bülent Ecevit - Özgeçmiş



bir boşluktan bir boşluğa
bir cam bardağa dolmuşum
cam bardakta su olmuş
sudan içmiş can olmuşum
görünmezden cana
bir kumaş örülmüş
kumaşa bürünmüş
beden olmuşum

bir varmış bir yokmuş
iki boşluk arası
bir rüyalık alemde
sen ben olmuşum


Rabindranath Tagore - Yıldızlar

Bütün yıldızların parladığını duyarım içimde.
Bir sel gibi dolar dünya hayatıma.
Gövdemde çiçekler açar.
Gönlümde toprağın ve suyun bütün gençliği
tüter bir tütsü gibi.
Ve seslendirir bir kaval gibi bütün nesnelerin
soluğu düşüncelerimi.


Virginia Woolf - Bir Yazarın Günlüğü


 Bir Yazarın Günlüğü, bizi 20. yüzyılın en büyük edebi dehalarından birinin özel dünyasında bir gezintiye çıkartıyor. Virginia Woolf’un ölümünden sonra eşi Leonard Woolf tarafından derlenen bu günlükler, 27 yıl boyunca yazarın en büyük sırdaşı olmuştu. Kendi sanatıyla fırtınalı ilişkisini, sancılı yaratma süreçleriyle utkulu zafer sarhoşluklarının birbirini izlediği kendi yazma eylemini, her daim uç noktalarda yaşadığı acı ve sevinçlerini hep bu defterlere dökmüştü Woolf. Günlükler Woolf’un yazı alıştırmalarına, yapıtlarının yapı taşını oluşturan kişi ve olaylara ışık tutarken, hem çağdaşlarının yapıtları hem de klasikler üzerine düşüncelerini de açıkça ortaya koyuyor. 1918 yılından başlayan günlükler, yazarın 1941’deki intiharının üç hafta öncesine dek sürüyor. 20. yüzyılda roman sanatını dönüştürmüş en büyük ustalardan birinin zihnine girmek, kuşkusuz yapıtlarını kavrayışımıza da ışık tutuyor.
 
 *
Nasıl da mutluyum, her şeyin bir uçurumun üzerinde uzanan daracık bir kaldırım olduğu duygusu da olmasa içimde.

Aşk, gençlikte başlayıp da bir sürü önemli şeye karışan o garip, derin, asırlık sevecenliklere verdiğimiz ad mıdır?

Aslına bakılırsa, temas ettik birbirimizle; ama derinliklerimize inmedik. Ama L. ile ben ziyadesiyle mutluyduk, öyle derler ya; hani o an ölüm gelse, falan filan. Kimse benim mutlulukta kusursuzluğa erişmediğimi söyleyemez.

Mutluluğu yarattıklarında onu biraz kıskanmış olmalı Tanrılar.

Kişilerimi zamana ve rüzgara karşı yerleştirebileceğim bir konum aramakta haklı olduğumdan eminim. Fakat Tanrım, insanın orayı kazıp, inanarak içine yerleşmesi ne zor. Dün inanıyordum, bugün gitti.

Mizahi bir antolojiye yüz yaşında olduğunu yazmış. Doğru, hayatı duyguyla ölçersek.

Yaşlanmaya inanmıyorum. Güneşe karşı duruşunu durmaksızın değiştirmeye inanıyorum.

Manzara, kendi kendini yazan bir dize gibiydi.
 

Ursula K. Le Guin " Sahip olduğunuz tek şey ne olduğunuz ve ne verdiğinizdir "


Bize birbirimizden başka kimsenin yardım etmeyeceğini, eğer elimizi uzatmazsak hiçbir elin bizi kurtaramayacağını biliyoruz. Uzattığınız el de boş, tıpkı benimki gibi, hiçbir şeyiniz yok. Hiçbir şeye sahip değilsiniz, hiçbir şey sizin malınız değil. Özgürsünüz. Sahip olduğunuz tek şey ne olduğunuz ve ne verdiğinizdir.

Özgürlüğümüz dışında hiçbir şeyimiz yok. Size kendi özgürlüğünüzden başka verecek bir şeyimiz yok. Bireyler arasında karşılıklı yardımlaşma dışında hiçbir yasamız yok. Hükümetimiz yok, yalnızca özgür birlik ilkemiz var. Devletlerimiz, uluslarımız, başkanlarımız, başbakanlarımız, şeflerimiz, generallerimiz, patronlarımız, bankerlerimiz, mülk sahiplerimiz, ücretlerimiz, sadakalarımız, polislerimiz, askerlerimiz, savaşlarımız yok. Başka da pek fazla şeyimiz var sayılmaz. Biz paylaşırız, sahip olmayız. Varlıklı değiliz. hiçbirimiz zengin değiliz, hiçbirimiz iktidar sahibi değiliz. Eğer istediğiniz, aradığınız şey buysa o zaman ona eli boş gelmeniz gerektiğini söylüyorum, ona yalnız ve çıplak gelmeniz gerekiyor, tıpkı bir çocuğun dünyaya, geleceğine, hiçbir geçmişi olmadan, hiçbir malı mülkü olmadan, yaşamak için tümüyle başka insanlara dayanarak gelmesi gibi. Vermediğiniz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir.

Devrim’i satın alamazsınız. Devrim’i yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya sizdedir, ya da hiçbir yerde değildir.

"Mülksüzler"


24 Ocak 2018

Uğur Mumcu Kendini Anlatıyor


Anısına

Türkiye'de araştırmacı gazeteciliğin öncülerinden sayılan Uğur Mumcu, özellikle silah kaçakçılığı, terör ve Papa 2. Jean-Paul'e yönelik suikast girişiminde bulunan, gazeteci Abdi İpekçi suikastı hükümlüsü Mehmet Ali Ağca üzerine çalışmalarıyla da uluslararası ün kazanmıştı.

Uğur Mumcu, bu konulardaki araştırmalarından biri sırasında, Aralık 1984'te yolu Londra'ya düşmüş, dinleyici istek programı ''Sizlerle Başbaşa'' içinde BBC Türkçe stüdyolarında, Nuri Çolakoğlu ve Ayça Abakan'ın konuğu olmuştu.

