29 Mart 2015

Tezer Özlü 'Cümleler'


Bir şeyin değişeceği beni ürkütüyor, bir şeyin değişmeyeceği de.
Hiç kimseyle birlikte yaşlanmak istemiyorum. Kendimle bile.
Sağlıklı kalmak için koşamam. Soluk alayım yeter.
Olaylar ve düşünceler, kafamın içinde sürekli acılar olarak birikti.
Özlemin içindeyim şimdi. Ama özlemeye genede devam ; ediyorum.
Çocukluğumuz üzerine kâbus gibi çöken eski kuşaklar, bi­linçli yıllarımızı da elimizden almayı başaramayacak. Biz mutlu isek, mutlu olmayı istediğimiz ve bunun için çaba harcadığımız için mutluyuz.
Yaşadığım anların, onları yaşarken anıya dönüştüğünü al­gılar, onları yaşarken anılaştırırdım. Sonra bunu en güzel biçim­ de Savinio'da okudum: "Yaşanan an da anı olacak."
Şunu öğrenmelisin: Sen hiçbir işe yaramaz değilsin. Seni senden çalan toplumdur.
Kültür bir şeye cesaret edebilme sorunudur. Okumaya cesa­ret edebilme, bir görüşe inanmaya cesaret edebilme, görüşlerini açıklayabilme cesaretidir.
Güç ve korku her zaman yanyanadır.
Ben, belli bir ülkesi olmayan insanlardanım.
İnsanın ana dilini yitirmesi, öz kişiliğinin yıkılması demek­tir.
Son bireye kadar savaşmak, kendini feda etmek, yanlış bir kahramanlıktır.
Özlem duygusu bende giderek ölüyor. Ancak çok sık gör­düğümü ya da ölenleri özlüyorum.
Kültür, insanlık uğraşısının üst yapısı değil, temelidir.
Gene bırakıyoruz gece bizi baştan çıkarsın. Çatılar gerisinde­ ki gölgelerin ardında açık renk bir gölge gibi duruyordu gece.
Aşk acısı çekmedim hiç, çünkü dünyanın verdiği acı her za­man güçlüydü.
Dünyanın acısı olmasaydı taze yeşil yapraklar üzerindeki güneş ışınlarının anlamı olmazdı.
Uzandığımda her şey üzerime yığıldı. Tavana kadar uzanan çini soba, duvar kâğıtları, kentler. Yorgunum.
Gece, gündüzün devamı değildir.
Asalet ve rütbe ile ilgili kavramları hiçbir dilde öğrenmeyi başaramadım.
İnsanın kendi dünyası dışında yaşayacağı bir dünya yok­tur.
İnsanın başkalarına söyledikleri kendi duymak istedikleri­dir. Yazdıkları, okumak istedikleridir. Sevmesi, sevilmeyi iste­diği biçimdedir.

İşte "beğendiğim" insanlar:
— lodosta başı ağrımayanlar, 
— insan dramının bilincinde olmayanlar, 
— her sanat yapıtını aynı biçim ve aynı ölçü ile algılayanlar, 
— uçakta iştahla yemek yiyenler, 
— karı veya kocasına hayranlık duyanlar,
— kendilerine hakim olmaları gerektiğini sananlar, 
— görgüden söz edenler, 
— herhangi bir gemide, herhangi bir yabancının ayakkabılarını modaya uygun bulup bu konuda konuşanlar, 
— biriyle yatıp, ona iyilik ettiklerini sananlar, 
— sabahlan genel konular üzerine konuşabilenler, . 
— özel yaşamlarını gizli tutmaları gerektiğini sanıp, bu ko­nuda hiç söz etmeyenler, 
— yemekler ve mutfak üzerine konuşurken, sanki bir askeri darbeden söz eder gibi heyecanlananlar, 
— âşık olunca, ömür boyu sürecek eşlerini bulduklarını sa­nanlar. 
 
Yaşamın kendisinin yazı yazmaktan çok daha gerçek, çok daha derin olduğunu da biliyorum. Sözcüklerle yaşamın derinliğini vermeye hiç olanak yok. Çünkü sözcüklerde rüzgârlar ne kadar esebilir? Sözcüklerden nasıl bir güneş doğabilir? Sözcükler açık bir pencere önüne bü­yük yağmur taneleri olarak yağıp, bir insanı derin uykusundan uyandırıp mutlu kılabilir mi? Sözcüklerde yağmur ıslaklığı var mı? Sözcükler insanın yanında yatan diğer bir insanın yürek çarpışlarını duyurabilir mi? 
"Kalanlar"

Jean Paul Sartre “Sömürü ve baskının hakim olduğu bir dünyada ahlaktan söz edebilmek için öncelikle adil bir dünyanın tesisi üzerine düşünmek ve eyleme geçmek gerekmektedir.”

Jean-Paul Sartre (1905 – 1980), insani gerçekliğin içerdiği problemlere, döneminin politik ve ahlaki sorgulamalarına duyarlı bir entelektüel olarak yaşamış, düşüncesi ve yaşamı arasındaki bağı her an yeniden oluşturmaya çalışmış bir filozoftur.

Babası Jean-Baptiste Sartre deniz subayıdır. 1904’te annesiyle evlendikten bir yıl sonra Jean-Paul doğar. Ancak Jean-Paul Sartre babasını hiç tanıyamayacaktır, çünkü o 15 aylıkken hummadan ölür. Sartre, 12 yaşına kadar bu evde dedesinin gözetiminde ve eğitiminde büyüyecektir.

1928’de École Normale Supérieure’de mezuniyet için sınava girer. Sartre sınavda sonuncu olur. Bir sonraki sınavı beklerken Simone de Beauvoir’la karşılaşır ve birlikte hazırlanırlar. Sartre sınavı birincilikle, Simone de Beauvoir ise ikincilikle geçer. Beauvoir, Sartre’ın ömrünün sonuna dek ayrılmayacağı bir hayat arkadaşıdır. İkisi de bir burjuva kurumu olan evliliğe inanmaz ve hayatlarını birer burjuva gibi yaşamamaya ant içer. Bilindiği gibi hiçbir zaman ikisi de tek eşli kalmayacaktır. Birbirleriyle zaman zaman sevgililerini paylaşsalar da sağlık sorunları ortaya çıkıncaya dek aynı evi paylaşmazlar. Bir yandan da asla birbirlerinden ilişkilerini saklamazlar. Tam tersine, açık ilişki, ilişkilerinin sihirli sözcüğü olur.

Fransa ordusunda 18 aylık askerlik görevinden sonra, öğretmenlik yapmaya başlar. Kendi pedagojik anlayışında, tüm alışkanlıklara meydan okuyarak ders vermiştir. 1933’te varoluşçuluk felsefesinin temelini atacağı Ego’nun Aşkınlığı’nı kaleme alacaktır. Varoluşçuluk, insanın özgürlüğünü temel alan, kişinin her durumda özgür olduğunu söyleyen bir felsefedir. Çünkü insanın durağan bir özü, ona atfedilmiş özellikleri yoktur. O, kendi eylemlerini kendisi belirler ve onların sorumluluğunu almak zorundadır.

jean-paul sartre

“Ben dünyada bir nesne olabilir, fakat diğer nesnelerin tersine o sadece meylederek algılanmış olabilir, kendi egomu gözlemleyemem. Ben, o zaman, birleştirici bir güç değildir, daha çok olası bir ben’in kişiselliği ve birliğini yaratan bilinçtir.” (Ego’nun Aşkınlığı)

1938’de yayımlanan Sartre’ın en çok okunan ve günlük şeklinde yazdığı romanı Bulantı’da anti-kahramanı Antoine Requentin’in varoluşuyla ve özgürlüğüyle yüzleşme sancılarını dile getirir. İnsan her şeyden önce, kendisini manasız bir varlık ve beyhude bir hayat karşısında bulmaktadır. Zira, bu varlık yaratılmamıştır, hiçbir sebebe dayandırılamayacağı için de gereksiz, fazla ve saçmadır. Bu durum ile karşı karşıya gelme, insanda bir irkilme ve tiksinme hali vücuda getirir. Sartre, buna bulantı adını vermektedir. Sartre’a göre, insan yaşıyorsa, onun üzerinde varoluş yükü vardır. Kişi, varlığın ağırlığı altında ezilmekte ve bu ezilişte, bulantıyı beraberinde getirmektedir. Bulantı, bireyin varoluşunun farkına varması ile başlar ve sona ermez. Çünkü insan hayatı boyunca sorumluluktan kurtulamayacağına göre, bulantıdan da kurtulamaz. Birey, kendini yaratma çabasına girerek eylemlerde bulunarak bulantıdan kaçmaya çalışacaktır. Ancak, bireyin bu kendini yaratma çabası arttıkça bulantı da artacaktır. Birey, bu kısır döngüden kurtulamayacaktır.

