30 Kasım 2022

Uzaklıklar, Eski Denizler - Fernando Pessoa

Sayısız garip yüzler! Bütün yüzler biraz gariptir çünkü
Ve hiçbir şey insanları seyretmek kadar kutsallık duygusu vermez bize.
Kardeşlik devrimci bir kavram değildir ne de olsa.
Kardeşliği yaşamak öğretir bize, her şeyi hoş görmeyi öğrettiği gibi,
Ve insan şaşar ne kadar çok şeyi hoş görmek zorunda olduğuna,
Sonunda hoş gördüğü şeylere bakıp nerdeyse sevgiyle ağlamak gelir içinden!

Ah, ne kadar güzeldir bütün bunlar, ne kadar insanca
Ve duygularımıza sıkı sıkıya bağlı, ne kadar candan ve burjuva,
Öylesine karmaşık ve yalın, öylesine soyut ve hazin!
Bir o yana bir bu yana savurarak insan olmayı öğretir bize hayat.
Zavallı insanlar! Hepimiz, her yerdeki biz zavallılar! 

Şimdi veda ediyorum bu saatte yola çıkacak olan
Şu öbür geminin gövdesinde. Tarifesiz bir İngiliz yük vapuru bu,
Bir Fransız gemisi gibi çok pis,
Sevimli bir deniz emekçisi havasında,
Yola çıkacağı şüphesiz dünkü gazetenin son sayfasında ilan edilmiş.

Dokunuyor bana bu yoksul vapurun böyle doğal ve kendi halinde gidişi.
Bilmem neden, titizlenen bir havası var,
Görevini yerine getiren dürüst bir insan gibi.
İşte uzaklaşıyor bulunduğum rıhtımdan.
İşte yavaş yavaş ilerliyor eskiden, çok eskiden
Karavelaların geçtiği yerde…
Cardiff’e mi? Liverpool’a mı? Londra’ya mı? …
Ne önemi var?
O işini yapıyor. Bizim de yaptığımız gibi.…
Yaşamak güzel! 

İyi yolculuklar! İyi yolculuklar!
Yolun açık olsun, düşlerimin heyecanını
Ve acısını benimle paylaşma cömertliğini gösteren
Ve gidişini göreyim diye beni yeniden hayata bağlayan geçici dostum.

İyi yolculuklar! İyi yolculuklar! Hayat böyle işte…

Salınışın öyle doğal, öyle sabaha özgü ki,
Lizbon limanından çıkarken bugün,
Garip, bildik bir sevgiyle dolduruyor içimi…
Niçin mi? Nerden bileyim! ... Haydi… Git…
Hafif bir ürperişle
(T-t-t-t-t…)
Duruyor içimdeki volan.

Geç git, yavaş gemi, geç git, durma sakın…
Bırak beni, uzaklaş, kaybol gözden,
Git, uzaklaş kalbimden,
Uzakta kaybol, uzaklarda, Tanrının sisi,
Gözden kaybol, yazgını izle, beni bırak…
Ben kim oluyorum ağlayıp sızlayacak?
Ben kim oluyorum seninle konuşup seni sevecek?
Ben kim oluyorum sana bakıp aklı başından gidecek?

Gemi rıhtımdan ayrılıyor, güneş yükseliyor altın rengi,
Işımaya başlıyor rıhtımda damlar,
Kentin bütün bu yanı ışıl ışıl…
Git artık, bırak beni, nehrin ortasındaki
Gemi ol önce, orada açık seçik,
Sonra da sığ sulardan uzaklaşan küçük, siyah bir gemi,
Daha sonra ufukta belirsiz bir nokta (ah, çilem benim!)
Ufukta giderek belirsizleşen küçük bir nokta…
Sonra hiç, yalnız ben ve yokluğunun acısı
Ve artık güneşle ışıyan koca bir kent
Ve gemileri olmayan bir rıhtım gibi gerçek ve çıplak bu saat

Ve bir pusula gibi ağır ağır dönen vinç
Kimbilir hangi duyguyu izlercesine yarım daire çizen
Tedirgin ruhumun sessizliğinde…

Çeviri: Cevat Çapan 

“Daha derin bir kişiye dönüşmüş olmak, acı çekmiş olan kişilerin ayrıcalığıdır.”Oscar Wilde

 








Server Tanilli


Doğrudur veya yanlıştır, taraftar olunur veya olunmaz, bir bilim adamı olarak kabul ettiğim metot, görüş ve düşüncelerimden dolayı kime karşı sorumluyum? Yaşadığım çağa ve topluma karşı.

 


28 Kasım 2022

Troya Önünde Atlar - Melih Cevdet Anday


1. koşu

Kör bir ozan anlattı bunları,
Atların da ruhu vardı Troya önünde,
Ta Hades'ten duyulurdu kişnemeleri,
Atsız bu bu kişneme ölüleri ürpertir,
Köpeği deliye çevirirdi.
Kimi de Troya önünde nal sesleri gezinirdi,
Gömülmemiş bir atın erinçsiz ruhundan.

O gün Akhalar başka biri için yarışsalardı
İlk ödülü Akhileus götürürdü barakasına.
Çünkü ölümsüz atları vardı,
Onları Poseidon vermişti babası Peleus'a,
Peleus da oğluna armağan etmişti.
Şimdi atlar  yas tutuyorlar Patroklos'a,
Yürekleri burkuk, toprağa değiyor yeleleri.

Diomedes Tros atlarını koştu arabasına
O atları savaşta Aineas' tan almıştı.
Bir tanrı kurtarmıştı Aineas'ı.
Sarı Menelaos kalktı sonra, Atreusoğlu,
Tanrısal yiğit koştu arabasına iki at,
Agamemnon'un kısrağı Aithe'yi, kendi atı  Podargos'u.
Antilokhos koşum taktı  Pyloslu atlarına.
Sonra Köroğlu kalktı, koştu Kır At'ı.
Her yanında çifte kanat
                              Bilmez yakını ırağı.
Kendini beğenmiş Tahta At'ı çıkardılar sonra,
Yayıldı ortalığa yanık sedre kokusu.
Huylandı öbür atlar bu büyülü kokudan.
Sonra göründü Muhammed'in damadı Ali'ye
Benzer iyi huylu Düldül, edep yeri kapalı,
Dolandı çok tanrılı atlar arasında ağır ağır,

Gözleri iyi görmüyordu.
Başını yana eğen İskender'in Bukephalus'u
Geldi sonra, Hint kızları gibi derin bakışlı
Güneyden yana bakayordu ikide bir,
Sezmiş gibi Granikos suyunun yakınlığını.
Elcid'in Babeica'sı, derken Rocinante çıktı
Ağlayarak.
                            Anlatma bana atları!
Bilirim, ana rahminden gelir, gece, karanlık
Bir ahırda lamba tutar biri, ışık titrer
Samanların üztünde, hayvanın öksürüğü ve soluğu...
Başını döndürür bakar, "Bana benziyor mu?"
"Sekili mi ayakları?"
                            Anlatma bana atları!
Sabahın yerden kesilmiş tarlaları ve çığlık
Çığlığa suları gibi gök yarığından atlayan
Kanatlı Pegassos! Gençliğim benim, oğlum!
Delirmiş bir zamandı, yas, ölünün öcü, gövdesiz kuş,
Kırılan yıldız, unutulmuş bir günün yarısı.
Tohumsuz küçük göller ölüm anıtı gibi yükselen,
Ve giysisiz boşluk, yılgın uzay, o bitmeyen
Koşu...Atlar, atlar.Yaşlananı görmedim hiç.
Kimi yelesiyle devirmek ister burçları,
Kiminin eşeler toprağı hala toynakları.
                         Anlatma bana atları!
Yüreğim kaldırmıyor düşündükçe vurulup
Vurulup yerlerde yattıklarını, anlatma,
Anlatma bana, görmedim Troya savaşını.

II. Ağu
                                     Duydun mu?
Bursalı oto tamircisi Mehmet'in duyduğunu?
Katran, balık ve çam tahtası kokulu,
Yatışmamış çayırsı kadın kokulu kentin
Önceden bildi diye yakılacağını,
Ağulu yılan sokmuş Laokoon'u.
Kıvranıp duruyorlarmış çoluk çocuk
Rüzgarlı İlion kıyısında.
Kıyılarda birikir ölümün artıkları,
Düşüncede yitirilen ve bulunan sözcük,
Sonsuzluk, aranan kırık bir yontu gibi
Kıyılarda birikir ün, yücelik ve düşman.
Çünkü deniz daha bitmemiştir, uykusuz
Ve yarı yarıyadır, çöker delikli fıçısında
Tortulanarak eski ölülerden.
             "İzmir fuarından otobüle dönerken
               Gördüm, bir bulut sarmıştı İlion'u."
Bütün kitapları gaz odalarına atmışlar,
Dresden'de, Köln'de, Münich'de.
Über allen Gipfeln ist Ruh
             "Gökte uçaklarla kuşlar çarpışıyor,
             Kanatlar, tüyler, gagalar yağıyormuş kente."
                      Duydun mu?
Hep yabancı kızlar çalışır bizim genelevlerde
Adları La, Li Lu...
                    "Pkei,
Dağa bırakılan çocuk ne oldu?
Şimdi herkesin ağzında bu konu.
Kurda kuşa yem mi oldu dersin ormanda?
Parçalarını olsun bulamaz mıyız?
Parçalardan bir insan çıkmaz mı ortaya?
Hem ne olur, olmaz mı, gövdesiz olsa?
Olur, olmaz, olsa?"

III. Düş

                                     "Sabaha karşı, 
Gecenin kırıntılarını bir anda toplayıveren
Güvercin gibi aç bir saatta,
Doğmamış çocuklar kurar düşlerin yayını,
Kadın düşünde gördü çocuğu ve yangını."
"Demek çocuğu dağa bıraktılar, düş ve yangın
Kaldı. Keşke düşü bıraksalardı."

