30 Kasım 2013
El - Cevap - Sinan Meydan
Kevir/ Bir Tarih Olarak Beliren Coğrafya - Dr. Ali Şeriati
Aşk, görme engelli bir coşku, görmezlikten kaynaklanan bir bağdır. Oysa sevgi, bilinçlice bir bağ; apaçık, duru bir görmenin sonucudur.
Aşk genellikle içgüdüden su içer, içgüdüden kaynaklanmayan başka bütün
olgular değersizdir. Oysa sevgi ruhun içinden doğar, bir ruhun
yükselebileceği bütün yerlere, sevgi de onunla birlikte doruğa tırmanır.
Aşk, gönüllerin genelinde benzer biçimler ve renklerde gözlenmekte olup,
ortak nitelik, durum ve görünümler taşır. Oysa sevgi her ruhta kendine
özgü bir albeni taşır. Ruhun kendisinden rengini alır. Ruhlar da
içgüdülerin tersine kendilerine özgü ayrı ayrı renk, tırmanış, boyut,
tat ve kokular taşıdığından; ruhların sayısınca sevgiler olduğu
söylenebilir.
Aşk, kimlikle ilişkisiz değildir. dönemlerin ve yılların ilerleyişinden etkilenir. Oysa sevgi; yaş, zaman ve kişiliğin ötesinde yaşar. Onun yüksek yuvasına günün, çağın eli yetişmez.
Aşk, her renkte, her düzeyde, somut güzellikle bağlantılıdır. Schopenhauer'ın deyişiyle: "Sevgilinizin yaşına bir yirmi yıl daha ekleyin de onun duygularınızda bıraktığı doğrudan etkileri gözlemleyin."
Oysa sevgi, ruhun içine öyle bir dalgınlıkla dalar;
ruhun güzelliklerine öyle tutulup kendinden geçer; somut güzellikleri
bambaşka bir biçimde görür. Aşk; tufan, dalga, coşku niteliklidir. Oysa
sevgi durgun, dayanıklı, ağırbaşlı, arılıkla dolup taşar bir durumdadır.
Aşk, uzaklık ve yakınlığa göre değişir. Uzaklık uzun sürecek olursa
azalır. İlişki sürecek olursa değerini yitirir. Ancak korku, umut,
sarsıntı ve acı çekmenin yanı sıra "görüşüm-uzaklaşım"la diri, güçlü
olarak kalabilir. oysa sevgi bu durumları bilmez. Dünyası başka bir
dünyadır.
Aşk, bir yönlü bir coşkudur. sevgilinin kim olduğunu düşünmez. "Öznel bir özcoşu"dur.
İşte bu yüzden hep yanlışlık yapar. Seçimle hızla sürçer. Ya da hep bir
yönlü kalır. Yine de yer yer benzeşmeyen iki yabancının arasında bir
aşk kıvılcımlanır, olay karanlıklar içinde geçip birbirlerini
görmedikleri için ancak bu yıldırımın düşüşünden sonra onun ışığında
birbirlerini görebilirler.
Oysa sevgi aydınlıkta kök salar. ışığın gölgesinde
yeşerir; büyür. İşte bu yüzen hep tanışıklıktan sonra ortaya çıkar.
Gerçekte başlangıçta, iki ruh birbirinin yüzünde tanıma çizgilerini
okur. "Biz" oluşları ise "tanışım"dan sonra olur, iki ruh, iki kişi
değil daha sonraları; birbirlerinin söz, davranış ve konuşma biçiminden
yakınlığın tadını, yakınlığın kokusunu, yakınlığın sıcaklığını
duyumsarlar. İşte bu konaktan sonra birden, iki yoldaş kendiliklerinden
sevginin uçsuz bucaksız çölüne ulaştıklarını, sevginin karartısız açık
göğünün başlarının üzerinde sere serpe serilmiş olduğunu, "inanış"ın
aydın, arı içtenlikli ufuklarının kendilerine açıldığını, tatlı okşayıcı
bir esintinin hep başka göklerin, başka ülkelerin yepyeni esinlerinin
iletileri ve başka bahçelerin güzel, gizemli çiçeklerinin kokularının
birlikteliğinde oyuncu, tatlı, şen bir sevgi ve albeniyle kendisini hep
bu ikisinin yüzüne, başına vurduğunu... Kendi gözleriyle görürler.
Aşk,
çılgınlıktır. Çılgınlık ise "anlayış" ile "düşünüş"ün bozulmuşluk ve
yıpranmışlığından başka bir şey değildir. Oysa sevgi tırmanışının
doruğunda, beyin ötesini aşar, anlamayı ve düşünmeyi de yerden çekip,
doğuşun yüksek doruğuna götürür.
Aşk, sevgilide içinin çektiği güzellikleri yaratır. Oysa sevgi, içinin
çektiği güzellikleri sevgilide görür, bulur. Aşk, büyük güçlü bir
kandırmacadır. Oysa sevgi; sonsuz, salt, dosdoğru, içten bir
doğruluktur. Aşk, denizin içinde boğulmaktır. Oysa sevgi, denizin içinde yüzmektir. Aşk, görme duyumunu alır, oysa sevgi, verir.
Aşk, kabadır, şiddetlidir. bununla birlikte dayanıksız, güvensizdir.
Oysa sevgi, tatlıdır, yumuşaktır. Bunun yanı sıra dayanıklı, güven
içindedir.
Aşk hep kuşkuyla bulunur. Oysa sevgi, baştan başa kesin inançlıdır.
Kuşkuya yer vermez. aşktan içtikçe kanarız, sevgiden içtikçe susarız.
aşk korundukça eskir. Oysa sevgi yenilenir.
Aşk, sevenin içinde varolan bir güçtür. Kendisini sevgiliye çeker. Oysa
sevgi sevilende varolan bir albenidir. Seveni sevilene götürür. Aşk,
sevgiliye egemenliktir. Oysa sevgi, sevilende yok olma susuzluğudur.
Aşk, onun baskısı altında kalabilmek için sevgiliyi belirsiz, kimliksiz
olarak ister. Aşk, kişinin bencilliği ile alım-satımsal, hayvansal ruhun
bir çekiciliğidir. Kendisi kendi kötülüğünün bilincinde olduğu için de
onu bir başkasında görünce ondan nefret eder, ona kin besler. Oysa sevgi, sevileni sevgili, değerli olarak ister.
Bütün gönüllerin de kendisinin sevdiği için beslediğini , beslemelerini
diler. Sevgi, kişinin Tanrısal ruhu ve Ahurasal doğasının bir
çekiciliğidir. Kendisi kendi doğaötesi kutsallığını görebildiği için onu bir başkasında görünce onu da sever. Kendisine tanış, yakın bulur.
Aşkta, rakip sevilmez. Oysa sevgide, "Köyünün tutkunlarını kendi özleri
gibi severler." Kıskançlık aşkın özelliğidir. aşk, sevgiliyi kendi
lokması olarak görür. Bir başkası onun elinden kapmasın diye hep acılar
içinde kıvranır durur. kapması durumunda ise ikisine de düşmanlık
beslemeye başlar. Sevgiliden nefret edilir.
Sevgi ise inançtır. inanç ise salt bir ruhtur. Sınırsız bir
sonsuzluktur. Bu gezegenin türlerinden değildir. Aşk, doğanın
kementidir. doğadan almış olduklarını kendi elleriyle geri verip; ölümün
aldıklarını aşkın oyunlarıyla ellerinden bıraksınlar diye
başkaldıranları yakalar. Oysa sevgi, kişinin doğanın gözlerinden uzak,
kendi yarattığı, kendi ulaştığı, kendi "seçtiği", bir aştır. Aşk,
içgüdünün tuzağında tutsak olmaktır. Oysa sevgi, isteklerin baskısından
kurtulmaktır. Aşk, bedenin görevlisidir. oysa sevgi, ruhun elçisidir.
