30 Temmuz 2024

"Medeni olmayan insanlar, medeni olanların ayakları altında kalmaya mahkûmdurlar."Atatürk

Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki gelişmesi ile geleceğin yüksek medeni ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır...Atatürk

Yönetici uygular, liderse yenilik getirir.
Yönetici süreklilik sağlar, lider ise geliştirir.
Yönetici sisteme, lider insanlara dayanır.
Yönetici denetime, lider insanlara güvenir.
Yönetici işleri doğru yapar, lider ise doğru işi yapar...Anonim

Toplum sevgi ile kaynaşır, adaletle yaşar, dürüst çalışmakla ayakta kalır...Farabi

Cehalet, genellikle bilgi sahibi olmaktan daha çok özgüvene sebep olur...Charles Darwin

 Vicdanlı ve dürüst olmak “hesaplı” olmaktan iyidir. “Hesap” insanı makam sahibi yapar da “vicdan” daha önemli bir işe yarar: İnsanı “insan” yapar...Nietzsche

Fizik kanunları, enerjinin asla kaybolmadığı ve sadece şekil değiştirdiğini söyler; işte bu nedenle, kömürün enerjisini buhara, buharın enerjisini de türbinleri çalıştıracak güce dönüştürebilirsiniz. Aynı şekilde, insana ait eylemleri yöneten bir başka kanun ise gösterilen dürüst çabaların bir gün mutlaka doğru meyvelerini vereceklerini söyler...Paul Speicher

Yeter ki Kararmasın

 

Onat Kutlar, 1982-84 yıllarında yazdığı bir dizi mektup-denemede dönemin duyarlığını bir ozan edasıyla yansıtmıştı. Dostlukların, acıların, umutların, dahası özgürlüğün ve tutsaklığın usta işi bir biçimde dile geldiği yazılar Yeter ki Kararmasın... adıyla kitaplaştığında Memet Fuat, Ferit Edgü, Erdal Öz, Işıl Özgentürk ayakta alkışlamışlardı.

Şiirin, romanın, resmin, müziğin ve elbette sinemanın bileşiminden çıkan kıvılcımlarla tutuşmuş bu mektupların, yazılışlarından otuz yıl sonra da kimi karanlıklara kibrit çakması niçin yadırgansın ki?

Nasıl bir alacakaranlık... Geceyle gündüzün arasına sıkışmış uzun bir kör saat. Geçmişle geleceğin, doğuyla batının, ölümle yaşamın arasına sıkışmış. Alacakaranlık görünmez bir çevrintiyle yutup götürüyor her şeyi. Bu noktada onurla alçaklığın sınırları birbirine karışır. Her şeyin. Direnmenin, köşeyi dönmenin, özgürlüğün, tutsaklığın. Çıkmak? Böyle durumlarda herkesten önce birilerinin dönüp kapıya bakmaları gerekir. Oysa Bizans’ın iç içe çemberlerinde, sıkıştırılmış köle sarhoşluğu ile dolanıyoruz.

 * * *

1982 Yazı
15 Haziran ’82

Kötü bir mektup yazarıyım, bilirsin. Seninle birlikte Paris’teyken altı ayda bir anamdan telaşlı telgraflar gelirdi: “Sağlığını telle...” diye. Üstelik şimdi sana mektup iletmek de kolay değil. Avukat falan. Bu yüzden “ben de kendime güvenli bir yol seçtim...” Zaten nasıl olsa edebiyattan söz açacağım. Edebiyat da günümüzde herhangi bir sakınca taşımıyor. Bilmem dergileri görebiliyor musun? Ben, bir okur olarak biraz şaşırıyorum. Kim kimden ne yürütmüş, kim niçin falanca yazar-ozan’ın adını anmamış, Kerime Nadir estetiğinin temel sorunları nelermiş gibi tartışma konuları pek moda. Bu tartışmalara bir ucundan katılıp okurken yazar olmak işten bile değil.

Boğaz’ın kuytu bir ucunda, senin deyiminle “Şile”de oturuyor olmasam, etrafta bu kadar çok erguvan olmasa, sabahları bunca bülbül ve karganın sesi birbirine karışmasa belki başarabilirdim de. İlerdeki söyleşilerde belki denerim. Gelgelelim günlerdir düşlerimin tarlasını hallaç pamuğu gibi atan karabasanlar durmaksızın garip yüzler çıkarıyor karşıma. Haliç’in çevresi kirlenmiş sularından Altan’ın yüzü ya da “denize girmek yasaktır” levhaları ile donatılmış, kaldırımları bir beyaz, bir siyah boyanmış Boğaz’ın kıyılarından bizim Kuzgun... Erguvanlar ve kuzguni kargalar yüzündendir, başka ne olacak, gül gibi geçinip gidiyoruz işte demeye de dilim varmıyor. Ben de oturup, Boğaz’ın kadim dragon’u olduğu halde şimdilerde Dragos’ta mekân tutan Can’ın, bu yıl üst üste yayınlanmış ama modaya uygun olmadığı için kimsenin sözünü etmediği iki kitabını okumaya durdum. Bu şiirler pek edepli olmasa da Akal ve Zeynep ve arkadaşları hoşgörülüdürler, ilgilenirler diye düşündüm. Yazının tarzının da Can’ın şiirleri ile “asorti” –böyle mi denir?– olmasına dikkat ettim.

 - - - - -

Onat Kutlar'ın 'adını bile bilmediği arkadaşları' na yazdığı bir mektup

Düşle gerçek arasında

Nasıl bir alacakaranlık...Geceyle gündüzün arasına sıkışmış uzun bir kör saat. Geçmişle geleceğin,
doğuyla batının, ölümle yaşamın arasına sıkışmış. Alacakaranlık görünmez bir çevrintiyle yutup
götürüyor her şeyi. Bu noktada onurla alçaklığın sınırları birbirine karışır. Her şeyin. Direnmenin,
köşeyi dönmenin, özgürlüğün, tutsaklığın.                                                    Onat Kutlar


         15 Aralık'82 Marquez 'in Milliyet Sanat'ta çevirisi yayımlanan güzelim öyküsü Kardaki Kan İzleri 'ni sen, içeri girmeden önce, sanırım geçen şubat ayında Nouvel Obs'ta okuyup bana da salık vermiştin. Sonra da oturup ikimizin de yakından tanıdığı Paris'in hastanelerinden ve mezarlıklarından söz etmiştik. Mezarlıklar güzeldir Paris'te. Hastaneler ise çirkin ve kasvetli. Marquez'in öyküsündeki hastaneyi, o garip soğukluğu, insansızlığı düşün. Malte'nin Notları 'ndan da öyle ıssız bir hastane duvarı hatırlarım. Ölümün sapsarı bir yüzle dibinde sürüklenip durduğu. Bir de Montparnasse Mezarlığı'nı hatırlamaya çalış. Sen anlatmıştın. Bir kez Aiglon otelinde kalmışsın ve Bunuel' le karşılaşmışsın. Bunuel anılarında o oteli, mezarlığın şirin görüntüsüne açılan penceresini, hatta Select'i, Coupole'ü ''gülümseyen bir keşiş'' in (üstelik dinsiz) rahatlığıyla öylesine güzel anlatıyor ki. Günlerdir, Fransa'da yeni yayımlanan iki kitap yüzünden düşle gerçek arasında salınıyorum. Biri Marquez'le söyleşiler. Başlığı ''Une Odeur de Goyave.'' ( Hintarmudu Kokusu diye mi çevirmeli gerçekten?). İkincisi ise Bunuel'in anıları: ''Son İç Çekişim'' . Gerçekle düş. Aynı olayın iki yüzü sanki. Hani o çok bilinen Çin öyküsünde olduğu gibi. Chuang-chu, bir gece düşünde kendini kelebek olarak görmüş. O geceden beri de düşünüyormuş. Acaba Chuang-chu gerçekten o gece, düşünde kendini kelebek olarak mı görmüş, yoksa Chuang-chu aslında bir kelebekmiş de şimdi kendisi düşünde Chuang-chu olarak mı görüyormuş?

''Bir ocak ikindisi, başkanlık balkonunda gurubu gözleyen bir inek görmüştük; düşünün bir, ulusal balkonumuzda bir inek, ne korkunç bir şey, ne boktan ülke, herkes ineklerin merdiven çıkamayacağını bildiğinden, ineğin ne yapıp edip balkona çıktığı uzun uzun tartışıldı ve sonunda, ineği gerçekten gördük mü, yoksa ikindi üstü alanda gezinirken başkanlık balkonunda bir inek gördüğümüzü mü sandık, anlayamadık; o balkonda yıllardır bir şey görmemiştik çünkü ve geçen cuma tan ağırırken gelen ilk akbaba sürüsü de olmasa daha nice yıllar göremeyecektik...''

         Marquez'in Başkan Babamızın Sonbaharı 'nda, aynı sayfada, az yukarıda Ruben Dario' ya da bir selam var. Nikaragua'nun unutulmuş şairi Dario'ya. Geçmiş yıllarda ''Automne du Patriarche'' ı Fransızcasından okumaya çalıştığımda bütün kitabı bir tür retoriğin çalılarına dolanmış bulmuştum. Bu duygumu Tomris Uyar 'ın çok başarılı çevirisi de giderememişti. Şimdi yeniden okuyorum. Gerçekle düş arasında salınarak. Çünkü sık sık soruyor değil miyiz kendimize? Bu gördüklerimiz, görmekte olduklarımız mı düş, yoksa geçmiş yıllarda yaşadıklarımız mı? Biri doğruysa öbürü nasıl doğru olabilir?
         Nasıl bir alacakaranlık... Geceyle gündüzün arasına sıkışmış uzun bir kör saat. Geçmişle geleceğin, doğuyla batının, ölümle yaşamın arasına sıkışmış. Alacakaranlık görünmez bir çevrintiyle yutup götürüyor her şeyi. Bu noktada onurla alçaklığın sınırları birbirine karışır. Her şeyin. Direnmenin, köşeyi dönmenin, özgürlüğün, tutsaklığın. Çıkmak? Böyle durumlarda herkesten önce birilerinin dönüp kapıya bakmaları gerekir. Oysa Bizans'ın iç içe çemberlerinde, sıkıştırılmış köle sarhoşluğu ile dolanıyoruz.
          ''Zaman zaman, Yok edici Melek 'i (L'ange Exterminateur) Meksika'da çektiğim için hayıflanıyorum. Daha çok Paris ya da Londra'da, giysilerin ve aksesuvarın daha görkemli olabildiği bir yerde çekmek isterdim. Viridiana ' nınki gibi tümüyle özgün olan senaryo, bir akşam, bir tiyatro gösterisinden çıktıktan sonra bir köşkün salonunda geçe yarısı yemeği için bir araya gelen bir grup insanı anlatır. Yemekten sonra daha geniş bir salona geçen konuklar, filmde açıklanmayan bir nedenle bir türlü oradan çıkamazlar... Filmin ilk gösterisinden sonra, yanımda oturan Gustavo Alatriste bana eğilerek, 'Don Luis, esto es un canon. Hiç bir şey anlamadım' dedi. Canon, çok güçlü, çarpıcı, müthiş demek İspanyolcada...''