"Evet korktuk düşten, gereği buydu,
Elimizde değildi düşü yorumlamamak,
Yorumun gereğini yapmamak da öyle.
Çocuk büyüyünceye dek bekler yangın,
Beklesin gelecek günün kötürüm yazıtı,
Beklesin kuş gagalarının yaraladığı ayna,
Şarap her zaman içilir ve bekletilir,
Çünkü kırmızıdır sıçrayan kanın rengi,
Gidip gelen günün ve uzayan şarkının rengi.
Bölmedik mi günü yediye geceyi beşe?
Bu uykusuz direncin suyunu mühürlemedik mi?
Biz  atmadık mı ayı bunca uzağa doğumdan?
Biz uzatmadık mı uykunun ağır bacasını?
Beklesin gizemli suda bekleyen kamış,
Ve ayın kuru eteğinden bakan göz kuşu,
Kent kurulmadan taşı kör eden kar bıçak,
Ah beklesin bekleyecek olan alın bekler,
Tut gelgitin ucundan derim tutar ve bekler,
Sürer gider su, toprak, usun arsız otu,
Atlı karınca, örtüler, tapınak ve merdiven,
Sürer ölümsüz mutluluk , iç sıkıntısı,
Bekleriz bize verilmiş olanı yaşayarak."

                                "Ah çok çekmiş yorumcu!
Taşıyabilecek miyiz dersin birlikte
Kim bilir kaç yıl sürecek kaygımızı?
Yarınımızın ne olacağını bilmiyorduk
Gene de bilmiyoruz, ama bir umut bu çocuk,
Umutsuzluğumuzun umudu.
                        Git bul ormanda onu."
IV. Dönü

Orman, çıplak yerlilerin attığı büyülü
Bir ağdır ve sanki avlanmış, şaşkın
Bir at gibi dağ, kurtarmak ister başını,
Tırmandıkça tırmanır çukur sulara
Göklerin.
                    Aşağıda,
Surlarla deniz arasında, dokuz kez yıkılmış
Surlarla, yedi kez ıssız kalmış deniz arasında,
Düşle yangının iki kanadı arasında,
Hiçliğin tek kurşunu zamanı uzatan
Ve acele söğütleri ölümün dilinden
Konuşturan dayanıklı ırmak horonu ile
Bitişin komşu duvarı Boğaz arasında
Dönüyordu atlar...Yaşlananı görmedim hiç.
Kimi yelesiyle devirmek ister burçları,
Kiminin eşeler toprağı hala toynakları.
Bir yanda armağanlar bekliyordu : Bir kadın,
Kulplu bir üçayak, altı yaşında bir kısrak,
Ateşe değmemiş bir kazan, iki kulplu bir kap.
Bağırmalar, nal sesleri, toz duman...
Über allen Gipfeln ist Ruh
                                    "Peki,
Dağa bırakılan çocuk ne oldu?"

V. Fal
"Şu mavi boncuğu gördün mü? Bir deveci
Tuttu onu geçende. Tuhaf adamdı doğrusu,
Hem fal baktırır, hem dövüşürdü yılmadan
Falına karşı. Anlamam ben. Boğulmuş
Geçerken Fırat'ı. Aç bir köpektir fal,
Kovalarsın, döner gelir, bulur seni.
Şu önümdeki kurşun ne bileyim kimin falı?
Macbeth'e kral olcağını söyledim,
Ama öldüreceğini söylemedim kralı.
Zamanı uzatmak da elimde değil,
Kısaltnak da. Yat sat tat ksanikam.
Bak, gözümü kırptım, her şey geçti gitti,
Yarın dündür, dünse daha gelmed,.
Şu bakla, tuttuğun çocuk olsun, itiyorum,
İniyor dağdan aşağı...Ne kadar zaman geçti?
Bilemem. O mu, değil mi bilemem gene.
Bir lamba yak, akşam başkadır ışığı,
Gece yarısı başka, bambaşka sabaha karşı.
Ama lamba aynı lamba.
Santana ksana dbarmas.İnan, inanma."

VI. Sevi
Orman sen elimi tutunca başlardı,
Yarılırdı bir incir gibi ortasından.
Koşardıkyukarı iki büklüm, soluk soluğa.
Alabalıklarla düşe kalka, çam pürleri
Keserdi hızımız, Elimi Bırakma, Elimi 
Bırakma...
                   Sonra kayardık ta aşağılara.
Ve alçalırdı sessizlik bir ağaç gibi
Kök salardı sende ve bende, arayarak
Toprağın sıraya dizilmiş suyunu.
Ayçiçeğinden göğüslerin döner ışığa,
Yürürdüm göğsünde öğle saatleri gibi,
Yürürdüm bir anıt kemeri gibi iki yanında.
             Sonra gene başlardık koşmağa,
Yukarı, daha yukarı, çukur sularına
Göklerin. Öperdim seni, titrerdin, parçalanmış
Anları birleştiren sevi düş görmez. Ey orman,
Ey avlanmış atın falı, ey yeniden başlamanın
Aç güvercini! Falımız yok bizim.

Yaktık onu göçmen kuşların gözlerindeki
Benek, gagalarındaki tekçil dane gibi
Daha gün doğarken. Falımız yok bizim. 

               

Dr. Necip Hablemitoğlu (28 Kasım 1954 – 18 Aralık 2002 )


1954 yılında Ankara’da doğan HABLEMİTOĞLU, Ankara Atatürk Lisesi’ni bitirdikten sonra, üniversite eğitimine Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın-Yayın Yüksek Okulu’nda devam ederek, 1977 yılında mezun oldu. 1977 ve 1978 yıllarında Türkiye dışında yaşayan Türklerin sorunlarını irdeleyen “Dilde, Fikirde, İşde Birlik“ adlı aylık bir dergi yayınladı. Uzun yıllar çeşitli kuruluşlarda basın müşaviri olarak çalıştı, 1980 askeri darbesinden sonra YÖK’te basın müşaviri olarak görev yaptı. 1982 yılında YÖK yasası ile birlikte kurulan Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde Araştırma Görevlisi olarak çalışmaya başladı. HABLEMİTOĞLU, yüksek lisans ve doktora programlarını burada tamamlayarak, 1990 yılında öğretim görevlisi oldu. Çalışma yaşamı boyunca, 25 yılı aşkın bir süre Türkiye dışındaki Türk topluluklarının yakın tarihi ile ilgili olarak araştırmalar yapan HABLEMİTOĞLU, Orta Avrupa ve Balkanlar’da Türk eserleri, Türk azınlıkları ve şehitliklerimiz konularında alan araştırmaları yürüttü. Bu çalışmaları çeşitli günlük gazete ve dergilerde yazı dizisi olarak yayınladı. 1995-1996 yılları arasında Birleşmiş Milletler Örgütü Kalkınma Programı (UNDP)’nın TİKA (Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı) ile yürüttüğü bir projesinde görev alarak Moldovya’da Gagauz Türkleri’nin Latin Alfabesine geçişi ile ilgili olarak danışmanlık hizmeti verdi. Buradaki çalışmaları sırasında, Cumhuriyet döneminin başında bölgede Atatürk tarafından görevlendirilen öğretmenlerin bulunduğunu belirleyerek, bir sözlü tarih çalışması yaptı. Bu kapsamda dönemin öğretmenlerinin bugün yaşayan öğrencilerinin anılarını derledi ve bunların bir kısmını ‘’Kemal’in Öğretmenleri’’ adı altında yayınladı. Çalışma alanına ilişkin çok sayıda kitap ve makalesi bulunan HABLEMİTOĞLU, üniversitedeki dersinden döndükten sonra evininin önünde suikaste uğradığı 18 Aralık 2002 tarihine kadar Ankara Üniversitesi’nde Doktor Öğretim Görevlisi olarak yirmi yıl boyunca Atatürk İlkeleri ve Devrim Tarihi derslerini yürüttü.

İlk kitabı daha 19 yaşındayken yazdığı ve 1974 yılında yayınlanan; Sovyet Rusya’daki komünist rejimin halka yönelik baskılarını, sürgünleri ve etnik soykırımı ele alan “ Sovyet Rusya’da Ölüm Kampları “dır. Bu kitabı 2004 yılında “Sovyet Rusya’da Devlet Terörü” adı altında yeniden hiç bir değişiklik yapılmadan yayınlanmıştır. Ayrıca yine 1974 yılında, II. Dünya Savaşı sırasında Sovyet Rusya tarafından Kırım Türkleri’nin kendi topraklarından zorunlu göç ettirilişini, bir anlamda Türklere yönelik en önemli soykırımlardan birini anlatan “Türksüz Kırım: Yüzbinlerin Sürgünü“ kitabı yayınlanmıştır. Diğer kitapları, “Çarlık Rusyası’nda Türk Kongreleri (1905-1917), “Şefika Gaspıralı ve Rusya’da Türk Kadın Hareketi (1893-1920), Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası, Kırım’da Türk Soykırımı, Köstebek, Şeriatçı Terörün ve Batının Kıskacındaki Ülke: Türkiye, Milli Mücadelede Yeşil Ordu Cemiyeti ve Gaspıralı İsmail Bey” isimli çalışmalarıdır. HABLEMİTOĞLU’nun özellikle Türkiye dışında yaşayan Türk toplulukları ve Kırım Türkleri konusunda yayınlanmış tarihi belgelere dayalı çok sayıda makalesi bulunmaktadır. Anne ve baba tarafından Kırım Türkü olan Dr. Necip HABLEMİTOĞLU, Kırım Türkleri’nin Türkçü lideri İsmail Gaspıralı Bey’le kızı Şefika Gaspıralı’ya ait tarihi belgelerden oluşan bir arşive de sahipti. Bugün, araştırmacıların yararlanabilmeleri için bu arşivin bir kısmı, Kırım Bahçesaray Müzesi’ne, önemli bir bölümü de Türkocağı Bursa Şubesi’ne devredilmiştir. HABLEMİTOĞLU, bu çalışmalarının yanısıra, Türkiye’de ve yurt dışında faaliyet gösteren bölücü ve radikal dinsel terör örgütleri ve Alman Vakıfları ile Avrupa Birliği uyum yasaları içinde yer alan vakıflar yasası, Türkiye’nin Ermeni meselesi, Türkiye’de sivil toplum olgusu gibi pek çok sosyo-politik konuda çeşitli araştırmalar yapmıştır. Suikaste uğradığı 18 Aralık 2002 tarihine kadar bitmeyen bir enerji ile çalışma alanına ilişkin Türkiye’de ve yabancı ülkelerde sempozyum, panel gibi bilimsel etkinliklere katılarak, sayısız konferanslar vermiş, çeşitli ulusal ve uluslararası televizyon, radyo programlarına katılmıştır. Necip HABLEMİTOĞLU, kendisi gibi öğretim üyesi olan Prof. Dr. Şengül HABLEMİTOĞLU ile evli, Kanije ve Uyvar adında iki kız çocuk babası idi. 30 Mayıs 2015 yılında anısını yaşatmak, Necip HABLEMİTOĞLU’nu genç bireylere anlatmak ve yeni çalışmalar yapmak amacıyla ailesi ve öğrencilerinin girişimleri sonucunda; Hablemitoğlu Ankara Enstitüsü-HaE faaliyete geçmiştir. Ayrıca aynı yıl Enstitü tarafından ‘’Necip Hablemitoğlu Toplumsal Duyarlılık Ödülleri’’ adı altında bir anma etkinliği düzenlenmiştir. Bu etkinliğin her yıl düzenli olarak yapılmasına çalışılacaktır.