Aşk, kişinin yaşama dalıp güncel yaşamla oyalanmasına yönelik büyük,
aşırı bir "bilinçsizlendirim"dir. Oysa sevgi, yabancılıktan dolayı
yabansıllıktan doğma, kişinin bu pis, gereksiz yabancı pazar
içerisindeki, korkunç özbilincidir.
Aşk, tat aramaktır. oysa sevgi, sığınak aramaktır. aşk, aç bir düşkünün yemek yiyişidir. Oysa sevgi, "yabancı bir ülkede dildaş bulmak"tır.
Aşkın yer değiştirdiği olur. soğuduğu olur. Yaktığı olur. Oysa sevgi;
yerinden, sevdiğinin yanından kalkmaz. soğumaz, kızgın değil; yakmaz,
yakıcı değil.
Aşk, kendinden yanadır. bencildir, kendisi için ister. Kıskançtır.
sevgiliye tapar, onu kendi için över. Oysa sevgi, sevilenden yanadır,
sevilencildir. Sevgili için ister. Kendini sevdiği kişi için ister. Onu
onun için sever. Kendisi ortada değildir.
Kevir
Ahmet Telli - Kuşlar * Kuş Ölümleri
Kuşlar mı
ki çok şey denildi
şair dilinden
Yüzlercesini suladık
gölgesinde sevdanın
dokuduk
gönül yumağında renklerini
Gizimizi bildiler de
ihanetlerini görmedik hiç
ılık bir öpüştü
türküleri
Kuşlar mı
ki şimdi
çok uzak yüksekte
öpsen
büyüyemezsin ki
ihanet ettik
türkülerine
baharın
karşılığı olmayan sorular düşüyor aklıma
ve kuşların intihar tasarısından söz ediliyor kentte
soğuyan ellerinde kalıyorum bir kırlangıç gibi
Ellerin bir mecnun yurdu, upuzun bir sessizlik
birlikte okuduğumuz kitaplar kadar sımsıcak
Biz bu kitapları ne zaman okuduk ve niçin
her satırını çizip notlar düştük kıyılarına
Dünya upuzun bir çöl sanki, bir buzul kütlesi
karşılık bulamıyorsun aklıma düşen sorulara
ve düşüp duruyor kırlangıçlar, üşüyorum
bir yolcu hüznüyle geçip gidiyor ömrümüz
Sesine bir esmerlik düşüyor parçalanıyor yüzün
kayıp gidiyor parmaklarımın arasından
bir aşkı anlatmak için seçtiğim sözcükler
hep yanlış numaralar düşüyor telefonlarda
kaçırıyor korku bakışlarını eski tanıdıklar
Bir sen varsın kurtulursam bu aşkla kurtulurum
Gülüşü süt mavisi insanlar vardı/ nerede şimdi
çoğunun adını unuttum çoğunun kimliğinde kazınmış adresler
Nevin canına kıydı geçen gün, şiir gibi bir kızdı bilirsin
Öner enfaktüs geçirmiş içerde, kesik kesik öksürürdü eskiden
Ayşe ise acemi bir sokak yosması artık
Üşüyorum, ama sen anılarla sarma beni ve anlat yanlızlığımızı
Jiddu Krishnamurti "Kendinize berrak gözlerle bakabildiğiniz zaman, gerisi kendiliğinden gelecektir."
Osho
Her zaman yaşam nehriyle birlikte git. Asla akıntıya karşı gitmeye, nehirden hızlı akmaya çalışma. Sadece mutlak bir rahatlık içinde, her an kendini yuvada, rahat ve varoluşun içinde huzurlu hissederek git.
Unutmaman gereken şey yaşamın kısa değil sonsuz olduğu ve bu yüzden de aceleye hiç gerek olmadığıdır. Acele etmek yalnızca bir şeyleri kaçırmana neden olur. Varoluşun acele içinde olduğunu gördün mü hiç? Mevsimler zamanında gelir, çiçekler zamanı gelince açar, ağaçlar hayat kısa diye hızla büyümek için koşuşturmazlar. Tüm varoluş yaşamın sonsuzluğunun farkında gibi görünür.
Biz hep buradaydık ve hep burada olacağız; tabi ki aynı biçimlerde, aynı bedenlerde değil. Yaşam evrimleşmeye, daha yüce evrelere erişmeye devam ediyor. Ama bunun bir sonu olmadığı gibi, bir başlangıcı da yok. Başlangıçsız bir yaşamla, sonsuz bir yaşamın ortasında var oluyorsun. Daima bu iki taraflı sonsuzluğun ortasında yer alıyorsun.
Varoluşun gizemlerini soruşturmaya bıraktığın anda varoluş kapılarını sana açar, seni buyur eder. Ve varoluşun gizemlerine bir misafir olarak girmek onurlu bir şeydir. Doğaya saldırmak, doğayı zorlamak ise barbarlıktır. Altın gelecek işte bu olacaktır; bilim varoluşla bir mücadele veya çekişme yerine bir aşk ilişkisine girdiğinde; onunla tezat olarak değil, derin bir ahenk, derin bir dostluk içinde var olabildiğinde...Altın Gelecek
Hayatın kendi başına bir anlamı yok. Hayat bir anlam yaratma fırsatıdır. Anlamın keşfedilmesi değil, yaratılması gerekir. Anlamı, ancak onu yaratırsan bulursun. Orada bir çalının arasında durmuyor. Yani sağına soluna bakınca, biraz arayınca bulamazsın. O bulunacak bir kaya gibi durmuyor. O, yaratılacak bir şiir, söylenecek bir şarkı, edilecek bir danstır. Anlam bir danstır; taş değil. Anlam müziktir. Onu ancak yaratırsan bulursun. Bunu unutma. Tanrı, bir nesne değil, bir yaratımdır. Onu ancak yaratanlar bulur. Bence anlamın keşfedilecek bir şey olmaması çok güzel. Aksi halde, insan onu keşfederdi ve sonra başkalarının keşfetmesine gerek kalmazdı...Yaratıcılık
Kendi içindeki bilinmeyeni bilmeden, başka hiç kimseyi tanıyamazsın. O insanın esrarını çözmek için tek yol, kendi esrarını çözmektir. Gizli katların arkasında başka katlar gizlidir, insan sonsuzluktur. Kendi içinde ne kadar derine inersen, bütün bir varoluşta, ayrıca başkalarında da o kadar derine inersin, çünkü öz birdir. Çeperse milyonlarcadır, oysa öz tektir. Beden son derece yalnış kullanılmaktadır. Kendi vücuduna kötü davranıyorsun. Bedenin sırrını bilmiyorsun. O yalnızca ten değildir, yalnızca kemik değildir, yalnızca kan değildir. O muhteşem bir organik bütünlük, muhteşem bir dinamizmdir. Daha birçok sır var. Bu beden, birçok bedenin ilk katmanıdır... Aslında yedi beden vardır. Eğer bu bedende derine inersen, yeni olgularla karşılaşırsın. Bu hantal bedenin arkasında, ince beden gizlidir. Bu ince beden uyandığında, çok güçlü olursun, çünkü belli başlı boyutsal güçler kazanırsın. Bu beden yatağında yatarken ince beden hareket edebilir. Onun için engel yoktur. Yerçekimi onu etkilemez; onun için zaman ve mekân söz konusu değildir. Hareket edebilir... Her yere gidebilir. Bütün dünya ona açıktır. Hantal beden için bu mümkün değildir...Yoga
Zeka bir kazanım değildir. Sen zeki doğdun. Ağaçlar kendi tarzında zekidir, kendi hayatları için yeterli zekaları vardır. kuşlar zekidir ; hayvanlarda da öyledir. Aslında dinlerin Tanrı'dan kastettikleri tek şey evrenin zeki olduğudur ; her yerde gizlenmiş bir zeka olduğudur.