Nuri Çolakoğlu: Konuğumuz Türkiye'de tanınmış gazeteci, yazar Uğur Mumcu. Sadece Türkiye'de değil, uluslararası düzeyde de Uğur Mumcu ün kazanıyor, Ağca konusundaki, terör, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı konusundaki yazılarıyla, araştırmalarıyla. Buraya da yurt dışındaki bir dizi temas sonrasında geldi. Uğur Mumcu'yla biz bugün, bambaşka konularda konuşmak istiyoruz. Genellikle siyaset dışı, günlük hayata ilişkin konular. Uğur Mumcu, bize çok kısa olarak yaşam öykünüzü anlatır mısınız?

Uğur Mumcu: 1942 yılında doğdum, hukuk öğrenimi yaptım, bir ara Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde idare hukuku asistanı olarak çalıştım, daha sonra da gazeteciliğe başladım. 11-12 yıldır da profesyonel gazeteci olarak çalışıyorum. Evliyim, iki çocuğum var.

Ayça Abakan: Hep Cumhuriyet'te mi çalışageldiniz?

Uğur Mumcu: Hayır, daha önce günlük gazete Yeni Ortam'da çalıştım. Asistan olduğum günlerde de dergilerde yazılar yazardım, haftalık dergilerde, günlük gazetelerde yazılar yazardım.

Nuri Çolakoğlu: Bir de tiyatro yazarlığına daldınız çıktınız diyeyim, iki tane oyun oldu şu ana kadar.

Uğur Mumcu: Evet, daldım da, henüz çıkmadım. O da çok derin bir alan. Tiyatro alanında pek iddialı değilim. Fakat yazdıklarımı bir de sahneye koymak istiyorum. İki oyun aslında, yazdıklarımın sahnelenmiş şekli. ''Sakıncalı Piyade'' biri, ''Sakıncasız'' da ötekisi.

Nuri Çolakoğlu: Biri Sakıncalı, diğeri Sakıncasız...

Uğur Mumcu: Sakıncalı şu. Düzenin sakıncalı gördüğü insanlar... Onları anlatıyorum. Sakıncasız, eskiden Marksist olup da görüşleriğini değiştirip bugün sağcı olan, gününü gün yapan, köşe dönen eski devrimcilerle ilgili. Bunu da şu nedenle yapıyorum: Bir caydırıcı etkisi olsun, herkes görüşünü cami avlusuna bırakılmış çocuklar gibi terkedip kaçmasın. Amacım o.

Nuri Çolakoğlu: İnsanların görüşlerini değiştirmesine karşı mısınız?

Uğur Mumcu: Hayır değilim, insan olumlu anlamda değişiklik gösterir, dünya değişiyor, Türkiye değişiyor, ben de 20 yıl önceki düşüncemi koruyor değilim. Ama aynı çizgide yürüyorum. İnsan görüşlerinde çok köklü değişiklikler de yapabilir, ama ne karşılığında? Önemli olan bu. Şimdi bakıyorsunuz, 20 yıl, 25 yıl önce Yön Bildirisi'ne imza atmış. Yani ne demiş? Kalkınma devlet eliyle olur. Şimdi de kalkınma devlet eliyle olmaz, özel sektör eliyle olur diyor. O zaman bakıyorsunuz bir asistan; şimdi profesör, holding profesörü. O zamanki aylığıyla şimdiki aylığını karşılaştırıyorum, yeterli bir sonuca ulaşıyorum.

Ayça Abakan: Ben tekrar gazeteciliğe döneyim... Nasıl bir uğraş gazetecilik sizin için?

Uğur Mumcu: Gazeteciliği tek başına gazetecilik diye almıyorum. Sanat için sanat gibi. Gazetecilik, bir siyasi işlevin parçasıdır. Onun bir parçası olarak görüyorum, siyasi kavganın, siyasi mücadelenin bir kürsüsü olarak niteliyorum.

Nuri Çolakoğlu: Peki bu kadar yoğun uğraş arasında dinlenmeye vakit buluyor musunuz?

Uğur Mumcu: Çok buluyorum dersem yanlış olur, yazın mesela tatile gidiyorum, plajda okuyucularla karşılaşıyorum. Sohbete başlıyoruz, diyor ki ''Tatil burası, dinleneceksiniz ama biz de sizi burada bulduk, ilerici yazarın tatili yoktur, bizi çekeceksiniz.'' Böyle, güzel, mizahi başlangıç olunca da biz saatlerce denize girmek yerine, eski konularda kulaç atıyoruz.

Nuri Çolakoğlu: Peki, müzik gibi konularla uğraş var mı?

Uğur Mumcu: Var tabii, olmaz olur mu? Müziğin her türünü dinlerim. Akşamları kendi başıma kaldığımda plak dinlerim, arabamda sürekli müzik dinlerim. Türk müziği, Batı müziği, klasik müzik, hepsini.

'Günüm çok sıkıcı'

Ayça Abakan: Peki bir gününüz nasıl geçer?

Uğur Mumcu: Çok sıkıcı. Anlatayım. Sabah kalkıyorum, kahvaltıdan sonra BBC'yi dinlerim, 8.00 haberlerini. Dünyada ne var, ne yok.. Ondan sonra 9.00 haberlerini.. Sonra günlük gazeteler gelir, onları okurum, ardından günlük yazımı yazarım. Gazeteye giderim, orada bir kaç saat kalırım, okurlarla görüşürüm. Öğleden sonra ya eve gelirim çalışmaya, ya da Meclis kütüphanesine giderim orada çalışırım. Akşam yemekten sonra da ya televizyon seyrederim, ya video seyrederim ya da arkadaşlar gelir, onlarla sohbet ederiz.

Nuri Çolakoğlu: Video Türkiye'de giderek yayılan bir hastalık halinde değil mi?

Uğur Mumcu: Efendim onun da nedeni, devletin televizyona verdiği önemle ilgili. Televizyonda seyredecek bir şey bulamıyorsunuz. Televizyonumuz hem çok politize. Yani diyelim ki siyasi iktidar dışındakilere söz hakkı çok az tanıyor. Bir de, işte burada örneklerini görüyoruz, bizde öyle güzel programlar yok. O nedenle televizyon yerine video tercih ediliyor. Ben de öyle yapıyorum.

