30 Eylül 2022

Şafak - Sevgi Soysal

 

'Benim için bir tecrübeydi. Yazıyorum, bundan da memnunum. Çok şey gördüm. Bize adi ya da siyasi mahkum muamelesi yapılmadı. Bize savaş tutsağı muamelesi yapıldı. Ve bu bize zaman zaman söylendi de... Yani devlet düşmanı olmakla suçlandık. Hala hayatta olduğumuza sevinmeliydik. Ya da bize yiyecek bir şeyler verdiklerinde...İnsan muamelesi gördüğümüz için dua etmeliydik. İkincisi asker gibi davranmak zorundaydık. Ve bu bir sivil olarak biz kadınlar için dayanılmaz bir durumdu.''

12 Mart... Hem sanık hem de tanık Sevgi Soysal, böyle dillendiriyor yaşadıklarını... ''Şafak'''ta, sanıklıkla kol kola giden bu tanıklığı, 12 Mart olgusunu, bu olgunun toplum ve birey üzerindeki derin etkilerini yetkin bir biçimde yazıya döküyor. 

Önce Baskın... Adana'da bir ev... Kapı tekmelendiği an deklanşöre basıyor Sevgi Soysal. Evdeki herkes sığıyor fotoğraf karesine... Adana'da sürgünde bulunan Oya, avukat Hüseyin, Hüseyin'in Selimiye'den salıverilen öğretmen kardeşi Mustafa, evinde misafirlerini ağırlayan, tekstil fabrikasında işçi, Hüseyin ve Mustafa'nın dayıları Maraşlı Ali, komşu Ekrem, milliyetçi hassasiyetlerle yetişmiş bacanak Zekeriya... ''Yenişehir'de Bir Öğle  Vakti'''nin 'devrildi devrilecek kavağı'nın yerini, 'ha oldu ha olacak baskın', onun tedirginliği alıyor sanki... Bakıyor çektiği fotoğrafa Sevgi Soysal ve her birini, tek tek, geçmişlerinden alıp o 'an'a, fotoğraftaki her birey için farklı bir anlamı olan baskın anına ilikliyor. 

Gürültüyle kırılıyor kapı ve evin erkekleri, sürgün Oya ile birlikte çıkarılıyorlar dışarı. Emniyete götürülüyorlar... Belirsizliğe...
 
Sonra Sorgu... - Özellikle - iki kişiyi cımbızla çekiyor fotoğrafın içinden Sevgi Soysal. Oya ve Mustafa'yı... Ve 'çifte sorgu' başlıyor. Bir yanda düzene karşı çıkış ve sonucu düzen tarafından zalimce sorgulanma, diğer yanda da ilkiyle yan yana ilerleyen iç sorgu, iç hesaplaşma... Clichélerin, tekrarların tuzağına düşmeden, ikisini de tutkuları, zayıflıkları ve özlemleriyle o kadar başarılı bir biçimde aktarıyor ki Soysal, ''Şafak'''ı sadece 12 Mart romanı yapmayan, yazıldığı dönemin ötesine götüren de bu oluyor kanımca. Oya'nın tek başına kapatıldığı hücrenin karanlığında, sabah ne olacağını bilmeden kafasından geçenler, gece boyunca süren, belki de diğerinden daha acımasız iç hesaplaşma, öz eleştiri; Mustafa'nın karısını düşündüğü, onu, ilişkilerini kafasında akıttığı anlar o kadar insani ki...

Ve Şafak... Gün ışıyor her şeye rağmen... İhbar asılsız çıkıyor, hepsi bırakılıyorlar.
 