Zeka hayatın özünde vardır. Zeka hayatın doğal bir niteliğidir. Tıpkı ateşin sıcak olması ve havanın görünmez olması ve suyun aşağı doğru akması gibi, hayat da zekidir...Zeka
Yakınlık başka bir boyuttur. Diğerinin senin içine girmesine izin vermektir, seni senin gördüğün gibi görmesine izin vermek; diğerinin seni senin içinden görmesine izin vermek, bir insanı varlığının en derin noktasına davet etmek. Modern dünyada yakınlık giderek kayboluyor. Sevgililer bile yakın değil. Dostluk sadece bir kelime artık, giderek kayboluyor. Neden? Çünkü paylaşacak bir şey yok. İçindeki yoksulluğu kim göstermek ister? İnsanlar rol yapma derdinde: "Ben varlıklıyım, ben oraya ulaştım, ne yaptığımı biliyorum, nereye gittiğimi biliyorum."
Eğer sen yakın olmaya hazırsan, karşındakinin yakın olmasına da yol açabilirsin. Senin açıklığın, onun açık olmasını kolaylaştırır. Senin içtenliğin, onun içtenliğine, masumluğuna, güvenine, sevgisine, açıklığına izin verir.
Sen olmasan, bu evrenin şiirinde, güzelliğinde bir şeyler eksik kalır. Bir şarkı, bir nota eksik kalır, bir boşluk olur; hiç kimse sana bunu söylemedi...Yakınlık
Coşku manevidir. O, zevkten ya da mutluluktan farklıdır, tamamıyla farklıdır. Onun dışarıyla, diğeriyle hiçbir ilgisi yoktur; o içsel bir olgudur. Coşku çılgındır. Ve sadece çılgın insanlar bu bedeli ödeyebilir. Sıradan akıllı insan çok kurnazdır, çok hesapçıdır, çok hilekardır. O coşkunun bedelini ödeyemez çünkü onu kontrol edemez. Ancak perişan haldeki bir insanı kontrol edebilirsin. Coşkulu bir insan özgür olacaktır. Coşku özgürlüktür. Coşkulu olduğunda sen bir köleye indirgenemezsin. Tanrı yukarıdaki cennetlerde bir yerlerde değildir. O, şimdi burada; ağaçlarda, taşlarda, senin içinde, benim içimde, her şeyin içinde. Tanrı varoluşun ruhudur, görünmez olan, en içteki özdür.
Ne olacağın hakkında bir fikrin olmadan dünyada yaşa. Bir kazanan mı yoksa kaybeden mi olmanın hiçbir önemi yok. Ölüm her şeyi senden alır. Önemli olan tek şey oyunu nasıl oynadığındır. Hoşuna gitti mi? O zaman her an bir coşku anıdır...Coşku
Ben sana bir ahlak dersi vermiyorum. "Bu doğru, bu yanlış, bu ahlaklı, bu ahlaklı değil" demiyorum. Bunların hepsi çocukçadır. Ben sana çok basit bir kriter veriyorum: "FARKINDALIK"
Eğer farkındalıkla bir şey yaparsan doğru olmak zorundadır çünkü farkındalıkla hiçbir şeyi yanlış yapamazsın. Ve farkındalık olmadan da herkes tarafından takdir edilen kimi şeyleri çok iyi yapabilirsin.
Ama ben hala ona yanlış diyorum çünkü farkında değilsin. Ve yanlış sebeplerden dolayı yapmış olmalısın. Farkındalık olmadan onların sadece gösteriş, ikiyüzlülük olduğunu biliyorum. Onlar seni yapmacık hale getirir. Seni özgürleştirmezler, seni özgürleştiremezler. Tam tersine seni hapsederler...Farkındalık
29 Kasım 2013
Antik Yunan döneminde (MÖ 620-560 yılları arasında) Ege’de yaşayan ünlü masalcı Ezop’un iki bin altı yüz yıldır canlılığını yitirmeyen bir öyküsü
Aradan üç uzun yıl geçtikten sonra buluşma yerine önce inek ve beygir gelir... İkisi de perişan bir halde, zayıflamış, dişleri dökülmüş, kamburları çıkmış, adeta çökmüştür.
Beygir merakla sorar: "Nedir bu halin inek kardeş?"
İnek acıklı bir şekilde içini çekerek anlatır:
"Sorma beygir kardeş... Bu insanlar çok merhametsiz... Beni durmadan birbirlerine sattılar. Alan sütümü sağdı. Bir inek daha bulup onu yanıma koyarak bizi çifte koştular, aç bıraktılar. Canımı zor kurtardım be kardeş."
Beygir de acı acı başını sallayarak anlatır:
"Ah, sorma... Benim de ağzıma bir demir parçası geçirdiler, ağzımı açamadım. Üzerime bindiler, ses çıkaramadım. Biri indi, öbürü bindi! Binmedikleri zamanlar zincire vurdular. Belim çöküp de onları taşıyamaz bir hale geldiğinde arkama kocaman bir araba bağladılar. Bu sefer birçoğunu yeniden taşımaya başladım. Ben onları taşıdıkça, daha hızlı gitmem için kırbaçladılar. Canımı zor kurtardım inek kardeş."
İnek ve beygir böyle konuşurken uzaktan eşek görünür. Hayli neşelidir. Islık çala çala, taşlara tekme ata ata, hoplaya zıplaya gelir. Mutludur. Üstelik şişmanlamıştır. Tüyleri pırıl pırıl parlamakta, gözlerinin içi gülmektedir. Üzerinde lacivert takımlar vardır.
İnek ile beygir şaşırmış bir şekilde, "Nedir bu halin? Neler oldu? Neden böyle zevkten dört köşesin?" diye sorarlar.
Eşek keyifli bir şekilde anlatır:
"Sizden ayrıldıktan sonra uzakta bir memlekete vardım. Birisi yukarı çıkmış bağırıyor, bağırdıkça insanlar onu alkışlıyordu. Ben de yüksekçe bir yere çıkıp bağırdım. Benim bağırmamı bilirsiniz, yeri göğü inletirim. Sesimi duyan benim yanıma koştu, duyan duymayana haber verdi, etrafım insanla doldu. Onlar geldikçe ben daha çok bağırdım. Haktan, hukuktan, refahtan, adaletten filan bahsettim..."
"Eee, sonra ne oldu?"
"Ne olacak beni başkan seçtiler!"
"Deme yahu.. Yani sen başkan mı oldun?"
"Evet... Bir şey yapmama gerek kalmadı. Ben bağırdıkça onlar ’Seninle gurur duyuyoruz’ diye alkışladılar. Ben de yedim ve bağırdım, yedim ve bağırdım!"
"Pekiii, senin eşek olduğunu anlamadılar mı yahu?"
"Valla, yarısı anladı ama diğer yarısına anlatamadı!"
Dr. Ali Şeriati - Öze Dönüş
Shakespeare "Müzik, aşkı besler."
- Sevgi ektiğimiz yerde sevinç büyür.
- Egemen olamayan boyun eğer.
- Gerçekte dünya bir hapishanedir.
- Bizler düşlerle aynı hamurdan yapılmışızdır.
- Dorukta düşüş için olgunlaşmış oluruz.
- Az iş gören el, daha hassas olur.
- Fazla el değmesi bir şeyi kirletebilir.
- Felaket, kabarık dost sayısını sıfıra indirir.
- Her bulut fırtına doğurmaz.
- Değerin sahtesi de, gerçeği de karabahtın fırtınalarında belli olur.
- Kan, kanla değil su ile yıkanır. Öç almanın sonu yoktur.
- Geçmiş bir dost için yakınmak, yeni dertler edinmektir.
- Bazı acılar ilaç yerine geçer.
- En kötü ur, en şirin goncada saklıdır.