           Luis Bunuel'in anılarında konusunu yukarıdaki gibi kısaca özetlediği filmi hatırlıyor musun? Bir edilginliği, çürümeyi, donup kalışı anlatır Yokedici Melek. Önce her şey normal gibidir. Konuklar içer, aralarında söyleşir, eğlenirler. Zaman geçer. Arada, birinden zayıf bir ses duyulur: ''Artık çıksak?'' Ama kimse çıkmaz. Gece sürer. Sonra o güçsüz kurtuluş niyetini bir başkasının ağzından duyarız. Sonuç aynı. İlişkiler, bir düşüşün yamaçlarındaki çalılar gibi birbirine dolanırken renkler solar. Öfke, kin, ihanet, acı, güçsüzlük. ''Artık çıksak?..'' Ama herkes gene orada. Genç konuk Letitia'nın olağanüstü güzel konuşmasını hatırlıyorum filmden. Eski bir Avant-Scene'den olduğu gibi alıyorum:

           ''..... LETITIA - Bilmiyorum... Daha doğrusu... Evet. Olağanüstü bir şey bu... Nice zamandan beri buradayız. (Sessizlik) Bilmiyorum. (Oradakilerin her birini ayrı ayrı inandırmak ister gibi) Ama düşünün ne olur, bu korkunç sonsuzluk sonrasında kimler yerlerini değiştirdi? (Israrlı) Binlerce birbirine benzemez durumu bir düşünün. Satranç piyadeleri gibiyiz. Eşyalar bile. Yüz kez değiştirildi belki yerleri. Ama şu anda hepimiz.. eşyalar ve biz.. o gecenin başladığı andaki yerimizdeyiz. Bütün gördüklerimiz bir düş mü acaba? Söyle Alvaro, düş mü? Söyleyin hepiniz...''

           Bir uyurgezerin mırıldanmalarıdır Letitia'nın sözleri. Konuklar, sızlanan, kusan, yerlerde sürüklenen konuklar bu sözler üzerine, ancak salondan çıkıp yandaki küçük kiliseye gidecek kadar bir güç bulabilirler kendilerinde. Sonra da orada kapanıp kalırlar. Aşçılar, uşaklar, hizmetçiler çoktan terk etmiştir onları. Sabaha karşı dışarda büyük gürültüler duyarlar. Derken birden kapı açılır.. ve, içeriye bir koyun sürüsü girer. Filmi gördüğümde, bu koyun sürüsünün ne anlama geldiğini uzun uzun düşünmüştüm. Bir düş mü acaba? Bugünlerde ise sık sık şunu soruyorum: İçerde olan sen misin, yoksa bizler mi? (Yeter ki Kararmasın)
 

Bilmemek

1968. Prag'da Sovyet tankları. Prag Baharı'nın sonu gelmiştir. Yurdundan ayrılan pek çok göçmenden biri de Irena'dır. Kocasıyla birlikte Paris'e yerleşen Irena, onun ölümüyle yalnız kalır. Kendine yurt edindiği bu yerde duygularını, özlemlerini anlayacak, 'bilecek' kimse yoktur. Yıllar sonra, soğuk savaşın bitimiyle birlikte, eski yurdunu sık sık ziyaret etmeye başlar. Bu yolculuklarından birinde havaalanında yine eski bir göçmen olan Josef'le karşılaşır. Josef, onun bir türlü kopamadığı, ama yabancılaştığı geçmişinden bir sayfadır. Bütünüyle farklı nedenlerle çıktıkları Prag yolculuğu, Irena ile Josef'in yurtsuzluklarına, özlemlerine yeni halkalar ekleyecektir. Bilmemek, hatırlama üzerine, yalnızlık, yabancılaşma, yurtsuzluk, bellek ve unutuş üzerine bir roman. Yoğunluk, derinlik, duyarlık ve yorum açısından Milan Kundera'nın en önemli yapıtlarından olduğu kesin. İnsanlığın en güzel sorunlarından biri haline gelen 'göçmen olma' durumunu psikolojik ve siyasal kalıplar içinde tutkuyla inceleyen Milan Kundera, romanına kendi kişisel tarihini de ilk kez bu kadar açıkça katmış. 20'nci yüzyıla damgasını vuran yazarlardan olan Milan Kundera'nın bu son romanı, yaşadığı ve yazdığı ülke olan Fransa'dan önce Türkiye'de ve Türkçe yayınlanıyor.

Bilmemek - Milan Kundera  PDF

Dönüşü seçti. Bilinmeyenin tutkularla dolu keşfine, bilineni yüceltmeyi tercih edecektir (dönüş). Sonsuzluğa (çünkü macera asla bitmeme iddiasını taşır), sonu tercih edecektir (çünkü dönüş hayatın sınırlılığıyla barışmaktır).

Bütün öngörüler yanılır; bu, insana bahşedilmiş çok nadir kesin bilgilerden biridir. Ama öngörüler gelecek hakkında yanılsa da, kendilerini dile getirenler hakkında doğruyu söyler, onların şimdiki zamanlarını nasıl yaşadıklarını anlamak için en iyi anahtardır.

Hayatları felakete dönenler, suçlu avına çıkarlar.

Sen bana, aşkta aslolanın sadece ten olduğunu söyledin. Küçüğüm, eğer bir erkek sana senin sadece tenini istediğini itiraf edecek olsa, koşa koşa kaçardın. Ve yalnızlık denen o korkunç duyguyu anlardın.

Duygulardan uzak cinsellik, insanın kederden öldüğü bir çöl gibi uzar.

Geçmişe karşı hiçbir sevgi hissetmiyor, ona dönmek için hiç arzu duymuyor: Hafif bir çekingenlikten başka hiçbir şey duymuyor; kopukluk. Doktor olsaydım ona şu teşhisi koyardım: "Hasta nostalji yetersizliğinden rahatsız.

Aşk, şimdiki zamanın coşkuyla yüceltilmesidir. Şimdiki zamana bağlılığı anılarını kovdu, onu anılarının müdahalelerine karşı korudu; belleği kötü niyetinden bir şey kaybetmedi, ama ihmal edilip bir köşeye atılınca üzerindeki gücünü kaybetti.

Ardımızda bıraktığımız zaman daha geniştir, bizi geri dönmeye çağıran ses daha karşı konulmazdır. Bu deyişte keskin gibi bir hava var, ama yanlış. İnsan yaşlanır, sonu yaklaşır, her an gitgide kıymetlenir ve anılarla kaybedecek zaman yoktur. Nostaljinin; matematik çelişkisini anlamak gerekir, ilkgençlikte yaşanan hayatın hacmi tamamen anlamsızken nostalji en güçlü noktasındadır.

Kaynağını gerçek bir tutkudan almayan sadakat, ne kadar da bıktırıcı.

Yıllar sonra tekrar görüşen iki insanın heyecanını hayal ediyorum. Bir zamanlar sık sık görüşmüşlerdir ve bu yüzden de, aynı yaşanmışlıklarla, aynı anılarla bağlı olduklarını düşünürler. Aynı anılar mı? Yanlış anlamalar burada başlar: Anıları aynı değildir. İkisi de geçmişten iki ya da üç durum hatırlamaktadır, ama herkesinki kendinedir; anları birbirine benzemez, birbiriyle örtüşmez; hatta nicel olarak bile birbirleriyle kıyaslanamazlar; biri öteki hakkında, onun kendisi hakkında hatırladığından çok daha fazla şey hatırlar.

Hatırlanan geçmiş zamandan yoksundur. Bir aşkı, bir kitabı yeni baştan okur ya da filmi tekrar seyreder gibi yeniden yaşayamazsınız.

Vedalarda başarısız olan kavuşmalardan pek büyük bir şey bekleyemez.

Ruhun yüksek alanlarında yürütülen tartışmalar, ne kadar zekice olsa da, nedensizce ve mantıksızca, aşağılarda olup bitene karşı her zaman miyop bakarlar.

İşte o an, bir hata işledim, tanımlaması zor, anlaşılmaz, ama bütün hayatımın hareket noktası olan ve asla onaramadığım bir hata. Cehalet çağında işlenmiş bir hata. İnsan o çağda evlenir, ilk çocuğuna sahip olur, mesleğini seçer. Bir gün pek çok şey bilecek ve anlayacaktır, ama artık çok geç olacaktır. Çünkü bütün hayatına, insanın hiçbir şey bilmediği bir çağda karar verilmiştir.

28 Temmuz 2024

Yaşamak, Sevmek ve Öğrenmek

 

Aşıklar sadece daha iyiyi umut etmeyi değil, onu yapmak için çaba göstermeyi de öğrenirler. Aşkı sıradan şeylerin tutsağı yapmak, onun tutkusunu almak ve onu sonsuza kadar yitirmek demektir. Gerçek sevgi, kimin daha kârlı çıkacağını düşünmeden bir insana vermeyi düşünmektir. Engellere üzerinden aşılacak fırsatlar olarak bakarsak sadece çözüm bulmakla kalmayız, kendimizin genel sorun çözme yeteneklerimizi de artırırız. Sevgi yetişmek için en verimli toprağı sunar bize.

Sevgi, eski yaraları açmak değildir, onları kapatmaktır. Ayağa kalkıp yaşamaya devam etmek demektir. Kalp; tutkularımızın yaşadığı yerdir. Çok narindir, kolayca kırılır ama inanılmaz derecede esnektir.

Kalbi aldatmaya çalışmanın anlamı yoktur. Onun yaşaması bizim dürüstlüğümüze bağlıdır.Yaşam; sevgiyle de korkuyla da yürütülse her zaman bir serüvendir. Korku; yaşamın sınırlandırılmasıdır, hayırdır.

Sevgi; yaşamın özgürlüğe kavuşturulması dır. "Evet" deyin. Derdin ne kadar oturmuş, görünüşün ne kadar umutsuz, yanlışın ne kadar büyük olduğu hiç fark etmez. Sevgiyi yeteri derecede anlamak hepsini yok edecektir. Olgun insan, pek çok yol, pek çok çözüm ve pek çok sonuç olduğunu bilir. Sevgi kusursuzlukta ısrar etmez.