Nuri Çolakoğlu: Çok mu yaygın gerçekten?

Uğur Mumcu: Eskiden 1950'li yıllarda her mahallede bir muhallebici dükkanı varmış, sonra her mahallede bir kebapçı başladı, biracı başladı, şöbiyet, baklavacı başladı. Şimdi videoculuk hepsini geçti. Bakkaldan fazla videocu.

Ayça Abakan: Denetim de yok...

Uğur Mumcu: Hayır. Bakıyorsunuz, bir film izliyorsunuz, yurtdışındaki özel kanalların reklamlarını da görüyorsunuz. Videocu buradan arkadaşıyla anlaşıyor, televizyon hangi filmi oynatıyorsa o filmi kaydediyorlar, Türkiye'ye, arada reklamlarıyla geçiyor. Denetleme şeklen var, çok kapsamlı değil herhalde.

'Demokrasinin nimetlerinden yararlanan videoculuk'

Nuri Çolakoğlu: Belki Türkiye'de denetlemenin olmadığı nadir görsel sanatlardan bir tanesi yani.

Uğur Mumcu: Demokrasinin nimetlerinden yararlanan bir alan oldu videoculuk. İstediği filmi getiriyor, ara sıra yasaklar çıkıyor, mesela Gandi filmi yasak Türkiye'de. Niye yasak bilmiyorum, ama Gandi filmi yasak.

Ayça Abakan: Tam Ziya ül Hak'ın ziyareti sırasında yasaklanmıştı sanıyorum.

Uğur Mumcu: Herhalde, Ziya Ül Hak'a karşı bir saygısızlık olmasın diye. Bunun gibi siyasal içerikli bir çok konuyu yasaklıyorlar, ama denetim sıkı olmadığı için seyredebiliyorsunuz.

Ayça Abakan: Çalışmalarınızın büyük bir kısmı araştırmalarınıza dayanıyor. Çok ayrıntılı, ince çalışmalar. Nasıl çalışıyorsunuz, araştırmalarınızı nasıl yapıyorsunuz? Hangi kaynaklara dayanarak?

Uğur Mumcu: Şimdi çeşitli kaynaklar var. Önce kaynak insan, tanık. Birçok insanla görüşüyoruz bir olay olduğunda.

Ayça Abakan: Peki zorluk çekiyor musunuz kişileri konuşturmakta?

Uğur Mumcu: Çok, çok çekiyorum. Bir kısmı korkuyor, bir kısmı konuşmak istemiyor, bir takım siyasi yargılar nedeniyle konuşmak istemiyor. Zaman zaman çok güçlüklerle karşılaşıyorum, ama o güçlükleri aşmaya çalışıyorum, o güçlükleri aştığım ölçüde de başarılı oluyorum, aşamazsam o konuda başarılı olamıyorum tabii. Doküman inceliyorum. Örneğin, bakın, bana gelirler siz bunları nereden buluyorsunuz, bu belgeleri? Bir kısmı da sen CIA ajanı mısın? KGB ajanı mısın ya da MİT ajanı mısın? Bunları nereden buluyorsun? Çok basit. Eğer bir dava dosyası çok ciddi okunursa bütün belgeler orada vardır. Benim kaçakçılık konusunda araştırmalarım son 20 yılın kaçakçılık dosyalarına dayanıyor. Ama bunları okuya okuya gözlüğümün derecesi yükseldi. Yani bizde konulara genel yaklaşımlar geçerlidir. Üstün körü. Abdi İpekçi olayı. Abdi İpekçi dosyasını ben 10 kez okudum, açığını yakalayabilmek için, ki 500 sayfadan fazla, silik fotokopiler, ifadeler.. Yani zamanını ayırmak sorunu. Bizde gazetecilik, köşende oturacaksın, çayını içeceksin, yazını öyle yazacaksın. Böyle anlaşılmış, oysa gazetecilik haber demek ve her gün yenilenen bir olay. Gazeteci her gün kendisini yenilemezse gazetecilik yapamaz. Ben buraya geliyorum, bir başka konuya ağırlık veriyorum, diyelim ki, 24 Ocak kararlarıyla ilgili uygulamaları bir aydır izleyemiyorum Türkiye'de. O zaman bunun eksikliğini duyuyorum. Sözgelişi bu.

Nuri Çolakoğlu: Kendinizi yenilemeden söz ettiniz, nasıl yeniliyorsunuz?

Uğur Mumcu: Bütün olayları izlemeye çalışıyorum. Dünyada ne var ne yok, onu izlemeye çalışıyorum. Çok okuyorum, yazdığımdan daha çok okuyorum. Bizde gazetecilerin çoğu okumaz, yazarlar. Daha çok kendi yazdıklarını okurlar. Bir olayı izlemek yani. Eskilerin fikri takip dedikleri. Bir olayı izlemek, sonunu getirmek, sıkıyor. Ben şimdi bilirim. Terörle ilgili bir yazı yazdığım zaman, ''canım yine mi terör?'' diyebilir okur. Ama biz de bu konuyu kanıtlayabilmek için, yine yazmak zorundayız. Biz hep genel sözlere alışmışız. Diyelim ki Bulgar olayını tartışıyoruz, adam sol eğilimliyse ''Abi'' diyor bana, ''Yapmazlar''. Niye yapmasınlar diyorum, işte belgeler ortada. ''Yok abi yapmazlar.'' ''Abi'' diye bir nazariye var Türkiye'de; ya da ''Yok abi'' nazariyesi. Veya tersi geçerli. ''Yok abi yapıyorlar.'' Ben, her konuda araştırma yanlısıyım.

Nuri Çolakoğlu: İnançlar, düşüncelerin önüne geçiyor yani bu anlamda. İnanç, düşünmeyi engelleyici birşey...