- Başkasının gözüyle mutluluğa bakmak ne kadar acıdır.
- Bazı yıkılışlar daha parlak kalkınışların teşvikçisidir.
- Yaptığını öven, yaptığını yıkar.
- Güzellik sevgi ve şefkatle yaşar.
- Eğer erdemleriniz yoksa, yaratınız.
- Adem, bir bahçıvandı.
- Bilgiç kafa, altını bol serseme boyun kırar.
- Gençlik, çok dayanmayan bir kumaştır.
- Gözyaşlarıyla yıkanan yüzden daha temiz yüz olamaz.
- Kimileri günahla yükseliyor, kimileri yerin dibine batıyor.
- İnsanların insanlara güvenmesini aklım almıyor.
- Kara haber, getireni de karalar.
- Yaşamımızın kumaşı iyi ve kötü ile örülmüştür.
- Para önden gidip insana bütün yolları açar.
- Çok geç pişman olanın vay başına.
- Acıda arkadaş, felakette ortak bulunca ruhun çilesi hafifler.
- Taze tomurcukları sert rüzgârlar örseler.
- Sabrı olmayanlar ne kadar fakirdirler.
- Ölçülebilen sevgi zavallı bir sevgidir.
- Kısa yazların baharı erken gelir.
- En olgun meyve en önce düşer.
- Umut, âşıkların değneğidir.
- Dost yarası, yaraların en derinidir.
-Yaşamak mı, yoksa ölmek mi? Bütün sorun bu.
27 Kasım 2013
Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz - Aziz Nesin
Aşkın Babil'i - Ece Temelkuran
Franz Kafka, "Sevgili Milena- Mektuplar" (Çev: Adalet Cimcoz, Say Yayınları)
Yok hayır, büyük acılar ve çaresizlikler sırasında yaratılmış olamaz Tanrı. Her acı kendi direncini yaratır çünkü. Sabrını. Sarı taşını. Yaşadığına göre hâlâ Tanrı, başka ve daha iyilikli bir nedeni olmalı icadının.
Öyle sanıyorum ki şimdi ben, çölde biri birine âşık oldu. Biri âşık olmuş olmalı birine, çöl kadar âşık, başlangıçsız ve sonsuz. O zaman işte "Bu ben olamam" demiş olmalı, "Bu kadar olamam".
Bentleri yıkılırken birinin, köprüleri, şehirleri darmadağın olurken, evleri yıkarken biri, bütün bu yapabildiklerine hayretle, Tanrı'yı işte o anda icat etmiş olmalı. Tanrı'yı insan âşık olduğu için doğurmuş olmalı çölden. Ya da Tanrı biri biri âşık oldu diye göstermiş olmalı kendini çöle. Ancak "âlem-i hayretteyken" bir fani bulabilir Tanrı'yı.
Ölüm bile bu kadar ufalamaz
İnsan yalvarmak için değil, aslında en çok teşekkür etmek için büyük bir şey arar. Sonsuz hayret ve sevinç karşısında büyük eziklikle eteklerini öpeceği bir güç. "Bütün bunları ben yaşıyor, yapıyor olamam" dersin, "Bütün bu sular benden akıyor olamaz"... "Biri olmalı" dersin, "Her şeyden büyük bir güç, ondan geliyor olmalı bütün bu hayret, bütün bu tersyüz olma, bunca hayat."
Hak etmediğini düşünür insan, bu kadar güzelini hak edecek bir şey yapmış olamayacağını. Deli olursun, deli. Teşekkür edip bir şeye işte o zaman, bu hayret ağırlığından kurtulmak istersin. Senden bunu almasın diye yeterince teşekkür etmek istersin.
Kendi karşısında hiç bu kadar ezilmez insanoğlu. Ölüm bile bu kadar ufalayıp ufalayıp kenara koymaz insanı, canını alır alsa alsa. Kafka'nın Milena'ya dediği gibi "diz çöktüğünü" anlarsın:
"Gözlerimin önünde ayaklarınız var, okşuyorum onları."
Fakat sonra hayat etten ve kandandır. Tanrılardan ve çöllerden gelen mucizevi şey, parmaklara sahip olur, kollu bacaklı olur. Aşkın en güzel hali yine de beşeridir. "Babil" filminin o sahnesinde, mutlaka görülsün film, âşık adam, kadının altına bir kap tutup işetir. Tam o en "pis" şey gerçekleşirken işte öpüşme başlar.
Hayattan geçmiş olanlar bilir ki romantik budur, güllü dallı değildir aşk. Etini, en pisini paylaşanlar artık birbirini bir daha onları hiç terk etmeyecek gözlerle görür. Birini uzunlamasına ve derinlemesine sevmenin başka nesi vardır ki zaten? Bir insanın içini görecek bilgiden başka ne verir insana? Bu bilgi neye değişilir?
Gelince anlarsın...
Tam işerken yaralı kadın ve öperken adamı korkularını söyler adamın kulağına, adam da kadının kulağına, ne çok sevdiklerini birbirlerini... Çölde geçer bu olay. Tanrı bir kez daha icat olur o zaman, kendini insanlığa bir kez daha gösterir, yeniden doğurulur çölden. Biri birini çok sevince, topyekûn sevince "olur" Tanrı. Çünkü tanrı kalptendir. İnsan kendini hatırlayınca gelen.
Aşk ki hayret halidir, gelince anlarsın. Evler yıkılır... Her şey yeterdir artık, her şey tamam. Babil'deki dilini bulur insan, herkesin anladığı, herkesi anlatan ilk dilini. Ve hayret içinde yine, ilk halin gibi. Çocukluğunun o ilk yarayı henüz almadığın zamanki gibi bir kahkaha...
Kimin daha çok acı çektiğine gelince... Eli kalem tutan hangisiyse odur en çok acı çeken. Çünkü tarihi kazananların yazması gibi aşkın acısı da mektupları yazanda kalır...
Rıfat Ilgaz - Çocuklarım
Haylaz çocuklarım
Sınıfın en devamsızını
Bir sinema dönüşü tanıdım
Koltuğunda satılmamış gazeteler
Dumanlı bir salonda
Kendime göre karşılarken akşamı
Nane şekeri uzattı en tembeliniz
Götürmek istedi küfesinde
Elimdeki ıspanak demetini
En dalgını sınıfın
Çoğunuz semtine uğramaz oldu okulun
Palto ayakkabı yüzünden
Kiminiz limon satar Balıkpazarı'nda
Kiminiz Tahtakale'de çaycılık eder
Biz inceleye duralım aç tavuk hesabı
Tereyağındaki vitamini
Kalorisini taze yumurtanın
Karşılıklı neler öğrenmedik sınıfta
Çevresini ölçtük dünyanın
Hesapladık yıldızların uzaklığını
Orta Asya'dan konuştuk
Laf kıtlığında
Birlikte neler düşünmedik
Burnumuzun dibindekini görmeden
Bulutlara mı karışmadık
Güz rüzgarlarında dokulmuş
Hasta yapraklara mı üzülmedik
Serçelere mi acımadık kış günlerinde
Kendimizi unutarak...