Ama kim olduğumuz ve nasıl davrandığımız arasındaki önemli ilişkiyi fark etmemizi gerektirir. Ne kadar akıllı ya da duyarlı olursa olsun herkesin yanlışlık yaptığını ve herhalde de yapmaya devam edeceğini görüp bilmek rahatlatıcı bir şeydir.

O yüzden; neden kusurlarımızı kabul edip, insan soyuna katılmıyor ve rahatınıza bakmıyorsunuz? Kendilerine inananlar ve yaşadıkları an'a güvenenler yaşamı en keyifli bulanlardır. Bunlar, geçmişin pişmanlıklar değil, anıları depolayacak bir yer olduğunu, geleceğin korku değil, umutla dolu olması gerektiğini öğrenmişlerdir.

 Ve bizim sadece günümüze ihtiyacımız vardır. Sevmekle geçen bir yaşam; asla sıkıcı olmayacaktır. "SENİ SEVİYORUM" demekten asla bıkmayın ve sakınmayın. Sadece kalp için hasat zamanı yoktur. Sevgi tohumu sonsuza dek yeniden ekilmelidir.


Çocuk Ne Yaşıyorsa Onu Öğrenir

Eğer, bir çocuk sürekli eleştirilmişse; Kınamayı ve ayıplamayı öğrenir.
Eğer, bir çocuk kin ortamında büyümüşse; Kavga etmeyi öğrenir.
Eğer, bir çocuk alay edilip aşağılanmışsa; Sıkılıp, utanmayı öğrenir.
Eğer, bir çocuk sürekli utanç duygusuyla eğitilmişse; Kendini suçlamayı öğrenir.
Eğer, bir çocuk hoşgörüyle yetiştirilmişse; Sabırlı olmayı öğrenir.
Eğer, bir çocuk desteklenip, yüreklendirilmişse; Kendine güven duymayı öğrenir.
Eğer, bir çocuk övülmüş ve beğenilmişse; Takdir etmeyi öğrenir.
Eğer, bir çocuk hakkına saygı gösterilerek büyütülmüşse; Adil olmayı öğrenir.
Eğer, bir çocuk güven ortamı içinde yetişmişse; İnançlı olmayı öğrenir.
Eğer, bir çocuk kabul ve onay görmüşse; Kendini sevmeyi öğrenir.
Eğer, bir çocuk aile içinde dostluk ve arkadaşlık görmüşse; Bu dünyada mutlu olmayı öğrenir.   

 Dorothy Law Nolte



 ÖNERİLER

1. Çocuğunuza zaman ayırın. Çocuğunuzla geçen zaman asla boşa geçmiş zaman değildir. Çocuğu sevmek, ona bolca ve pahalı oyuncak almak değil onunla ortak faaliyetleri paylaşmak, ona zaman ayırmak, onunla oyun oynamaktır. Çocuğu sevmek sözle sevgiyi ifade etmenin ötesinde,
eylemle bu duyguyu ona yaşatmaktır.

2. Çocuğunuzla birlikte olduğunuz zaman tüm dikkatinizi ona yoğunlaştırın. Bu nedenle de, başka bir işle meşgulken değil, kendinizi rahat hissettiğinizde çocuğunuzla ilgilenerek, anne ya da baba olmanın keyfini çıkarın.

3. Aşağılamak, suçlamak, çocuk adına karar vermek yerine, çocuğunuzu dinleyin.

4. Dinlendiğini düşünen çocuk kabul edildiğini, dolayısıyla sevildiğini düşünen çocuktur.

5. Göz kontağı kurarak, gözlerinin içine bakarak, gülümseyerek kabul belirtisini beden diliyle pekiştirin. Böylelikle çocuk “kişiliğine saygı duyulduğunu” düşünerek iletişimini sürdürür.

6. Anne ve babasının kendisini dinlediğini gören çocuk duygularını ifade etme olanağı bulur. Aldığı tepkilerle “anlaşıldım” duygusunu yaşar. Böylelikle rahatlar.

7. Çocuğunuza karşı davranışlarınızda tutarlı olun. Kendi içinizde çelişkili davranışlarda bulunmanız ya da anne ve babanın birbiriyle çelişen biçimde davranması, çocuğu “doğruyu bulma” konusunda zorlar.

8. Çocuğunuzu başka çocuklarla karşılaştırmayın. Çocuk, anne babası tarafından önemsenmek, değerli bir insan olarak kabul edilmek ihtiyacındadır. Onun diğer çocuklarla karşılaştırılması, kendini değerli bir insan olarak görmesini engeller. Çocuğun kendine özgü, bağımsız bir birey olarak kabul edilmesi, ruh sağlığının temelini oluşturur.

9. Empati. Kendisini karşısındakinin yerine koyabilme becerisidir.

“Çocuklarınız, onları oldukları insan olarak sevmenizi istiyor. Sürekli onlardan başkaları gibi davranmasını istemenizi değil.”   Bill Ayers


Demek ki hiç bi şey anlamadın

Serüvene koşmak için
trenler bekliyorsan,
güneşini yakalayıp gözüne yerleştirmek için
beyaz yelkenlerin gelip seni almalarını bekliyorsan,
yarına inanmak için
gün batımına,
iyi kalpli görünmek için
zayıflığa,
ve güçlü görünmek için öfkeye ihtiyacın varsa,
demek ki hiç bir şey anlamadın… Fırat Çakır
 

26 Temmuz 2024

George Bernard Shaw "Yüzünü görmek için bir cam ayna kullanıyorsun; ruhunu görmek için sanat eserlerini kullanabilirsin."

 

Gerçek sanat, sanatçıdaki dayanılmaz dürtüyle ortaya çıkar. Albert Einstein

Hayat, silgisiz bir çizim sanatıdır.  John W. Gardner

Edebi sanat; ifadenin ihtişamı ve metinlerdeki harflerin ışığının parlaması gibi sadeliktir.  Walt Whitman

Sanat, özgürlük ve yaratıcılık toplumu siyasetten daha hızlı değiştirir. Victor Pinchuk (İş Adamı)

Savaş sanatı, savaşmadan düşmanı bastırmaktır. Sun Tzu (Savaş Sanatı kitabının yazarı)

Yüzünü görmek için bir cam ayna kullanıyorsun; ruhunu görmek için sanat eserlerini kullanabilirsin. George Bernard Shaw

Sanatın amacı, günlük yaşamın bulaşan tozlarını ruhumuzdan temizlemektir. Pablo Picasso

Tüm güzel sanatların özü, tüm büyük sanatların gerekliliği şükrandır. Friedrich Nietzsche

Yaratıcı ifadeye sahip olmak ve bilgiyi alanda sevinç uyandırmak öğretmenin en üstün sanatıdır. Albert Einstein

Resim sanatın dürüstlüğüdür. Hile ihtimali yoktur. O, ya iyi, ya da kötüdür. Salvador Dali

Sanatın basitlik ve sadeliği, onun karmaşıklığı ve bilmecesidir.  Douglas Horton (Protestan Lider)

Bir resim, kim bilir kaç bin kelimelik bir makaledir?  Bilinmeyen

Güzellik sevgisi bir tat, güzelliğin yaratılması bir sanat. Ralph Waldo Emerson

Kişilik, sanat ve şiirdeki her şeydir. Johann Wolfgang von Goethe

Bir halkın sanatı, zihinlerinin gerçek bir aynasıdır. Jawaharlal Nehru (Hindistan İlk Başbakanı)

Bilmediğiniz zaman resim yapmak kolaydır; ancak yaptığınız zaman çok zordur. Edgar Degas (Ressam-Heykeltraş)

Soru sorma sanatı ve bilimi, tüm bilgilerin kaynağıdır. Thomas Berger (Romancı)

Tasarım var, sanat var. İyi tasarım uyumun toplamıdır. Doğa bir tasarım eseridir ve onu tasarlayandan daha iyi bir tasarımcı yoktur. Bir dal veya yaprağa bakarsanız mükemmeldir. Hepsinin fonksiyonu başka başkadır. Sanat farklıdır. Sanat, güzellik ve duygu ile ilgilidir; aynı zamanda sanat çoğunlukla acı çekmektir. Diane von Fürstenberg (Tasarımcı)

Müzik bir bireysellik ifadesidir; dünyayı böyle görüyorsun, demektir. Bütün sanatlar da aynıdır, yani bireyseldir. Dünyayı nasıl deneyimlediğinize bakıyorsunuz ve dünyanıza aldığınız nesneleri buna göre yorumluyorsunuz; tabii dışarıya heykel, dans, şiir veya şarkı gibi eserlerle ruh halinizi görünür hale getiriyorsunuz.  David Sanborn (Müzisyen)

Bir resim, kelimeleri olmayan bir şiirdir.  Horace (Roma dönemi şairi)

Dünyayı Nasıl Görüyorum?

Duyabileceğimiz en güzel şey, hayatın esrarlı yanıdır. (Evren nasıl varoldu, sorusudur.) Sanatın ve gerçek bilimin beşiğinde bu ana duygu vardır. Onu bilmeyen, dünya karşısında şaşkınlık ve hayranlık duymayan kimse, ne de olsa ölü ve gözü kapalı gibidir. Hayatın sırlarıyla karşı karşıya gelmek, korku ile de karışarak dinleri yaratmıştır…

Ulaşamayacağımız bir şeylerin varolduğunu bilmek, ancak en ilkel bir biçimde anlayabileceğimiz en derin aklın ve en parlak güzelliğin belirtilerini görmek; bu, bilginin ve gerçek dindarlığın ta kendisidir. İşte bu anlamda, ve yalnız bu anlamda, derinden dindar olan insanlara katılıyorum…

Hayatın sonsuzluğundaki sır ve gerçeğin akılları aşan kuruluşuna bakış, bir de tabiatta kendini gösteren aklın, ne kadar küçük olursa olsun bir parçacığını kavramak için göstereceğimiz o içten çaba yetiyor bana.

“Dünyamıza Bakış” – Albert EINSTEIN – Alan yy. 2.Basım. Mart/87. Çevirenler: S. EYÜBOGLU – A. ERHAT, V. GÜNYOL, İ. ÖZTÜRK, Y. ANDAY. Sf. 6-11, “Dünyayı nasıl görüyorum?” başlıklı yazıdan. 

 DüNYAMIZA BAKIŞ

Ekonomik ve toplumsal sorunları enikonu bilmeyen bir kimsenin sosyalizm üstüne birtakım düşünceler ileri sürmesi uygun düşer mi? Birçok bakımdan düşer bence...

Sosyalizm törel ve toplumsal bir amaca yönelmiştir. Ama, bilim ne amaçlar yaratabilir, ne de bunları insanlara benimsetebilir; olsa olsa, son amaçlara götüren bir takım araçlar sağlayabilir ancak.