Uğur Mumcu: İyi tanımladınız. İnançlar, fetişizm haline geliyor. Sonra ona tapıyorlar. Ben görüş olarak sosyalist eğilimliyim. Yani emekçi sınıfların toplumda yönetimi ele almasını istiyorum. Bu ayrı bir konudur; kendi ülkemin içinde sürüklendiği kavgada sizi kan çanağına itenleri yakalamak ayrı konudur. Ben sosyalist bilincimi hergün artırıyorum. Fakat hergün de, bu Bulgarları teşhir etmeye çalışıyorum. Bunlar çok ayrı konular. Bizde sosyalist oldunuz mu, mutlaka ya Sovyetler'in adamı olacaksın, ya Çin'in adamı olacaksın. Veya kapitalist oldunuz mu, Washington'un, CIA'nın adamı olacaksınız. Bunlar dünyadaki sistemler. Buna yakınlık da duyulabilir, nefret de duyulabilir. Ama bir insan kendi ülkesinin devrimcisi olmalı. Benim görüşüm bu. Ulusal bağımsız sol! Ben sosyalist eğilimliyim, işçi sınıfının, emekçi sınıf ve tabakaların demokratik yollarla iktidara gelmesini istiyorum. Bu görüşümden hiç ama hiç vazgeçmedim. Ama öte yandan da, Türkiye'de, bir, Kürtçülük, iki, silahlı eylemcilik, üç, yurt dışına bağımlı sosyalizm, yani benim "kançılarya sosyalizmi" dediğim TKP'cilik... Bunlara da karşı çıkıyorum. Ve Türkiye solunu da, bunların engellediğini sanıyorum.

'Ağca olayından bıktım'

Ayça Abakan: Gazetecilik yıpratıcı mı? Hiç bıktığınız oluyor mu?

Uğur Mumcu: Bıkmaz olur mu insan? Bir kere son uğraştığım konudan çok bıktım. Bu Ağca olayı, kaçakçılık olayı.

Nuri Çolakoğlu: Kaç kitap oldu?

Uğur Mumcu: Benim onbir tane kitabım var. Dördü terör üzerine. Birisi Çıkmaz Sokak - sol terör üzerine. Birisi Silah Kaçakçılığı ve Terör - ilk kaçakçılık dosyalarını ele alan kitabım. Üç, Abdi İpekçi dosyasını yeniden açtırmaya yönelik Ağca Dosyası diye topladığım yazılar. Dört, Papa Mafya Ağca.

Nuri Çolakoğlu: Yani bu konularla bu kadar haşır neşir olmaktan...

Uğur Mumcu: Bıkıyor insan tabii...

Nuri Çolakoğlu: Her insanın sanırım kafasının bir köşesinde "Ah bir vaktim olsa da yapsam" dediği türden, ya fikri ya bedensel bir çalışma, yahut bir özlem, birşey vardır. Uğur Mumcu'nun şöyle bir boş vakti olsa, ne yapmak ister?

Uğur Mumcu: Efendim kışsa Uludağ'a çıkmak, yazsa Ege sahilinde dinlenmek istiyorum; ikisi de olmuyor.

Nuri Çolakoğlu: Yani yazın Uludağ'a gidiyorsunuz, kışın...

Uğur Mumcu: Hayır ikisi de olmuyor, ne Uludağ'a, ne Ege'ye... Ege'ye gidiyorum ama pek de dinlenemiyorum. Tabii çok da yoruluyor insan yani, dinlenmeye zaman ayırmak gerekir. Dinlenemeyen insan iyi çalışmaz. Çok yorulduğum zaman da işte, evde dinleniyorum. Bütün yapabildiğim bu.

'Sevdiği için acı çekip sonra evde döven...'

Ayça Abakan: Müzikle ilgileniyorum, müzik dinliyorum sürekli dediniz. Arabesk dinliyor musunuz?

Uğur Mumcu: Arabeski sevmiyorum, çok lümpen müziği arabesk. Bizde, Türk halkının bir kısmı bu aşk konularında mazohist. Kendi kendine işkenceden hoşlanıyor. Yani bir kızı seviyor, kız bunu sevmiyor, gidiyor meyhaneye içki içiyor, ondan sonra da ağlıyor. O kızla evlense, kadını da dövüyor sonra, işin tuhaf tarafı. Yanı mazohizmin müziği arabesk, lümpen müziği, sevmiyorum arabesk müziğini.

Ayça Abakan: Ama müthiş bir etkisi var Türkiye'de. Azalmayan, tersine büyüyen bir etki belki de. Neden dersiniz?

Uğur Mumcu: Herşeyin nedenini tek koşulla, tek durumla açıklamak yanlış olur ama şunu söyleyeyim. Herhalde kadın erkek ilişkilerinin olumlu düzeyde olmaması; kaynaklarından biri bu. Yani bu kadar feryat dolu aşk şarkıları hiçbir yerde yoktur, Arabistan'da var herhalde ki, oradan geliyor. Kadın erkek ilişkilerindeki yozlaşma, bozukluk... Öyle görüyorum. Yani kendi kendine işkence edilmekten hoşlanıyor insan. Onun için mazohist diyorum. Yani o arabesk şarkıların bazılarına gülüyorum. Bir de çok anlamsız oluyor bazıları. "Ne kötülük gördün benden, özür diliyorum senden"... Bunu İngilizceye çevirin, bir manası var mı?

Ayça Abakan: Ama bu arabesk akımı, başka müzik dallarını da etkiliyor. Örneğin "Hafif Batı Müziği" diye çıkarılan türü etkiliyor. Sonra türkülerde de, son zamanlarda etkisi görülüyor...

Uğur Mumcu: O da yozlaşma! Şimdi bakın, kötü para iyi parayı kovar derler. Genel olarak böyle olur. Kötü müzik iyi müziği bozuyor. Kötü tiyatro iyi tiyatroyu bozar. İdeolojinin sahtesi de, ideolojinin gerçeğini bozar. Bunlar birbirine bağlı konular.

'Atilla İlhan, Nazım Hikmet, Vivaldi'

Nuri Çolakoğlu: Peki eğer müzik türünde bir seçme imkanınız olsa, ne dinlemek istersiniz? Mesela Uğur Mumcu'nun isteği olarak bu programda ne çalabiliriz?

Uğur Mumcu: Vivaldi'nin Dört Mevsim'i.