24 Kasım 2013
Ahmet Telli - Herşey Kararırken
Yeşile çevirdiler de
Yeşil umutlarını
Karaladılar çocukların
22 Kasım 2013
Seçme Şiirler
hem acıyım hem acının
yalvacıyım ben
git!
benden yollara doğru
yollar sana dönmeden
git! düş sözleri ol kün
bir yerde çözül, okunsun
genç belirtiler: altın yün
kuş yığınları
söz değildi gördüğün, neyse o ol kün
ve seviştir seviştirebilirsen
iki hüznü
sözler buluta girmeden
sen sen ol kün akşamın yakarısı
ve sevdanın anlamını değiştir
hem tarla hem gelincik
daha dün
yazdan kalan neyse o ol kün
ve üleştir üleştirebilirsen
kuşlar seninle bitmeden
hem acıyım hem acının
yalvacıyım ben
git
benden yollara doğru
yollar bana dönmeden...Hilmi Yavuz
Bir giz gibi deliyor yüreğini
cansıkıntılarının burgusu
ve hep bir şeyler eksik gibi
bir şeyler bekler gibisin
Yeni bozgunlar
yeni yenilgiler peşindesin
Bir bozkır kuraklığına dönmüş için
Oysa yalnız bir öpüştür
gurbeti türkülere dönüştüren
Çoktandır su vermedin
çiçeklere ve yüreğinin çeliğine
Zaman terkisine almış da öpücükleri
koşuyor sessizliğin ve yalnızlığın
iyotlu kıyılarına
Bir yol ayrımı ki yanlışla doğru
hüzünlerle sevinçler kolkola
Sen ki ey kalbim
yanlışları ve hüzünleri taşıdın
bunca zaman
Taşıyamaz yüreğinin batık sandalı
bu yalnızlığı,bu can sıkıntılarını
Yaşam gelincikler gibi beklerken seni
gecenin kapısını çalma
ey kalbim...Ahmet Telli
Gözlerinin rengi gibi
Yüreğinin rengi gibi
Saçların da kendi renginde
Ama ben, ellerini gördüm önce
Toplayan, düzelten, onaran ellerini
Dokunduğuna soluk aldıran
Telâşlı, usta, sevecen ellerini
Geç anladım ve inandım
Her gün daha çok inanıyorum
Ellerin, güzel işlerin karıncası
Ellerin, ellerden bıkmış ellerime sığınak
2.
Yüzünün rengi gibi
Dudaklarının rengi gibi
Saçların da kendi renginde
Ama ben, özverini gördüm önce
İçinden çavlan gibi dökülen özverini
Hep koşan, yürümeyi bilmeyen
Hesapsız, gücendirmeyen, saydam özverini
Neye uzansa dirilten
Susan, hüzünlenen, sıcak özverini
Geç anladım ve inandım
Gün gün daha çok inanıyorum
Özverin, güzel işlerin arısı
Özverin, sözcüklerden yılmış kafama barınak
3.
Derinin rengi gibi
Sesinin rengi gibi
Saçların da kendi renginde
Ama ben, seni gördüm önce
Gülen, yaşayan, bilen seni
Körpe bir söğüt dalı gibi çırpınan
Durduğu yere can veren
Gönüllü, duyan, seven seni
Geç anladım ve inandım
Şimdi daha çok inanıyorum
Sen, hayatın ablası
Saf olan her şeyin mayası
Sen, eşyalardan usanmış kalbime dayanak
4.
Sevgili arkadaşım benim
Sana 'sevgili arkadaşım' diyorum
Budur, bizim anladığımız sevdanın tanımı
İşte sana bir aşk şiiri
İçinde 'sevgilim' sözcüğü geçmiyorsa
Suçun yarısı senin
Çünkü, ben de bize yaraşanların sözcüğünü değil
Kendisini seviyorum senin gibi. Süreyya Berfe
Ayrılıkların puslu aynasındadır
bekleyişlerin solgun yüzü
Bekleyişler ki demlenişidir sabrın
damıtır sessizliği ve üzüncü
damıtır gurbetin kavruk memesinden
ve emzirir
hasretin yanık yüzlü çoçuğunu
Sen ey sabrın ve üzüncün dervişi
başını zamanın göğsüne koy
ve dinle yalnızlığın iç çekişlerini
Yalnızlıklar ki suskun bir akşam üstüdür
usulca örtülecektir gecenin sessiz tülünü
ve düşecektir ince bir rüzgarla
hüznün harmaniyesi
Ey yenilgilerin bezgin kuşu
suskunun sarı sıcağındasın bunca zaman
bataklıklardan sızan sinsi ve pis
bir kokudur içinde tortulaşan kuşku
Ve bulutsu bir ağırlığın yüküdür
gittikçe ağırlaşan
gittikçe yüreğini zonklatan
Sen ki şafağın göğü müsün
imbikle göğsünde göğün sütünü
ve emzir sönmekte olan yıldızları
sonra başını solgun bir demet gibi hasretin kuru dallarına koy
dinle köpüklü kıyıların çağlayanını
imbatın serin elidir yüzünü okşayan
Güneşi kopar dalından ellerine al
ve durmadan canını yakan sözü
bitir şiirin kalbine
akıt artık umudun billur ırmağını
kavruk çölüne yüzümün
ve bir sevda gibi yanaş
hayatın kıyılarına
Yoksa ey kalbim
tel bile olamazsın şiirin sazına...Ahmet Telli
Sabahattin Kudret Aksal - Gazoz Ağacı ve Diğer Öyküler
Osho - Ego
Halil Cibran - Tanrı Elçisi "Zaman"
Ve bir gök gözlemcisi,
"Peki, Zaman için ne dersiniz?" diye
sordu.
Şunları söyledi, Tanrı-Elçisi:
Zamanı ölçmek istersiniz;
gerçekte ölçüsü olmayan'ı,
ölçülemez olan'ı
ölçülere sığdırmak istersiniz hep.
Davranışınızı saatlere ve mevsimlere
göre düzenlemek,
ruhunuzun tutacağı yolu da onlara göre
belirlemek istersiniz.
Zaman'dan kendinize bir ırmak
yapmak
ve kıyısında oturup,
akışını izlemek istersiniz, onun.
Oysa, sizde zamansız olan özne,
farkındadır ki,
hayat da zamansızdır.
ve bilir, dün bugünün hatırasından,
yarın da bugünün rüyasından başka
nedir ki.
Ve yine bilir ki, içinizde terennüm
eden
ve düşünen yanınız,
yıldızları göğe saçan o ilk müessirin,
o ilk sanatçının atölyesinde
dolaşmaktadır.
Aranızda, içindeki sevme gücünün
sınırsız olduğunu hissedeniniz var mı?
diye sormak geliyor içimden;
ama kim hissetmez ki, bu aynı
sevginin,
sınırsız olsa da, kişinin varlığının
merkezinde,
yüreğinin başında odaklandığını?
ve sevgi düşüncesinden yine sevgi
düşüncesine,
sevgi ediminden, yine sevgi edimine
koşup durduğunu?
Sevgi gibi, aşk gibi bölünemez
ve ölçülemez değil midir,
Zaman da?
Ama, yine de, düşüncede, onu
ölçmeniz,
ölçülere sokmanız gerekiyorsa,
ben derim ki, her mevsiminiz
öteki mevsimleri de içinde taşıyor olsun,
Ve Bugün, hatırlama yoluyla
Geçmişi,
muhayyile yoluyla da
Geleceği
kucaklasın.
🌼
Oruç Aruoba - Yakın "Ateş Yakana Kılavuz"
En son, en kalın odunu yakarsın.
Deniz'in taşıdıklarını da kesip kesip yakmıştın,
o bir zamanların şimdi uzakta kalmış ocağında —
ne kalır ki, geriye?...
Ateşinin dumanını da biriktirirsin—
Her şeyden önce unutmaman gereken,
ateşinin hiçbir zaman tek bir düzeyde yanmadığıdır :
ateşin, ya harlanma içinde ya da sönme içindedir —
ya yükseliş, ya iniş…
Ateş, yanmakta olan odunlarla değil,
yeni yanmağa başlayan odunlarla yanar.
Hep yakacak yeni odunlar bulan ateş, yükseliş içindedir;
yalnızca eski —yanan— odunları olan ateş,
inişe geçer.
Yanan odunlar tüten odunların dumanını da yakarlar.
Yanamayan odun, tüter.
biribirlerine olabildiği kadar yakın olmaları; ama hiçbir zaman
bitişik ve binişik olmamalarıdır : ateşi yakan, ısı olduğu kadar,
havadır — belki daha da çok…
Ateşin tütüyorsa, bil ki bir şeyleri yanlış yapıyorsun.
