15 Ocak 2018

Türkçeden Türkçeye Bir Çeviri


Yalnız şiir mi? Şiirle birlikte bir buruksuluk, kendinden oimıyan bir hüzün de getirdi Nazım Hikmet. Sanki yabancı bir ozanın; Batıda ün yapmış, ödüller kazanmış, dilimize aktarılması geciktirilmiş bir ozanın şiirlerini okuyorum. Okumak da sayılmaz benimkisi, daha çok bakıyorum bu şiirlere. Bir özlem sonrası karşılaşan iki dostun, öyle hiç konuşmadan, belli bir süre bakışıp kalmaları gibi.

Türkçeden Türkçeye çevrilmiş bir kitap sayıyorum ben «Kurtuluş Savaşı Destanını. Kitabın çevirmenleri de okuyucular. Bir düş yıkılıyor, bir ozan katılıyor aramıza böylece. Kişiliği ve ozanlığı üzerine yazılacak, konuşulacak, tartışılacak artık. Şiir geleneğimizden söz edilirken onun da adı anılacak.

Şimdiye kadar bir korku vardı içimizde. Hem de salt şiir adına bir korku. Bu yüzden uzun yıllar kahve köşelerinde, meyhane masalarında, dost çevrelerinde okuduk onun şiirlerini. Çünkü «Nazım Hikmet» demenin, yalnız bu iki sözcüğü yanyana getirmenin bile bir suç olduğunu biliyorduk. O yıllar «Serbest Nazım» la yazmanın komünistlik sayıldığı yıllardı. O yıllar, her ozana en azından bir polis düştüğü yıllardı. «Gelecek iyi günler» demek, savcılardan randevu istemek gibi bir şeydi. Yoksulluktan, işsizlikten, sefaletten söz açmak, bir sınıfı bir başka sınıf zararına kışkırtmak anlamına gelirdi.

Basımevierinde kutu kutu sarılar, yeşiller, maviler harcanırdı da, kırmızıya sıra gelmezdi pek. Çünkü kırmızı başlık atan bir dergi, içeriği ne olursa olsun, kuşkulan artırmaktan başka bir işe yaramazdı. Bu boğuntuları, bu çelişmeleri, bu baskıları yaşıyan; bu ezilmelerin acılı sessizliğini, içe dönük başkaldırısını «kelimeleştiren»; kısaca bu trajiği olanca dehşetiyle yansıtan, bir insan müzesi gibi kalmanın korkunçluğunu şiire çeken ozanlara bireyci deniyor bugün.

Nazım’ın şiiri nasıl bir şiirdi? Ben bu şiirlerin değeri hakkında ne biliyordum? Benden sonraki kuşaklar ne biliyor? Yanıtlaması güç bir soru. Yıl bin dokuz yüz kırk altı. Elimde Orhan Burian’ın «Kurtuluştan Sonrakiler» adlı şiir antolojisi. Sayfa: 77-111. Hepsi hepsi otuz dört sayfacığa sığdırılmış şiirler: Salkım Söğütler, Bahri Hazerler, Mavi Gözlü Devler.. Sonra orda burda yayınlanmış bir iki şiir daha. Sonra kulaktan dolma birtakım yalan yanlış mısralar. Sonra? Sahaflarda, Ankara Caddesinde aranmalar. Sonuç? Üç beş şiir kitabı, bir oyun, hepsi o kadar.

Benim Nazım Hikmetle tanışmam böyle oldu. Antolojide sıralanan şiir kitaplarının sonuncusu, Şeyh Bedrettin Destanı (1936). Ben sekiz yaşımdayken yayınlanmış. Kurtuluş Savaşı Destanı ise, bin dokuz yüz altmış beş yılında yayınlanıyor. Demek oluyor ki, bir sessizliktir benim için Nazım Hikmet. Ve bu sessizlik şöyle tanımlanıyor antolojide: «Nazım Hikmet Ran, şiirimize getirdiği şekil yenilikleri ve dâva meselesiyle onbeş senedir en çok münakaşa edilmiş değerli bir şairimizdir...»

Şiiri salt duygularımla algıladığım, duygularımla sevebildiğim bir dönemde, ancak bu kadar okuyabildim Nazım Hikmet’i. Bugünse aklın denetiminden geçmiyen bir duyarlıkla bakamadığım gibi şiire, beğenilerim, ölçülerim de çok değişti.

Sanırım o zekâdan, o ustalıktan pek az bir şey kalacak elimde. Ama beni hazırlıyan, kuran, pekiştiren ozanlardan birinin de Nazım Hikmet olması mutluluğunu tatmak isterdim. O yıllar çok gerilerde kaldı şimdi. Gene de yepyeni bir ozan gibi bakmak isterim ona; kimbilir, ben onu değerlendirirken, o da beni değerlendirir belki.