Nuri Çolakoğlu: Klasik müzik birçok Batı müziğini etkilemiş ama, Türk müziğine fazlaca girmedi. Herhalde kültür farklılığından değil mi?

Uğur Mumcu: Efendim bizim sınırlarımızdan kaçak mal girer ama Batı kültürü çok az giriyor; ondan oluyor herhalde.

Ayça Abakan: Ama sinema giriyor pekala... Ya da, 'Amerikan' sineması...

Uğur Mumcu: O bölümü açık sınırların. Bir kısmı açık, bir kısmı kapalı. Düşünce özgürlüğü girmiyor tümden. Yani şimdi burada televizyonda izliyorsunuz, Kraliyet Ailesini eleştiriyor. Hükümet üyelerinden birini eleştirseniz, hele televizyonda, hükümetin manevi şahsiyeti diye adamı maazallah atarlar içeri. Yani biz demokrasiyi kısmen alıyoruz, yüzde 75'ini alıyoruz, yüzde 60'ını alıyoruz. Az pilav gibi birşey; bir kısmını alıyoruz, tümünü almıyoruz. Batı demokrasisi ise böyle olması gerekir. Ama böyle değiliz. O yasak diyor, bu yasak diyor. Müziğin de o kısmını pek sokmuyor. Bu da kültür sorunu tabii... Müzik bir kültür sorunu, o yok. Ya da toplumun açılan kesimleri elit henüz, toplumun eliti. Gidin şimdi, İstanbul'un belli kesimleri, tabii ki Batı kültürüyle çok yoğun bir beraberlik içindedir. Onlar klasik müzik dinlerler. Veya Ankara'da, belli bürokratlar. Konser salonu dolup taşar, bilet bulamazsınız.

Ayça Abakan: Çalışmalarınız dışında kitap okumaya vakit bulabiliyor musunuz? Edebiyat kitapları,
şiir...Uğur Mumcu: Şiiri çok severim. Şair olarak Attila İlhan'ı severim. Şiirlerini daha çok severim Atilla İlhan'ın. Bütün şiirlerini seviyorum. "Ne kadınlar sevdim, yoktular" diyor. Çok güzel bir tanım. Çok iyi bir şair. Tabii Nazım Hikmet'i de çok severiz, o ayrı, yeri ayrı onun. Hasan Hüseyin'i severim. Munis Faik Ozansoy vardır, onu severim. Roman... Son zamanlarda Türkiye'de en çok satan romanlar, Latife Tekin, Vedat Türkali'nin kitapları... İzlemeye çalışıyoruz.

Ayça Abakan: Ve işte biz de, yeni yılın ilk programında Uğur Mumcu için Vivaldi'nin Dört Mevsim konçertosunu çalıyoruz.

Uğur Mumcu:Teşekkürler.

BBC TÜRKÇE ARŞİVİ
Sizlerle Başbaşa, Aralık 1984


21 Ocak 2018

Soren Kierkegaard - Kahkaha Benden Yana

Büyük bir dehanın tanınmaması elbette üzücü; ama yanlış tanınması daha da beter. Ne yazık ki Kierkegaard bu iki durumu da dramatik şekillerde yaşadı ve yer yer de yaşamaya devam ediyor.

Yaşadığı dönem olan XIX. yüzyılda kendi insanları tarafından anlaşılamadı; çünkü düşünceleri, eserleri onları kat kat aşıyordu.Kierkegaard'ın üzerine örtülen ölü toprağından sıyrılıp varlığını yeniden göstermesi için XX. yüzyılın başlarını beklemek gerekti: Yani “birey” kavramının yavaş yavaş uç verdiği, özleri bir “sistem” inşa etmeye dayalı felsefelerin çözülmeye başladığı bir zaman dilimini.Geçtiğimiz yüzyıla damgasını vuran pek çok düşünür ve yazar Kierkegaard'dan önemli ölçüde yararlanmışsa da, Kierkegaard'ı merak eden okurlar onun “yanlış” bir kitabından başlamak ya da hakkındaki yanıltıcı yorumları ciddiye almak suretiyle bir anlamda onu gözden kaçırmışlardır.İşte bu kitap Kierkegaard'ı tanıdığını sananlar, hakkında şöyle bir fikri olanlar ya da hiçbir fikri olmayanlar için ideal bir “tanıtım” kitabı. Tanıyanlara ise kesinlikle “yeni bir bakış” kazandıracak bir eser.Kierkegaard okuru birkaç şekilde şaşırtıyor: Öncelikle yüz elli yılı aşkın zaman önce kaleme almış olduğu konular halen güncelliğini sürdürüyor. Sözgelimi kamu, basın, özel hayat gibi kavramları derinlemesine ele alırken bugün de önemini koruyan olağanüstü tespitler yapıyor. Bunun dışında değişik karakterlerin ağzından tartışma yaratacak sözler sarf ediyor. Örneğin: “Can sıkıntısı bütün kötülüklerin anasıdır,” diyerek eğlenmenin görevimiz olduğunu ilan ediyor.

Dönemin etik, estetik, düşünsel ve doğrudan hayata dair alanlarında bayağılıklara karşı tek başına kıyasıya mücadele etmiş bir adamı (yeniden) tanımak, “sohbet”inden haz almak ve en nihayetinde Kierkegaard'a hakkını vermek için Kahkaha Benden Yana diyoruz.