Tek bir odunu yakamazsın: odunlar ancak başka odunlar
yanıyorsa, yanar — her bir odunun yanması, öteki her bir
odunun yanmasına bağlıdır: hepsi için ayrı ayrı; ve,
hepsi birlikte, karşılıklı…
Alttaki odunun yanması, üstünde yanmaya başlamış bir odunun
bulunmasına — ve üstteki odunun yanması, altında yanmakta olan
bir odunun bulunmasına, bağlıdır.
Ateşini yakmağa başlarken, çıra parçalarını çok dikkatli
kullanmalısın: fazla koyarsan, ya gereksizce büyük alevler
elde edersin, ya da yanamayan çıra parçalarındaki reçinenin
tütmesine yol açarsın; az koyarsan, hem kalın odunları
tutuşturacak kadar alevin olmaz, hem de, yanamayan odunlar
tütmeğe başlarlar — tam ölçüsünü, tam yerini, tam zamanını
bulmalısın, ateşini yakmağa başlarken.
Ateş, bir kez yanmağa başlayınca, senin denetiminden
çıkar gibi olur — ama, unutmamalısın ki, kendi haline
bırakılan ateş, gerçi, koşullar uygunsa, harlar; ama,
kısa zamanda, yakabileceklerini yakarak, tükenme sürecine
girer: Ateşin ilk niteliği yayılmaksa, son niteliği de, tükenmektir.
yeni yanacak odunlar koyman; belirli bir yanı tükenmeğe
yüz tutmuş odunları biribirlerine göre çevirmen; yanamayarak
tütmeğe başlamış odunları yanabilecekleri bir konuma getirmen
— bir sürü düzenleme, ayarlama…
17 Kasım 2013
Bir Avuç Hergele - Nazım Hikmet Ran
15 Kasım 2013
Friedrich Nietzsche - Güz Mevsimidir Bu
kalbinin kırıldığı mevsim!
Git bu yerlerden,
durma git!
Güneş yamaçta sürünüyor,
tırmanıyor, tırmanıyor,
ve her adımda durup dinleniyor.
yorgun ve gevşek tellerde
çalıyor rüzgar şarkısını:
Umutlar uçup gitti-
O ardından yakınmakta…
kalbinin kırıldığı mevsim!
Git bu yerlerden,
durma git!
Ey dalındaki meyve
titriyorsun, düşüyorsun yere,
nasıl bir sır verdi ki
gece sana,
yanağın, o gül yanağın
buz gibi ürperişler içinde.
kim konuşacak öyleyse?-
kalbinin kırıldığı mevsim!
durma git!
‘Ben güzel değilim,’
-der yıldız çiçeği-
‘ama insanları severim,
onları avutmak isterim,
-çiçek görsünler hele yerde,
eğilsinler,
ve ah! tutup koparsınlar beni-
işte o zaman gözlerinde onların
bir anı canlanır,
benden daha güzellerinin anısı
-görürüm onu ben, görürüm-
ve işte öyle ölürüm.’
kalbinin kırıldığı mevsim!
Git bu yerlerden,
durma git!
Leonardo da Vinci "Bir Ressam Evrensel Olmadığı Sürece Takdire Şayan Değildir."
OSHO - Zihin Gerçekle Aramızdaki Engel
13 Kasım 2013
Türkiye'yi sevmeyi anlat birilerine; çünkü birileri bunu hep yanlış anladı.
10 Kasım 2013
05 Kasım 2013
Bülent Ecevit - Uyum
Yağmura toprak ne güzel uymuş.
Gündüze güneş, güneşe tarla,
Tarlaya başak ne güzel uymuş.
Emeğe eylem, eyleme yürek,
Yüreğe sevgi ne güzel uymuş.
04 Kasım 2013
Catherine Camus "Babam Camus"
Okulda babamın mesleği sorulduğu zaman, ben de “yazar” diye yanıt verdiğimde dert oluyordu bu bana. Marangoz bir meslek erbabıdır. Ya yazar? Evde kalıp çalışma masasının başında bir şeyler karalayan adam miskinin teki sayılır... Babamı rahatsız etmememiz beklenirdi. Ama rahatsız ettiğimizde de hiçbir şey demezdi. Oturup kalkmak, yemek yemek ve başkalarına saygı göstermek konusunda hem dikkatliydi hem de ciddi. Annemin ya da anneannemin tokatlarını yeğlerdim fazlasıyla. Onlarlayken, bir aptallık ettiğimde kesilecek faturayı bilirdim. Öderdim, gönül rahatlığıyla sıfırdan başlardım yeniden. Babamlayken ela gözlerinin bir bakışı ve birkaç sözü yeterdi insanın kendini yerin dibine geçmiş hissetmesi için. İlk komünyon ayinimi gerçekleştirmek istediğimi söylediğimde bana Tanrı’ya inandığım için mi yoksa güzel bir elbisem ve hediyelerim olsun diye mi bunu istediğimi sormuştu. İşin sarpa sardığını hemen anladım. “Pek mi parlak bir şey bu sence?” En azından mesele açıktı. Ona göre, başımızı sokacak bir yerimiz ve kitaplarımız varsa, bize gereken her şeyimiz var demekti. Bizim evde lüzumsuz nedir bilinmezdi. Yararlı hediyeler istemek gerekirdi. Noel’de bir okul çantası, güzel bir okul çantası bile çok sevinilecek bir şey değildir. Babamın bana son yaş günü hediyesi bir çalışma masasıydı. Güzel bir masa elbette... Ama ağır hastalanıp yattığımda bana bir pikap hediye etti, Teppaz marka. O kadar tarzımız olmayan bir şeydi ki bu, öleceğime büsbütün inanmıştım.
Anneme yardımcı olan bir hanım vardı. Yataklarımızı yapardık, ayakkabılarımızı cilalardık ve o hanımın emrine amadeydik. Olağandı bu. Babam, dolaylı yoldan, bu hanıma mesleğinden ötürü –temizlikçiydi kadın, babamın annesiyle aynı meslektendi– saygı göstermemizi isterdi. Annesi sağırdı, ne okuma bilirdi ne yazma. Kocası Birinci Dünya Savaşı’nda öldürüldüğünde, yönetim, dedemin kafatasını parçalayan şarapnelin bir parçasını göndermiş ona. Babaannem, çocuklarıyla birlikte, yaşça büyük olan Lucien ve kundaktaki Albert’le, annesinin yanına, Cezayir’de Belcourt mahallesinde yaşamaya dönmüş. Tatlı bir boyun eğişten ibaretti babaannem. Hepsi yoksulmuş, çok yoksul, başka da bir şey düşünmüyorlarmış. Babam bir yerlerde “baskı görenlerin zekâsı aslolana yönelir” diye yazmıştı. Burada aslolan, karın doyurmaya yetecek para bulunup bulunamayacağıdır. Yarın değil, bu akşam. Babam bana büyükannesinden söz ederken nefret ederdim o kadından çünkü sığır sinirinden yapılma bir kamçıyla dövermiş babamı. Babaannem –genellikle sadece hareketlerle kendini ifade eden biriydi– sırf “Kafasına vurma” diyebiliyormuş usulca. Daralmış, kendi içine kapanmış bir dünyaymış bu, dışarıdayken içeride olduğundan daha iyiymiş babam. Belcourt’lu bir oğlanmış o. Arkadaşlarıyla birlikte, barınağın adamı Bay Galoufa’nın iki tekerlekli yük arabasıyla yarışırmış, başıboş köpeklerle kedileri özgürlüğe kavuşturmak için. Mahalledeki herkes gibi, pataouète konuşurmuş. Fransızca onun için büyük bir başarı olmuş. 11 yaşındayken (!) ilkokul sona ermiş: Büyükannesi eve para getirsin diye çalışmasını istemiş. Ama öğretmeni Louis Germain babamı fark etmiş. Onun hakkını savunmuş ve kazanmış: Babam eğitimine devam edecektir böylece. Lisede ilk defa adaletsizliği sezmiş. Başkalarının dünyasıyla kendisininki arasında bulunan uçurumu. Daha sonraları Saint-Germain-des-Prés’de de aynı şey olacaktır. Cüzamlı gibi bakarlar ona. Babam kendini cüzamlı gibi hissetmiyordu ama. Morali tamdı. Ama adaletsizlik yerli yerindeydi, daima. Fotoğraflarda, öğrencilerin çoğunda kocaman kravatlar var. Onda yok. Daha o zamanlarda özgürmüş. Sonraları, “güzellik var, bir de aşağılananlar” dediğinde ve “ne güzelliğe ne de aşağılananlara sadakatsizlik etmek” istemediğinde, işte o zaman başladı her şey galiba.