29 Eylül 2022

Saadet - Attilâ İlhan

geldin mi şehrimize buğday benizli sonbahar
gökyüzü yine bulutlar bağlamış
deniz ürperiyor içini çektikçe rüzgâr
tarz-ı nevin yola çıkmış beşiktaş iskelesinden
akıntı ters geliyor
mavi sisler içerisinde üsküdar
istanbul yakasında minareler kalem gibi yükseliyor

 ikimiz denize karşı yan yana oturmuşuz
ve plakta eski bir meyhane şarkısı
hıçkırıklı bir ses şikâyetçi sevgilisinden
garson değiştir şunu kardeşim yok mu bir başkası

 biz ümitle dolu bir şarkı istiyoruz
aldı bizi götürdü sonbahar havası
gözlerin senin bademsi gözlerin
gökte beyaz zambak gibi martılar
ve deniz boylu boyunca mavi
görebildiğin kadar

 biz insanız insanlara saadet lazım
ve bir eylül akşamı
yıldızların zenginliği titretirken insanı
yaseminler gibi açılması hayatımızın
ve bir yürek dünya örsünde dövülmüş
ve bir dünya ışıklar içinde
çoluk çocuk sokaklara dökülmüş

 işte ninni gibi bir yağmur çiseliyor
istanbul şehri minareler bulutlar içinde
neden böyle mahzun kızkulesi
tarz-ı nevin yolda akıntı ters geliyor
nasıl da kaybolmuşuz sonbahar içinde
cehennem olup gitsin o bîvefa sevgilisi
garson değiştir şunu kardeşim
allah aşkına yete

yağmurla birlikte yağdı saadet için ölenler
fırtına gözleriyle bulut bulut indiler
göğüsleri kalbur gibi delik deşik
delirmiş delirecekti kalbimiz
canımıza yetmişti beklemek
onlar konuştu biz dinledik
– saadet var olmanın büyük sebebi
saadet asırlarca bitmeyen hasretimiz
o size gelmezse siz ona gideceksiniz
mademki bir eylül akşamı yaseminler gibi
ve mademki tek dünya
tek yürek

28 Eylül 2022

Vahidettin, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele - Turgut Özakman

Son yılların, günümüze ışık tutan en geniş ve şaşırtıcı araştırması. Yakın tarihimize yönelik başlıca yalanları, yanlışları ve yutturmacaları büyük bir sabırla derleyen ve titizlikle değerlendiren Turgut Özakman, yüzlerce yerli ve yabancı objektif kaynağa dayanarak gerçekleri açıklamakta, bilinen kıvrak üslubu ile bir kısım yorucu ve ayrıntılı bilgiyi bile, bir solukta okunacak biçimde sunmaktadır.Bütün tarihseverlerin ve yakın tarihimizle ilgili gerçekleri öğrenmek isteyenlerin, başucu ve başvuru kitabı olacak bir çalışma. Eserde değinilen yalan, yanlış ve yutturmacaların çoğu ile belki de ilk kez karşılaşacak, çok şaşacak, çok gülecek, belli bir amaçla nasıl bir sahte tarih yaratılmak istendiğini görerek, Türkiye'nin geleceği bakımından çok da düşüneceksiniz. Çeşitli iddiaları değerlendirilen eski yeni yazar ve siyasetçilerden bazıları:H.E. Adıvar, Çetin ve Mehmet Altan, Fikret Başkaya, Burhan Bozgeyik, Hasan Hüseyin Ceylan, Fatih Çekirge, İ.H. Danişmend, Abdurrahman Dilipak, Tarık Mümtaz Göztepe, Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, Ahmet Kabaklı, Kazım Karabekir, Necip Fazıl Kısakürek, Cemal Kutay, Yalçın Küçük, Prof. Dr. Faruk Özerengin, Emine Şenlikoğlu, H. Suphi Tanrıöver, Mete Tunçay, Vehbi Vakkasoğlu ve ötekiler...
 
 
 

“Bilgi insanı kuşkudan, iyilik acı çekmekten, kararlı olmak da korkudan kurtarır.” Konfüçyüs

 

Bilen yapar, az bilen öğretir, bilmeyen yönetir, hiç bilmeyen denetler.

Sana bir şeyi nasıl bilebileceğini öğreteyim mi? Bildiğin zaman bildiğini anla, bilmediğin zaman ise bilmediğini anla.