 

17 Ocak 2018

Robert M. Pirsig - Değerlerin sorgulanması


Sokrates öncesi filozoflar hep, çevrelerindebuldukları dış dünyadan evrensel bir Ölümsüz İlke yaratmaya çalıştılar. Ortak çabaları onları, Kozmolojistler diye adlandırılabilecek bir grupta birleştirdi. Böyle bir ilkenin varlığını hepsi onaylıyordu,ama bu ilkenin ne olduğu konusundaki görüş ayrılıkları çözülmez bir haldeydi. Herakleitos’un yandaşları Ölümsüz İlke ’nin değişim ve hareket olduğunda diretiyorlardı. Ama Parmenides’in yandaşı Zeno, birdizi paradoks ile, hareket ve değişimin yanılsama olduğunu kanıtlıyordu. Gerçeklik hareketsiz olmalıydı. Kozmolojistlerin tartışmalarının çözümü yepyeni bir yönden, Phaedrus’un ilk hümanistler olarak gördüğü bir gruptan geldi. Bunlar öğretmendi, ama öğretmeye çalıştıkları şey ilkeler değil insanın inançlarıydı. Hedefleri tek ve mutlak bir hakikat değil, insanın yüceltilmesiydi. Tüm ilkeler, tüm hakikatler görecedir diyorlardı. “İnsan her şeyin ölçüsüdür.” Bunlar ünlü “bilge” öğretmenler, antik Yunan’ın Sofistleriydi. Phaedrus’a göre, sofistlerle kozmolojistler arasındaki çatışmanın ışığı Platon’un Diyaloglar'ına yepyeni bir boyut katar. Sokrates salt boşluktaki yüce idealleri anlatmaz. O, hakikatin mutlak olduğunu düşünenler, görece olduğunu düşünenler arasındaki savaşın içindedir. Bu savaşta tüm gücüyle savaşır. Sofistler düşmandır. Şimdi Platon’un sofistlere duyduğu nefret anlaşılır duruma geldi. O ve Sokrates, kozmolojistlerin Ölümsüz İlke’sini sofistlerin yozlaşması olarak niteledikleri şeye karşı savunmaktadırlar. Hakikat. Bilgi. Birilerinin onun hakkında ne düşündüğünden bağımsız olanşey. Uğruna Sokrates’in can verdiği ideal. Dünya tarihinde ilk kezyalnızca Yunanistan’ın sahip olduğu ideal. Bu hâlâ çok nazik bir şeydir. Tümüyle yok olabilir. Platon’un sofistleri hor görmesinin ve sonuna dek lanetlemesinin nedeni, onların aşağılık ve ahlaksız kişiler olmaları değildir -Yunanistan’da onun görmezden geldiği, açıkçadaha aşağılık ve ahlaksız kişiler vardır. Onları lanetlemesinin nedeni insanoğlunun, hakikat idealini kavrama yolundaki yeni başlangıcını tehdit etmeleridir. Tüm olanların aslı budur. Sokrates’in şehit olmasının ve Platon’un bunu izleyen eşsiz düzyazılarının sonuçları, bildiğimiz Batılı insanın tüm dünyasından başka bir şey değildir. Eğer hakikat idealinin, Rönesans tarafından yeniden keşfedilmeden ölmesine göz yumulsaydı bugün tarih öncesi insandan çok ilerde olmamızın olanağı yoktu. Bilim ve teknoloji ideaları ve insanoğlunun diğer sistematik düzenlenmiş çabaları onun üzerinde odaklanır. O hepsinin çekirdeğidir.Ve nihayet Phaedrus, Nitelikle ilgili olarak söylediklerinin tümbunlara karşıt olduğunu anlar. Sofistleri daha çok onaylamaktadır.“İnsan her şeyin ölçüsüdür.” Evet, Nitelik hakkında söylediği budur. İnsan, öznel idealistlerin sandığı gibi her şeyin kaynağı değildir. Ama nesnel idealistlerin ve materyalistlerin sandığı gibi herşeyin edilgin bir gözlemcisi de değildir. Dünyayı yaratan Nitelik, insanla onun deneyimi arasındaki ilişki olarak doğar. İnsan her şeyin yaratılmasına katılan bir varlıktır. Her şeyin ölçüsü bu uyuyor. Ve onlar retorik öğretiyorlardı bu da uyuyor. Sofistler hakkında onun söylediği ile Platon’un söylediği arasında tek uymayan şey onların erdem'i öğretmeyi iş edinmeleri. Tüm anlatılanlar bunun, onların öğretilerinin merkezini oluşturduğunu gösteriyor; ama tüm ahlaki düşüncelerin göreliliğini öğretiyorsanız erdemi nasıl öğreteceksiniz? Erdem, hiçbir şey ifade etmese bile ahlaksal bir değişmezliği ifade eder. Neyin iyi olduğu konusundaki görüşü günden güne değişen bir adam ancak geniş görüşlülüğünden ötürü beğeni kazanabilir;erdeminden ötürü değil. En azından, Phaedrus’un bu sözcüğü anladığı kadarıyla böyledir. Ve retorikten erdemi nasıl alacaklar? Bu, hiçbir yerde açıklanmamış. Bir şeyler yitik.





15 Ocak 2018

Türkçeden Türkçeye Bir Çeviri


Yalnız şiir mi? Şiirle birlikte bir buruksuluk, kendinden oimıyan bir hüzün de getirdi Nazım Hikmet. Sanki yabancı bir ozanın; Batıda ün yapmış, ödüller kazanmış, dilimize aktarılması geciktirilmiş bir ozanın şiirlerini okuyorum. Okumak da sayılmaz benimkisi, daha çok bakıyorum bu şiirlere. Bir özlem sonrası karşılaşan iki dostun, öyle hiç konuşmadan, belli bir süre bakışıp kalmaları gibi.

Türkçeden Türkçeye çevrilmiş bir kitap sayıyorum ben «Kurtuluş Savaşı Destanını. Kitabın çevirmenleri de okuyucular. Bir düş yıkılıyor, bir ozan katılıyor aramıza böylece. Kişiliği ve ozanlığı üzerine yazılacak, konuşulacak, tartışılacak artık. Şiir geleneğimizden söz edilirken onun da adı anılacak.

Şimdiye kadar bir korku vardı içimizde. Hem de salt şiir adına bir korku. Bu yüzden uzun yıllar kahve köşelerinde, meyhane masalarında, dost çevrelerinde okuduk onun şiirlerini. Çünkü «Nazım Hikmet» demenin, yalnız bu iki sözcüğü yanyana getirmenin bile bir suç olduğunu biliyorduk. O yıllar «Serbest Nazım» la yazmanın komünistlik sayıldığı yıllardı. O yıllar, her ozana en azından bir polis düştüğü yıllardı. «Gelecek iyi günler» demek, savcılardan randevu istemek gibi bir şeydi. Yoksulluktan, işsizlikten, sefaletten söz açmak, bir sınıfı bir başka sınıf zararına kışkırtmak anlamına gelirdi.