Bu nedenlerden ötürü, insanla ilgili sorunlarda, bilim ve bilimsel yöntemi küçümsemekten kaçınmalıyız. Toplum düzenine değinen sorunlar üstünde yalnız uzmanların söz sahibi olduğunu da kabul etmemeliyiz.

-Einstein-

Albert Einstein’in (1879-1955) aşağıdaki sözleri bilim camiasının kendi içinde de bu tür derin kaygıların olduğunu göstermektedir: “Öte yandan, teknoloji, ya da uygulamalı bilim, insanlığı son derece ciddi bazı sorunlarla karşı karşıya getirmiştir. İnsanlığın yaşaması bu sorunların yararlı bir yoldan çözümlenmesine bağlıdır. Yapılacak şey, yeni birtakım toplumsal kurumlar ve gelenekler yaratmaktır. Öyle kurumlar ki, onlar olmadıkça, yeni âletler, ister istemez insanlığın başına belâların en büyüğünü açabilir” (Einstein, 1987, s.27).

“Söylediğim birtakım sözlerin hoşunuza gitmediğini anlıyorum. Ama ben hiçbir zaman insanlık için bir kurtuluş yolu olmadığını söylemedim. Yeryüzündeki koşulların düzelmesi salt bilimsel buluşlardan çok insan geleneklerinin ve ülkülerinin gerçekleşmesine bağlıdır. Ahlâklı bir yaşama düzeninin gelişmesi bakımından Konfüçyüs’ün Buddha’nın, İsa’nın ve Gandhi’nin yaptıkları, bilimin herhangi bir zamanda yapabileceğinden çok daha önemlidir bence.” (Einstein, 1987, s.27).


“Ütopyacı Sosyalizm” deyimini ilk ortaya atan Friedrich Engels söyle der:

“Gereken gelişme düzeyine ulaşamamış ekonomik koşullara bağlı toplumsal sorunların çözümleri, insan kafasında, salt düşünce ve düş gücü ile beliriyordu. Toplum, alışılmış davranışlara aykırı davranışlar göstermeye başlamıştır. Demek ki düzenin yeniden kurulması gerekiyordu. Bu yeni düzeni propaganda yolu ile topluma kabul ettirmek ve gerektiğinde örnekler göstermek zorunluydu. Demek ki yeni sistemler birer ütopya olmak zorundaydılar. Ayrıntılarına inildiği ölçüde de büsbütün fantastik sistemler hâline dönüşmeleri doğaldı.”

 

Başarısız Hipotez: Tanrı

 

Bilim Tanrı'nın Var Olmadığını Nasıl Gösteriyor?

Tarih boyunca Tanrı'nın varlığı üzerine tartışmalar büyük ölçüde felsefe ve teoloji sahalarında yapılmış, bu arada bilim saha kenarında oturup bu fikir ve sözcükler mücadelesini izlemekle yetinmişti. Fizikçi Victor J. Stenger, eğer Tanrı varsa, bir takım bilimsel kanıtların da bulunması gerektiğini söylüyor. Musevi, Hıristiyan ve İslâm dinlerinde sunulan Tanrı kavramını herhangi bir bilimsel hipotez olarak ele alan Stenger, evrenin bir yaratıcı elinden çıktığı ve insanların Tanrı'nın özel yaratıları olduğu görüşlerini tartarken fizik ve astronomideki yeni bulguları tartışıyor. Son dönemin modası Akıllı tasarım savlarını Tanrı'nın biyoloji üzerindeki etkisi olarak görüyor. Tüm bilimsel bulgularla kanıtları değerlendirdikten sonra evrenin Tanrı var olmasa nasıl olacağı beklenirse öyle olduğu sonucuna kuşkuya mahal bırakmayacak şekilde varıyor.

GİRİŞ
Bilim açıklamaya, hatta yorumlamaya bile çalışmaz; bilimin esas işi model kurmaktır. Model, gözlemlenmiş bir olayı betimleyen, bir takım sözel yorumlar eklenmiş matematiksel bir inşadır. Bu tür bir matematiksel inşanın meşruluğu tamamen işlerliğine bağlıdır. — John von Neumann
 
MODELLER VE YÖNTEMLER
Bunca cehalet ve karanlık içinde insan anlayışına tek kalan kuşkucu veya en azından temkinli davranmak ve olabilir görünmeyen hiçbir hipoteze az veya çok teslim olmamaktır. — David Hume
 
TASARIM YANILSAMASI
Şu evrene bir bakın. Ne muazzam bir canlı vetertipli, duyarlı ve faal varlıklar kalabalığı! Ama bir de bu canlı varlıkları biraz yakından inceleyin... Birbirlerine karşı ne kadar düşmanca ve yıkıcılar! Kendi mutlulukları içinde yaşayıp gitmek nasıl da yetmiyor hiçbirine! — David Hume

MADDENİN ÖTESİNDE BİR DÜNYA ARAMAK
Çünkü yaşayanlar öleceğini biliyor, ama ölüler hiçbir şey bil- mezler, onlar için artık ödül yoktur çünkü anıları bile unutul- muştur. Sevgileri, nefretleri ve hasetleri çoktan yok olmuştur; ve güneşin altında yapılan hiçbir şeyde artık onlar için ebediy- en pay yoktur. — Vaiz 9:5-6 
 
KOZMİK DELİL
Maddenin yegane yasaları zihinlerimiz tarafından imal edi- lenlerdir ve zihnin yegâne yasaları onun için madde tarafından imal edilir. — James Clerk Maxwel
 
CANA YAKIN OLMAYAN EVREN
Hiçbir deneyimine sahip olmadığımız olayların geçmişte deneylediğimiz olaylara benzediğini ispatlayacak hiçbir tanıt- layıcı uslamlama yoktur. — David Hume
 
VAHİYİN FİYASKOLARI
Eğer İncil'deki tarih ve bilimle ilgili sözlerin doğrularla çeliştiği incil dışı kayıtlarca, arkeolojik kazılarda bulunan eski belgelerce veya modern bilimin tesis edilmiş olgularınca ispat- lanabilirse, bu dinsel meselelerdeki güvenilirliğine de ciddi bir kuşku düşürecektir. Bir başka deyişle, eğer İncil'deki kayıtların doğrulanabilen olgualanların da yanlışlanabilirliği ispatlanırsa, o zaman İncil sınanamayan alanlarda da güvenilmez olacaktır. — Archer L. Gleason
 
DEğERLERİMİZ TANRIDAN MI GELİYOR?
Ana-baba ve çocuk sevgisi de içinde olmak üzere sosyal içgüdüsü belirgin bir düzeye erişmiş her hayvan türü, zihinsel güçleri yönünden de insan kadar veya insana yakın bir gelişme gösterir göstermez kaçınılmaz olarak bir ahlak hissi veya vicdan da geliştirecektir. — Charles Darwin
 
KÖTÜLÜK ARGÜMANI
Dinle veya dinsiz, iyi insanlar iyilik, kötüler kötülük yapar. Ama iyi insanların kötülük yapması ancak dinin harcıdır. — Steven Weinberg
 
MÜMKÜN OLAN VE OLMAYAN TANRILAR
Mükemmel bir Tanrı, bütün bu ıstıraplar çekilen acıların sindirilmesine yarayacak ve durumu iyiden yana dengeleyecek iyi şeylerin ortaya çıkmasını sağlamıyorsa, ne demeye içinde bu kadar çok ıstırap olan bir evren yaratsın? — Nicholas Everitt
 
TANRISIZ EVRENDE YAŞAMAK
Güneşin altında Tanrı'nın sana verdiği boş ömrün bütün gün- lerini, bütün anlamsız günlerini sevdiğin karınla güzel güzel yaşayarak geçir. Çünkü hayattan ve güneşin altında harcadığın emekten payına düşecek olan budur. Çalışmak için eline ne geçerse, var gücünle çalış. Çünkü gitmekte olduğun ölüler di- yarında iş, tasarı, bilgi ve bilgelik yoktur. — Vaiz, 9:9-10
 

EK 

Bu kitabın karton kapaklı baskısının başarısı kısmen şanslı zamanlamasına, kamuoyunun aşırılıkçı dinin son yıllarda topluma verdiği zararı fark etmeye başladığı dönemde piyasaya çıkmasına bağlanabilir kuşkusuz. Okurlar teizme karşı sunulan –dünyaya içinde Tanrı için bir yer açma zorunluluğu taşımadan olduğu gibi bakma fırsatı sunan– bu alternatifi öğrenme fırsatını memnuniyetle karşıladılar. Richard Dawkins, Sam Haris ve Christopher Hitchens gibi başarılı yazarlar gittikçe büyüyen popüler ateist yayınlara büyük katkıda bulunmuşlardı. Bu hareketin bağlamı içinde Tanrı: Başarısız Hipotez çalışması Tanrı'nın varlığı sorusuna doğrudan ve bilimsel bir perspektiften bakmaktadır. 

Kitabın "Bilim Tanrı'nın Var Olmadığını Nasıl Gösteriyor?" şeklindeki altbaşlığı sert tepkilere yol açabilirdi. Ne mutlu ki çok yüksek sesli bir tepki oluşmadı. Kişisel olarak tek bir tehdit bile almadım. Bu kitabın yayınlanmasıyla bağlantılı bildiğim tek şiddet olayı 2007 Nisan'ında, Toronto Araştırma Merkezi yetkili müdürü Justin Trottier'nin Ryerson Üniversitesi'nde yapacağım konuşmanın afişlerini asarken üniversite yerleşkesinde uğradığı saldırıdır. Buna rağmen bu konudaki en ufak şiddeti dahi bazı dini inançların ne denli zehirleyici etkiye sahip olduğunun bir göstergesi saydığımı söylemeliyim. 

Kitabımı okuyan inançlı insanlar, bilim insanlarının dogmatik inatla Tanrı'ya karşı olmadıklarını ısrarla belirtmeme lütfen güvensinler. Bilim insanları, bizzat bilimin doğası gereği, veriler nereye götürüyorsa oraya giderler. Kitapta defalarca tekrarladığım gibi, önüme yeterli delil konduğu anda inanmaya hazırım. 

Çoğu teistle birlikte ve bilim insanlarının çoğunun aksine, bilimin doğaüstünü araştırabileceği kanısındayım. Eğer doğaüstü, fiziksel olayları etkileyebiliyorsa, bilim tarafından kesinlikle incelenebilir. Bir gözlem için makul bir doğal açıklama bulunamadığında doğaüstü bir neden göz önüne alınabilir. Zaten Tanrı hipotezinin başarısızlığa uğradığını söylememin nedeni de tam da doğal açıklamaların ötesine geçmemizi gerektirecek hiçbir fiziksel olayın bulunmamasıdır. 