“Autodidacte’yi biraz pişmanlık duyarak seyrediyorum. Bir başka insana, insanlar için duyduğu sevgiyi açıklayabileceği bu yemeği hayal ederek sevinmişti. Konuşmak fırsatını o kadar az buluyor ki! Oysa ben bu zevkini berbat ettim. Aslında o da benim kadar, herkes kadar yalnız, ama yalnızlığının farkında değil. Tüm insanlar gibi, onun da gözü kapalı, o da tüm insanlar gibi bunu kabullenmek istemiyor. Birdenbire salona şöyle bir göz atıyorum ve içimi korkunç bir bulantı kaplıyor. Çıkmak, herhangi bir yere gitmek istiyorum, ama benim bir yerim yok, ben bir fazlalığım. Yaman bir bulantı, hemen yerimden kalkıyorum, elimdeki bıçağı tabağın üzerine atıyorum, tabak tınlamaya başlıyor. İnsanlar yemeklerini bırakmış bana bakıyorlar, yine de belleklerine kazınsın diye, çıkmadan önce geriye dönüp yüzümü gösteriyorum onlara. Hoşçakalın…” (Bulantı)

jean-paul sartre

1939 yılında yayımladığı Duvar 5 kısa hikayeyi içerir. Kitapla aynı adı taşıyan öyküde Pablo, İspanya’nın özgürlüğü için Franco’nun falanjistlerine karşı mücadele veren bir devrimcidir. Yakalanır, idama mahkum edilir. Pablo bu dava için canını vermeye hazırdır, ama ölümün soğuk yüzü kendini gösterdiğinde en önemli dava bile önemini kaybetmektedir.

“Ağlıyordu. Kendi kendine acıdığını görüyordum açıkça. Ölümü düşünmüyordu. Bir saniye, yalnızca bir saniyecik ben de kendime ağlamayı düşündüm, kendime acıyarak ağlamayı. Ama tam tersi oldu, ufaklığa şöyle bir göz attım, sarsılan zayıf omuzlarını gördüm ve kendimi insanlık dışı buldum. Ben ne başkalarına acıyabilirdim, ne kendime. Kendi kendime dürüstçe ölmek istiyorum, dedim. Tom kalkmıştı, yuvarlak deliğin tam altına gitti ve gün ışığını gözlemeye koyuldu. Benimse aklım bir şeye gelip takılmıştı, dürüstçe ölmek istiyordum ve bundan başka bir şey düşünmüyordum. Ama her şeyin üstünde, doktorun bize saati söylediğinden bu yana, zamanın kayıp gittiğini, damla damla aktığını hissediyordum. Tom’un sesini duyduğumda hava hala karanlıktı.” (Duvar)

jean-paul sartre

İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Fransa ordusuna meteorolog olarak alınır. 1940 yılında Fransa işgal edildiğinde Nazi askerlerine esir düşer. Sartre’nin esareti dokuz ay sonra sona erer, 1941 yılında özgürlüğüne kavuşur. Sartre’nin 1943 tarihinde yayınlanan ve felsefi düşüncesinin ilk dönemine damgasını vuran Varlık ve Hiçlik adlı yapıtında varoluş olgusundan başka olgu yoktur. Sartre, Varlık ve Hiçlik’te mutlak bir özgürlük anlayışını savunmaktadır. Bir insanın ya tümüyle özgür olduğunu ya da hiç olmadığını söyler. İlk bakışta paradoksal görünen, ama kendi kavramlarıyla düşündüğümüzde son derece anlamlı olan ünlü deyişiyle insan özgürlüğe mahkumdur. Çünkü özgürlük insanın bir özelliği değil, onun ta kendisidir.

“Kendi-için varolmak, kendi-içindeyi hiçleştirmektir. Bu şartlar altında, özgürlük bu hiçleştirmeden başka bir şey olamaz. Bunun vasıtasıyla kendi-için özünden olduğu gibi varlığından da kurtulur. Kendi-içinin olduğu şey olmak olduğunu söylemek, olduğu şey olmayarak olduğunu söylemek, onda varoluşun özü, özün varoluşu öncelediğini ve koşullandırdığını söylemek ve Hegel’e göre “Öz daha önce olmuş olandır” demek, tek ve aynı şeyi söylemektir. Aslında, eylemimi canlandıran güdülerin bilincinde olduğum olgusuyla, bu güdüler çoktan bilincim için aşkınsal nesnelerdir, dışarıdadırlar, faydasızca onlara yapışmaya çalışacak mıyım, varoluşumla ondan kurtuluyorum. Her zaman özümün ötesinde, eylemimin nedenlerinin ve dürtülerinin ötesinde varolmaya mahkumum, özgür olmaya mahkumum. Bu, özgürlüğüme kendisinden başka sınırlar bulunamayacağını veya özgür olmaktan vazgeçmekte özgür olmadığımız anlamına gelir.” (Varlık ve Hiçlik)

jean-paul sartre

Fidel Castro, Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir

Sartre’nin ikinci dönem felsefesinde önemli bir yere sahip olan 1960’ta yayımladığı Diyalektik Aklın Eleştirisi adlı eserinde Varoluşçuluk ve Marxizm sentezi yapmayı hedeflemektedir. İnsanlık tarihinin tek geçerli yorumunun Marksizm ya da Diyalektik Materyalizm olduğunu söyler. Hiç olmazsa zamanımız için Marksizm aşılamazdır der. Sartre’ın Marksizm’i temelde onaylaması, Marksizm’in içinde yer alan, bazı eksiklikleri keşfetmesini de kapsar. Diyalektik Aklın Eleştirisi’yle bizi ahlak ve politika arasındaki bağı düşünmeye sevkeden bir yol açar. Bu dönemde, söyleşilerden birinde Sartre “Sömürü ve baskının hakim olduğu bir dünyada ahlaktan söz edebilmek için öncelikle adil bir dünyanın tesisi üzerine düşünmek ve eyleme geçmek gerekmektedir.” der.

“Kişiler, kendilerini, gereksinimlerinde ve bu nedenle de doğadan bağımsız kılma gücünde olamadıkları bir toplumda, teknikleriyle araçlarına göre tanımlanan bir toplumda ortaya koymaktadırlar; gereksinimlerle ezilmiş ve bir üretim tarzıyla baskı altına alınmış bir toplumsallığı oluşturan bireyler arasında karşıtlıklara yol açarlar. Eşyaların, metaların ve paranın vb. arasındaki soyut ilişkiler, insanların birbirleriyle olan dolaysız ilişkilerini örterler ve koşullandırırlar.” (Diyalektik Aklın Eleştirisi)

1964’te Sözcükler adlı biyografisini yayımlar. Sözcükler’de çocukluğuna dair bütün yaşantısını ve düşüncelerini aktarır. Sartre çocukluğunun bütün gelgitlerini edebi bir dille yansıtır.

“Köylü çocuk yaşantısının zengin hatıraları ve tatlı saçmalıkları denen şeyler yoktu bende. Toprağı hiçbir zaman kazmamış ya da kuş yuvası aramamıştım, ot toplamamıştım ve kuşlara taş atmamıştım. Ama kitaplar, kuşlarım ve yuvalarım, evcil hayvanlarım, ahırım ve kırlarım olmuştu. Kitaplık bir aynada yansıyan dünyaydı, onun genişliğine, çeşitliliğine, önceden kestirilemezliğine sahipti.”

“Tanrı’ya ihtiyacım vardı ve onu verdiler bana ve ben onu aradığımı kavrayamadan aldım; yüreğimde kök salamadığı için, bir süre bitkisel hayat yaşadı içimde ve sonra öldü. Bugün bana O’ndan söz edildiğinde, güzel bir eski sevgiliye rastlayan ihtiyar bir delikanlı gibi pişmanlıktan uzak bir neşeyle, “Elli yıl önce, o yanlış anlama, o hata, bizi ayıran o rastlantı olmasaydı, aramızda bir şeyler olabilirdi.” derim.”

1964’te Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülür, ancak ödülü reddeder. Gerekçesini ise şöyle açıklar: “Ben eserimi yaratırken yeterince ödül aldım. Bir Nobel Ödülü buna bir şey katmaz, tam aksine beni aşağıya çeker. Nobel Ödülü, tanınma peşinde olan amatörler için güzeldir. Ben yaşlıyım ve yeterince keyif yaşadım. Yaptığım her şeyi severek yaptım. En büyük ödül zaten buydu. Başka da bir ödül istemiyorum. Çünkü almış olduğum ödülden daha güzel bir şey olamaz.”

