26 Ocak 2018

Onat Kutlar - Yeter ki Kararmasın

Yaşadığımız günlerin toprağına acının, yalnızlığın tohumlan ekiliyor her gün. Ama gene de hiç unutmadan yapabileceğimiz bir şey var: Bir insan elinin sıcaklığındaki dayanışmayı gerçekleştirmek. 

Her şeyi değiştirebilir bu. Çünkü ayışığı, güzel değişimlerin tanrıçasıdır. Ve o ışığı yok etmek mümkün değil. Şukşin’in öyküsünün son cümlesi: “Ayışığı pencereden içeri doluyordu. Ah, nasıl da parlıyordu ay! Yeryüzü ister coşkuyla dolsun, ister acıyla, parlayacaktı hep böyle!”
 

 Yalnız Değiliz

“Yazın, öyle anlar olur ki, pelin ağaçlarının kokusu insanı çıldırtabilir. Hele geceleri. Ay ışır, ortalık dingindir. Gene de bir şey vardır ama insanın kendini bırakmasına engel olan, insanı gerginlik içinde tutan. Bu sınırsız, çıldırtıcı, büyülü gecelerde insanın düşünceleri özgürce, gözüpekçe ve tatlı tatlı akar. Gerçekte düşünmek de değildir bu, bir tür düş kurmadır. Bir şeylerin olmasını beklemektir. Sebze tarlalarının arkasında bir yerde, dulavratotlarının arasına saklanırsınız. Yüreğiniz açıklayamadığınız gizli bir coşkunun etkisiyle titrer. Yaşamınızda böyle daha pek çok gecenin olmasını dilersiniz…”

Mutlaka hatırlamışsındır. Bu yılın başında, senin henüz serbest olduğun günlerde, nerdeyse paylaşarak okuduğumuz, ikimizin de çok sevdiğimiz bir yazar ve sinemacının Vasili Şukşin’in Acı adlı öyküsünün girişi. Hızlı yüreği henüz ellisine varmadan çatlayan bu güzel insanın yazılarından ilk kez şimdi sana daha yakın olan ortak ozan dostumuz söz etmişti. Ama ünlü filmi Kalına Krasnayayı sanırım aramızda ilk sen görmüştün. Ben de Şukşin’in vakitsiz ölümünden sadece bir yıl sonra Taşkent’te seyrettim. Uyumsuz bir genç adamın öyküsünü hem oyuncu, hem de yönetmen olarak ne kadar iyi anlatıyordu. Neyse, amacım Şukşin’in sinemasından söz etmek değil. Yurdanur Salman’ın güzel çevirisinden bir nefeste okuduğun t güzel öykülerini de anımsatmak değil. Başka.

Kısa bir süre önce, Milliyet’e bir röportaj için Güney-doğu’ya gittim. Urfa, Harran, Samsat, Eski Kâhta… Kuzey Mezopotamya’nın esrarlı kavimlerinin, Hurri’ lerin, Mitanni’lerin, Urartu, Hitit ve Asurluların büyük, çılgın ve kanlı uygarlıklarını örten uçsuz bucak sız bozkır, yakında büyük baraj sularının tufanı altında kalacaktı. Ama şimdi sessiz ve kupkuruydu. Eski Ahid’de adı Charan diye geçen Harran’da, bir gece vakti, Ay tanrısı Sin için yapılmış büyük tapınağın önünde duruyordum. Yalnızdım ve kerpiç huğlarının içinde köylüler uyuyordu. Seslerin dağılıp gittiği düzlükte sadece ağustos böcekleri vardı.

Tapmağın tarihi M.O. 2000 yılına kadar uzanıyordu. Büyük ve görkemliydi. Ama ben araştırmacı C. j Gadd’ın 1956’da gömü taşlarını bulduğu M.Ö. 6. yüzyılın yeni Babil Kralı Nabonide’i düşünüyorum. Halkı, yani köleleri, yasaları çiğniyor diye kızgınlıktan on yıl süreyle Arabistan çölünde Talma’da bir vaha’ya çekilmiş, sonra düşünde tanrılar tarafından hem Ba bil Krallığına seçilmiş, hem de Harran’daki tapmayı yeniden yükseltmekle görevlendirilmişti. Gömüt taşlarında bu garip öykünün tüm ayrıntıları yazılı i’!i Issız gecede, tapmağın karanlık kemerleri arasında ürkütücü gözlerle bana bakıyor gibiydi. Karşısında güçsüzdüm. Çünkü onun tarihi, kaleleri, surları ve kanlı savaşçıları vardı. Bense öyle bir insan işte.