Bu noktada sıklıkla şu yorumla karşılaşıyorum: "Delil yokluğu yokluğun delili değildir." Bazı koşullarda bu doğrudur ama bazılarında da açıkça yanlıştır. Delilin olması gerektiği halde olmaması durumunda delil yokluğu yokluk için güçlü bir delil olabilir. Mesela oturduğum yere yakın Rocky Dağı Ulusal Parkı'nda fillerin gezdiğine dair hiçbir delil yoktur. Bu durumdan fillerin aslında orada oldukları, ama henüz keşfedilmemiş bir yerde oldukları sonucuna mı varmalıyız? Filler orada olsalardı kesinlikle –ezilmiş otlar, dışkı veya ayak izleri gibi– birtakım işaretler bulmamız gerekirdi. Bu tür delillerin yokluğunda, parkta hiçbir fil olmadığını makul kuşkunun ötesinde ortaya koymuş oluruz. 

Altbaşlık özünde "Kitabı okumadım ama bu yanlış çünkü..." diyen bir sürü e-posta almama yol açtı. Kitabı okumuş görünen ve olumsuz görüş bildiren kimi eleştirmenler bile kitabın içeriğiyle ilgisi olmayan itirazlarda bulundular. Yazdıklarımda kendimi çoğu insanın taptığı Tanrı ile (Büyük T) sınırladığımı defalarca belirtmeme rağmen bu eleştirmenler inatla düşünülebilecek tüm tanrıların (küçük t ile) (veya en azından kendi tanrılarının) varlığını çürütmenin (veya ispatlamanın) mümkün olmadığını ısrarla söylemeye devam ettiler. 

Kitapta özenle açıklamama rağmen burada yine tekrar edeceğim: Sorunun bir kısmı deneysel bilimdeki ispatlamaların ve çürütmelerin matematik veya mantığın tümdengelimli süreçleriyle aynı olmamasından kaynaklanır. Matematik ve mantıktaki tümdengelimli ispatlar açıkça belirlenmiş varsayımlardan başlar ve sonuca varmak için hassas ve kesin bir süreci izler. Prosedürde hata yapılmadığı ve başlangıç varsayımları doğru olduğu sürece varılan sonuç yüzde yüz kesindir. 

Deneysel yargıların işin içinde olduğu bilimsel ispatlarda ise durum daha çok, suçluluk kararlarının soyut mantıksal akıl yürütme yoluyla değil, elde bulunan gerçek delillerin "makul kuşkunun ötesinde" doğru olması temelinde alındığı mahkeme kararlarına benzer. Dahası, bilimsel yargılar yeni delillere dayalı itirazlara daima açıktır –bu durum genellikle adli veya teolojik itirazlar için geçerli değildir. Kitabı olumlu karşılayan bir eleştirmense benim aslında böyle bir alt- başlık koymayı düşünmediğimi, onu yayıncının satışı artırmak için eklediğini öne sürdü. Burada açıkça söylüyorum: Altbaşlık bana aittir ve bu altbaşlıkla kastettiğim çoğu insanın taptığı Tanrı'nın bilimsel yoldan var olmadığının makul kuşkunun ötesinde gösterilebileceğidir. 

Belki karışıklık şu ifademden kaynaklanmıştır: Kendini bir avuç seçkin azınlık dışında herkesten saklayan Katoliklerin, evanjeliklerin, Müslümanların, Musevilerin Tan- rısının varolma olasılığı tümüyle göz ardı edilemez. Tek diyebileceğim elimizde var olduğuna dair en küçük bir delil kırıntısının bile bulunmadığıdır ve eğer varsa şahsen kendisiyle hiçbir işimin olmadığıdır. Böyle bir tanrı mümkündür ama berbat bir tanrıdır.

Burada inanmaya açık ve hazır insanlardan kendisini kasten saklayan bir Tanrı'nın ahlaki bir Tanrı olamayacağını anlatmaya çalışıyordum. Pek çok Hıristiyan tek kurtuluş yolunun İsa'yı kurtarıcıları olarak kabul etmek olduğuna inanmaktadır. Başka herkes ebedi ateşte yanmaya mahkûmdur. Müslümanların inancı da benzer yapıdadır. Bu inançta olanlar elbette müşfik, ahlaki bir Tanrı'ya inandıklarında ısrar edeceklerdir. Benim burada altını çizmeye çalıştığım nokta ise bu inançlarıyla başkasını dışlayan, gizlenmiş Tanrı inançlarının çeliştiğidir

Bu durumu açığa kavuşturmak için yukarıda alıntılanan bölümün ilk kısmı bu baskıda şu şekilde değiştirilmiştir: "Bu görüşte olan Katoliklerin ve evanjelist Hıristiyanların tamamen sevecen olan bir Tanrı'ya tapmadığı açıktır." Ayrıca bu kitabın 9. bölümünün son paragrafının ilk cümlesi şu şekle dönüştürülmüştür: "Kendini bir avuç seçkin azınlık dışında herkesten saklayan bir Tanrı'nın varolma olasılığı tümüyle göz ardı edilemez."

Ortak eleştirilerden bir diğeri de bir teolog olmadığım için bu konuda yazmamam gerektiği üzerineydi. Eğitimli bir teolog değilim, doğru ama bahsettiğim Tanrı ile ilgili teolojinin özünü kesinlikle iyi biliyorum. Dahası, teologların ve apolojistlerin geleneksel inançlarda bulunan pek çok tutarsızlığa ve açık hataya rasyonel açıklama üretebildiğinin de farkındayım. Bunlardan bir kısmına 2003 tarihli Bilim Tanrı'yı Buldu mu? adlı kitabımda değinmiştim. Var olmaları mantıksal olarak mümkün olan tanrılar olduğunu kabul ediyorum. Ama bunların hiçbiri çoğu kişinin taptığı Tanrı değildir

Her durumda, bu kitap bir teoloji kitabı değil, bir bilim kitabıdır. Ne Tanrı'nın doğası üzerine spekülasyon yapıyorum ne de belli varsayımlar üzerinden Tanrı'nın nasıl olması gerektiğine dair mantıksal çıkarımlar peşindeyim. Bunların yerine gözlemlenebilir sonuçlara, birçok kişinin tüm varoluşun ardında yatan temel gerçek olduğuna inandığı Tanrı gerçekten varsa, meydana gelecek olaylara bakıyorum. Bu Tanrı'nın herhangi bir karakteristik özelliğini bilmem gerekmiyor; ben "O"nun sadece bilime değil, onu arayan herkese görünmesi gereken tespit edilebilir delillerini arıyorum.

Bunun için de bilimin sözde süper-güçlerine bel bağlamıyorum. Bilim bir insan uğraşıdır; aslında her birimizin gündelik yaşamında kullandığı bir işlemin sistemli ve özenli bir halidir: etrafımızdaki âlemi gözlemlemek ve bu gözlemlerden sonuçlar çıkarmak.

Yazıştığım birkaç kişi şöyle bir görüşü savunuyorlar: Tanrı evreni yöneten doğal yasaları yarattığına göre, bunlar onun planları neyse onun gerçekleşmesi için tasarımlanmış olabilir. Bu durumda onun doğal yasaların dışında hareket etmesine gerek yoktur ve dolayısıyla onun eylemleri doğal süreçlerden ayrılamaz.

Bu sava Aydınlanma'nın deist tanrısını tartıştığım bölümde (9. Bölüm, "Peki Geriye Hangi Tanrılar Kalıyor?") değinmiştim, ama tartışmam çok açık değildi. O yüzden bu kısmı yeniden yazdım. Temel anlamda kuantum mekaniği evrenin tümüyle belirlenimci olmadığına ve meydana gelen şeylerin rastlantısal olduğuna işaret eder. Dolayısıyla Tanrı'nın ara sıra devreye girip gidişatı rayına oturtması gerekmektedir. Bu da prensip olarak tesbit edilebilir olan rastlantılardaki sapmalarda bize kendini göstermesi demektir.

Bu aynı zamanda dinle bilim arasında bağdaşmazlık görmediklerini ileri süren bilim insanlarının çoğuyla fikir ayrılığına düştüğüm nokta. Bu konu genellikle evrimle ilgili ortaya çıkıyor. Ben burada kendimi akıllı tasarım hareketinin kurucusu ve şu sözleri söylediği aktarılan avukat Philip Johnson'la nadiren hemfikir olduğum noktalardan birinde buluyorum: "Darwinizm gerçekse Hıristiyan metafiziği bir fantezidir." Elbette anlaşamadığımız mesele de açık: O Darwinizmin yanlış olduğunu düşünürken ben Hıristiyan metafiziğinin bir fantezi olduğunu düşünüyorum.

2007 Aralık'ında Hawaii Üniversitesi'nde düzenlenen bir Başarısız Hipotez: Tanrı paneline katılmıştım. Panel Hawaii İsa Gençliği ve Waterhouse Vakfı tarafından destekleniyordu. Paneli yakın dostum, Hawaii İsa Gençliği'nin başkanı Keli'i Akina yönetiyordu ve altı yüz kadar katılımcı gelmişti. Diğer panelistler Hawaii Üniversitesi'nden inançlı kimselerdi ve aralarında iki astronom, bir Hıristiyan mimar ve Reform Yahudisi bir hücre biyologu vardı.

Bir diğer panelistse çok eski dostlarımdan fizikçi ve astronom Bob Joseph'ti. Bob beni (öyle bir şey söylemediğim halde) bilimin hakikate giden tek yol olduğunu iddia etmekle suçladı; bilimle ilgili olmadığını söyleyerek karısıyla olan sevgi dolu ilişkisini bana karşı örnek olarak gösterdi. Eh, benim de karımla, çocuklarımızla ve torunlarımızla Tanrı'yla hiç ilgisi olmayan sevgi dolu bir ilişkim var. İnsanların sanatı, müziği, şiiri veya birbirlerini sevmesi maddenin ötesindeki bir âlemin göstergesi değildir. İnsan olmanın anlamının bir göstergesidir. Aslında bilimin bu tip konuları araştırması da yasak falan değildir. Bilim elbette her şey değildir; ama her şey hakkındadır.

Kimileri kitabımın "Tanrısız Evrende Yaşamak" başlıklı son bölümünün bilime bağlı kalmaya çalışan kitabın genel karakterine uymadığını öne sürdü. Diyelim öyle. Öyle olsa bile, ben bu bölümün Bob'un öne sürdüğüne benzer karşı savları ve daha genel bir soruyu, "Bu kitabı neden yazdınız?" sorusunu yanıtlamak için gerekli olduğuna inanmıştım ve hâlâ da inanıyorum.