Sartre özgürlük adına şiddeti desteklemekten kaçınmamış olsa da, siyasal alanda aldığı cesur tavırlar arasında şunlar sayılabilir: Cezayir’deki Fransız sömürgeciliğine karşı ve Cezayir’in bağımsızlığından yana olması, 1964’te kendisine verilen Nobel Edebiyat Ödülü’nü reddetmesi, Vietnam Savaşı karşıtlığı ve hatta Bertrand Russell ve başka entelektüellerle birlikte Amerika’nın Vietnam’da işlediği suçları yargılayan bir mahkeme kurmuş olması, Fransa’da 1968 olaylarında öğrencilerden yana çıkması…

5 Nisan 1980’de ölen Sartre’nin ardından bir 6 yıl daha yaşar Simone de Beauvoir. Bugün, Beauvoir ve Sartre yan yana gömülüler.

Hermann Hesse "İnsan ne kadar öğrense yine de öğrenmediği çok şey kalıyor."

Özlem, dünyaya alabildiğine içtenlikle kucak açış ve yine dünyadan alabildiğine çılgınca bir ayrılış, insanın kendi karanlık ruhuna yakıp kavurucu bir tutkuyla kulak verişi, teslimiyetteki esriklik ve harikuladeliğe karşı derin bir ilgi.
 
 
Yalnızlık bağımsızlıktır. 
 
    Boyun eğmiyorum ve eğmeyeceğim!

    İnanç da sevgi de aklın yolunu izlemez.

    Kişiliğiniz, içine kapatıldığınız bir hapisanedir.   

    Din, vatan, aile, devlet gözümde değerini yitirdi.

    Bir erkeğin asıl mesleği kendine giden yolu bulmaktır.  

    Bir kez kaçar uçurtman, sonra gökyüzüne küser insan.  

    İnsan ne kadar öğrense yine de öğrenmediği çok şey kalıyor.

    Neyi ciddiye alacağınızı öğrenin ve geri kalanına gülümseyin.

    Mümkün olanı elde etmek için imkansızı denemek zorundasınız.

    Delilik, daha yüksek bir anlamda, bütün bilgeliğin başlangıcıdır.   

    İnsan düşüncelerinde ve yaptıklarında ciddiyse, o gerçek bir azizdir.

    Kuş, doğmak için, dünyası olan kendi yumurtasını kırmak zorundadır.

    Yumurta dünyadır. Doğmak isteyen, bir dünyayı yok etmek zorundadır.

    Bir deliyle başederken, yapılacak en mantıklı şey normal rolü yapmak.  

    Cesaretli ve karakterli insanlar her zaman diğer insanlara tuhaf geliyor.

    Yumuşak sertten güçlüdür, su kayadan güçlü, sevgi zorbalıktan güçlüdür. 
 
    Bize yol gösterecek kimsemiz yok, tek kılavuzumuz yüreğimizdeki özlemdir.

    İnsan bir şeyi yeterince güçlü biçimde isterse, istediği şey gerçekleşiyordu.  

    Hiç kimse kendi içinde yaşamadıkça başkalarının içindeki kıpırtıyı anlayamaz.

    Yazmak iyidir, ama düşünmek daha iyi; akıllılık iyidir, ama sabretmek daha iyi.

    Bizzat sorumluluk yüklemek ve düşünmek istemeyenlerin lidere ihtiyaçları vardır.

    Henüz insan aşamasına ulaşmış değiliz, yalnızca insanlığa giden yolun üzerindeyiz.

    Hiç kimse kendisi aynı şeyi yaşamadığı sürece başkasının ne yaşadığını anlayamaz.  

    Bencilik bittiğinde gençlik sona erer; olgunluk biri başkaları için yaşadığında başlar. 
  
    Her insanın yaşamı, onu kendine götüren bir yoldur, bir yol denemesi, bir yol taslağıdır.   

    Bazılarımız dayanmanın bizi güçlü kıldığını zanneder. Ama bazen bizi güçlü yapan bırakmaktır.

    Rahatlığın sona erip sıkıntının başladığı yerde, yaşamın bize vermeyi amaçladığı eğitim başlar.

    Kendileri düşünemeyen veya sorumluluk alamayanlar, yaygara koparan bir lidere ihtiyaç duyarlar.

    Zevk alacağın bir şeyi yapmak için önce başkalarının iznini gereksiniyorsan, gerçekten aptalın birisin derim.  
    Güç insanını güç yıkar, para insanını para; köle ruhlu insanı başkalarına kulluk etme, zevk insanını zevk çökertir.

    Sağlıklı insan duygularını ve düşüncelerini açıkça ifade eden insan demektir. İfade eden diyorum, bastıran değil.  

    Kendi kafasıyla düşünemeyecek ve kendi kendisinin yargıcı olamayacak kadar rahatını sevenler, yasaklara olduğu gibi boyun eğerler.

    Ne zaman ki iki çağ, iki uygarlık ve iki din birbiriyle kesişirse, işte o zaman insan yaşamı gerçek bir acıya, gerçek bir cehenneme dönüşür.

    Düşünme denen şeyin çilesini çekmeyenler sabahleyin yataktan kalkmayı kıvançla karşılar, yiyip içecek olmasına sevinir, yeterli bulur bunları, durumun başka türlü olmasını istemez.
  
    Bir baba çocuğuna burnunu, gözlerini hatta aklını miras bırakabilir, ama ruhunu veremez; ruh her insanda yenidir.

    Birisi saadetiyle veya faziletiyle övünüyor, böbürleniyorsa, onda bunun ikisi de yok demektir.

    Bu kitapta, çocukluktan beri içimde taşıdığım Almanya'yı ve Almanlık ruhunu bir kez olsun dile getirmek ve onlara duyduğum sevgiyi itiraf etmek istedim - bugün, 'Alman' olan her şeyden nefret ediyorum çünkü.
    Hesse, 1993; YKY, Narziss ve Goldmund arka kapak yazısından

    Kabul ederek şanssızlık şansa dönüştürülebilir.

    ...Oysa şimdi bu eski ve yerde bir boşluk göze çarpıyordu; küçük dünyamda bir çatlak belirmişti ve karanlık, ölüm ve dehşet gözlerini dikmiş bu çatlaktan içeri bakıyordu. Bundan böyle ne bir dal ne bir meyve koparabilecektim ağaçtan, bundan böyle dallarından birinin özgün ve fantastik mimarisini resme geçirmeye çalışmayacak, sıcak yaz öğlelerinde merdivenden inip çıkarken onun yanına uğrayarak ince gölgesinde bir an soluklanamayacaktım. Yazık, ağaçlara bel bağlamaya gelmiyor artık, onlar da insanın elinden kayıp gidebiliyor, onlar da seni beni düşünmeden bu dünyadan göçebiliyor, insanı yüzüstü bırakıp o koyu karanlığa dalarak gözden kaybolabiliyor!

    Tanrı insanın içindedir.

    İster zayıf olsunlar, ister zararlı olsunlar, insanları seviniz ama onları yönlendirmeye kalkmayınız.

     Rahatlığın sona erip sıkıntının başladığı yerde, yaşamın bize vermeyi amaçladığı eğitim başlar. 

İndira Gandhi

Babam iki tür insan bulunduğunu söylerdi. İşi yapanlar ve yapılan işten kendine kredi çıkartanlar. O, benden birinci grupta yer almam için çalışmamı istedi. Zira bu grupta diğerinden daha az rekabet vardı. 



İçimdeki Tanrı "Kapıyı Açacak Olan Sensin"

Kapıyı çalıyorsun açan yok mu? Düşündün mü neden açılmadığını? Hazır mısın? O kapının sana açılmasını istiyor musun? Yoksa göreceğin gerçeklerden korkuyor musun? Bir düşün.

Kapıyı kim çalarsa, açacak olan da odur. Açılmasını bekleme. Özün bilir ne zaman açılacağını ve bilir kapının ardındakini. Seni korkutan beşeri hayatından ayrı bir yaşam. Bilmez misin bu hayatları sen kurguladın, senin kurgun. Sen sana ait olduğunu zannettiğinden ayrılmaktan korkuyorsun.

Kapıyı açarsan kontrolün sende olmayacağını beşer varlığınla düşünüyorsun, özünü unutuyorsun. Onun için önce kalbinin etrafındaki tortuları temizle, aklını kalbinle bir et. Sonra o kapıyı ardına kadar aç, asıl mutluluğu, unuttuğun mutluluğu yaşa.