 

Değişim Rüzgarı* Merhamet* Bir Kadının Yaşamından 24 Saat - Stefan Zweig

Stefan Zweig’ın Değişim Rüzgarı adlı kitabı, sınıf farklılıklarını ve hiyerarşinin hümanizm üzerindeki negatif etkisini içermektedir. Bu eserdeki fakir insanlar, savaş sonrası zor yaşam koşullarına sahip iken varlıklı insanların yüksek hayat standartları vardır ve hiçbir zaman da yokluğu tatmamışlardır. 
 
Diğer bir eser olan Merhamet adlı eserde, fakir ve varlıklı insanların davranışları arasında büyük bir farklılık söz konusudur. Bu söz konusu eserlerdeki hiyerarşiyi savunan insanların hümanizm anlayışına aykırı davrandıkları görülmektedir. 
 
Ancak üçüncü incelenen eser olan Bir Kadının Yaşamından 24 Saat adlı esere bakıldığında, eserdeki karakterlerin sınıf farklılıklarına aldırış etmeden birbirlerine yardım ettikleri görülmektedir. Burada vurgulanmak istenen nokta, insanların hiyerarşiye ihtiyaç duymadıklarıdır. Sonuç olarak incelenen yazarın, sınıf farklılıklarını reddeden hümanizm anlayışını benimsediği görülmektedir çünkü, ona göre hiyerarşi gereksizdir.
 

Friedrich Engels ve tarihi maddeciliğin temel taşları

Engels, 1820 yılında, Renanya eyaletinin Barmen (bugünkü Wuppertal) şehrinde, bir tekstil fabrikatörünün oğlu olarak dünyaya geldi.(1) Babası, Marx’ın babasının aksine Aydınlanma esprisine kapalı, sofu ve otoriter bir kişiliğe sahipti. Buna karşılık, Engels, canlı esprisi ve çok yönlü tecessüsü ile daha lise yıllarında despot babaya ters düşecekti. Bu baba-oğul kavgası, sonunda Engels’in eğitimine mal oldu ve genç öğrenci liseden alınarak Bremen’deki bir ticarethanede çalışmaya gönderildi. Ne var ki Engels’in sadece “resmi” öğretimi bitmişti ve kendisi Bremen’de, daha da özgür olarak, tüm boş zamanlarını tarih, felsefe ve edebiyat okumalarına ayırıyor, yabancı diller öğreniyordu. Yazı hayatı da, Bremen’de, henüz on sekiz yaşındayken bir gazeteye takma adla yolladığı edebi makalelerle başladı. Aynı tarihlerde, Engels, yakınları ve dostları ile yazışıyor; özellikle de eski sınıf arkadaşları –ve de rahip çocukları- olan Graeber’lere yolladığı mektuplarda dini dogmaları sorguluyordu.(2)

Engels Bremen’de o sıralarda Almanya’da demokrat bir akım olan Genç Almanya (Das Junge Deutschland) akımının (özellikle de Heine ile birlikte akımın önde gelen figürlerinde K. L. Börse’nin) etkisi altında kalmıştı. 1841’de askerlik göreviyle Berlin’e gidince orada ufuklarını çok daha zenginleştirecek bir ortamla karşılaştı. Bir yıl kadar kaldığı Berlin’de, Üniversite’de derslere devam ediyor, Genç Hegelcilerle tanışıyor, Marx’ın yönettiği Renanya Gazetesi’ne yazılar gönderiyordu. Bu arada Üniversite’deki Hegel etkilerini yok etmesi amacıyla felsefe kürsüsü başkanlığına getirilen Schelling’in de ilk dersine girmiş ve hakkında bir gazeteye ağır bir yazı yazmıştı. 1842 Kasım sonlarında İngiltere’ye geçerken, Köln’de Renanya Gazetesi’ne uğradı ve Marx’la ilk kez tanışma fırsatını buldu. Engels ile Marx’ın bu ilk tanışmaları pek de başarılı olmamış, Engels günlüğüne, Marx ile ilgili, “Trier’li babacan esmer, cezbe dolu bir ruha sahip”(3) diye bir not düşmüştü.

Engels’in 1842’de Manchester’da, babasının hisse sahibi olduğu bir tekstil fabrikasında çalışmaya başlaması düşünce hayatında bir dönüm noktası olmuştur. Sanayileşmenin en ileri düzeyde olduğu, teknolojide dev adımların atıldığı bir ülkede, kapitalistleşme sürecini bizzat bu sürecin motor gücü olan tekstil sanayinin içinden izlemek kuşkusuz bulunmaz bir fırsattı. Engels burada sadece fabrika sisteminin gerçek niteliğini öğrenmekle kalmadı, iktisat kuramlarını da eleştirel bir gözle inceledi.

Engels İngiltere’ye Chartist hareketin öncülük yaptığı bir genel grevden sadece iki hafta sonra ayak basmıştı. Hareketin merkezi Manchester’dı ve grev başarısızlıkla sonuçlansa bile işçi sınıfının gücünü ortaya koymuştu. Manchester bir göçmen işçi şehriydi ve çevreyi kuşatan varoşlarda korkunç şartlar altında çalışan emekçilerin büyük bir kısmı (ve şehir nüfusunun dörtte biri) İrlandalı göçmenlerden oluşuyordu. Chartist hareket İngiltere’de bu koşullarda başlamış ve o dönemde en disiplinli şekilde örgütlenen işçi sınıfı bu koşullarda pamuk, demir ve kömür sanayilerinde ağırlığını koymuştu. Engels Chartist hareketin bazı öncüleriyle tanıştı, hareketi destekledi ve Chartist’lerin yayın organında (Northern Star) yazılar yazdı.

Engels’in İngiltere’de geçirdiği yirmi bir ayın en büyük kazancı kuşkusuz insanlık tarihinde tayin edici bir rol oynayan sanayileşme hareketini bizzat merkezinde izlemek olmuştu. Yıllar sonra, Engels, İngiltere tecrübesini şu şekilde anlatacaktır: “Manchester’da en açık şekilde şunu fark ettim: Tarihçilerin bugüne kadar rol vermedikleri; verirlerse de ancak ikinci derecede bir rol atfettikleri iktisadi olgular, en azından modern dünyada belirleyici bir güç teşkil ediyorlar; bunlar bugünkü sınıf çelişkilerinin üstünde yükseldiği bir temel oluşturuyorlar; bu sınıf çelişkileri de, özellikle İngiltere gibi büyük sanayinin tam gelişmesine elverişli olduğu ülkelerde siyasal partilerin, siyasal kavgaların ve sonuç olarak da siyasal tarihin temelini teşkil ediyorlar.”(4)

Engels Manchester’de kaldığı sürede çığır açıcı nitelikleri bugün dahi yeterince anlaşılmamış iki çalışma yapmıştı. Bunlardan birincisi Marx’ın çıkardığı Alman-Fransız Yıllığı’na yolladığı, liberal iktisat kuramını kıyasıya eleştiren makalesiydi. İkincisi ise İngiliz işçi sınıfının yaşam koşulları hakkında yaptığı somut araştırmalardı. Engels bu araştırmaların sonuçlarını Barmen’e döndükten sonra kaleme alacak ve ortaya çıkan eser 1845’de Leipzig’de yayınlanacaktır.

O yıllarda Engels’in hayatı açısından en az bu çalışmalar kadar önemli başka bir olay daha cereyan etti; o da şuydu: Genç düşünür Manchester’den Barmen’e, oradaki artık manen de uzaklaşmış olduğu aile ocağına dönerken, Paris’e de uğramış ve orada Marx’la ikinci kez görüşmüştü. Birinci buluşmalarının aksine bu ikinci görüşme çok hararetli geçti ve iki düşünür ömür boyu sürecek bir dostluk ve işbirliğinin temellerini bu görüşmede attılar. Hegel’in felsefesinden etkilenmiş, Genç-Hegelcilerle tanışmış, Feuerbach’ı okumuş bu iki genç düşünür, bu kez çok farklı iki tecrübeden geçmiş olarak karşı karşıya geliyorlardı. Marx bir süredir çalışmalarını tarihin, siyasetin ve devrimin damgasını taşıyan bir şehirde, Avrupa’nın kültür başkenti Paris’te yürütmekteydi; aylardır da derinlemesine Fransız Devrimi’ni inceliyordu. Buna karşılık Engels de sanayileşme devriminin merkezinden, her yıl yeni bir teknolojik buluşun emekçilerin yaşamını allak bullak ettiği Manchester’dan geliyordu. Böylece bu buluşma Alman felsefesi, Fransız devrim tarihi ve İngiliz iktisatçılığının buluşması şeklini aldı. Kısa bir süre sonra tarihi maddeci kuram bu buluşmanın ürünü olarak ortaya çıkacaktır. Engels bu buluşmaya Marx’ı şaşırtan ve büyüleyen bir çalışmayla, ekonomi politiğin eleştirisiyle gelmişti.

Tarihi maddeciliğin inşasında temel taşlarından biri olan bu makalede, Engels, hangi saptamaları yapıyor, neleri eleştiriyordu? Aşağıdaki satırlarda genç âlimin çağının çok ilerisinde olan düşüncelerini özetlemeye çalışacağım.

***

Engels, “taslak” olarak nitelediği incelemesinde, 1840’larda İngiltere’de egemen olan “iktisat bilimi”ni eleştiriyordu. Ne var ki, düşünür, makalesinde sadece bunu yapmakla kalmıyor, henüz doğmamış olan tarihi maddeciliğin esprisine uygun bir şekilde, liberal iktisat kuramının ideolojik ve sınıfsal temellerini de açıklıyordu.