Bir taşa oturdum, bir şeylerin olmasını bekledim. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Bir hışırtı geldi doğudan. İpek bir kumaşın açılışı, başakların rüzgârla titreyişi gibi. “Kim acaba?” diye sordum içimden. Usuldan bir ses yanıtladı gibi geldi: “Benim…” Dönüp baktım. Tapınağın gerçek tanrısı, gülümseyen ay’dı. Eski Anadolu’da değişimlerin tanrıçası. Kocamandı ve önce kızarmış ekmek dilimi gibiydi, sonra ortalığı ışığa boğan aydınlık bir yüz. Hiç kıpırdamadan onu izledim.

İşte tam o anda hatırladım Şukşin’in Acı öyküsünden bir cümleyi. “Bir insanın yalnız başına kaldığında ne denli acı çekebileceğini o güzel, o ayışıklı gecede öğrendim…” diyordu Şukşin. İşte, kanlı bir ölümün gözleriyle bakan

güçlü Nabonide’in karşısında yapayalnızdım. Elim, dayanılmaz bir acıyla arıyordu sıcak bir insan elini. “Bir insan yalnız başına kaldığında…” diye tekrarlıyordum Vasili’nin cümlesini. Bir süre sonra şaşkınlıkla farkettim, nicedir karşımda, ışıkta yıkanan genç ve güzel yüzüyle gülümsüyordu Şukşin. Onu tam da filminin en güzel sahnelerinden biri olan bir pelin ağacının gövdesine yaslanmış, gülümseyen yüzüyle görüyordum. Dedim ki, kendi kendime “niçin yalnız olayım? İşte bir dost, hemen geliverdi…”
Şimdi, uzak ülkelerdeyim ve başka zamanlarda. Öyküler, şiirler ve şarkılar sınır tanımazlar. Kalina Krasnaya’nın gösterildiği salondan çıkıp bir başkasına, çiçekler içindeki bir salona giriyordum. Sahnede genç bir Şili’li yönetmen, Patricio Guzman ve arkadaşlan. Pinochet’nin kanlı ellerinden kurtardıkları filmi göstereceklerdi.

Sonra birden Parra’nm sesi yükseldi. Violeta’nın mı yoksa İsabel’in mi, neyse fark etmez. Acı ve özgürlük duygusuyla kısık. Havaalanında seninle birlikte, lokantada, İsabel’i, Angel’i ilk karşıladığımız, karşılıklı gülümsediğimiz gün geliyor aklıma. Bizden uzanan sıcak insan elinin onları nasıl mutlu ettiğini nasıl hatırlamam … İşte şimdi de onlar uzatıyor ellerini.

Hiç abartmıyorum, bir anda binlerce gülümseyen yüzle dolu karanlık ve ıssız bozkır. Ayışığı yükseldikçe, Kral Nabonide’in yüzü ağır ağır silindi. Ama silindi. Düşündüm. Tıpkı Şukşin gibi, geçmişi bilecek kadar yaşadım ve önümde geleceğe inanacak kadar zaman var. Yaşadığımız günlerin toprağına acının, yalnızlığın tohumlan ekiliyor her gün. Ama gene de hiç unutmadan yapabileceğimiz bir şey var: Bir insan elinin sıcaklığındaki dayanışmayı gerçekleştirmek. Her şeyi değiştirebilir bu. Çünkü ayışığı, güzel değişimlerin tanrıçasıdır. Ve o ışığı yok etmek mümkün değil. Şukşin’in öyküsünün son cümlesi: “Ayışığı pencereden içeri doluyordu. Ah, nasıl da parlıyordu ay! Yeryüzü ister coşkuyla dolsun, ister acıyla, parlayacaktı hep böyle!”
15 Ekim 1982

insanokur.org