 

25 Mart 2015

Tekke ve Zaviyeler

“Var olan tarikatların amacı kendilerine bağlı olan kimseleri dünyada ve manevi olan hayatta mutluluk sahibi yapmaktan başka ne olabilir? Bugün ilmin, fennin, bütün kapsamı ile medeniyetin ışığı karşısında filan veya falan şeyhin uyarmasıyla maddî ve manevi mutluluğu arayacak kadar ilkel insanların Türkiye medeni toplumunda varlığını asla kabul etmiyorum.

Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek yol, medeniyet yoludur.

Medeniyetin gerektirdiğini yapmak insan olmak için yeterlidir. Tarikat reisleri bu dediğim gerçeği bütün açıklığıyla anlayacak ve kendiliklerinden hemen tekkelerini kapatacak, müritlerinin artık erginliğe ulaştıklarını elbette kabul edeceklerdir.”

 

  Bugün ilmin, fennin, bütün kapsamı ile medeniyetin ışığı karşısında filan veya falan şeyhin uyarmasıyla maddî ve manevi mutluluğu arayacak kadar ilkel insanların Türkiye medeni toplumunda varlığını asla kabul etmiyorum.
Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek yol, medeniyet yoludur. Medeniyetin gerektirdiğini yapmak insan olmak için yeterlidir. Tarikat reisleri bu dediğim gerçeği bütün açıklığıyla anlayacak ve kendiliklerinden hemen tekkelerini kapatacak, müritlerinin artık erginliğe ulaştıklarını elbette kabul edeceklerdir.
 
 
 
 
EFENDİLER BİZ TEKKE VE ZAVİYELERİ DİN DÜŞMANI OLDUĞUMUZ İÇİN DEĞİL BİLAKİS BU TİP YAPILAR DİN VE DEVLET DÜŞMANI OLDUKLARI SELÇUKLU VE OSMANLIYI BU YÜZDEN BATIRDIĞI İÇİN YASAKLADIK. 

ÇOK DEĞİL YÜZYILA KALMADAN EĞER BU SÖZLERİME DİKKAT ETMEZSENİZ GÖRECEKSİNİZ Kİ: BAZI KİŞİLER BAZI CEMAATLARLA BİR ARAYA GELEREK BİZLERİN DİN DÜŞMANI OLDUĞUNU ÖNE SÜRECEK,SİZLERİN OYUNU ALARAK BAŞA GEÇECEK,AMA SIRA DEVLETİ BÖLÜŞMEYE GELDİĞİNDE BİR BİRLERİNE DÜŞECEKLERDİR. AYRICA UNUTMAYIN Kİ; O GÜN GELDİĞİNDE,HER BİR TARAF DİĞERİNİ DİNSİZLİKLE SUÇLAMAKTAN GERİ KALMAYACAKTIR. 

William Shakespeare - 116. Sone

Mutlu birleşmesine hiçbir engel yok bence
Gerçekten sevenlerin. Sevgi demem sevgiye
Bir döneklik yaparsa bir değişme görünce
Başka yola saparsa sevgili saptı diye:
Hayır sevgi besbelli sağlam bir nirengidir
Boraları gözler de sallanmaz göğüs gerer
Gemilere yön veren yıldızların dengidir.
Değeri bilinmeden başı ta göğe erer.
Zamanın soytarısı değildir sevgi asla
Gül yüzlüler göçse de orağına düşerek
O değişmez kısacık günlerle haftalarla
Direnir ve katlanır mahşerin ucuna dek.
Yanılıyorsam bunda ve çıkarsa yanlışım
Ne hiç kimse sevmiştir ne ben şiir yazmışım.


Osho 'Yaratıcılık'

Bir zamanlar muhteşem bir heykeltıraş, ressam, yani müthiş bir sanatçı varmış. Sanatı o kadar mükemmelmiş ki, bir insanın heykelini yaptığı zaman onu gerçek insandan ayırmak çok zor oluyormuş: O kadar canlı, o kadar hayat dolu heykeller yapıyormuş. 

Bir astrolog ona ölümünün yaklaştığını, kısa bir süre sonra öleceğini söylemiş. Tabii, bu durum onu çok korkutmuş ve o da her insan gibi ölümden kurtulmak istemiş. Bu konuda uzun süre düşünmüş ve bir çözüm bulmuş. Kendi heykelinden tam on bir adet yapmış ve ölüm kapısını çalıp Azrail içeri girdiği zaman, on bir heykeli arasında durmuş ve nefesini tutmuş. 

Azrail çok şaşırmış, gözlerine inanamamış. Böyle bir şey ilk kez başına geliyormuş. Tanrı hiçbir zaman iki insanı aynı yaratmazdı, her zaman bir eşsizlik bulunurdu, Tanrı hiçbir zaman üretim hattı gibi çalışmazdı. O sadece özgün çalışır, araya kopya kağıdı koymazdı. Ne olmuştu? On iki kişi birbirinin tamamen aynısı olabilir miydi? Şimdi kimi götürecekti? Sadece bir tanesini alabilirdi. 

Azrail bir karar veremedi. Şaşkın, endişeli ve gergin bir şekilde döndü ve Tanrı'ya sordu: "Tanrım, ne yaptın? Tam on iki tane birbirinin tıpkısı insan var ve benim sadece birini getirmem gerekiyor. Nasıl seçim yapacağım?" 

Tanrı güldü. Azrail'i yanına çağırdı ve kulağına gizli formülü, gerçeği, gerçek olmayanla ayırt etmenin yolunu fısıldadı. Tanrı, ona gizli şifreyi verdi ve "Sanatçının kendini heykelleri arasında sakladığı odaya git ve orada bunu söyle!" dedi. 

Azrail sordu: "Peki nasıl işe yarayacak?" 

"Endişe etme. Git ve bunu dene!" diye yanıtladı Tanrı. 

Azrail, işe yarayacağından emin olamadan gitti. Sonuçta Tanrı yap diyorsa yapacaktı. Odaya girdi, etrafa baktı ve ortaya seslendi: "Bayım, tek bir şey dışında hepsi mükemmel. Çok başarılı bir iş çıkarmışsınız ama bir noktayı kaçırmışsınız. Bir tane hata var." 

Adam saklandığını tamamen unutmuş, ortaya çıkmış ve "Ne hatası?" demiş.

Azrail gülmüş. "Yakalandın! Tek hatan buydu: Sen kendini unutamazsın. Haydi, beni izle!"
 

23 Mart 2015

Her insan bir romandır. Biraz kahramandır. Gün gelir anlar ki en çok harcadığı şey hayalleri değil zamandır...Cengiz Aytmatov


 
 
 
Akıl, zekanın dağılımındaki adaletsizliği düzeltmek için bir fırsat eşitliğidir...Mümin Sekman
Birine akıl vermeden önce, geri kalanının sana yetip  yetmeyeceğini hesapla...Bob Dylan
Çevrendeki insanlar susacağı, konuşacağı ve duracağı yeri bilmiyorlarsa, burunlarını hayatına sokabilecekleri kadar fazla adım atmışsındır onlara. Biraz geri çekil. Hep güler yüzünü değil, biraz da deli tarafını, içini değil, ara sıra da dişini göster onlara...Uğur Gökbulut 
 

Akgün Akova - Yalnızca kanatlarına güven

aşkımız bir gün uçup giderse aramızdan sevgilim
sırt çantalı bir duman gibi
bir melekle çarpışan kelebeğin kanadından dökülen toz
bir çağlayanda sürüklenen bir dal parçası gibi
istemediğimiz yerlere giderse aşkımız
sevgilim
yalnızca kanatlarına güven

kendi yarattığımız boşluğun ucunda
sıkı sıkı tuttuğumuz bir kapı koludur yaşam
ve aşk, en derin kuyumuza düşen keman
yürüdüğümüz yollar daralırken
çökerken altımızdaki merdivenler
sevgilim
yalnızca kanatlarına güven

sevdalılar bilir
bir kuş yağmurudur ilkbahar
sevmeyi beceremeyenlerin koyduğu yasaklar
çözülüp gider çocuk gölgelerinde yazın
ve ağzımızın içinde dağılır aşk
sapsarı bir şeker gibi erirken sonbahar
bitmeyen bir kıştan söz açılırsa sevgilim
sevgilim
yalnızca kanatlarına güven

elimi uzattığımda sana gemileri göstermek için
dümende kan kokusuyla bayılmış bir kaptan
ateşin yüreğine sürüklenen bir ülke ufukta
ve çekirge sürüleri yolcu bavullarından çıkan
sevgilim
dökülürken tüyleri
savaş uçaklarına çarpan güvercinlerin
her gün değişen atlasların içinde tara saçlarını
ve yalnızca kanatlarına güven

götürürlerse bir gün beni ellerim iplerle bağlı
şiirlerimin bilmediği yerlere ve hiç kimsenin
alnımdan fırlayacak göçmen bir kuş gibi dur
dünyanın paslanmış sırtında
ve bensizliğe havalanırken
korkma sevgilim
sevgilim
yalnızca kanatlarına güven