Yine de sorunun beni şaşırttığını söylemeliyim. Bu kişiler kitapçıların raflarından taşan dini kitapların yazarlarına bu soruyu soruyor mu acaba? Soruyu soranlara bunu sorduğumda, bu sorunun altında böyle bir kitap yazarak insanların elinden dinin rahatlatıcılığını aldığım görüşünün yattığı hissine kapıldım.

Bu tür bir imaya yanıtım şudur: Gerçek bir dünyada yaşaması gereken bir yetişkin için hayali varlıklara inanarak huzur bulmanın ne kadar sağlıklı olduğunu anlayamıyorum. Dahası, şu uzun hayatım boyunca huzurdan çok ilahi ceza korkusuyla yaşayan pek çok dindar tanıdım. Dinin mahvettiği hayatlara dair de bir sürü örnek sıralayabilirim. Her halükârda dinin iyi veya kötü olmasının Tanrı'nın var olup olmadığı sorusuyla bir ilgisi yoktur. Ve bu kitabın konusu da budur. 

TIK

Bilim Tanrinin Olmadigini Nasil Gosteriyor - Victor J.stenger

Yaşam İçin Felsefe

Bizi dönüştürüp değiştiren kitaplar vardır. İster Marcus Aurelius ve Plotinus’u, ister Stoacılığı ve mistisizmi ele alsın, Pierre Hadot’nun tüm eserleri için geçerlidir bu durum. Elinizdeki eser, çalışmaları pek çok düşünürü besleyen, onlarda hayranlık uyandıran bir akademisyenin yanı sıra derin, alçakgönüllü, kararlarında ciddi, bazen ironik, asla tumturaklı olmayan bir düşünür olan Pierre Hadot’yu yakından tanıma fırsatı sunuyor. Hadot’un düşünceleri, kadim bilgeliğin nasıl okunup yorumlanacağını, kadimlerin felsefelerinin ve özellikle Marcus Aurelius’un düşüncesinin daha iyi yaşama nasıl bir imkân sunacağını gözler önüne seriyor. Felsefenin teorik veya sistematik yönünün sıklıkla maskelediği bilgeliğin, bir tür yaşama tarzıyla veya yaşam seçimiyle olanaklı olduğunu öne süren Hadot’ya göre “yaşamımız kelimenin en güçlü anlamıyla tamamlanmamıştır…Yaşamıyoruz, yaşamayı umuyoruz, yaşamayı bekliyoruz.”
Felsefenin entelektüel bir uğraş olmanın ötesinde bir yaşam tarzı olarak nasıl benimsenebileceğini gösterdiği bu röportajında Hadot, bir yandan Antik Yunan’dan ortaçağa ve oradan da modern döneme kadar felsefi düşüncenin evrimini anlamamıza yardımcı olurken, öte yandan filozofların günlük yaşamlarında felsefi ilkeleri nasıl uyguladıklarını detaylı bir şekilde inceliyor. Bu eser, günümüzde bilgeliğin ya da erdemli yaşamın izini sürmesi bakımından ilham verici bir rehber niteliğindedir.

Antikçağda bir yaşam tarzı, yaşama dair bir seçim, hatta bir sağaltım yolu olarak görülen felsefe, günümüze bu özelliklerinden koparak geldi. Modern çağların filozofu orijinal olmaya çalıştıkça, felsefe bizden uzaklaşıp karmaşıklaştı; kişisel ve toplulukla ilgili yanlarını bir bir kaybetti. Modern felsefenin bulanık kavramlarının umutsuzluğa sürüklediği felsefecilerden biri de Pierre Hadot. Diyaloglardan oluşan Hadotnun bu kitabı, her şeyden önce felsefeyi ve kavramlarını berraklaştırma, sadeleştirme girişimi olarak görülmelidir.Bu kitap herkes için yazıldı. Bu kitabın, sadece meslekten felsefecilere değil, daha bilinçli, daha rasyonel, başkalarına ve dünyanın uçsuz bucaklığına daha açık olmak isteyen herkese sunacak bir şeyleri var. Yaşam İçin Felsefe, felsefenin antikçağdan günümüze dek geçirdiği değişimleri, katettiği yolları renkli anektodlarla, Goetheden Rilkeye pek çok edebiyatçının eserlerine göndermelerle betimliyor. Hadot her fırsatta şu sıralar pek moda olmayan Bergsonun cümlesini hatırlatıyor: Felsefe bir sistem inşası değildir. Felsefe, kişinin kendisine ve çevresine naif biçimde bakma kararı almasıdır.
 

"Antikler hayranlık verici metinlerinde kozmos karşısında duydukları hayreti ve bizi taşlarla , ağaçlarla, hayvanlarla , insanlarla ve yıldızlarla bağlılık içine sokan , varlığın bu büyük zincirine ait olduğumuzun canlı bilincini ifade ettiler."
 

24 Temmuz 2024

Le Ballon Rouge (1956)


 Ne acıdır ki gerçeklik algımız biz büyüdükçe değişmektedir. Çocukken, sınırların olmadığı meraklı zihnimiz büyüdükçe tuhaflaşıp kendi sınırlarını çizmeye başlıyor. Masalların yerini gerçeklik, merakın yerini de rutin ele geçiriyor. Bu zorunlu değişimin sebeplerine ya da sıklıkla tavsiye edilen “ayaklarımızın yere sağlam basması” gerekliliğine değinmeye lüzum görmüyorum. Hayat işte deyip, geçmiyor muyuz zaten? Her ne kadar çocukluk düşlerimiz saf ve özgürse de gözden kaçırmamamız gereken faktörler var: İnsan doğası mesela. Daha küçük bir çocukken bile kendisini hissettiren; bilinç kazandıkça da kibir, kıskançlık ve öfkeden beslenen insan doğası. Oysa Sartre’ın söylediği gibi “varoluş, özden önce gelir.” Böyle bakarsak kötülük sonradan kazanılan, insanın kendisinin inşa ettiği bir olgudur. Maalesef ki çocuk olmak bundan muaf değildir.

 

William Golding’in Lord of the Flies (Sineklerin Tanrısı) romanı ele alalım: Issız Mercan Adası’nda bir grup çocuğun yaşam mücadelesini anlatan Golding, liderlikten yola çıkarak insanın en karanlık noktalarına bakmaktadır. Romanın kahramanları bilinçlerini yeni kazanmış çocuklardır ve kötülüğe ulaşmada hiçbir sıkıntı yaşamazlar. II. Dünya Savaşı’nın korkunç gerçekliğini romanında bir alegori olarak alan Golding, çocukların uyguladıkları şiddeti büyüklerden öğrendiğinin altını çizer.

Kırmızı Balon ve Gerçeklik

Küçük bir çocuk olan Pascal’ın, Paris sokaklarında kırmızı bir balon peşinde koşturduğu Albert Lamorisse imzalı kısa film Le Ballon Rouge’u (Kırmızı Balon) izlerken aklıma düşen ilk şey, filmin onca naifliğine rağmen insan doğası oldu. Pascal’ın tesadüf eseri bulduğu sonra da arkadaş olduğu kırmızı balonu ile arasındaki ilişkiyi yazının başındaki gerçeklik algısıyla açıklamak mümkün: Pascal için kırmızı balon iletişim kurduğu bir nesne ve onun algıladığı biçimiyle gerçek. Balonun, çocukların hayali arkadaşlarından bir farkı yok. İzleyici için Lamorisse’nin filminin fantastik olmasının sebebi de bu zaten. Pascal’ın, örneğin küçük bir yavru köpek olsa toplum tarafından hiç yadsınmayacak arkadaşı, biraz muzip de olan bir balon olunca işleri değiştiriyor. Pascal’ın peşinde gezinen, çoğu kez de ipini tutturmamaya özen gösteren bu kırmızı, dikkat çekici balonun toplumun bilinçlenmiş algısına ters düşmesi kaçınılmaz oluyor. Otoriteyi simgeleyen okul yönetiminin Pascal’a ceza vermesi, annesinin balonu pencereden atması hep bu yüzden. Mercan Adası yerine Paris’in sokaklarını mesken tutmuş, önce merak, sonra da kıskançlıkla Pascal’dan balonu ele geçirmeye çabalayan çocuklar da aynı durumdalar. Sonunda amaçlarına da ulaşıyorlar.  Lamorisse’nin çocuk gözünden anlattığı hikâyede, Pascal insan doğasına direniyor. Oldukça dokunaklı final sahnesinde gördüğümüz gibi Pascal, bilinç ile gelen gerçekliği tümden ret ediyor, gerçeküstü bir dünyaya yükseliyor.

Pascal’ın kırmızı balonunun her izleyici için bambaşka bir şeyi simgelediğini düşünüyorum. İzleyicide eksik olan, daha doğrusu yitirdiği ne varsa onu; en son çocukluğunda gerçek anlamda hissettiği düşlerini canlandırıyor. Paris sokaklarında heyecan içinde var olmaya çalışan Kırmızı Balon’un trajik sonu özgürlük ve mutluluk arayışındaki insanları da silkeliyor, dünyanın sert gerçekliğini hatırlatıyor. Yine de sevdiklerimize bağlanmamız gerektiğini öğreniyoruz.

 Albert Lamorisse’nın diyalog içermeyen kısa filminin senaryo Oscar’ı ve Altın Palmiye kazandığını da belirtelim.