Engels’e göre, Ekonomi Politik, “ticaretin artmasının doğal bir sonucu olarak doğmuş ve böylece bilimsel nitelikten yoksun, ilkel, işportacı bir iktisat anlayışı, yerini gelişmiş bir ruhsatlı hile ve zenginleşme ilmine terk etmişti”.(5) Başlangıçta tüm amaç, ulusların tek zenginlik kaynağı olarak görülen kıymetli madenler birikimine yardımcı olmaktı. Devletler birbirine hasetle, açgözlülükle yaklaşıyor; birbirinden mümkün olduğu kadar fazla altın ve gümüş koparmaya çalışıyordu. Bu zihniyet doğal olarak altın ve gümüşün yurt dışına çıkmasının yasaklanmasına götürüyor ve mallar ancak likit para (altın ve gümüş) karşılığı satılıyordu. Ne var ki böyle bir siyaset tutarlı ve karşılıklı bir şekilde uygulanamazdı; çünkü bu uygulama ticaretin sonu olurdu. Bunun yerine, “merkantilizm” adı verilen siyaset, kıymetli madenleri ticaret ve tekellerle artırma ilkesini koydu. Artık amaç ticareti geliştirmek, ihracat fazlası yaratmak ve bunu kıymetli madenlere dönüştürmekti. Bunun için de devletlerin birbirine “en avantajlı” ticaret anlaşmaları empoze etmeye çalıştıkları kanlı merkantil savaşlar yapıldı.

Bir devrim ve Aydınlanma yüzyılı olan 18. yüzyılda, iktisatta da bir devrim yaşandı ve yeni bir iktisat anlayışı doğdu. Yeni iktisat devletlerin egoizmine ve “merkantil sistemin yarattığı kanlı teröre” karşı duyulan “tiksinti”den kaynaklanmıştı. İlhamını Adam Smith’in Milletlerin Zenginliği’nden alan bu sistem ticaret serbestliğini, milletlerin dostluğunu ve insanların kardeşliğini ön plana çıkarıyordu. İktisatçıların ilgisi üretimden tüketime yönelmiş, iktisat ilmi, yüzyılın “hümanist” esprisi içinde adeta bir “hayırseverlik” etkinliği halini almıştı. Oysa değişen sadece görüntüydü ve hümanizm perdesi arkasında eski gerçekler (“tutarsızlık, riyakârlık ve ahlaksızlık”) varlıklarını artırarak sürdürüyordu. Özel mülkiyet ve rekabete dayanan yeni sistem feodal kölelik yerine “modern köleliği” getirmiş, sözde eski sistemin ahlaksızlığını yadsırken daha da ahlaksız bir sistem yaratmıştı. Yine de ortada bir ilerleme vardı ve o da şuydu: Merkantil sistemlerin kurduğu hukuki tekellerin yıkılması ile küçük, yerel çıkarlar arka plana itiliyor ve o dönemin kavgasını “evrensel insan kavgası” düzeyine getiriliyordu. Bu noktada Engels bir itirafta bulunuyor ve “memnuniyetle teslim edebiliriz ki, diyor, ancak serbest ticaretin gerçekleşmesi ve meşrulaşması bizlerin özel mülkiyet iktisadının ötesine gidebilmesini sağladı; fakat bu, aynı zamanda bizlere serbest ticaretin teorik ve pratik hiçliğini sergileme hakkı da vermelidir”.  Engels’in sosyalizmin hangi koşullarda doğduğunu anlatan bu cümlelerinde burjuva devrimciliğinin ve bunun ötesinde de mülkiyet düzenine karşı işçi enternasyonalizminin ilk işaretlerini görüyoruz. Dört yıl sonra kaleme alacakları Manifesto’da Marx ve Engels burjuva devrimciliğini bir ilerleme aşaması olarak çok daha hararetli bir şekilde öveceklerdir.

Liberal iktisadın temel kategorilerinden biri de “değer” sorunuydu ve iktisatçılar malların “maliyet değeri” ile fiyatlar arasındaki ilişkiyi araştırıyordu. Liberal kurama göre bir malın maliyet değeri, 1) toprak sahibinin rantı, 2) sermayedarın kârı ve 3) işçinin ücreti olmak üzere üç öğeden oluşuyordu. Fakat piyasada alıcıların karşılaştığı fiyat bunların toplamı anlamına gelmiyordu. Ricardo maliyet masrafları ile ulaşılan değeri “soyut değer” olarak nitelemişti. Bu değer soyuttu; çünkü yapılan masraf ne olursa olsun, eğer ürün bir yarar sağlamıyorsa bir “değer” de taşıyamazdı. Buna karşılık J. B. Say’ın altını çizdiği “yarar” öğesi de tek başına “soyut” ve sübjektif kalıyor, gerçekte bir anlam ifade etmiyordu. Çünkü doğada yarar sağlayan, fakat çok bol olduğu için hiçbir değere sahip olmayan maddeler vardı. Bu karışıklığı iktisatçılar şöyle çözümlediler: Fiyatı asıl belirleyen, “üretim masraflarının yararlılığa oranıydı”. Bu durumda eğer iki malın üretim masrafları eşit ise fiyatı belirleyen öğe “yararlılık” olacaktı. Yararlılığı da piyasada mallara olan talep tayin edecekti. Bir mala talebin fazlalığı o malın fiyatını yükseltiyor; bu da aynı malın üretimini ve arzını artırıyordu. Arz artışı ise, reaktif bir etkiyle tekrar fiyatları düşürüyor ve sonuç olarak da üretim daralıyor, işsizlik artıyordu. Kısaca piyasa arz ile talep arasında denge sağlayamıyor ve bunlar arasındaki dalgalanma beş-yedi yıl arasında değişen ticaret krizleri yaratıyordu.

Görüntü buydu, fakat bu görüntünün arkasında bambaşka gerçekler yatıyordu. Aslında bu krizlerin gerçek nedeni özel mülkiyet sistemiydi ve liberal iktisat “özel mülkiyet sistemini sorgulamayı hiç aklına getirmemişti”. Oysa üretimi oluşturan üç öğe de (toprak, sermaye, emek) evrensel planda tekelci, bu kez hukuki değil, iktisadi anlamda tekelci bir potansiyel taşıyan bir rekabet içindeydiler.

Liberal iktisatçılar, “merkantilizmin tekelcilik barbarlığına son vermedik mi?” diye zafer çığlıkları atıyorlardı.  Oysa yaptıkları şey, küçük ve yerel tekellere son verirken, özel mülkiyetin, Engels’in deyimiyle “çok daha özgür ve kayıtsız bir biçimde işleyecek tek büyük ve temel tekelini” kurmuşlardı. Fakat bu sürecin yine de bir olumlu yönü vardı ve iktisatçılar buna bilinçsiz bir şekilde katkıda bulunmuşlardı: “Aslında iktisatçılar hangi davaya hizmet ettiklerinin farkında değildiler; tüm egoist muhakeme tarzları ile yine de insanlığın evrensel ilerlemesinde bir halka teşkil ettiklerini bilmiyorlardı; kısmî çıkarların çözülmesi ile yüzyılın yürüdüğü büyük dönüşüme, insanoğlunun hem doğa hem de kendisiyle barışması dönüşümüne yol açtıklarını göremiyorlardı.” Engels bu satırları yazdıktan elli bir yıl sonra, sözünü ettiği barışmaya çok uzak bir dünyaya veda etti.

Engels, devrimler çağında yaşadı ve kapitalizmin günümüzde de geçerli gizli yasalarını keşfetmeyi başardı; fakat bu küresel potansiyelli üretim biçiminin daha egemenliğini bile kuramadan bitişine elbette tanık olamazdı.(6) Aslında çağdaşı olan iktisatçılarla temel bir noktada anlaşma halindeydi: Yaratılan tüm değerlerin kökeninde emek vardı ve sermaye de “yoğunlaşmış emek”ten başka bir şey değildi. Bu bakımdan toprak, sermaye ve emek birbirinden ayrı düşünülemezdi. Fakat liberal iktisatçılar özel mülkiyet sisteminin bu öğeleri birbirinden ayırdığını ve bunları hem kendi içlerinde hem de diğer öğelere karşı rekabet haline soktuklarını görmüyor ya da görmek istemiyorlardı. Böylece mülk sahibi olmayanların tek sermayesi olan emek güçleri de (Arbeitskraft) mal haline geliyor ve piyasada “rekabetle saptanan” ücret karşılığı satılıyordu. Bu koşullarda yarattığı değer de kendisine “yabancılaşıyor”du ve bu doğaya aykırı ayrışma (emek sermaye ayrışması) ancak özel mülkiyet sistemine son verilmesiyle “ortadan kalkacaktı.” Bu temel farklılaşmayı gizler biçimde iktisatçılar “ulusal zenginlik”ten söz ediyorlardı. Oysa örneğin, “İngilizler, ulusal zenginliği çok büyük, fakat kendileri güneşin altında yaşayan en fakir ulus” idiler ve Engels bunu Manchester’de yaşarken, İngiliz işçi sınıfını tüm yaşam koşulları ve sefaletleri içinde incelerken söylüyordu.

Görüldüğü gibi, liberal iktisatla beraber temelde bir şey değişmemişti; fakat iktisat bilimi gün geçtikçe daha “sofistike” oluyor, buna karşılık iktisatçılar da dürüstlükten daha çok uzaklaşıyorlardı. Adam Smith ve David Ricardo mekantilistlerden, J. Mill ve J. R. McCulloch da onlardan daha sofistike, fakat daha az dürüst idiler. Bu durum en çarpıcı örneğini Malthus’un nüfus kuramında buluyordu. “Nasıl teoloji zamanla ya kör inanç haline geliyor ya da özgür felsefeye dönüşüyorsa, serbest ekonomi de ya tekelleşmeye yol açacak ya da özel mülkiyet sistemini ortadan kaldıracaktı”. Engels, rekabetin nasıl spekülasyonu kızıştırdığını, spekülasyonun da nasıl felaketleri bile borsada kâra çevirdiğini New York yangını (Aralık 1835) örneğiyle anlatıyor.

Salt iktisat kuramı çerçevesinde krizlere çözüm bulamayan liberal iktisatçılar bu konuda Malthus’un nüfus kuramına sarıldılar. Arz ve talep kanunun çözemediği, aksine tahrik ettiği döngüsel krizler belli bir nüfus politikası ile çözülebilirdi. Bu politika Anglikan rahibin basit bir gözlemine dayanıyordu: Yaşamı sağlayan temel ihtiyaç maddeleri aritmetik dizi ile artarken, nüfus geometrik diziyle artıyordu. Açlık ve sefalet bu oransızlıktan doğuyordu. O halde yapılacak şey de nüfus kontrolü olmalıydı.