Etraflıca çalış, doğru bir şekilde araştır, dikkatlice düşün, düşündüklerini gözden geçir, ciddi ve samimi bir şekilde uygula.

 Bende 1 bilgi var, sende 1 bilgi var. Ben sana 1 bilgi versem, sen bana 1 bilgi versen, bende 2 bilgi, sende de 2 bilgi olur.

 

 

 

 

26 Eylül 2022

Dil Bayramımızın 90. yılı Kutlu Olsun!

 
Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bir de Türk dili Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felâketler içinde ahlâkını, ananelerini, hatıralarını, menfaatlerini, kısacası, bugün kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili Türk milletinin kalbidir, zihnidir.

Türk dili zengin, geniş bir dildir. Her mefhumu ifadeye kabiliyeti vardır. Yalnız, onun bütün varlıklarını aramak, bulmak, toplamak, onlar üzerinde işlemek lâzımdır.

Türk milletini ve Türk dilini medeniyet tarihinin ve kültür dillerinin dışında görmenin ne yaman bir yanlış olduğunu bütün dünyaya göstereceğiz. 

Öyle istiyorum ki Türk dili bilim yöntemleriyle kurallarını ortaya koysun ve her dalda yazı yazanlar bütün terimleriyle çoğunluğun anlayabileceği güzel ahenkli dilimizi kullansınlar. 

Daha çocukken, dersler, kitaplar arasında yuvarlanırken his ederdim ki bu dilin bir şeye ihtiyacı var. O ihtiyacın ne olduğunu nasıl elde edileceğini bilmezdim. Fakat mutlaka bir şey lâzım olduğunu hissederdim. 

En iyi müdafaa usulü taarruzdur. Şu halde dil alanında türemiş yabancılıklara saldıralım; ağacı bir defa silkeleyelim: görelim hangi çürükler düşecek; kalan sağlamlar bakalım ne kadardır... 

Millî şuurun kalabilmesi ve uyanık bulunması için dil ve tarih uğrunda çalışmaya mecburuz. 

Milletimizin siyasî ve toplumsal hayatında, milletimizin fikrî terbiyesinde rehberimiz ilim ve fen olacaktır. Türk milletinin, Türk sanatı, ekonomisi, Türk şiir ve edebiyatının bütün güzelliği ile gelişmesi ancak mektep sayesinde, mektebin vereceği ilim ve fen sayesinde olacaktır. 

 

22 Eylül 2022

Fikret Kızılok - Ne Zaman I Not Defterimden

Aya gidilecek 

daha da ötelere, 

teleskopların bile görmediği yere. 

Ama bizim dünyada 

ne zaman kimse aç kalmayacak, 

korkmayacak kimse kimseden, 

emretmeyecek kimse kimseye, 

yermeyecek kimse kimseyi, 

umudunu çalmayacak kimse kimsenin?

 

Aya Gidilecek – Nazım Hikmet 

TIK

Fikret Kızılok - Ne Zaman I Not Defterimden 

 

Doğan Kuban:Mimarlık Tarihine Adanmış Bir Ömür

 

İTÜ’nün kıymetli öğretim üyesi ve Cumhuriyet mimarlık tarihimizin efsane isimlerinden Prof. Doğan Kuban’ın anısına Toplumsal Tarih dergisi özel bir dosya hazırladı.

Haber: İTÜ Medya ve İletişim Ofisi

 

  


21 Eylül 2022

Bir motifin hikâyesi bir kitaba sığmasa da, Yazma nedir diye sormuşlar ustasına… "Güzeli çoğaltmak" demiş… Bedri Rahmi…

 

Geleneksel Yazma Şenliği 

İçimde renkler tutuşur 

Al yanar yeşil tutuşur 

Ne sihirdir ne keramet 

Ne de el çabukluğu marifet 

* * * 

Sen yokmusun sen
Vişnenin vişneliğini
Kayısının kayısılığını
Üzümün üzümlüğünü
Bildiği kadar kendini bilsen...