17 yaşındayken, kan tükürmeye başlar. Verem. Ölümcül hastalık, utanılası hastalık. O dönemde veremden ölünüyordu, veremliler de vebalıymış gibi görülüyordu. O zamana kadar hiçbir şeye sahip değilmiş babam, yaşıyordur işte. Ona doğal geliyormuş bu. Ama yaşamanın bile pek o kadar garanti olmadığını öğrenir. Michelet sokağında kasap olan, teyzesinin kocası Acault’nun yanına gider çünkü en azından orada iyi et yiyebilecektir. Enişte masondur, evinde bir sürü kitap vardır. Babam o zamana kadar bir evde kitap görmemiştir hiç. Daha sonraları agregasyon sınavına girmesine izin verilmez, hastalığı bulaşıcı diye. 1939’da askere de alınmaz. Roger Nimier’nin yorumu: “Savaşı Camus’nün akciğerleriyle yapmadık...” Nasıl, harika değil mi?
Futbolu bırakmak zorunda kalır. Oysa seviyormuş. Kaleciymiş. Ona “Bastıbacak” diyorlarmış çünkü geç boy atmış. Sablettes plajı vardır hayatında, deniz ve güneş. Ve daha o zamanlar, inanılmaz bir özgürlük duygusu, kadın bedenlerinin, “bağlanma”nın, tiyatronun birbirine karıştığı. Alger républicain gazetesinde sürdürdüğü gazeteciliğin bir de. Daha sonraları şöyle yazacaktır: “Öncelikle, yoksulluk hiçbir zaman bir mutsuzluk kaynağı olmadı benim için: Işık zenginliklerini yayıyordu onun üstüne.” Théodore de Banville’in Gringoire oyununda Olivier le Daim’i oynadığı sırada günde 85 frank kazanıyormuş. Fena sayılmaz! Ders veriyor, meteorolojide çalışıyor, bir de güreşiyormuş, burnunun kırıldığı güne kadar.
23 yaşındayken, ki 1930’ların sömürge toplumunda inanılmaz ölçüde modern gelen bir şey bu, ikisi eşcinsel üç kadınla birlikte ortak bir ev tutar. Bu “Esaslı Ev”in taraçası Cezayir koyuna bakar. Louis Bénisti “Dünyanın Karşısındaki Ev” adıyla resmetmişti evi. Babamın, adını Kierkegaard’dan alan Kirk diye bir köpeği vardır. Yazmaya karar verir. İlk olarak, Tersi ve Yüzü’nü yayınlar, 350 adet basılır yapıt. Kuşkusuz Oran’lı bir hanım arkadaşı aracılığıyla tanışır annem Francine Faure ile, 1937’de. Annem Cezayir’de yüksek matematik öğrenimi yapıyormuş. Piyanistmiş. Baksanıza, nefis bir kadın. Babamla ilk yıllarına ilişkin hiçbir şey anlatmadı bana. Onu hep sevdiğini biliyorum sadece. Babam da onu seviyordu bence. Başka kadınlar, başka aşklar yaşadı. Ama annemi hiç bırakmadı. Sanırım derin bir dostluk ve dayanışma vardı aralarında. Onları kardeş sanıyordu görenler. Annem çok mutlu değildi bence ama bundan bütünüyle babamın sorumlu olduğunu da sanmam. Annem bana birbirlerini hep sevdiklerini ve bu sevginin hiç de vasat bir sevgi olmadığını söylemişti. 1 Kasım 1936’da babam arkadaşı Pascal Pia ile birlikte Alger républicain’i kurar. Ekmek ve de sardalya almak için tam denk gelir bu... “Kabiliye’de Sefalet” başlıklı röportaj dizisini orada yazar. Adaletle, adaletsizliklerle, çeşitli olaylarla ilgilenir. Hoş görülmez. Gazete sansürlenir. İş bulamaz ve Cezayir’den ayrılıp 1940’ta Paris’e gitmek zorunda kalır. Çalıştığı Paris-Soir gazetesi, bürosunu Lyon’a taşımıştır. Annemle babam Lyon’da evlenir. Gazetenin dizgicileri anneme bir demet menekşe hediye ederler. Annem Cezayir’e döndüğünde bir arkadaşına şöyle yazacaktır: “Hiç kuşku yok ki temkinsizlik ettik. Savaş yokmuş gibi davranmak istedik. Ve savaş bizi ayırdı.” İki yıl boyunca bildikleri tek bir şey vardır: hayattadırlar, hepsi bu.
Veremi nükseden babam Pannelier’de Chambon-sur-Lignon bölgesine yerleşmek zorunda kalır. Çevredeki çiftliklerde köylüler 5000 Yahudi çocuğu saklayıp kurtaracaktır. Direniş hareketi orada, çok yakındadır. Babam Direniş’e katılacaktır. Şöyle yazar: “İyice düşünüp taşındım ve dupduru bir zihinle hareket ettim, çünkü görevim buydu.” Henri Frenay’nin Combat hareketine girer. Hem Gallimard Yayınları’nda yeni kitap önerilerini okuyup değerlendirmektedir, hem de yeraltı gazetesinin başyazarlığını yürütmektedir. Müthiş riske girer. Épinay-sur-Orge doğumlu, Jacques ve Madeleine’den olma, makale yazarı “Albert Mathé” adına düzenlenmiş sahte evraklar taşır üstünde. Tutuklanan, toplama kamplarına gönderilen arkadaşları olur. Kimileri geri dönmez. İşte bu yüzden Direniş madalyasının kendisine verilmesini istemediğini söylerdi hep. Yine de nişan ona verildiğinde, Fransa Alman işgalinden kurtulduktan sonra bir gün, Combat gazetesine gelir ve Ravensbrück’e sürgün gönderilen bir hanım arkadaşına “Kim ihbar etti beni?” diye sorar.
1944’te babam Maria Casarès’le tanışır. Tiyatroda birlikte çalışırlar. Severler birbirlerini, insanı yiyip bitiren bir tutkuyla. Annem Cezayir’den Fransa’ya döndüğünde ne babam ne de annem bilir nasıl buluşacaklarını. André Gide babama Vaneau sokağında bir stüdyo daire kiralamıştır. Annem, “öyle soğuk olurdu ki parkenin çatlakları buz tutardı” diye anlatırdı bana. Annemle babam yine de buluşmuş olsalar gerek ki birkaç ay sonra, 1945 Eylülü’nde ikiz kardeşim Jean ve ben dünyaya gelmişiz. Hayat kolay değilmiş. Annem hamileyken iki bebek için yemek karnesi istemiş. “Gerek yok, biri ölebilir” diye yanıt vermişler. Annemle babamın kendilerine ait bir dairesi yokmuş. Paris’te ya da şehir dışında, arkadaşlarının evlerinde kalıyorlarmış. Michel Gallimard’ın evinde, emeklerken, İnsanlık Durumu’nu kemirmişiz. Hem de sıradan bir nüshayı değil, orijinalini! Babam 1946’da Amerika’ya uzun bir yolculuğa çıktığında kilolarca çikolata, şeker, un, pirinç ve yumurta tozu; 14 kilo sabun, 15 kilo da bebe maması getirmişti.