Le Ballon Rouge (1956) Film Eleştirisi

Düşüncenin Şiiri

Valery şiirin fikirlerle yapılamayacağını savunur. "Şiirin içinde fikir, elmanın içindeki gıda kadar saklı olmalıdır" sözü de oldukça ün kazanmıştır. John Ciardi'nin de bir sözü varmış, yeni öğrendim : "Şiir fikirlerden söz açmaz, onları bir aktör gibi temsil eder," diyor. Ben bu yargılardan şunu çıkarıyorum : Demek oluyor ki şair, en önce bir özümleyici; kendinde var olan bir şiir ortamına, ya da bir şair duygusallığına  bazı düşünceler katmadan edemiyor; onlarsız yürütemiyor şiirini. Ayrıca, önce edindiği, sonra da şiirine ulaştırdığı bu düşünceler yok mu, onları gizleyip belli belirsiz bir hale getirmeyi de ustalık sayıyor. Okuyucuya gelince, onun durumu başka : O şairin düşüncelerinden çok, bu düşünceleri saklayan duygularla oyalanıyor. Şiir diye yüzeyde kalan bir görünüşü benimsiyor. Böylece duygulandırma dediğimiz, şiirin herhangi bir niteliği değil de, şartı olup çıkıyor.
       Burada şöyle bir soru geliyor insanın aklına : İyi ama şair için düşünce bu kadar gerekliyse onu duygular haline getirmenin, daha doğrusu düşünceyi duygularla sindirmenin ne gereği var? Şair böylesi bir davranışla neyi savunmuş oluyor? Şiiri mi yoksa bir başka şiir türünü mü? Yani düşünceyi bunca gizlemek, şiir yazmanın ilkelerinden mi? Ya da şair ister istemez alışkanlıklarını mı sürdürüyor; belli bir şiir geleneğinin tutsağı olmaktan kurtulamıyor mu? 
       Bu soruları öyle bir iki cümleyle yanıtlamak kolay değil. Değil ya, gene de bir çıkar yol bulmak elimizde. O da şu : düşünceyi örtmek alışkanlığı yerine, onu açığa çıkarıp, şiirsel mutluluğa bu yoldan varmayı denemek. Yani düpedüz "düşüncenin şiiri" ni bulmak, onu yaratmak... 
       Bakıyoruz da, şiir ilkin düşünmekle başlıyor. Hatta şiir denen olayı, ancak bazı düşünce yöntemlerinin yardımıyla ortaya çıkarabiliyoruz. Üstelik bilimin, felsefenin sanatla bunca  kaynaştığı günümüzde, düşünceyi eski bir şiir alışkanlığıyla örtmek elimizden gelmiyor. Yani "düşüncenin şiiri" önce bir zorunluluğun şiiri oluyor. 
       Bana kalırsa şair de başka türlü davranmak istemiyor zaten. 
O da asıl düşüncelerini söylemeye , bildirisini ulaştırmaya çalışıyor. Ne var ki, bunu yapamadığı, ya da yapmak istemediği zamanlarda , bazı kuramlar çıkararak, işini hem güzel, hem de yüce göstermenin yolunu buluyor. 
       "Düşüncenin şiiri" deyimi, önce düşünürlüğü, yani şairi bir düşünür olarak bellemek gerektiğini çağrıştırıyor. Ama bunu özcülükle karıştırmamak gerekir. Çünkü her biçimli söz, aynı zamanda bir özü de kapsayabilir. Oysa düşünü şiiri, özcü dediğimiz şiiri de kapsayabilecek bir bütünlüğün, bir güçlülüğün şiiridir. 
      Divan edebiyatından bu yana özcü diyebileceğimiz birkaç şaire rastlıyoruz. Ne var ki onları yapıtlarıyla değil de, tutumlarından ötürü değerlendirebiliyoruz. Örneğin Tevfik Fikret, Namık Kemal gibi şairler, daha çok devrimci, gönülleri toplumsal savaşlara yatkın kişilerdir. Yapıtlarını toplumsal düzensizliklere çevirmişler, şiirlerini bu uğurda bir araç olarak kullanmışlardır. Hatta kişilikleriyle, serüvenleriyle çağdaş Türkiye' de birer "myte" olarak anılagelmektedirler. Özcülüğün bir akım olarak belirmesine gelince, bunu da Orhan Veli - Melih Cevdet - Oktay Rifat öncesinin şiirinde aramamız gerekir. İşte o süre içinde yazılan şiirler, özcü davranışın en bilinçli, en etkin şiirleri olmuştur. Etkin diyorum, çünkü bu başlangıç Orhan Veli ve arkadaşlarının şiirinden ayrı bir çizgide süregelmiştir. Ama aynı özleri savunmak isteyen şairler, bu özleri belirleyen kelimeleri, deyimleri etkisiz birer  simge haline getirmekte yarışmışlardır sanki. Orhan Veli bile - daha çok son şiirlerinde - bu akımdan payına düşeni almak istemiştir. Ne var ki yazdığı şiirlerde bir evrim değil de, alınmış bir karar egemen olmuştur. Giderek şunu da söyleyebiliriz : politik kaygılar, ama salt bu kaygılar yeni şiirin ustalarını sınırlamış bir bakıma iğdişlemiştir. Çünkü onlar özcülüğü bir aşama  değil,  amaç olarak bellemişlerdir. Böylece tekyanlı olmaktan kurtulamamışlar; yani politik anlayışlarını da kavrayacak bir bütünlüğe erişememişlerdir. 
       İşte bu birkaç davranışın dışındaki şiirimizse biçimciliğin, ya da aşırı biçimciliğin şiiri olmuştur. Kişilikler bile biçim değişimlerinin kişilikleridir. İşte ne Ahmet Muhip' e bakarak Cahit Sıtkı'yı yadırgayabiliyoruz., ne de Cahit Sıtkı'yı okuduktan sonra bir Sabahattin Kudret'i, Necati Cumalı'yı...Nedim'le Şeyh Galip'i, Yunus Emre'yle Karacaoğlan'ı bile hep böyle düşünmek gerekir. Bugün bile ilk kitaplarını yayımlamış bulunan Kemal Özer' in, Ece Ayhan' ın kendinden öncekilerle bir çatışmaları olduğu söylenemez. Bütün bu ufak tefek ayrımlar, bir biçim ayrımından, dolayısıyla kısa bir öz başkalığından öte nedir ki?..Yurdumuzda düşünürlüğünden ötürü kişilik yapmış; biçim anlayışını, duygu fazlalığını bu yolda harcamış şair var mıdır, bilemiyorum. 
     Şimdilerde şiirde yenilik sevinci, ya da yenili sözünün bunca edilir olması bütün bu sorunları batırıyor. Kendi dünyalarımızı, kendi alışkanlıklarımızı kınayamıyoruz. Üstelik bu alışkanlıklar da, şiir geleneğimizden doğan alışkanlıklar. Yani bir sürü biçim formülleri, sonra da bu biçimlerden elde ettiğimiz yeni biçimler...Ionesco, bunu sahneye uygulayarak şöyle diyor : "Sahneye söz koymak..." Yani söze yüklenen duygular, düşünceler bir yana; sözü, sahne içinde nonfigüratif biçimler haline getirme çabası...Günümüz şiirini de bir sürü öğelerden soyarak, "sözlerle yeni biçimler kurmak" diye tanımlayabilir miyiz, bilmem. Tanımlasak da, böylesi bir kahramanlığa, sonu "çıkmaz yol" olan bu uğraşa kaç sanatçının gönlü yatar acaba? Ama biz ne dersek diyelim, şiirimizde bir aşırı biçimcilik dönemi başlamıştır. Sebepleri ne olursa olsun, bu gerçeği görmemezlikten gelemeyiz. Ne var ki, nu arada, belli belirsiz kıpırdanmalar da yok değil. Son günlerde "Değişik kişilikler" deyimlerinin söz konusu olması da bunu anlatıyor. Çünkü değişik şiir alanları, ancak değişik düşüncelerle, düşünme yöntemleriyle kurulur. Bu da bir düşünü şiirine geçme eğilimini gösterdiği gibi, "sözlerle biçimler koyma" nın bir iki şairden fazlasını kaldıramadığını da tanıtlar. 
      Ben ayrıca duygudan, biçimden düşünce adına yararlanmayı, kendi gerçeklerimize de uygun buluyorum. Hatta şunu da söyleyebilirim : Batının şiir dünyasında yeri olan, ya da Batı şiirine etkin bir Türk şiiri yaratmak istiyorsak seçeceğimiz yol bu olmalıdır. Orhan Veli ve arkadaşları "halkın şiir zevkini" bulmaya yöneldiler başardılar da. Bize gelince, bütün bu davranışları kapsayabilecek bir anlayışla yazmamız gerekiyor. Galiba "zor şiir" dediğimiz de bundan başkası değil. 
     "Batının şiir dünyasında yeri olan şiir" derken, şimdilik sadece Batıya özendiğimizi söylemek istiyorum. Oysa onların gerçekleri bambaşka. Şiirleri de çeşitlilik ve değerlilik bakımından yüklü. Salt toplumsal kaygılarla yazan şairleri bile, çeşitli görüşleri savunup tartışıyorlar. İşte bu çeşitlilik içindeki her davranış da toplum katında bir anlam kazanıyor. Örneğin "Gerçeküstücüler"in çıkışı, toplumsal yasaklara, baskılara bir başkaldırma olarak değerlendirilmedi miydi? Gene İkinci Dünya Savaşı'nda aşk şiirlerine düşen Fransız şairleri yanında; emperyalizme, insan haklarının çiğnenmesine kafa tutan şairler de yok muydu? Ama bu iki davranışın da tek bir simgesi vardı denilebilir: Dayatmak!..Biri aşkla, öteki kavgayla... Bize gelince , şiirimizi sarmış bulunan "aşırı biçimcilik" sadece" sadece Batıya öykünme diye yorumlanabilir. Hele son günlerde dergilerimizi kaplayan şiirler Batıyı iyi bilen bir avuç aydını bile doyurmaktan uzaktır. Batı şairlerinin tutumları, yöntemleri elbette önemlidir; ama sadece önemli... Rus şiirinin ekininin, önderlerinden olan Puşkin bile, Batıda, öteki rus yazarlarından daha az sevilmiş, daha az yadırganmıştır. Çünkü Rusya'da, Puşkin kadar Batı zenginliğinden  yararlanan bir yazar daha gösterilemez. Oysa bu yazar edindikleri, kendi toplumunun gerçekleriyle bağdaştırmasını da bilmiştir. Bizimse böyle bir sorunumuz yok! Melih Cevdet'in de bir yazısında belirttiği gibi,şiirimiz, Doğunun etkisinden kurtulmuş, bu kez de Batı şiirine sığınmıştır. Hem de nasıl; Batının şiir anlayışına vardıktan sonra,bundan kendi gerçeklerimize uygun bir sonuç çıkararak değil de, doğrudan doğruya bir şiir ithaline girişmekle... 
      Sonuç olarak şunu söylemek istiyorum : Evet, şiir biçimdir; değişik biçimler yaratma sanatıdır. Ama ben, şimdilik buna inanmak istemiyorum. 

  Edip Cansever  (Yeditepe, 16 Temmuz 1959)

Nehir Manzarası

 

Bırak sökük kalsın rüzgâr, bu zırdeli düşün içinde
gerçeğin ne anlamı var.

Biz bu zırdeli düşün içinde
kavrulmuş kurumuş iki fıstık gibi
Yatalım uyuyalım uyanalım kalkalım
Değil mi ki, bir yere kilitlenmiş
Bir küçük iyiliktir aşk,
Değil mi ki, billurdan bir yalan dünya
Bırak ersin o tamama
Gel bak tepeden bir nehir manzarası
göstereceğim sana.

Birhan Keskin
 ( 1963 -            )

RIVER VIEW

Let the wind stay ripped, in this insane dream
what does truth matter anyway.
Let’s lie down, sleep, wake, get up
Like two dry-roasted nuts in this insane dream
Isn’t love, after all,
A little mercy locked up somewhere,
After all, isn’t the world a crystal lie
Let it mature
Come look I’ll show you
a river view from the hill.