Seçme Şiirler

Eşitlik
    Uyuduk mu eşit oluruz
Ne tutku, ne gurur, ne umut
    Üşüyorsan ısıtır seni.
Birçoğu ölüme benzetti,
    Belki de rüya görmek, dedi Hamlet.
Ya Don Quijote ne demek istedi;
    Ölsen ölünmüyor, yaşasan yaşanmıyor...M.Cevdet Anday
 
Vuslat
Bir uykuyu Cânanla beraber uyuyanlar,
Ömrün bütün İkbâlini vuslatta duyanlar,
Bir hazzı tükenmez gece sanmakla zamanı,
Görmezler ufuklarda, şafak söktüğü anı,
Gördükleri rüya ezeli bahçedir aşka;
Her mevsimi bir yaz ve esen rüzgârı başka.
Bülbülden o eğlencede feryad işitilmez;
Gül solmayı; mehtab, azalıp bitmeyi bitmez...
Gök kubbesi her lahza, bütün gözlere mavi..
Zenginler o cennette fakirlerle müsavi;
Sevdaları hülyalı havuzlarda serinler,
Sonsuz gibi, bir fıskiye ahengini dinler.

Bir ruh, o derin bahçede bir defa yaşarsa
Boynunda onun kolları, koynunda o varsa,
Dalmışsa onun saçlarının rayihasiyle,
Sevmekteki efsunu duyar her nefesiyle.
Yıldızları, boydan boya doğmuş gibi, varlık
Bir bucize halinde o gözlerdedir artık.
Kanmaz, en uzun buseye, öptükçe sonsuzdur
Zira, susatan sevk, o dudaklardaki tuzdur.
İnsan ne yaratmışsa yaratmıştır o tuzdan...
Bir sır gibidir az çok ilah olduğumuzdan

Onlar ki bu güller tutuşan bahçededirler.
Bir gün nereden hangi tesadüfle gelirler?
Aşk, onları sevkettiği günlerde, kaderden
Rüzgar gibi bir şevk alır, oldukları yerden.
Geldikleri yol, ömrün ışıktan yoludur o;
Alemde bir akşam ne semavi koşudur o!
Dört atlı o gerdûne, gelirken dolu dizgin,
Sevmiş iki ruh ufku görürler daha engin,
Simaları her lahza parıldar bu zaferle;
Gök, her tarafından, donanır meşalelerle!

Bir uykuyu Cânanla beraber uyuyanlar,
Varlıkta bütün zevki o cennette duyanlar
Dünyayı unutmuş bulunurken o sularda,
Zalim saat ihmal edilen vakti çalar  da
Bir an uyanılırsa leziz uykularından,
Baştanbaşa, her yer kesilir kapkara, zindan...
Bir faciadır böyle bir alemde uyanmak...
Günden güne, hicranla bunalmış gibi, yanmak...
Ey tâli! Ölümden de beterdir bu karanlık!
Ey aşk! O gönüller sana maloldular artık!
Ey vuslat! O aşıkları efsununa rahmet!
Ey tatlı ve ulvi gece! Yıllarca devam et!... Y.Kemal Beyatlı

Martılar
Geçen yılki martılar ölmüş
Bu yılkiler yeni, yepyeni
Zamanın nerde olduğunu bilmiyoruz.
Belki onu denizden çekiyoruz
Saban güdüyoruz ay gibi
Yaşamı ve ölümü doğuran düş.
Geçen yılki martılar ölmüş
Denizlerin varsıl yüklemi
Ah düşünmeden biliyoruz.
Belki onu denizden çekiyoruz
Ağ değil ellerimizdeki
Daha derini, en derini...M. Cevdet Anday

Değişim
    Gündüzler ve geceler vardır
Gündüzün ve geceleyin gördüğün
    Karışır durur birbirine,
İpek böceği gibi ağır
    Ve mırıldanarak gömüldün
Dut ağaçlarının dibine,
    Beden kelebek olur kanatlanır,
VE neden sonra böyle bir gün
    Üçarız toprağımızın üstünde...M. Cevdet Anday

Güneşte
Çünkü saatler dardır, her şeyi almaz
Güneşte çözülür ve kayarlar bir yana.
Mısırlar güçlükle büyürken yağmursuzluk
Kaygılandırır dilsiz bahçivanı.
Sessiz kuşlar, bir keçi, ağır iğde ağaçları.
Bir araba geçti incelmiş yoldan
El salladı biri, belki tanıdık,
Belki değil, süreksizliğin eşanlamı.
Ve denizin yorgun çağındaydı çocuklar
Çığlıkları titretir balkondaki sarmaşığı
Çünkü dardır saatler, sığmaz biraraya
Dalgınlık, deniz ve sardunya.
Rüzgar alıp götürdü balıkçı teknelerini
Uzaktaki kılıçlara, ki bilmeyiz
Hangi derinlikte dölleyerek denizi
Gidiyorlar öyle ağırbaşlı, doğuya....M. Cevdet Anday
 
Defne İle Apollon
Eskiden çok eskiden yeryüzünde
    Güzelliği dillere destan
Bir su perisi vardı adı Defne
    Upuzun saçları altın sarısıydı
Dolaşırdı kuytu ormanlarda bütün gün
    Defne ırmak tanrısının kızıydı
Babası Pene derdi ki, kızım
    Sen bana bir damat borçlusun
Sen bana bir torun borçlusun
    Defne dedi ki babacığım
Beni zorlama ne olursun
    Bırak beni kız kalayım ne olursun
Sıram sıram boynu bükük yavuklu
    Bekleyedursun bir yanda
Defne başıboş gönlü özgür
    İnatçı, hırçın ve gururlu
Koşup durdu ormanda
    "Benim geyiğim sen, kuzum sen
Benim biricik güvercinim sen
    Kuzu kurttan korkar, geyik aslandan
Güvercin kartaldan kaçar
    Ben sana acı vermek istemem
Ayaklarını kanatmasın çalılar
    Yavaşla biraz düşeceksin
Geçtiğin keçi yolları dar
    Dur hele kaçma benden
Sevgimdir seni kovalayan..."
    Daha sözünü bitirmeden avcı
Korkak adımlarla uzaklaştı Defne
    Kaçarken daha bir güzelleşti de
Ardında tir tir titreyen avcı
    Tavşan kovalayan hırslı bir tazı
Gibi düştü Defne'nin peşine.
    "Ben de yılmadan kovalayacağım
Büyülediğin kimmiş öğren
    Ben ne bir dağlı ne bir çobanım
Oklarından sakınılmaz bir tanrıyım
    Koca Zeus'tur babam
Geçmişi, bugünü, geleceği
    Benimle bildi herkes, benimle bilir
Saz tellerine ben verdim seslerini
    İlaçlar yaptım yabanıl otlardan
Ama bana çare değil şimdi hiçbiri
    Kimden kaçıyorsun öyle sen
Asıl sensin benim avcım
    Beni sen vurdun can evimden".
TAvşan koşuyor, durmadan koşuyordu
    Ardında av köpeği ter içinde
Boynunu uzatmış, yetişmek üzere
    Birinde umut vardı, birinde korku
Tavşan ensesinde nefesler duyuyordu
    Çünkü ışık gibi saran tanrıyı
Sevinin kanatlarıydı.
    Gücü kalmamıştı artık Defne'nin
Koşamıyordu kaçamıyordu
    Sapsarı, yalvardı babasına
Pene'nin suları üstünde gezdirip gözlerini
    "Cezasını çekiyorum güzelliğimin
Irmakların gücü de sen gibi tanrısalsa
    Ne yap yap değiştir beni
Başka bir biçime koy baba".
    Yalvarması daha bitmemişti ki
Bir gevşeklik sardı her yerini
    Örtüldü göğüs yapraklarla
Kolları, saçları dal oluverdi.
    Avcı kollarına aldığı zaman
Kalbi çarpıyordu Defne'nin
    Taze yaprakların altından.
Yazık dedi tanrı çok yazık
    Saramadan yitirdim seni
Bari benim ağacım ol da
    Yaprakların çelek olsun kahramanlara
Ezgilerde, türkülerde anılsın bundan sonra
    Yan yana adlarımız
Yazık dedi tanrı çok yazık...Melih Cevdet ANDAY

Dostoyevski " Gülüş, ruhun hiç şaşmayan aynasıdır. Yalnızca çocuklar kusursuz bir şekilde gülebilirler. "


Baykuş Sembolü

Kızılderili kültüründe, bilgelik, algı, ayırt etme ve hileyi anlama özelliklerinin öğreticisi olarak düşünülür. Baykuşların tüyleri başka kuşların tüyleriyle karışmamalı ve sorumsuzca kullanılmamalıdır; çünkü, Şifaları çok güçlüdür. Kırmızı bir beze sarılan baykuş tüyü şifasının, böylece kötülüklerden uzak tutacağına ve etkisini koruyacağından söz edilir. Bazı kabileler ise, baykuş tüyüne dokunmazlar. Baykuş paradoks ve gizin; yaşam ve ölümün, dinlenmenin, dişiliğin, karanlığın ve bilinmeyenin öğretmenidir.