Basımevierinde kutu kutu sarılar, yeşiller, maviler harcanırdı da, kırmızıya sıra gelmezdi pek. Çünkü kırmızı başlık atan bir dergi, içeriği ne olursa olsun, kuşkulan artırmaktan başka bir işe yaramazdı. Bu boğuntuları, bu çelişmeleri, bu baskıları yaşıyan; bu ezilmelerin acılı sessizliğini, içe dönük başkaldırısını «kelimeleştiren»; kısaca bu trajiği olanca dehşetiyle yansıtan, bir insan müzesi gibi kalmanın korkunçluğunu şiire çeken ozanlara bireyci deniyor bugün.

Nazım’ın şiiri nasıl bir şiirdi? Ben bu şiirlerin değeri hakkında ne biliyordum? Benden sonraki kuşaklar ne biliyor? Yanıtlaması güç bir soru. Yıl bin dokuz yüz kırk altı. Elimde Orhan Burian’ın «Kurtuluştan Sonrakiler» adlı şiir antolojisi. Sayfa: 77-111. Hepsi hepsi otuz dört sayfacığa sığdırılmış şiirler: Salkım Söğütler, Bahri Hazerler, Mavi Gözlü Devler.. Sonra orda burda yayınlanmış bir iki şiir daha. Sonra kulaktan dolma birtakım yalan yanlış mısralar. Sonra? Sahaflarda, Ankara Caddesinde aranmalar. Sonuç? Üç beş şiir kitabı, bir oyun, hepsi o kadar.

Benim Nazım Hikmetle tanışmam böyle oldu. Antolojide sıralanan şiir kitaplarının sonuncusu, Şeyh Bedrettin Destanı (1936). Ben sekiz yaşımdayken yayınlanmış. Kurtuluş Savaşı Destanı ise, bin dokuz yüz altmış beş yılında yayınlanıyor. Demek oluyor ki, bir sessizliktir benim için Nazım Hikmet. Ve bu sessizlik şöyle tanımlanıyor antolojide: «Nazım Hikmet Ran, şiirimize getirdiği şekil yenilikleri ve dâva meselesiyle onbeş senedir en çok münakaşa edilmiş değerli bir şairimizdir...»

Şiiri salt duygularımla algıladığım, duygularımla sevebildiğim bir dönemde, ancak bu kadar okuyabildim Nazım Hikmet’i. Bugünse aklın denetiminden geçmiyen bir duyarlıkla bakamadığım gibi şiire, beğenilerim, ölçülerim de çok değişti.

Sanırım o zekâdan, o ustalıktan pek az bir şey kalacak elimde. Ama beni hazırlıyan, kuran, pekiştiren ozanlardan birinin de Nazım Hikmet olması mutluluğunu tatmak isterdim. O yıllar çok gerilerde kaldı şimdi. Gene de yepyeni bir ozan gibi bakmak isterim ona; kimbilir, ben onu değerlendirirken, o da beni değerlendirir belki.


13 Ocak 2018

Necati Cumalı - İthaf


Küçüğüm, sen şimdi onsekizindesin
Güzelliğin gün günden dillere destan
Hatıramda herbiri seninle canlanan
İzmir'in günlerinde gecelerindesin

Sönmüş yanardağlar, kaleler eteğinde
Yüzyıllardır uyuyan şu bizim İzmir
O âşık kadınları, levent erkekleri nerde?
Sahiden yaşayıp göçtüler mi kimbilir?

Balkonlara, yalılara dalar düşünürüm
O günler uzaklaşan yelkenlerin peşi sıra
Akan bulutlar gibi geçmiş: ne iz, ne hâtıra!
Sır şimdi bunca güzel hayat, güzel ölüm!

Sır şimdi gözyaşları, saadet dilekleri
Bize gelen yüzyılların hikâyesi sır
Eski İzmir diye ne varsa şunun bunun bildiği
Yaşlıların kırık dökük anlattığıdır

Aşkı şehirler yaratır, şehirler yaşatır
Ben gönlümce yaşadım, gönlümce sevdim
Bilirim saadetim, yalnızlığım bundandır
Seni bulduğum, kaybettiğim günden bilirim.

Aşklarının tarihi bir şehrin tarihidir diyorum Gün gelir aşklariyle anılır şehirler anılırsa Niyetim sevdalı sözler etmek de olmasa İzmir için ne yazarsam sana adıyorum!

06 Ocak 2018

Heraklitos - Logos

İnsanlar ebedi olan bu evrensel yasayı (sözü) adını duymadan önce de duyar duymaz da kavramıyorlar. Her şey bu yasaya göre gerçekleştiği halde, her birini doğasına göre ayırıp açıklayarak ne olduklarını duyurduğum bu tür sözlerde ve eserlerde kendilerini denemeye kalkıştıkları zaman, sanki bunu sezmemişler gibi bir bir izlenim yaratıyorlar. Öteki insanlar İse uykuda ne yaptıklarım nasıl anımsamıyorlarsa, aynı şekilde uyanıkken de ne yaptıklarım pek bilmiyorlar.
 
  Bu  yüzden  müşterek  olana  uymak  gerekir.  Ama  ev­rensel yasa (logos)  müşterek olduğu  halde  pek çok  kişi sanki kendine özgü bir muhakeme gücüne sahipmiş gibi yaşıyor.

   Ciddi  konuşursak,  müşterek  olanın   üstüne  kurmak gerekir her şeyi,  tıpkı yasaların  üstüne  kurulan  kent gi­bi,  hatta daha da kuvvetli.  Çünkü tüm  insani yasalar tan­rısal bir yasadan  beslenirler.  Çünkü  bu  tanrısal yasa di­lediği  kadar  hükmeder,  her  şeye   yeter  ve  her  şeyden güçlüdür.

 Yabani  ve  evcil  hayvanlar  ve   de  genel  olarak  hava, kara  ve  sudaki  bütün  hayvanlar  tanrının   talimatlarına göre  var  olurlar,  gelişirler  ve  sonra   ölürler.  Ancak  Herakleitos'un  dediği  gibi,  sürünenler  ve   uçanlar  (tanrı­lım ) sillesiyle otlağa yayılırlar.