   Çeviri: George Messo

22 Temmuz 2024

Yeni Duyarlılık

 

Biz, hayat hakkında bilgimizi genişletmek için de yazarız. Başkalarını çekmek, büyülemek ve avutmak için yazarız. Sevdiğimize bir serenat sunmak için yazarız. Yaşamdan çifte tat almak için yazarız: İlki yaşadığımız anda, ikincisi geriye dönüp bakarken. Biz, Proust’un deyimiyle, önce şeyleri ebedileştirip sonra onların ebedi olduğuna inanmak için yazarız. Yaşantımızın sınırlarını aşıp onun da ötesine geçebilmek için yazarız. Kendimize, başkalarıyla konuşmasını, labirentler içindeki gezilerimizi anlatmasını öğretmek için yazarız. Kendimizi boğuluyor, daralıyor ya da yapayalnız hissettiğimizde dünyamızı genişletebilmek için yazarız. Biz, kuşların ötmesi gibi, ilkel kavimlerin dans etmesi gibi yazarız. Sizin için yazmak nefes almak, bir haykırış veya şarkı değilse -o zaman yazmayın, çünkü bizim kültürümüz onu değerlendiremeyecektir! Yazmadığım zamanlar dünyamın daraldığını hissederim. Kendimi hapishanede gibi hissederim. Ateşimi ve rengimi kaybettiğimi hissederim. Yaratmak bir gereksinim olmalı, hani deniz nasıl yükselip alçalır, öyle. Buna benim verdiğim ad: Nefes almak
 
"Yeni Duyarlılık ” Anaïs Nin 

 “Hayat bir olma sürecidir, içinden geçmemiz gereken süreçlerin bir kombinasyonudur. İnsanların burada başarısız oldukları nokta; bir durum, kendilerine bir hal seçip orada kalmak istemeleridir. bu bir nevi ölümdür.”

Yaşadığım Gibi

  

Ahmet Hamdi Tanpınar ve Ağaç

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şiir ve nesirlerinde ağaçların özel bir yeri vardır. Tanpınar’ın eserlerinde çiçek ve ağaçlar çoğu zaman hayatın devam ettiğini haber verir ve insanoğlunu karamsarlıktan, ölüm fikrinden uzaklaştırır. Bu anlayışın bir sonucu olarak “Manavkadı Camii’nin yıkık duvarları arasında tek başına fırlamış bir erguvan ağacını her bahar bir kerecik olsun ziyaretine gider”. Bu erguvan ağacı Tanpınar için “ezelî ve ebedî arzunun, daima yenileşen hayat aşkının bir timsalidir.”

Çınar ağacıyla ilgili yazdıkları da insan-tabiat ilişkisinin derinliğini vurgular:


“Ben bu çınarda, milyonlarca yaprağın arasında bir yaprağım. Mesele benim devamım değil, bu çınarın devamıdır. O devam ettikçe ben devam etmiş olacağım. Sonsuz zaman içinde onun vakarlı gövdesinin yükseldiğini bilmek benim için yetişir. Milyonlarca kuş her akşam onda toplanacak, her sabah şafakla oradan geniş mekânı fethe uçacak.Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şiir ve nesirlerinde ağaçların özel bir yeri vardır. Tanpınar’ın eserlerinde çiçek ve ağaçlar çoğu zaman hayatın devam ettiğini haber verir ve insanoğlunu karamsarlıktan, ölüm fikrinden uzaklaştırır. Bu anlayışın bir sonucu olarak “Manavkadı Camii’nin yıkık duvarları arasında tek başına fırlamış bir erguvan ağacını her bahar bir kerecik olsun ziyaretine gider”. Bu erguvan ağacı Tanpınar için “ezelî ve ebedî arzunun, daima yenileşen hayat aşkının bir timsalidir.” Çınar ağacıyla ilgili yazdıkları da insan-tabiat ilişkisinin derinliğini vurgular: Mevsimler değişecek, devirler geçecek; fakat o daima kendisi kalacak. Başı muzaffer aydınlıkta yüzecek; kökü karışık ağlarıyla toprağın derinliklerini yoklayacak. Fırtına, yıldırım, her şey onu deneyecek; fakat o daima zamanın ve mekânın hâkimi kalacak... (Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi).

*

Dergi ve gazetelerde dağınık olarak duran bu yazılar bir kere okunduktan sonra unutulmuşlardı. Kimse onları bir arada toplu olarak görmemişti, yazarın kendisi bile. Şimdi okumak zevki olan herkes, Türkçe’nin bu güzel yazılarını okuma saadetine kavuşacak.
 
Bir araya gelen bu yazılar, Tanpınar’ın alâka ve düşünce sahasını, ana fikirlerini daha açık bir şekilde gösteriyor.
 
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmış yazılarından derlenen Yaşadığım Gibi yazarın, şair, hikâyeci, roman ve edebiyat tarihçisi olarak milli kültürümüzle ilgili özlü fikirlerini yansıtmaktadır.

Cevat Şakir'in Bodrum'u

 
"Burası engin göklerin memleketidir. İçten gelen bir türküyü kapıp koyuverin, uzaklaştıkça türkü gökte masmavi olur. Işık burada yalnız karanlığı aydınlatmakla kalmaz, aydınlattığı maddeyi değiştirir ve görülen bir şair rüyasına çevirir. Başka yerde nur içinde yatılacağına, burada nur içinde yaşanır.

Yokuşbaşına geldiğinde Bodrum'u göreceksin, sanma ki sen geldiğin gibi gideceksin.
Senden öncekiler de böyleydiler, akıllarını hep Bodrum'da bırakıp gittiler…" 

 

Kayayı Delen İncir

Turgut Uyar’ın Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü alan kitabı “Kayayı Delen İncir”

Yapı Kredi Yayınları, toplu şiirler ve öyküler ciltlerinde öne çıkan kitapların ayrı basımlarını sürdürüyor. Bu kapsamda, Turgut Uyar’ın şiir kitabı “Kayayı Delen İncir” yeniden bağımsız biçimde okuruna ulaşıyor. Kitap, 1982 yılında çıkmış şiir kitapları arasından seçilerek Necatigil Şiir Ödülü’ne değer görülmüştü.

“Kayayı Delen İncir”, 12 Eylül öncesi ve sonrası öne çıkan sorunlar ve duyarlıklar gereği, şairin önceki hiçbir kitabında rastlanmayacak ölçüde “yüklü” bir toplumsal içeriğe sahiptir. Ancak dönemin şairlerinden farklı olarak Turgut Uyar bunu şiir dilinden, estetik yaklaşımından ödün vermeden, yani şiirini slogan söyleyişe alet etmeden gerçekleştirmiştir. Birey olarak yine yalnızdır, çıkışsızdır ama bireysel kurtuluşu toplumsal kurtuluşta gören bir bilince her zaman sahiptir.

Uyar’ın bütün şiirlerini kapsayan Büyük Saat kitabı içinde yer alan “Kayayı Delen İncir” herhangi bir değişiklik olmadan yayına hazırlandı. Ayrıca, şairin kitap dosyasını hazırlarken yaptığı karton kapak bu baskının kapak görseli oldu.

“şimdi nedir ilk bakışta yitirilen
ey gözleri maden
ey ilk güneş saatinin çubuğu
de ki aşk pusudadır ve bir dükkânda
 
- - - - - 
 
Denizi anlatıyor 
Adı çok duyulmuş bir ozan değildi 
Tonyalı balıkçılar arasında 
- onlar ki her türlü balığı tutarlardı denizden 
- Ama iyi bir ozandı 
Bütün söylentilerin tersine 
Denizde de olabilirdi sandalla 
Uzun geçmişli denizde 
Gün batınımda var olan Ve gün doğumunda da 
 
Alıştırdılar bir kere 
Sigara alkol afyon tarih esrar 
marihuana eroin tarih kokain morfin seks 
onaltı silindir hız deniz kayağı dağ 
nerde olursa olsun kırım kıyım 
çiçeklerle sapları 
artık söylemek zorundayız 
Aşk bağımlıdır ayia 
ve senin bir gün ölmeyeceğin 
mutlu ediyor beni 
Belki bu rüzgardan gelendir 
şuraya buraya sallarken her şeyi 
örneğin beni seni 
ışıklı reklamlarla 
bakla çiçeklerini 
Biliyor musun uluşamadım bir türlü 
yani istanbul’a bir türlü 
Şimdi karanlığım da 
belleğim de yok 
otlar mı dereler mi 
Kim yaşadı o tadına doyulmaz günleri 
bir turuncunun dinginliğindeki 
yeri doldurulmaz 
o turuncunun yani 
Kimin ay’ıdır aşk 
örneğin perşembe günleri 
Ama bütün bunları 
bütün bunları yeniden yorumlayabiliriz şimdi 
 
Eski bahçenin bir evi 
Uzun süre düşündüm, nedir ağzımdaki yaban tad 
üvez değil, 
karadut değil, sevdiğim bir şey değil 
ama bana yabancı gelmiyor 
ve alıştırıyor kendine 
bir ses, bir açıklama bir 
evet ya da hayır değil 
 Eski bir şey, 
evi olan eski bir bahçe
Alnım değişmez biçimini buluyor sanki 
karadut karasından, üvez kokusundan 
birisi geliyor karşıma oturuyor bahçede 
bir ölüm olayına ilişkin bir şeyler soruyor 
önce çayınızı için diyorum, hayır diyor 
ısrar ediyorum hayır diyor ben hiç çay içmem 
özellikle alacakaranlıkta hüzün verirmiş ona 
Birden usuma vuruyor haklı olduğu 
evet alacakaranlıkta herkesin sahipsiz olduğu 
ölüme ilişkin o konuşmayı da hatırlıyorum 
ölümler sahipsizdir yoldaki kötü çukurlar gibi 
gelip gitmezler bile kendileriyle kalırlar 
1918’deki bir ölüm eski bir bahçedir belleğimizde 
ve evi yoktur üç odalı, duvarları resimli 
bir adam çıkar o evden belki bir yere gider 
Sonra ölüm konuşulur fısıltılar düzeyinde 
aşkm adı geçmez ama belleğin bir yerlerindedir 
çocuk gibi defne dalı gibi rüzgar gibi bir şey olarak 
lambanın sönmesini durdurur ocaktaki ateşi tazeler 
susulur saygı duyulur oturulur oturulur 
Ey evsiz eski bahçe bir evin olmalıdır 
suya da dayanıklı ateşe de ve hayata 
çatlak tabakların eskimiş giysilerin kokusunu taşıma 
karadut defne ve tüylü ayva 
Gecikmiş önemsenmemiş yıpranmış aşkları hep hatırla 
Nasıl kıpkızıldı bir sabah tanyeri hiç unutmam 
deli gibi vuruyordu ahşap kaplamalara