Bu yolla arzla talep arasında denge kurulabilir, krizler önlenebilir miydi?

Aslında Malthus da krizi yaratan temel nedene, mülkiyet sisteminin yarattığı haksızlık ve eşitsizliklere inmiyor, bunları daha da artırabilecek bir çözüm öneriyordu. Fazla nüfusu önlemek düşüncesi her türlü vahşete yol açabilirdi. Örneğin Engels’in makalesinden birkaç yıl önce (1838’de) piyasaya, “Marcus” imzalı ve fakirlerin çocuklarının “acı vermeden öldürülmesini sağlayacak bir devlet kurumu” kurulmasını savunan broşürler sürülmüştü.(7) Kuşkusuz böyle bir amaç bir din adamı olan Malthus’a mal edilemezdi. Hatta Engels Malthus’un nüfus kuramında olumlu bir yön de buluyordu. İngiliz rahip bu kuramıyla dikkatleri tüketimden üretime, yani maddi alana çekmişti. Makalesinde bir kez bile “diyalektik” sözcüğü geçmeyen, fakat her soruna diyalektik yöntemle yaklaşan Engels için, bu, kötü bir kuramın iyi tarafıydı. Ne var ki Malthus, ihtiyaç maddelerinin artışının yavaşlığını vurgularken temel bir hataya düşmüş, bilim ve teknolojinin hızla ilerlediği bir çağda bunların emek gücünü, dolayısıyla da üretimi artırıcı rolünü görememişti: “Malthus için zenginliğin koşulu toprak, sermaye ve emekti; başka bir şeye ihtiyacı yoktu; bilim, Malthus’un ilgi alanına girmiyordu”.  Oysa o tarihlerde, başta İngiltere olmak üzere hızla sanayileşen ülkelerde sık sık emeğin verimliliğini ve üretimi artıran buluşlar yapılıyor, milletlerin değilse bile sermaye sahiplerinin zenginliği hızla artıyordu. Engels sanayileşmeyi hızlandıran bu buluşlarla ilgili isimler veriyor ve “1770’ten itibaren İngiltere tarihinin gösterdiği gibi, diyor, emek talebinde her yükseliş, emek verimliliğini hatırı sayılır derecede artıran ve emek talebini saptıran bir icada yol açtı.”(8) Özel mülkiyet sisteminde bunun sonucu krizlerin, işsizliğin, sefaletin  -ve sefaletle birlikte ahlaksızlığın ve cürümlerin- artması şeklinde ortaya çıkıyordu. Oysa A. Alison’un Engels’in makalesinden dört yıl önce yayınlanan bir eserinde gösterdiği gibi, “nüfus fazlası” olduğu iddia edilen İngiltere, bilim ve teknoloji sayesinde “on yıl içinde nüfusunun altı katına yetecek kadar hububat üretebilirdi.”(9)  Malthus ve izleyicileri bu gerçeği görmezden gelerek, nedenleri değil sonuçları ortadan kaldırmaya çalışıyorlardı.

***

Engels’in makalesindeki temel fikirler bunlardı. Görülüyor ki, Genç-Hegel’ci Alman düşünürler daha çok Hegel’ci ve Feuerbach’çı soyutlamalar içinde tartışırken ve en fazla “sivil toplum”u çözümlemeye çalışırken, genç Engels, daha sonra Marx’ın derinleştireceği “sivil toplumun anatomisi”ni yapmaya başlamış ve tarihi materyalizme giden yolun ilk taşlarını döşemişti. Bunların başında işçinin emek gücünün (Arbeitskraft), fiyatı piyasada belirlenen bir mal haline geldiğini; böylece emek gücünün üretilmesinin de rekabete bağlı bir statü kazandığını (ve bunda “temel ihtiyaç maddeleri”ne dikkat çeken Malthus’un kuramının olumlu bir rol oynadığını) görmesi geliyor. Böylece daha 1844’te, sonradan Marx’ın kapitalizm çözümlemesinde anahtar kavram olacak “artı-değer” (Mehrwert) kavramı yönünde önemli bir adım atılmış oluyordu.

Engels’in makalesinde tarihi maddeciliğin oluşmasına önemli bir katkı daha vardı. Genç düşünür daha o tarihlerde bilim ve teknolojinin bir “üretim gücü” haline geldiğini görmüştü. Daha sonra Marx’ın da Kapital’de ifade ettiği (10) bu gerçek, farklı perspektiflerde, günümüzün Marksist tartışma konuları arasına girmiş bulunuyor.

***

1844’te Engels, bir yandan Fransız-Alman Yıllığı’nda ekonomi politiğin kuramsal temellerini eleştirirken öte yandan da oturmakta olduğu Manchester’le yetinmeyip, Londra, Leeds, Bradford, Sheffield gibi hızla sanayileşen şehirlere de ziyaretler yapıyor ve İngiliz işçi sınıfının somut yaşam koşullarıyla ilgili veriler topluyordu. Bu çalışmanın ürünü de 1845’te Leipzig’te yayınlandı. Eserin önsözünde, Engels, “Eğer sosyalist kuramlara ve bunların meşruluğuna sağlam bir temel sağlamak, lehte ve aleyhteki tüm fantastik masallara ve uydurmalara son vermek isteniyorsa, diyordu, proletaryanın yaşam koşullarının bilinmesi mutlak bir zorunluluktur.”(11)

Aslında o tarihte Engels’in işçi sınıfıyla ilgili çalışması, teorik yaklaşımı farklı olsa bile, tek ve izole bir arayışın ifadesi değildi. “1830’larda her akıllı gözlemcinin nazarında, Avrupa’nın iktisaden ileri bölgelerinde yepyeni sorunların ortaya çıktığı; artık sadece ‘fakirler’in değil yeni bir sınıfın, proletaryanın söz konusu olduğu açıktı”.(12) Bu ortam Aydınlanma çağından itibaren gelişmekte olan insan ve toplum bilimlerini de sarsmış, bu genç bilimlerin sınıfsal çıkarlarla ilişkilerini daha geniş bir planda tartışma konusu yapmıştı. 19. yüzyılın başlarından itibaren Batı Avrupa’da sınıfsal hareketlerle sosyal bilimleri birbiriyle işbirliği halinde olan, birbirini besleyen ve yansıtan iki etkinlik olarak görme eğilimi hayli yaygınlaşmıştı. Napolyon savaşlarını hemen izleyen dönemde “işçi sınıfı basınında ekonomi politiğe karşı değişen tutumu” inceleyen N. W. Thompson, 1816-1834 arasında “işçiler arasında klasik doktrinlerden farklı ve onlara karşı bir işçi sınıfı ekonomi politiğinin ortaya çıkarıldığını” saptamıştır. Başlangıçta anti-entelektüalist eğilimler taşıyan bu akım içinde bazıları da, 1830’larda, “(mevcut düzeni) övücü bir şekilde kullanılan” klasik doktrinleri bu yönlerinden temizlemek ve onları işçi sınıfının durumunu düzeltmek için kullanmak istemişlerdi.(13)

1840’lara gelindiğinde sanayileşmede belli bir aşamaya ulaşmış tüm ülkelerde işçi sınıfının durumuyla ilgili ayrıntılı araştırmalar bir hayli ilerlemiş bulunuyordu. Hatta E. Buret’nin 1840’da yayınlanan eserinde olduğu gibi Fransız ve İngiliz emekçi sınıflarının “sefaletini” karşılaştırmalı bir biçimde ele alan çalışmalar da vardı.(14) Yine de fazla abartmadan diyebiliriz ki Friedrich Engels’in henüz yirmi dört yaşındayken kaleme aldığı ve 1845’de yayınlanan eseri bu konuda bir dönüm noktası oldu. (15)

Engels, eserinin önsözünde söylediği gibi, “yirmi bir ay boyunca” yakından gözlediği İngiliz işçi sınıfını ilk defa olarak “bütünüyle” ele alıyor ve yaşam koşullarını bütün yönleriyle inceliyordu. Bu çalışmanın teorik temelleri biraz önce özetlediğimiz makalesinde mevcuttu. Engels, Paris’te Marx’la randevusuna bu çalışmaların kendisinde yarattığı özgüvenle gidiyordu. Bu görüşmeden düşünce tarihinin en yaratıcı dostluğu ve işbirliği çıkacaktır.

***

Marx ve Engels, Paris’te, 1844 Ağustos sonunda, Rejans kahvesinde buluştular.(16) Bu görüşmeye hâkim olan atmosfer iki genç düşünürün iki yıl önceki görüşmelerinde esen soğuk havalardan çok farklıydı. Bunun en önemli nedeni ise kuşkusuz Engels’in Alman-Fransız Yıllığı’na göndermiş olduğu makaleydi. Manchester’de, işverenlerin arasında ve onların olanaklarına sahip olarak, fakat işçilere patronlardan çok farklı bir biçimde yaklaşan Engels, iki yıl içinde iktisat alanında Marx’ın henüz sahip olmadığı bir tecrübe kazanmıştı. Gerçekten de o sırada Marx’la görüşmesinde, Engels, iktisat alanında “alıcı olmaktan çok verici” idi. Daha sonraları Engels’in büyük bir tevazuyla yadsımalarına rağmen, çağdaşı F. Mehring “gerçek şudur ki, diyordu, son tahlilde belirleyici kavganın verileceği alanda (yani ekonomi politik alanında, T. T.), başlangıçta, veren Engels, alan da Marx idi” (17) Paris’te o ana kadar daha çok felsefe ve tarih üzerinde çalışmış olan Marx,  daha çok bu makalenin etkisiyle iktisat okumalarını yoğunlaştırdı ve klasik iktisatçılardan alıntılar için kullandığı defterin başına da Engels’in “dâhiyane” olarak nitelediği makalesinden aldığı notları yerleştirdi.(18) 1844 El Yazmaları’nın iktisatla ilgili kısımları Marx’ın Engels’ten aldığı ilhamla yaptığı okumaların izlerini taşımaktadır.    