Kızılderili kültüründe ayrıca baykuşların büyücülerin yardımcısı olduğuna inanılır. Bu nedenle birçok Kızılderili toteminde baykuş motifine rastlamak mümkündür.
Kuşları içerisinde maviyi gören tek kuş, Baykuş'tur.
Baykuş Yunan mitolojisinde zekâ, sanat, strateji, barış ve savaşın tanrıçası olarak bilinen Athena'nın sembolleri: mızrak, zeytin dalı ve baykuştur. Mızrak savaşı, zeytin dalı barışı, baykuş da bilgeliği temsil eder. Athena, Roma mitolojisinde Minerva diye anılır. Babası Tanrıların Tanrısı Zeus, annesi ise Hikmet Tanrıçası Metis'tir.
Efsaneye göre, Tanrıça Athena, baykuşun bakışlarından, gece görme yeteneğinden çok etkilenmiş ve gece kuşu olan kargayı bu görevden sürerek yerine baykuşu getirmiştir. Baykuş, Athena’nın görmediklerini görüp Tanrıçayı her daim haberdar etmiştir. Tanrıçanın kendisine ait baykuşun adı ‘Athena Noctua’ olarak geçer  (Küçük Baykuş olarak da bilinir ) ve Acropolis’in koruyucusu olduğu söylenir. Antik Yunan paralarına baktığımızda üzerinde baykuşu görmemizin bir sebebi de bu kuşun ayrıca ticaret üzerinde bir koruyucu gözlemci olduğuna inanılmasındandır.Rivayete göre baykuşa gece görme yetisini kazandıran, içinden gelen sihirli bir ışıktır.
Antik Yunan Çağı’nda baykuşlar ordunun da koruyucusu olarak görülürdü. Tabii bunu bir yerde Athena’nın bilgeliğin yanı sıra Savaş Tanrıçası (Ares’ten farklı olarak) olmasına, baykuşun da Athena’nın simgesi olmasına bağlayabiliriz. Rivayete göre, savaş sırasında Yunan Ordusu’nun üzerinden uçan bir baykuş zafere işarettir.

21 Mart 2015

Büyük halk ozanı Aşık Veysel

 
Aşık Veysel evli olduğu zamanlarda eşi başka bir adama aşık olur ve kaçmaya karar verir. Gece uyumak için yataklarına girdikten sonra eşi kalkar, bohçasını da aldıktan sonra pabuçlarını giyer ve ardına bakmadan kaçmaya başlar. Biraz aradan sonra ayağına bir şeyin vurduğunu fark eder. Pabuçlarını çıkarttığında gördüğüne inanamaz. Aşık Veysel’in tüm parası oradadır. Kaçacağını anlayıp sahip olduğu her şeyi eşine bırakmış.Ayrıca parayla beraber bir kağıt bulur. Ve o kağıtta şu yazar: " Al bu para ananın ak sütü gibi helal olsun, gittiğin yerde kendini ezdirme. Bir de güzelliğin on para etmez bu bendeki aşk olmasa..”
 

18 Mart 2015

Mehmet Âkif Ersoy - Çanakkale Şehitlerine

 
"GERİYE DÖNMEYİ ASLA DÜŞÜNMEDİLER"

Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer,
O ne müthiş tipidir, savrulur enkazı beşer.

Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.
Kafa göz,gövde,bacak,kol,çene,parmak,el ayak
Vurulup, tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilal uğruna yarap ne güneşler batıyor.

Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker
Gökten ecdat inerek öpse o pak alnı değer.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın.

17 Mart 2015

Osho ' Doğayla Uyum İçinde Ol '

 Yaratıcılık
 Hayatın kendi başına bir anlamı yok. Hayat bir anlam yaratma fırsatıdır. Anlamın keşfedilmesi değil, yaratılması gerekir. Anlamı, ancak onu yaratırsan bulursun. Orada bir çalının arasında durmuyor. Yani sağına soluna bakınca, biraz arayınca bulamazsın. O bulunacak bir kaya gibi durmuyor. O, yaratılacak bir şiir, söylenecek bir şarkı, edilecek bir danstır.

Anlam bir danstır; taş değil. Anlam müziktir. Onu ancak yaratırsan bulursun. Bunu unutma.

Tanrı, bir nesne değil, bir yaratımdır. Onu ancak yaratanlar bulur. Bence anlamın keşfedilecek bir şey olmaması güzel. Aksi halde, bir insan onu keşfederdi ve sonra başkalarının keşfetmesine gerek kalmazdı.
 
 🌼
 
DOĞAYLA UYUM İÇİNDE OL 
Yaratıcılık çok çelişkili bir bilinç ve varlık durumudur. Bu eylemsizlik üzerinden eylemdir. Lao Tzu'nun, wei-wu-wei dediği şeydir. Bir şeyin senin üzerinden olmasına izin vermektir. O bir yapma değil, olanak sağlamaktır. Bütünlüğün senin üzerinden akabilmesi için bir geçit olmaktır. İçi boş bambuya dönüşmektir, sadece içi boş bir bambuya. 

İşte o anda, bir şey olmaya başlar, çünkü insanoğlunun arkasında Tanrı gizlidir. Ona küçük bir yol aç. Küçük bir aralık bırak ki, üzerinden gelsin. İşte yaratıcılık budur. Tanrı'nın gerçekleşmesine engel olmamaktır. Yaratıcılık dinsel bir durumdur. 

O yüzden, bir şairin Tanrı'ya bir din bilgininden daha yakın olduğunu söylüyorum, bir dansçı daha da yakındır. En uzaktaki filozoftur. Çünkü ne kadar çok düşünürsen, bütün ile aranda yarattığın duvar o kadar yüksek olur. Ne kadar çok düşünürsen egon o kadar daha ortaya çıkar. Ego, geçmişte birikmiş düşüncelerden başka bir şey değildir. Sen olmadığın zaman Tanrı vardır. İşte yaratıcılık budur. 

Yaratıcılık tam bir gevşeme halinde olmak demektir. Eylemsizlik değil, gevşeme hali demektir. Çünkü bu gevşemeden birçok eylem doğacaktır. Ancak bu, senin yaptığın bir şey olmaz. Sen sadece bir araçsın. İçinden bir şarkı akmaya başlayacak. Sen onun yaratıcısı değilsin. O, öteden gelmektedir. Her zaman öteden gelir. Sen yarattığın zaman, o sıradan ve yavan bir şey olur. Senin aracılığınla geldiğinde, muhteşem bir güzelliğe sahiptir. Yanında bilinmeyenden bir parça getirir. 

Büyük şair Coleridge öldüğü zaman geride binlerce tamamlanmamış şiir bıraktı. Hayatında birçok kere ona sorulmuştur: "Neden bu şiirleri tamamlamıyorsun?" Çünkü bazı şiirlerinin bir ya da iki dizesi eksikti. 

O da yanıt verir: "Yapamam. Denedim ama onları ben tamamladığım zaman bir şey eksik kalıyor. Yanlış oluyor. Benim dizelerim asla içimden akmış olan dizelerle uyum içinde olmuyor. O zaman kaya gibi sert bir engele dönüşüyor. O akışı önlüyor, bu yüzden beklemeliyim. Benim aracılığımla akan şey, her ne ise, o tekrar akmaya başlayıp şiiri bitirdiği zaman bitecektir. Daha önce değil." 