  Kana  bulanarak günahtan  arınmaya uğraşıyorlar  boşuna;  tıpkı  pisliğe  bulaşan  birinin   kendini  pislikle  te­mizlemek istemesi gibi!  Böyle bir şey  yaparken görenler onu  mutlaka sanırdı  deli.  Üstelik yakarıyorlar tanrı heykellerine,  ölü   duvarlarla  konuşmak   isteyen   biri  gibi. Tanrılarla yarı tanrıların özünü tanım ıyor hiçbiri.

  Kimlere kâhinlik ediyor Ephesoslu Herakleltos? Gece kuşlarına, büyücülere, Bakkha'lara,  Maİnad'lara,  tarikat üyelerine.  Öldükten  sonra yargılanacaklarını,  ateşte ya­nacaklarını söyleyerek  onları  tehdit ediyor. Çünkü gele­neksel din  törenleri  kutsal olmayan  bir tarzda  düzenle­niyor.

  İnsanlar bu töreni Dionysos'a saygıda bulunmak İçin düzenlemeyip , sadece Phallus'a  övgüler düzseydiler, o zaman bu gerçekten utanmazca bir iş olurdu. Oysa kendilerinden geçerek ve vecde gelerek saygıda bulundukla­rı Dlonysos ile Hades tek ve aynı şeydir.
 
 *
Herakleitos'un varlık anlayışının temelinde yer alan ve başka bir dile çevrilemeyen logos sözcüğü söz, düşünme, akıl, oran, ölçü gibi çok anlamlı bir sözcüktür. MÖ 5. yüzyılda Herakleitos logosu evreni düzenli bir bütün olarak kuran ve hareket ettiren ussal ilke biçiminde tanımlamıştır.

CAPELLE. Sokrates'ten Önce Felsefe 

01 Ocak 2018

Leo Buscaglia - Sevgi için doğmak

BİR SEVGİ EYLEMİYLE HARCANMAMIŞ BİR GÜN, KAYBEDİLMİŞ BİR GÜNDÜR
Sevmek için o kadar fırsatımız olmasına karşın dünyada o kadar az sevgi vardır ki. İnsanlar yalnız ağlamakta, yalnız ölmekteler. Çocuklara kötü muamele edilmekte, yaşlılar son günlerini sevecenlik ve sevgiden uzak geçirmektedirler. Sevgi gösterisine bu kadar çok ihtiyaç olan bir dünyada,yaşamımızdaki insanlara sadece sıcak bir kucaklama yada uzatılan bir elden daha karmaşık olmayan bir hareketle yardım edecek büyük bir gücümüz olduğunu,anlamak çok önemlidir. Avila'li Teresa şöyle yalvarmaktadır: "Pek çok sevgi eylemine alıştırın kendinizi, çünkü bunlar ruhu tutuşturur ve eritir." Dünyayı daha iyi, daha sevgi dolu bir yer yapmak için neler yaptığımızı düşünmek için en uygun zaman günün sonudur. Geceler boyunca aklımıza hiç bir şey gelmiyorsa dünyayı daha iyiye doğru nasıl değiştirebileceğimizi düşünmek için de uygun bir zamandır bu. Öyle çok büyük boyutlu şeyler yapmamıza gerek yoktur; var olan basit şeyler üzerinde bir şeyler yapmak da yeterlidir: Etmediğimiz bir telefon,yazmayı ertelediğimiz o not, takdir etmediğimiz o iyilik. İş sevgiyi vermeye gelince fırsatlar sonsuzdur ve bunu hepimiz yapabiliriz.  
 
SEVGİ ANLAYIŞLA YAŞAR 
 Anlayış karşıdakinin görüşünü anlamaktır. Başkalarına kendine davranılmasını istediğin gibi davran kuralı,anlayışın bir örneğidir. Bu, kişisel ilişkilerimizi güçlendirmeye yarayan çok kuvvetli bir insan huyudur.Anlayış, başkalarının görüşünü kabul etmemiz gerektiği demek değildir. Sadece onu anlamaya çalışmaya hazır olduğumuz demektir. Herkesin, bizimkilere uymayan,kendileri için geçerli olan kendi deneyimleri olduğunu kabul etmedikçe, bunu yapamayız. Herkesin dünyayı bizim gibi görmesini bekleyemeyiz. Gerçek anlayış,ancak kendi dışımıza çıkabildiğimiz ve nesnelerin öteki insanlara nasıl göründüğünü anlamaya çalıştığımız zaman gelecektir.  Pek çok kere ilk görüşte kolaylıkla umursanmayacak ve unutulacak insanlara rastlamışımdır. Ancak, onlar hakkında daha çok bilgi edinmek için zaman ayırdığımda hemen hemen her zaman onların davranışlarını kabul edebilir >bulmuşumdur. Bu da bana olumsuz önyargılarımın çoğu zaman ne kadar yanlış olabileceğini öğretmiştir.Anlayış bir huy haline dönünce, artık o anın tutkusunun esiri değilizdir ve sevme yeteneğimiz sınırsıza ulaşacaktır.  
 
GÜÇLÜKLERİ SEVGİYLE YENMEK 
Karşılaştığımız güçlükler eylem gerektirir. Sevgi eylemi çözüm getirir. Sevgimizin gücü, sorunlarla ve düş kırıklıklarıyla nasıl başa çıktığımızda kendini gösterir. Yaşamımızda her şey güzelce akıp giderken hoş ve olumlu olmak kolaydır. Ama yaşamın akışı değişip de geçici olarak bizi güçsüz bırakırsa, o zaman gerçek gücümüz ortaya çıkar. Sevgi bize "Neden ben?" diyerek zaman kaybetmemeyi,onun yerine, "Şimdi ne yapmalı?" demeyi öğretir.Birinci soru gereksiz ve anlamsız bir çatışmaya götürür, ama ikincisi kendine acımanın ve anlamsız suçlamanın yükünü taşımayan bir eylemi akla getirir.Eğer sevgi varsa, güçlükler bozulan ilişkilerin nedeni değildir. Aslında bu durum bizim değişip ayakta kalmamızı sağlar.