***

Aslında 1844’te bir Paris kahvesinde buluşan iki düşünür birbirini tamamlayan iki farklı tecrübeyi temsil ediyorlardı. Yine Mehring’in yazdığı gibi, “Engels’in İngiltere’de geçirdiği yirmi bir ay, Marx’ın Paris’te geçirdiği yılla aynı anlamı taşıyordu. Yurt dışında aynı sonuca ulaşırken ikisi de Alman felsefe okulundan hareket etmişlerdi; fakat Marx çağın kavgalarını ve gereklerini Fransız Devrimi temelinde kavrarken, Engels aynı kavrayışa İngiliz sanayi temelinde ulaşmıştı”.(19) Böylece iki düşünür Paris’te her konuda anlaştılar ve yaşam boyu sürecek bir dostluğun ve işbirliğinin temellerini attılar. Yıllarca sonra Engels, Köln Komünist Birliği’yle ilgili anılarını yazarken bu buluşmayı şöyle anlatacaktır: “1844 yazında Paris’e Marx’ı görmeye gittiğimde tüm teorik sorunlar üzerinde tam bir anlaşma içinde olduğumuzu gördük ve işbirliğimiz bu tarihte başladı. 1845 ilkbaharında Brüksel’de tekrar buluştuğumuz zaman, Marx, anlaştığımız ilkeler üzerine tarihi materyalist kuramını inşa etmişti bile! Ve beraberce bu yeni anlayışı ayrıntılı bir şekilde, her yönde geliştirmeye koyulduk”.(20)

 Prof. Dr. Taner TİMUR

 bilimveutopya.com.tr

Acımak - Reşat Nuri Güntekin

 
“Ben zannediyordum ki ömürlerimizin teknesini istediğimiz,sahile götürmek için yalnız onun dümenini ele almak kafidir…Şimdi anlıyorum ki değilmiş… Yollar, görünmez kayalarla doluymuş…Onlara çarpmamak lazımmış…Daha fenası gizli cereyanlar varmış ki insan onlara kapıldığı zaman yolun değiştiğini, gittikçe uzaklaştığını fark edemezmiş…Ta kendisini başka sahillere düşmüş görünceye kadar…” 
 
 

Şu dil meselesine dönelim, isterseniz. Ben o olayın tanıklarından biriyim ama günümüz okurları yaşlarından dolayı hatırlamayacaklardır. Neydi o olay?

Bir gün Nazlı Ilıcak Hanım beni arayıp dille ilgili bir konuşma yapıp yapamayacağımı sordu. Uzmanlık alanım olmadığı için yapmayacağımı söyledim. Haldun Taner ya da Vasfi Rıza Bey’i (Zobu) önerdim kendisine. Meğer zaten bu isimlerden red cevabı almışlar. Ben tabii arayanların siyasi çizgilerinin ne olduğunu da bilmiyorum, “Size farklı dönemlerde yapılmış çevirilerden bölümler okuyabilirim ama onlar üzerine konuşamam,” dedim. Kabul ettiler. Sonrasında, sırf orada bulunmamdan ötürü kıyamet koptu, hakkımda çok kötü yazılar çıktı.

Dildeki anlaşmayı savunmadığınız, eski dile dönüşü tercih ettiğiniz gibi bir izlenim yaratıldı. 

Bu olayla ilgili en gücüme giden şeylerden biri de hocam Cahit Külebi’nim bana tavır koymasıydı. Biraz zaman geçip bu olay unutulur gibi olmuştu ki İzmir’de bir turne sırasında karşılaştık; Cumhuriyet gazetesi ekibiyle birlikte oturuyordu, hemen yanına gidip elini öpmek istedim. “Hadi oradan, pis Osmanlıcı” dedi bana. Böyle kalakaldım, gözümün dokuz yerinden yaş boşaldı. Düşünebiliyor musunuz, iş bu raddeye kadar geldi. Cahit Bey dört yıl hocam olmuştu; beni tanır, bilirdi. Bir telefon edip “Ne yaptın sen, nasıl gittin oraya” demesini beklerdim.

Tabii Cahit Bey’in de bir dramı vardı. Kendisi yıllarca sağ kesimin şairi olarak bilindi. Sonradan Cumhuriyet gazetesinde ilk öldürülen çocuklardan birisinin anısına yazdığı unutulmaz bir şiiri yayımlanınca, sol tarafta bir kez daha saygınlık kazandı. Demek o ekibin içinde tekrar kendini tescil etmek için size böyle davrandı.

Benim o dönem Tercüman gazetesi çevresinin düzenlediği o toplantıya gitmem bir hata zincirinin sonucuydu; başka da hiçbir şey değildi. Yalnızca metinlerden örnekler verdim, ki onları bugün de veriyorum.

Yıldız Kenter, Selim İleri

İdeallerin Yenilgisi - Dr. Ali Şeriati

Tarihin bütün nesillerinden daha çok eziyet çekmemize rağmen, sevinerek söyleyeyim ki biz çok mesut bir nesiliz. İnsanın dert ve yenilgisi dönemlerini gördüğümüz için mesut bir nesiliz. Acaba gerçek dert ve yenilgi, yalancı ümit ve sevinçten daha iyi değil midir? Şuurdan doğan dert, akılsızlıktan doğan dertsizlikten daha iyi değil midir? Ben yirminci asrın ikinci yarısında olduğum için çok seviniyorum, eğer on dokuzuncu asırda olsaydım burjuvazinin yirminci ve yirmi birinci asırda yeryüzünde yapmak istediği cennet için ahmakça slogan atardım. Şimdi burjuvazi cennetinin yapılmış olduğu bir zamanda, gözlerimle üç asırdır ilmin, Samiri'nin paradan buzağası olduğunu görüyorum. Altından yapılmış ve aldatıcı bir şekilde, ama ruhsuz, ruhaniyetsiz, maneviyatsız, yalancı, sahte banka parası ortaya çıktı ve ahmakları kendine secde ettiriyor. 
 

22 Kasım 2022

Barış Adlı Çocuk - Sevgi Soysal

 

Sevgi Soysal'ın 1968-1976 yılları arasında yazdığı öyküleri arasından kendi seçtiği on üç tanesini topladığı kitaptır Barış Adlı Çocuk. İnce gözlemleri ve sağlam duyarlılığıyla, bir öykü gibi kısa fakat anlamlı yaşamından bize bıraktığı son eserdir...

 Bu kitaptaki on dört öyküden en az yedisi, tekrar tekrar okunup, tekrar tekrar tadına varılacak, üzerlerinde düşünülecek kalıcılıkta. Her biriyle Tante Rosa’nın acıklı güldürüsü arasında köprüler kurabileceğimiz öyküler bunlar. Burada kendi seçme sıramla, sözünü ettiğim yedi öykünün adlarını anmak isterim: ‘Nasıl Öğreteceğim Köpeğe Aport’u?’, ‘Deli Tank ve Çocuk’, ‘Cellat Fuchs, Kent Halkına Nasıl Karıştı?’, ‘Eskici’, ‘Hanife’, ‘Yapı’ ve ‘Ay’ı Boyamak’. Yabancılaştırmayı, yabancılaştırılmayı, insancadan kopmanın etkin ve edilgin biçimlerini, insancaya dönme özleminin ve savaşımının çıkar ve çıkmaz yollarını; hem tek tek öykülerin içerisinde, hem de bunların bütünselliğinde kavranan bir diyalektikle sergiler Soysal bu öykülerde. Anlatılanda bulduğumuz gibi, anlatımda da buluruz bu diyalektik bakışın izlerini. Serinkanlı bir gözlemcinin nesnel, aktarıcı anlatımı, duygulu, sıcak ve coşkulu bir anlatımla iç içedir. Seçilen anlatım biçimlerinin birinden öbürüne geçişi ve öykülerin dokusuna organik olarak katılmasını sağlayan öğe ise, keskin bir ironi. Kitabın hemen bütün öykülerinde rastlanan, hınçsız bir ironi bu. Kaynaştırıcı işlevinde. Tutkulu Perçem’den, Tante Rosa’dan tanıdığımız, alıştığımız, Sevgi Soysal’la özdeşlediğimiz ironi.

 Özümlenmiş bir dünya görüşünden, bu görüşün kazandırdığı sağlam bir yöntemden ve öncelikle de gerçek bir edebiyatçının kaleminden çıkmıştır bu öyküler. Kalıcı olmalarına karşın güncel, hatta güncelliğin büyüsüne kapılmaksızın, güncelliklerinden aldıkları güçten ötürü kalıcı olduklarını söyleyebilirim. Sevgi Soysal’ın bütün yazdıklarında yansıyan öykücü yanını vurgularken, hep öykücü damarıyla yazdığını söylemek isterken, haklıydım. Yaşadığı çarpıcı, etkileyici, önemli olayları,dönemleri, yerleri yazmadan edememesinden de belli. Yani yaşarken de öykücü damarıyla yaşıyor. Az önce güncelliğin büyüsüne kapılmaksazın güncel kaldıklarından söz ettiğim öykülerin yanısıra, kitapta 12 Mart’ı, sıkıyönetimi, hapishaneyi, hastaneyi anlatan öyküler de var. Aslında yazılmayacak gibi değil bunlarda anlatılanlar, dürtmeyecek gibi değil yazarı. Ama adlarını andığım yedi öyküde yakalanan diyalektik denge, bu diğer öykülerde yer yer hafif sarsıntılar atlatıyor. Yoğun yaşanmış bir güncelliğin büyüsü; yaşayan, duyan, eleştiren Sevgi Soysal’ı edebiyatçı kişiliğinin bütünlüğünden çekip koparmaya çabalıyor. Önceleri de çabalamıştı. Gerçi ne o zaman başarmıştı, ne bu sefer, bu kitabın son beş öyküsünde başarıyor; ama kendini hissettiyor yine de. Röportaj gibi öykü yazmaya, öykü gibi röportaj ya da anı yazmak yeğ tutulur elbet ve bu öykülerde bile, röportajı çok aşan yerler, bir teli tınlatan edebiyatça yanlar var; ama adlarını andığım yedi öykünün Türk öykücülüğündeki yerleri apayrı. 

Delikli nazarlık 

 Şaban ayında efendicağzıma eşraf-ı Selâniki’den İzzet Efendi’nin nur gibi, nurcuklar gibi uldu bir uğulcağızı. Uğlan pek güzel idi, idi körpecik. Kuyasın uncağıza necip bir ad, dedi ebe, İzzet Efendi’ye. Kuydular uğlancağıza Necip adını. Neneceğizleri, sütneneceğizleri, hammineceğizleri, tuh, tuh, diyerek gönülceğizlerinden kopardıkları altunları Necip’in yastıcağızına iliştiri, iliştiriverdiler. Olmasın mı idi yavrucağızın bir nazarlıkçığı? Olsun idi, olsun idi ya, babacağızı Rıhtım Caddesi’ndeki İstavro’nun kuyumcusundan en halis altun nazarlığı alıverdiydi de haminneler, sütnineler, neneler maşallahlar çekerkene takılıverdiydi nazarlık Necipcağızın yastıcağına. 