Sadece birkaç şiir tamamladı. Ancak o şiirler muhteşem bir güzelliğe, görkemli bir gizeme ulaştı. Bu her zaman böyle oldu. Şair kaybolduğu zaman yaratıcılık ortaya çıkar. O zaman şairin özü ele geçirilmiş olur. Tanrı tarafından ele geçirilmek, yaratıcılığın kendisidir.

Simone De Beauvoir şöyle demiştir: "Hayat hem kendini geliştirmek, hem de aşmaktır. Eğer bir şey sürekli aynı durumda kalıyorsa, o zaman yaşamak sadece ölmemektir." Yaratıcı olmayan bir insan, sadece ölmüyordur. Hepsi bu. Hayatının hiçbir derinliği yoktur. Hayatı bir hayat değil, sadece bir önsözdür. Hayat kitabı henüz başlamamıştır. Evet doğru, doğmuştur; ama yaşamamaktadır. 

Yaratıcı olduğun zaman, yaratıcılığın senin aracılığınla gerçekleşmesine izin verdiğin zaman, içinden yükselen ve sana ait olmayan şarkıyı söylediğin zaman, altına imza atıp "bu benim" diyemezsin. O zaman hayat kanatlanır ve yükselir. Yaratıcılık aşmaktır, aksi halde çoğumuz sadece kendimizi idame ettirmeye devam ederiz. Bir çocuk yaratıyorsun, bu yaratıcılık değildir. Sen öleceksin ve çocuk yaşamı devam ettirecek. Ancak hayatı devam ettirmek, kendini aşmadığın sürece yeterli değildir. Ve aşmak, ancak öteden bir şeyin gelip, seninle temas kurmasıyla mümkündür. 

Aşmak, aşkınlık anıdır. Ve mucize aşma anında gerçekleşir; artık sen yoksun aynı zamanda ilk kez olarak sen varsın. 

Bilgeliğin özü doğa ile uyum içinde olmaktır. Bütün büyük mistiklerin, —Lao Tzu, Buda, Bahauddin, Sosan, Sanai— verdiği mesaj budur. Doğa ile uyum içinde ol. Hayvanlar bilinçsizce doğa ile uyum içinde olurlar. İnsanoğlu bilinçli olarak doğa ile uyum sağlamalıdır. Çünkü insanın bir bilinci var. İnsan uyumsuz davranmayı seçebilir, o yüzden üzerinde büyük bir sorumluluk vardır. 

İnsanın sorumluluğu vardır. Sadece ve sadece insanın sorumluluğu vardır ve büyüklüğü buradan gelir. Başka hiçbir hayvan sorumlu değildir. Onlar her zaman uyum içindedir. Bundan sapmalarının imkanı yoktur, hayvan doğadan sapamaz. Böyle bir kapasitesi yoktur, çünkü onda bilinç yoktur. Senin derin uyku halindeki gibi yaşarlar. 

Derin uykuda sen de doğa ile uyum haline girersin. O yüzden derin uyku bu kadar gevşetici ve gençleştiricidir. Birkaç dakika derin uyuduğun zaman, tekrar taze ve genç olursun. Topladığın bütün tozlar, bütün yorgunluk ve sıkıntı kaybolur. Kaynakla temas kurmuşsundur. Ancak bu, kaynakla temas kurmanın hayvani yoludur. Hayvanlar yataydır, insan ise dikey. Uyumak istediğin zaman, yatay pozisyona düşmen gerekir. Ancak yatay pozisyonda uyuyabilirsin. Ayakta durarak uyuyamazsın, bu çok zor olur. Milyonlarca yıl geri dönerek, tıpkı bir hayvan gibi olmalısın. Yataysın, dünyaya paralelsin, birden bilincini kaybediyorsun. Birden o sorumluluğun kayboluyor. 

Zaten bu nedenden ötürü, Sigmund Freud hastalarını kanepeye yatırıyordu. Bu, hastasını rahatlatmak için değil, bu bir strateji. Hasta yatay olduğu zaman, sorumsuz olmaya başlıyor. Aksi halde sorumluluktan arınmadan, bilinçdışı şeyler söylemeyecektir. Eğer sorumlu kalırsa ve dikey pozisyonda olursa, bilinçli olarak bir şeyi söyleyip söylememeyi yargılayacaktır. Kendine sansür uygulayacaktır. Hasta kanepe üzerinde uzandığı zaman, psikanalist arkasında kalır, onu göremezsin. Birden tekrar hayvan gibi olur. Hiçbir sorumluluğu olmaz. Hiç kimseye, özellikle de bir yabancıya asla söylemeyeceği şeyler ağzından dökülmeye başlar. Bilinçaltının derinliklerindeki şeyleri söylemeye başlar. Bilinçaltı yüzeye çıkmış olur. Bu bir stratejidir. Hastasını bir bebek ya da hayvan gibi, tamamen çaresiz bırakmak Freudçu'ların stratejisidir. 

Kendini sorumlu hissetmediğin zaman doğal olursun ve psikoterapi buna çok yardımcı olur. Seni gevşetir, bastırdıkların yüzeye çıkar ve yüzeye çıktıktan sonra buharlaşır. Psikanalizden geçtikten sonra hafiflemiş olursun. Daha doğal, doğayla ve kendinle daha uyum içinde olursun. Sağlıklı olmanın anlamı budur. 

Ama bu geriye gitmektir, başa dönmektir, bodruma inmektir. Aşmanın bir yolu daha vardır. Bu da, tavan arasına çıkmaktır. Sigmund Freud'un yoluyla değil, Buda'nın yoluyla. Doğayla bilinçli bir şekilde, uyum içinde olarak kendini aşabilirsin. 

Bilgeliğin özü budur, doğayla uyum içinde olmak, evrenin doğal ritmiyle uyum içinde olmak. Ne zaman evrenin doğal ritmiyle uyum içinde olursan, o zaman bir şair, bir ressam, bir müzisyen, bir dansçı olursun. 

Bunu dene. Bir ağacın yanında oturduğun zaman, bilinçli bir uyuma geç. Doğayla bütünleş, sınırların kaybolmasına izin ver, ağaç ol, çimen ol, rüzgar ol. Birden, daha önce sana olmamış bir şeyin olduğunu göreceksin. Gözlerin daha duyarlı olmaya başlar. Ağaçlar hiç olmadıkları kadar yeşildir, güller daha pembedir, ve her şey sanki ışık saçmaktadır. O anda nereden geldiğini bilmediğin bir şarkı söylemek istersin. Ayakların dans etmeye hazırdır. Damarlarında dansın mırıltısını hissedersin. İçinde ve dışında müziğin sesini duyabilirsin. 

İşte bu, yaratıcılık durumudur. Buna yaratıcılığın temel niteliği diyebiliriz. Doğayla uyum içinde olmak. Hayatla ve evrenle aynı frekansta olmak. 

Lao Tzu, buna çok güzel bir isim vermiştir. Wei-wu-wei. Eylemsizlik üzerinden eylem. Yaratıcılık ikilemi budur. Bir ressamı resim yaparken görürsen, o kesinlikle aktiftir. Delicesine aktiftir. Her şeyiyle eylemdir. Ya da eğer bir dansçının dansını görürsen, o da tamamen eylemdir. Ancak yine de derinde bir ressam ya da dansçı yoktur. Sadece sessizlik vardır. O yüzden yaratıcılığın bir ikilem durumu olduğunu söylüyorum. 

Bütün güzel durumlar paradokstan ortaya çıkar. Ne kadar yukarı çıkarsan, gerçeklik ikileminin o kadar derinine inersin. En üst eylemle en üst gevşeme. Yüzeyde büyük bir eylem gerçekleşir, ancak derinde hiçbir şey yaşanmaz, ya da sadece hiçlik yaşanır. Sana ait olmayan bir güce, senden öte bir güce teslim olmak yaratıcılıktır. Meditasyon yaratıcılıktır. Ego kaybolduğu zaman içindeki yara kaybolur, iyileşirsin, bütün olursun, egon senin hastalığındır. Ve egon kaybolunca, sen artık durağan değilsin, akmaya başlarsın. Yoğun varoluş akıntısıyla birlikte akarsın. 

Norbert Weiner şöyle demiştir: "Bizler boyun eğen şeyler değil, direnmeye alışkın şeyleriz. Sürekli akan bir nehirde oluşan girdaplarız." İşte o zaman bir ego değil, olay olursun, ya da olayların bir süreci. O zaman sen bir süreçsin; şey değil. Bilinç bir şey değildir; bir süreçtir. Onu bir nesneye biz dönüştürdük. Ona "ben" dediğin zaman, bir nesneye dönüşürsün. Tanımlı, sınırlı, durağan bir nesne, işte o zaman ölmeye başlarsın. 