Babam kitaplarını, oyunlarını yazmaya devam eder. Maria da oyunculuğa. Beni ilgilendirmez bu, hayat işte. Ama evde, Maria aleyhinde tek bir söz duymadım. 1980’li yıllarda, annemin ölümünden sonra tanıştım onunla. Nice’teydim. Bir oyun oynuyordu orada. Tiyatroya not bıraktım. Birbirimize bir sürü şey anlattık. Güzel oldu biraraya gelişimiz. Son derece hayat dolu, sıcak, komik bir insandı. Çikolata yedik. Sigara içiyordu, korkunç öksürük krizlerine tutuluyordu. Bir sigarayı söndürür söndürmez yenisini yakıyordu. Babam ve o birbirlerine benziyorlardı. Ne olursa olsun, delice bir yaşama aşkı vardı her ikisinde de. İnsan katlanıyor. Ama kabulleniyor da.
Fransa’nın Alman işgalinden kurtulduğu sıralarda babam Sartre ve Beauvoir’la çok sık görüşür. Saint-Germain-des-Prés’de hep eğlence, hep dans, hep içki âlemleri vardır. Ama babam onların arasında hep biraz aykırı düştüğü izlenimini taşımıştır. Akdenizliydi, École normale’de okumamıştı, burjuva kökenli değildi. Sartre ona “sokak serserisi” dediğinde büsbütün yanlış sayılmazdı söylediği. Arkadaşı Camus’nün yanındayken kendisinin de alçaldığı duygusunu taşıyordu biraz. Beauvoir’a gelince, onun babama zaafı vardır, karşılık görmeyen. Bu gerçekten bir zaaf mıydı yoksa entelektüel bir merak mı? Bir erkeği tanımak için diyordu –Beauvoir’da bilimseldi her şey!– onunla yatmak gerek. Brassaï’nin şu fotoğrafına bakın: Babam Picasso’nun bir oyununu sahneye koymuştu: Kuyruğundan Yakalanan Arzu. Lacan, Cécile Éluard, Picasso, Valentine Hugo, Leiris’ler, Sartre ve Beauvoir var karede. Peki babam kime bakıyor? Köpeğe.
Yazmak, kendini yanlış anlaşılmaya ve anlaşılmamaya maruz bırakmak demektir. Bunu iyi biliyordu babam. Küçük bir kızdım ama çevresindeki saldırganlığı seziyordum. 1951’de Başkaldıran İnsan yapıtıyla bir tabuyu sarstı. O dönemde Sovyetler Birliği’ne dokunma hakkınız yoktu. Oysa herkes gulag’ın varolduğunu biliyordu. İyi bir amaç uğruna deniyordu. Susuluyordu. Babam konuşmaya karar vermişti. Bu da kimsenin hoşuna gitmiyordu. Bir gün –daha sonraları anladım ki Francis Jeanson’un Sartre’ın emriyle kitabı inanılmaz ölçüde sert eleştirdiği, Les Temps Modernes ile aralarındaki korkunç polemikten sonraymış– babamı salonda, alçak bir koltukta, başını eğmiş otururken buldum. “Üzgün müsün baba?” dedim ona. Başını kaldırdı, gözlerimin içine baktı ve “Hayır, yalnızım” diye yanıt verdi. Hiç unutmadım bunu. Öyle çileden çıkartıyordu ki bu durum beni! Benimleyken yalnız olamayacağını ona nasıl söylemeli, bilmiyordum.
1956’nın Ocak ayında, L’Express’te “Siviller İçin Ateşkes” başlıklı yazısını kaleme aldığında sadece yazmakla kalmadı. Her iki cepheden sivillerin korunmasını önermek üzere Cezayir’e gitti. Genel valilik önceden belirlenmiş salonda bulunmasını engelledi. Babam, aşırı uçların “Camus’ye ölüm!” diye bağırışları arasında toplantıyı Kazba’ya kaydırdı. İş bir kan gölünde sona erecek diye çok korktu. Camus’nün Cezayir hakkında hiçbir şey söylemediği iddiasında bulunmaya cüret edenleri düşünüyorum da! 1945’te, Setif katliamlarını ifşa ettiğinde de yapayalnız bırakılmıştı. Dolayısıyla babam, her sözcüğün şiddeti daha da artırdığını düşünmeye başladığı âna kadar yazmaya devam etti. FLN’nin (Milliyetçi Kurtuluş Cephesi) Messali Hacı yanlılarını tasfiye ettiğini biliyordu; tek partiyle ve devlet diniyle bir Cezayir kurulursa ilk kurbanların Cezayirliler olacağını da biliyordu. O zamandan beri olup bitenlere bakınca, belki de büsbütün yanılmadığı söylenebilir. 1960’tan itibaren hiçbir şey söylemediği bir gerçektir. Ama haklı bir gerekçesi vardı. Mezardaydı da ondan.
Büyükannem Nobel edebiyat ödülünden “İkramiyeni aldığın zaman...” diye söz ederdi... Babam yaşça biraz küçük buluyordu kendisini. “Şahsen ben Malraux’ya oy verirdim” derdi. O gün lisede herkes bana bir acayip bakmıştı. Bir arkadaşıma, elbisemin kenarı falan mı söküldü, yoksa tuhaf bir şeyim mi var diye sorunca güldü: “Paris-Match’a çıkmışsın!” Paris-Match bana bir şey ifade etmiyordu. Evde okunan bir dergi değildi. Olup bitenlerin farkına varamamıştım kesinlikle. Babam kardeşimle beni İsveç’e götürmek istemedi çünkü Nobel Akademisi’nin bizim yol masraflarımızı ödemesi için herhangi bir neden göremiyordu. Cor de Chasse’tan bir smokin kiraladı. Anneme de Balmain’in o çok güzel fildişi elbisesini hediye etti. Elbise hâlâ bende, sadece rengi biraz sarardı. Neyse, annemle babam bütün dünyanın bakışları altında Stockholm’e gittiler. Törende yaptığı konuşmayı, Cezayir’deki ilkokul öğretmeni Louis Germain’e ithaf etti babam.
Hiç mal mülk sahibi olmamış olan babam, uzun zaman civarda bir ev aradı. Yaklaşık yirmi kilometre ilerideki Isle-sur-la-Sorgue’a, arkadaşı René Char’ı görmeye çok sık giderdi. En sonunda 1958 yılında Lourmarin’deki bu eski çiftliği buldu. Babam eski eşya almaya bayılırdı. Annemle biz iki kardeş eve ilk geldiğimizde her yeri dayayıp döşemiş, mobilyaları, perdeleri, yatak örtülerini, hepsini yerleştirmişti. Hatta tencereleri ve süzgeçleri bile satın almıştı. Bir sürü tuhaf nesne vardı, bitpazarından gelme: azizlerden kalma eşyalar, kutsal ekmek kapları. Bayılmıştım. Bir odam vardı, babamın seçtiği güzel mobilyalarla döşeli. Tıpkı hediye paketi gibi bir ev.
[4 Ocak 1960’ta Yonne bölgesinde düz ve çorak bir yolda, Camus’nün arkadaşı Michel Gallimard’ın kullandığı Facel Vega marka araba bir çınara tosladı. Michel Gallimard ölümcül biçimde yaralandı. Albert Camus kaza yerinde can verdi. 46 yaşındaydı. Çantasında İlk Adam’ın bitmemiş elyazılı metni vardı, “bu kitabı asla okuyamayacak olan kişiye” yani annesine ithaf edilmişti yapıt.]