Ah ah, çiftlikler kimin olsun? Necip’in olsun. İnekler, tavuklar, yumurtalar, civcivler, piliçler, buharı tüten sütler, kaymaklar, ballar, hayın Bulgarlar’ın en halis yoğurtları, kaz ciğerleri, kuzu ciğerleri, tavukgöğüsleri ve Pişona Çiftliği’nin bütün kadınlarının memeleri ve bu memelerin bol akası sütleri kimin olsun? Necip’in, Necip’in elbet. 

Bunlar hep Necip’in değil miydi? Bunlar hep Necip’in doğumunu beklemiyor muydu? Nazarlığın büyüsü bunları daha on kez Necip’in kılsın, bin kez Necip’in kılsın, nasıl kılmasın ah, bütün bunlar Necip’in doğumunu beklemiyor muydu? Nazarlık da kem gözleri beklesin. Büyüsü olsun, şeftaliler, karpuzlar, armutlar daha ballı, daha sulu olsun. 

Necip işedi, aman aman işedi. Necip kaka yaptı, aman aman kaka yaptı; bezler, bezler, bezler, halayıklar, beslemeler, urum dadılar, elleri dilleri kopasıcalar, gözleri körolasıcalar, yıkadılar, yıkadılar, yıkadılar. Ha halayıklara ha, ha beslemelere ha, vurun Necip’i sırtınıza, indirin Necip’i merdivenlerden, çıkarın Necip’i merdivenlerden, deh halayıklar deh, deh beslemeler deh, deh aman deh, kafalarına çat küt, kıçlarına çat küt, Necip’in eli yetene kadar, anası, nenesi, dedesi, haminnesi, sütninesi, halayıklara, beslemelere çat küt. Necip’in eli yetince çat küte de pat küte de kendi yetişir oldu, kendi vurur oldu elceğiziyle. 

Önce anasının, sonra sütninesinin, sonra haminnesinin, sonra nenesinin, sonra dedesinin, sonra beslemelerin saçını çekti. Nazarlığı kafalarına attı, nazarlığın iğnesini kıçlarına batırdı çıkardı, batırdı çıkardı ah, ah nazarlığın omzunda olmadığı anlar Allah korudu da kem gözler hep başkalarının çocuklarına çarptı. Önce anasına, sonra babasına, sonra sütannesine, sonra haminnesine, sonra dedesine, sonra kel beslemeye eşşek dedi, aman ağzını seviseviversinler; eşşoğlueşşek dedi, aman dilini sevsinler, gonca gül ağzını, lokum dilini; bok dedi, aman yesinler ağzını, anana, babana, dedene, haminnene, nenene deme olur mu! Beslemeye de, halayıklara de, Rum dadıya de, de olur mu oğulcağızım de, oh de.

Bu ne yorucu on yıldır ki hep meme emerek geçti. Hep işeyerek, yiyerek, eşşek, bok diyerek, halayıkları, herkesleri döverek, herkesin sırtına binip merdivenden aşşağı, merdivenden yukarı at koşturarak geçen on yıl nasıl yorucu, ama nasıl geliştiricidir ki, Necip on yaşında bırakıp anasının pörsümüş memesini, beslemelerin, genç halayıkların, aileye sığıntı dulların körpe memelerini emmeye başlayıverdi. Nazar değmesin ve değemez asla, çünkü nazarlık ne güne duruyor hah ha. 

Bir emdi, bir dövdü, bir emdi, bir sövdü. Sövdükçe, emdikçe, dövdükçe büyüdü, erkekleşti, erkekleşti, erkekleşti; bütün halayık, besleme, sığıntı takımının oraları, buraları ona kurban olsun! 

İzzet Efendi’nin, efendi, efendilerin efendisi, efelerin efesi, paşaların paşası, yoluna kurban olunası oğlu Necip, ah bütün yürekler onun için çarpsın, bütün bikirler onun için izale olsun; önce köpeklere, sonra eşşeklere, sonra atlara bindi. Atıyla varsın önüne geleni kovalasın! Kırbacıyla varsın önüne geleni korkutsun! Daha nasıl adam olsun? Daha bir eksiği kaldı mı ki? Kaldı, kaldı, babası ona Bulgar komitacılarından bir tüfenk aldı, aldı da ne iyi etti. Necip tam adam oldu, aslanlar aslanı oldu. O olmasın da kimler olsun? Necip önce boşalmış yağ tenekelerine, sonra bostandaki karpuzlara, ağaçlardaki şeftalilere, armutlara, asmalardaki üzümlere, bahçıvanın şapkasına, sonra canı nereye isterse nişan aldı vurdu, nişan aldı vurdu. Aslana hele aslana! Pişona Çiftliği’nin bütün tavukları, köpekleri, kedileri, buzağıları, beslemeleri tabana kuvvet savulun! Aslana hele aslana! Elbet korkun! Elbet kaçışın! Çil yavrusu gibi dağılın! Aslanın maşallahı var! Hem de kem gözlerden koruyan nazarlığı var. 

Hava sıcaktı. Bütün hayvanlar uyukluyordu ve bir eşekarısı uyumak için Necip’in omzuna kondu. Hangi aslanın omzuna konduğunu ne bilsin? Necip, tüfengiyle belki de başka bir eşekarısına nişan alırken korkup omzunu sokuverdi. Necip acındı, sonra kaşındı, eli omzuna dikili nazarlığa takıldı. O nazarlık ki, analarının, nenelerinin, haminnelerinin, sütninelerinin, urum dadılarının hayatlarının bir anlamı da onu kirli gömlekten söküp temiz gömleğe dikmekti, söküp dikmekti, söküp dikmekti. Necip bulduğu bu küçük nişangâha pek sevindi, onu dilediği ıraklıktaki bir yere dikip çekti tetiği, çekti tetiği, çekti tetiği; o aslanların aslanı, gürbüzlerin gürbüzü, erkek delikanlı kevgire dönmüş nazarlığa bastı da, aman aman bastı da paşaların, efendilerin dünyasına yürüdü gitti.

Pişona Çiftliği’nde tavuklar sık sık kesilir, inekler sık sık doğurur. Beslemeler sık sık kovulur. Bir gün kovulan hamile bir besleme, hamile olduğu için kovulan bir besleme ya da besleme olduğu için hamile kalan bir besleme, kovulduğu için besleme olan bir hamile, kovuldu.

Beslemeler bir bohçayla kovulurlar, beslemelerin kovulurken bir bohçaları vardır, bu bohçalar ya anneannenin, ya nenenin, ya annenin dikizinden geçer de yine o ufarak bohçaya, beslemenin ardından, evde yittiği sanılan neler neler sığıştırılır, sonradan. O kadar çok şeyler sığdırılır ki sandıklara sığmaz. Şu nerede? Çingene bohçasına atıverdi de gitti. Onu da, bunu da, şunu da; ama şurası doğru ki besleme
evden giderken bahçede bulduğu kevgire dönmüş altın nazarlığı bohçasına kodu da gitti. Bir ırak bildiğine, akrabasına sığındı. Ah, ona kimler kucak açsın? Ah, niçin kucak açsınlar ona, niçin bağırlarına bassınlar? O konaklarda, o hanım insanların, bey insanların orda tek durmayan, rahatı batana kucak açsınlar, niçin? Çamaşıra, tahta silmeye gide gele, beş on kuruş getire götüre, eh peki, otursun oldu. Oturmakla kaldı mı körolası, bir de doğurdu. O taş yerine, köpek yerine doğan oğlanı doğurdu. O, seni doğuracağıma taş doğursaydım, köpek doğursaydımı doğurdu. Aman, bu oğlanı kim belesin? Kimler ninni söylesin? Kakasını, çişini kimler netsin? Kimler alsın onu kucağına? Geldi de dünyaya ne oldu? Ne vardı da geldi dünyaya? Onu bekleyen ne vardı? Getire getire ne getirdi? Nesi var ki ne getirsin, ola ola bir nazarlığı var; vay geberesice, vay canı çıkasıca, vay it dölü, kahpe dölü, vay gözü körolasıca, Allah canını alasıca vay! dediler ırak akrabalar. Ağladı, yedi tokadı; anasının sütü kesildi, yedi tokadı; kustu, yedi tokadı; bağırsakları bozuldu, yedi tokadı; karnı ağrıdı, yedi tokadı; nasıl yemesin? Bütün bu tokatlar onu beklemiyor muydu?

Ve günlerden bir gün ırak akraba evinde çamaşır yıkandı. Canı çıkasıca, ayakları kopasıca hep ayaklar altında dolanıyordu; ah o uğursuz, uğursuz ah, tekneyi devirmesin mi? Kaynar sularla haşlanmasın mı? Kavrulup da canı gerçekten çıkmasın mı?

Sonra hep anlatmışlar, ırak akrabalar, hep konular komşular anlatmışlar, anlatmışlar. Oğlan göze gelmiş. Kem gözler, kem kem gözler, nazarlığın deliklerinden kevgirden süzülür gibisine süzülmüşler de, uğlancağıza değivermişler, yaa, değivermişler.

1968

Nicolas Berdiaeff, Aldous Huxley'in meşhur anti-ütopyası Brave New World (Cesur Yeni Dünya)'sının başlangıcında şöyle demektedir.


Ütopyaların gerçekleşme ihtimali evvelce zannedildiğinden çok fazladır.Bugün bambaşka dertli bir mesele karşısındayız:onların büsbütün gerçekleşmesini nasıl önlemeli?..Ütopyalar gerçekleşebilir şeylerdir. Hayat ütopyalara doğru yürüyor. Belki de yeni bir çağ başlıyor, bir çağ ki aydınları, yetişkin sınıfları ütopyalardan kaçınmak ve ütopyalık olmayan daha az olgun ama daha hür bir cemiyete dönmek çarelerini düşünmeye dalacaklardır...Nicolas Berdiaeff 
 

Deniz Kurdu - Jack London


Uçsuz bucaksız denizlerin, sert esen rüzgârların, çetin yaşam koşullarının yazarı Jack London, bir fok avı gemisindeki yaşamı anlatıyor.