Egon ölümündür, egonun ölümü de gerçek hayatının başlangıcı. Gerçek hayat, yaratıcılıktır. 

Yaratıcılığı öğrenmek için herhangi bir okula gitmek zorunda değilsin. Tek öğrenmen gereken, kendi içine eğilip, egonun yok olmasına yardımcı olmaktır. Onu destekleme, onu güçlendirip, besleme. Ortada ego olmadığı zaman, her şey gerçektir, her şey güzeldir. O zaman, ne olursa olsun güzeldir. 

Hepinizin birer Picasso ya da Shakespeare olacağını söylemiyorum. Çok azınız ressam olacak, çok azınız şarkıcı olacak, çok azınız müzisyen, birkaçınız dansçı olacak ama zaten konu bu değil. Her biriniz kendi yolunda yaratıcı olacak. Bir aşçı olabilirsin ama orada yaratıcılık olacaktır. Ya da sadece bir temizlikçi olabilirsin ama orada yaratıcılık olacaktır. 

O zaman bir sıkıntı olmayacak. Küçük şeylerde yaratıcı olacaksın. Temizlik yaparken bile orada bir çeşit ibadet, dua olacaktır. O yüzden ne yaparsan yap yaratıcılığın tadını alacaksın. Çok sayıda ressama ihtiyacımız yok. Eğer hepimiz ressam olursak, hayat çok zor olur. Çok sayıda şaire ihtiyacımız yok. Bahçıvana da ihtiyacımız var, çiftçiye de. Her türlü insana ihtiyacımız var. Her insan yaratıcı olabilir. Eğer meditasyon yapıp egosuz olabiliyorsa, o zaman Tanrı onun üzerinden akmaya başlar. Onun kapasitesine, onun olanaklarına göre, Tanrı kendi şeklini almaya başlar. İşte o zaman her şey güzeldir. 

Ünlü olmak zorunda değilsin. Gerçek bir yaratıcı insan, ünlü olmaya en ufak bir değer bile vermez. Buna gerek yoktur. Yaptığı işte o kadar büyük bir doyum yaşıyordur ki, kendi özüyle ve bulunduğu konumla o kadar uyum içindedir ki, herhangi bir arzu söz konusu değildir. Yaratıcı olduğun zaman arzular kaybolur. Yaratıcı olduğun zaman hırslar kaybolur. Yaratıcı olduğun zaman, sen zaten olmak istediğin yerdesin.

14 Mart 2015

Marcus Aurelius " Sabah kalktığında hayatta olmanın nasıl bir ayrıcalık olduğunu düşün. Nefes almanın, düşünmenin, zevk almanın, sevmenin."



Halil Cibran - Acı

Ve bir kadın, "Bize acıdan bahset" dedi. 

Ve o cevap verdi: Acınız, anlayışınızı saklayan kabuğun kırılışıdır. Nasıl bir meyvenin çekirdeği, kalbi Güneş'i görebilsin diye kabuğunu kırmak zorundaysa, siz de acıyı bilmelisiniz. Ve eğer kalbinizi, yaşamınızın günlük mucizelerini hayranlıkla izlemek üzere açarsanız,acınızın, neşenizden hiç de daha az harikulade olmadığını göreceksiniz; Ve kırlarınızın üstünden mevsimlerin geçişini kabul ettiğiniz gibi,aynı doğallıkla, kalbinizin mevsimlerini de onaylıyacaksınız. Ve kederinizin kışını da, pencerenizden huzur içinde seyredeceksiniz. 

Acılarınızın çoğu sizin tarafından seçilmiştir. Acınız, aslında içinizdeki doktorun, hasta yanınızı iyileştirmek için sunduğu "acı" ilaçtır. Doktorunuza güvenin ve verdiği ilacı sessizce ve sakince için; Çünkü size sert ve haşin de gelse, onun elleri "Görülmeyen"in şefkatli elleri tarafından yönlendirilir. Ve size ilacı sunduğu kadeh dudaklarınızı yaksa da, O'nun kutsal gözyaşlarıyla ıslanmış kilden yapılmıştır.

Aşk acısı mırıldanır; bilgi acısı konuşur; arzuların acısı fısıldar; fakirlik acısı yalvarır. Ancak ortada aşktan daha derin, bilgiden daha şerefli, arzulardan daha güçlü ve fakirlikten daha acı bir üzüntü daha vardır. Ancak gözleri yıldızlar gibi parlak olan bu acı dilsizdir; hiç sesi çıkmaz.

İki kulağımı da keserseniz o zaman iyi göremem.

Doktor, gözlük takan akıl hastasını yanına çağırır ve sorar: “Senin bir kulağını kesersem ne olur?”
“Canım yanar doktor.”
“Ya iki kulağını da kesersem ne olur?”
“İki kulağımı da keserseniz o zaman iyi göremem.”
“Kulağını kesiyorum gözünü değil?”
“Olur mu doktor? İki kulağımı da kesersen peki ben gözlüğümü nereye takacağım?”


Nihat Behram - İnsan ki Hasreti Kadar


Aşksa:
Sağır da olsa dile döner seslenir...
Düşse:
Eni sonu suya düşer ıslanır...
Aşktan öte başka hangi tohum yeşerir
Hangi dal sügün verir ezildiği yerinden?
(...Dolunaydı...Dağlaın bulutlandığı,
toprağın yoncalandığı aydı...Öpsem,
yaralanır sandığım
çiçekler kadar körpeydi bahar...
Bir yanım sazınca külhan,
yağız,civan,atmaca;
bir yanım nazınca uslu,
suskun,ıssız,utangaç,
savrulup savrulup sokaklara
söylediğim şarkılar
süsüydü ömrümüzün,
yitince bulunmaz zenginliğimiz...
Ne güzel günlerdi ah
ne güzeldin gençliğim;
gönlümü tarih düşüp
ömrümce yol gözledim,
yazık ki sen beklemedin...)
İki derde yenik düştüm ne çare:
biri aşk
biri düşten düşe sızım sızım yüreğim...
Taşa çaldım derdimi,
taş çatladı kıvrım kıvrım kök verdim;
güle sardım kendimi,
gül kurudu derdim azdı yürüdü...
İnsan ki hasreti kadar:
belki bin sevda bin ayrılık
fakat
bir aşk bir intihar
bir ömre ancak sığar. 

12 Mart 2015

Nâzım Hikmet - Sekizinci Mektup


Mussolini çok konuşuyor TARANTA - BABU!
Tek başına
      yapayalnız
              karanlıklara
bırakılmış bir çocuk gibi
                                  bağıra bağıra
kendi sesiyle uyanarak,
korkuyla tutuşup
               korkuyla yanarak
durup dinlenmeden konuşuyor.
Mussolini çok konuşuyor TARANTA - BABU
çok korktuğu için
               çok konuşuyor!. 


04 Mart 2015

Nazım Hikmet - Zafere Dair

En güzel dünyaları
                               yaktık ellerimizle
ve gözümüzde kaybettik ağlamayı :
bizi bir parça hazin ve dimdik bırakıp
                                        gözyaşlarımız gittiler
ve bundan dolayı
                       biz unuttuk bağışlamayı...

 Korkunç ellerinle bastırıp yaranı
                                        dudaklarını kanatarak
                                        dayanılmakta ağrıya.
Şimdi çıplak ve merhametsiz
                                        bir çığlık oldu ümid...
Ve zafer
         artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar
                                                    tırnakla sökülüp koparılacaktır...

Günler ağır.
Günler ölüm haberleriyle geliyor.
Düşman haşin
                      zalim
                               ve kurnaz.
Ölüyor çarpışarak insanlarımız
— halbuki nasıl hakketmişlerdi yaşamayı —
ölüyor insanlarımız
                     — ne kadar çok —
sanki şarkılar ve bayraklarla
                                   bir bayram günü nümayişe çıktılar
                                                                     öyle genç
                                                                            ve fütursuz...
Günler ağır.
Günler ölüm haberleriyle geliyor.
En güzel dünyaları
                               yaktık ellerimizle
ve gözümüzde kaybettik ağlamayı :
bizi bir parça hazin ve dimdik bırakıp
                                        gözyaşlarımız gittiler
ve bundan dolayı
                       biz unuttuk bağışlamayı...

Varılacak yere
                kan içinde varılacaktır.
Ve zafer
          artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar
                                                   tırnakla sökülüp
                                                                   koparılacaktır...

                                                                                            1941, Sonbahar...