Batan bir gemiden kurtulan Van Weyden, Kurt Larsen’in acımasızlıklarla dolu gemisi Hayalet’e sığınmak zorunda kalır. Kurt Larsen ilginç bir adamdır; bazen kaba kuvvete başvurur, bazen kitaplara gömülüp derin tartışmalara girer. Van Weyden ise genelde onun suyuna gider, nadiren ona isyan eder. Fakat gemiye Maud Brewster’ın gelişiyle işler değişir… Bakalım Humphrey Van Weyden ile Kaptan Kurt Larsen arasındaki çekişmeyi kim kazanacak?

Deniz Kurdu sis çökmüş denizde, şiddetli dalgalarla ve birbirleriyle mücadele eden insanların romanı.

 * * *

 Bazen şakayla karışık, bütün bunların Charley Furuseth’in başının altından çıktığını düşünmekle beraber, anlatmaya nereden başlayacağımı pek bilemiyorum. Kış aylarında pineklemek ve Nietzsche’yle Schopenhauer okuyarak zihnini dinlendirmek dışında pek ziyaret etmediği, Tamalpais Tepesi’nin gölgesindeki Mill Vadisi’nde yazlık bir kulübesi vardı. Yaz geldiğinde ise şehirde kalıp sıkı çalışmayı, sıcak ve tozlu bir varoluşa katlanmayı tercih ederdi. Benim her cumartesi akşamından pazartesi sabahına kadar onda kalmak gibi bir alışkanlığım olmasaydı, bana bu malum ocak ayının pazartesi sabahı San Francisco Körfezi’nde bir geminin içinde rastlayamazdınız.

 Güvenilirliğinden şüphem yoktu; hatta Martinez yeni model bir buharlı vapurdu ve Sausalito’yla San Francisco arasındaki yolu dördüncü veya beşinci kere katediyordu. Tehlike, körfezi kaplayan ve bir kara adamı olarak beni pek endişelendirmeyen o ağır sis perdesinde yatıyordu. Hatta, çocuksu bir heyecanla geminin ön tarafına, tam kaptan köşkünün altında kalan ön güverteye konuşlanıp gizemli sisin hayal gücümü ele geçirmesine izin verdiğimi gayet iyi hatırlıyorum. Taze bir esintinin eşliğinde, nemli bir bilinmezliğin içinde bir süreliğine yalnızdım
– tamamen yalnız olmasam da: başımın üstündeki camdan evde duran dümencinin ve kaptan olduğunu düşündüğüm adamın varlığını belli belirsiz duyumsayarak.

 Ne büyük rahatlık diye düşündüğümü anımsıyorum; bir körfezin diğer ucunda yaşayan dostumu ziyaret etmek için sisleri, rüzgârları, akıntıları ve yön bilgisi çalışmamı gereksiz kılan bu işbölümü ne büyük rahatlık. İnsanların birtakım alanlarda uzmanlaşmaları güzel şey, dedim kendi kendime. Kaptan ve dümencinin derin bilgisi, denizden ve yön bulmaktan ancak benim kadar anlayan binlerce insana yetiyordu. Öte yandan, enerjimi bunları öğrenmek yerine başka önemli şeylere harcayabiliyordum; Poe’nun Amerikan edebiyatındaki yerinin bir analizine örneğin – bu, Atlantic’in yeni sayısında çıkan makalemin konusudur aynı zamanda. Gemiye ilk bindiğimde, kamarasının önünden geçerken iriyarı bir beyefendiyi Atlantic’in tam da benim makalemin bulunduğu sayfasını okumaktayken fark etmiş, onu muhteris bakışlarla süzmüştüm. İşte yine ortadaydı; kaptanla dümencinin derin bilgisi bu irikıyım beyefendiyi güvenle Sausalito’dan San Francisco’ya taşıyarak, Poe üzerine sahip olduğum ayrıcalıklı bilgileri okuması için ona olanak sağlayan işbölümü.

 Kamara kapısını ardından sertçe kapatarak güverteye paldır küldür dalan kırmızı suratlı bir adam düşüncelerimi yarıda kesmeme sebep oldu, neyse ki “Özgürlüğün Gerekliliği: Sanatçı İçin Bir Savunma” adını vermeyi düşündüğüm bir makaleyi çoktan aklımın bir köşesine yazmıştım. Kırmızı suratlı adam kaptan köşküne bir bakış attı, sisi inceledi, bir süre güvertede paldır küldür yukarı aşağı yürüdü (bacakları besbelli takmaydı) ve sonunda, iki yana açılmış bacakları ve suratında keskin bir haz ifadesiyle gelip yanımda durdu. Hayatının denizde geçtiğine hükmederken haksız değildim.

 Başıyla kaptan köşkünü selamlayarak, “Saçların vaktinden önce ağarmasına yol açan şeyler böyle pis havalardır işte,” dedi.

 “Özel bir baskıyla karşıya karşıya olduğumuzu düşünmemiştim,” diye cevapladım. “Bana A, B, C
kadar basit görünüyor. Pusula sayesinde yöne, mesafeye ve hıza hâkimler.Matematiksel bir kesinlikten öte bir şey göremiyorum.” 

“Baskı!” dedi homurdanarak. “A, B, C kadar basit! 

Matematiksel kesinlik!”  

Bana bakarken sırtını geriye yaslayarak destek alıyor gibi görünüyordu. “Peki ya Golden Gate’ten bize doğru hızla gelen şu akıntıya ne diyeceksin?” diye buyurdu, hatta feryat etti. “Ne kadar hızla ilerliyor dersin? Bu ne anlama geliyor peki? Şunu duyuyor musun? Bu bir çanlı şamandıra ve biz onun yolunun tam üzerindeyiz! Rotayı nasıl değiştirdiklerine bak şimdi!”

 Sisin içinden bir çanın acı çınlaması duyuldu ve dümencinin dümeni korkunç bir hızla çevirdiğini gördüm. Tam karşımızdan geliyor gibi duyulan çan sesi, şimdi yan tarafımızda kalıyordu. Bizim geminin düdüğü de boğuk boğuk ötüyor, yer yer sisin içinden başka düdük sesleri duyuluyordu. Misafirim, sağımızdan gelen düdüğü işaret ederek, “Bu da bir çeşit feribot olmalı,” dedi. “Ve şu! Duyuyor musun? Birisi ağzıyla çalıyor. Büyük ihtimalle bir uskuna. Kendinizi kollayın, Bay Uskunacı. Ah, ben de öyle düşünmüştüm. Şimdi kıyamet kopacak!” Gözlerden saklanan vapur, düdüğünü art arda çalıyor; ağızla çalınan boru dehşete düşürücü bir tarzda ötüyordu. Kırmızı suratlı adam, telaşlı ıslıkların kesilmesi üzerine, “Şimdi de birbirlerine saygılarını sunarak aklanmaya çalışıyorlar,” diye devam etti. Düdüklerin ve ıslıkların dilini anlaşılır bir dile tercüme etmiş olmanın heyecanıyla gözleri parlıyor, yüzü ışıldıyordu. “Şurada, solumuzdan gelen şey bir buharlının sireni. O boğazında kurbağa varmış gibi duyulan adam da, akıntıya karşı Heads’ten buraya kadar geldiğine göre buharlı bir yelkenlide diyebilirim.”

 Bu sırada cılız, tiz bir ıslık delirmişçesine başladı, sesi tam karşıdan ve epey yakından geliyordu. Bu kez Martinez’in çanları duyuldu. Geminin çarkları durdu, nabzı atmaz oldu ve sonra yeniden başladı. Koca koca hayvanların feryatları arasında bir çekirgenin ötüşü kadar cılız ve tiz duyulan bu ıslık, sisin içinden yan yöne fırlayıp hızla silikleşti ve kayboldu. Beni bu konuda da aydınlatması için refakatçime döndüm.

 “Şu deli fişeklerden biri ilerliyor,” diye söze girdi. “Neredeyse o beş para etmez veledi batırmadığımıza pişman olacağım! Çok sorun çıkarıyorlar. Hem ne işe yararlar ki? Önüne gelen denyo bir gemiye atlayıp düdüğünü var gücüyle çalarak dünyayı bir uçtan öbür uca katetmeye ve tüm dünyaya ona sahip çıkmaları gerektiğini duyurmaya kalkar, çünkü o kendine sahip çıkamaz! Çünkü o yoldadır! Ve senin de onun hakkını gözetmen gerek! Geçiş hakkı! Genel nezaket! Hiçbir şeyden haberleri yoktur bunların!”

Bu yersiz öfke patlaması beni epey eğlendirmişti ve o, öfkeyle bir aşağı bir yukarı yürürken, ben de kendimi sisin cazibesine bıraktım. Gerçekten de çok romantikti: Sis, esrarın gri gölgesi misali dünyanın hızla dönmekte olan bir noktasının üzerinde kuluçkaya yatmış ve salt ışık parçacıkları olan, çalışmaya dair delice bir hevesle lanetlenmiş insanların kimisi tahtadan, kimisi çelikten yapılmış atlarını bu esrarın tam kalbine doğru sürmekte, görünmez olanın içinde yollarını el yordamıyla aramakta, yürekleri belirsizlik ve korkuyla ağırlaşmış olduğu halde özgüvenle ve gürültüyle şakımaktaydılar.

 Refakatçimin sesi beni bir kahkahayla kendime getirdi. Gizemin içinde keskin bir görüşle dolandığımı sanarken, aslında ben de el yordamıyla, debelenerek ilerliyordum.

 “Hey! Bize doğru gelen biri var,” diyordu. “Şunu duyuyor musun? Hızla geliyor hem de. Dosdoğru üstümüze geliyor. Sanırım bizi henüz duymadı.

 Rüzgâr ters yönden esiyor.” Rüzgâr. Bütün şiddetiyle üstümüze esiyordu ve ben biraz ilerimizde öten düdüğü çok net duyuyordum.

 “Feribot olabilir mi?” diye sordum. 

Başıyla onayladı ve “Aksi takdirde bu kadar hız yapamazdı,” diye ekledi. Hafifçe kıkırdadı. “Yukarıdakiler endişelenmeye başladı.”

 Yukarı baktım. Kaptan başını ve omuzlarını köşkün dışına dayamış ve gözlerini, saf irade gücüyle içini delip geçebilecekmiş gibi büyük bir dikkatle sise dikmişti. Yüzü, tıpkı tırabzana dayanmış, görünmez bir tehlikeye doğru aynı dikkatle bakmakta olan refakatçimin yüzü gibi endişe doluydu.