* * *

Biçim dediğin her daim
Yanı başında
Elin kolun gibi senin
Sana yapışık
Renge gelince karmakarışık

* * *

Yazla, yazmalarla canlanıyor bahçemiz...

Kalamış Yazmaları

Halk sanatında resmin yerini nakış tutar. Ömründe bir tek sahici tablo görmemiş milyonlarca insan vardır, fakat içine nakış girmemiş bir tek ev, bir çift göz bulunabileceğini sanmam.

Bizim memleketimizde nakışın tuttuğu yere gelince, bu alanda eşimiz yoktur diyebiliriz. Çünkü bize suret çizmeyi yasak etmişler, biz de bunun acısını dünyanın hiçbir tarafında bulunamayacak kadar çeşitli nakışlar yaparak çıkarmışız. Nakışlardaki renk ve biçimleri incelerken yolum yazmalara düştü. Bir seneden beri çeşitli yazmaların, yazmacılığın, yazmacıların peşindeyim. Beni yazmalara çeken şu oldu: Evvelâ resim sanatına benzeyen tarafları var. Tabloların çoğu bez üzerine yapılır, yazma da öyle... Üzerine resim yapılacak bez, uzun emeklerle muşamba haline getirilir. Buna rağmen, ileride çatlayıp dökülmeyeceğim ve üzerine sürülen boyaları rahatsız etmeyeceğini kimse garanti edemez.

Yazma güneşten, yağmurdan, çamurdan korkmaz. Yazma boyası resim boyaları gibi bezin yalnız üstünde durmaz, onun iliklerine kadar işler, onunla kaynaşır, bir bütün olur. Yazmanın resimle bir kardeşliği var. Gerçi bu kardeşlik doğuştan değil, fakat bir o kadar mühim. Kalıp meselesi...

Yazma nakışları evvelâ bir tahtaya oyulur, sonra bu tahta mühür gibi boyanır, beze basılır. Aynı usul resim gravür sanatında kullanılır, yalnız tahta üzerinde değil; çinko, bakır veya taş üzerine yapılır. Bez yerine de kağıda basılır. Yazmanın doğuşunda kalıp yok. İlk yazmalarımız doğrudan doğruya has renklerle fırçayla işlenirmiş.

Kalıpla yazma basan bir yazma tezgahı küçük bir matbaa veya küçük bir empirme fabrikası demektir. Yazmacılığın ruhu has renk ve has biçim demektir. Halk sanatımızın yüzünü güldüren has biçimler yazmacılığımızda hâlâ yaşamaktadır. Has renklerden mahrum herhangi bir nakış, yaşama gücünün yarısından çoğunu kaybetmiş demektir. Islanmaktan, gün ışığından korkan bir renk hayatımıza nasıl karışır. 

Anadolu’nun birçok yerlerinde hâlâ has renkleri bilenler, bulanlar var. Bir yandan bunları incelerken, öte yandan kimya ilminin en son nimetlerinden faydalanmamız lazım. Bizim kökleri, tohumları kaynatarak bulduğumuz has renklerin daha iyileri çoktan bulunmuş. Tabii çürüklerden biraz daha pahalı, fakat aylarca göz nuru dökülerek örülen halis nakışlı bir kilimin çürük renklere bulanmasından daha hazin ne olabilir? 

 Has renklerin bir kısmına İstanbul yazmacılarında rastladım. Onlara kavuştuğum zaman o kadar sevindim ki, günlerce üstüm, başım, elim, yüzüm has renklere bulandı. Yalnız üstüme, başıma değil ciğerime kadar işlediler. Gündelik hayatıma, konuştuğum dile karıştılar.

Bedri Rahmi Eyüboğlu

 

“İnsan sadece yalnız kalabildiği sürece bütünüyle kendisi olur: Demek ki yalnızlığı sevmeyen özgürlüğü de sevmez; çünkü insan ancak yalnız kaldığında özgürdür. Baskı, her toplumun ayrılmaz arkadaşıdır.” Arthur Schopenhauer

 


Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar

 

19 Eylül 2022

Zor Sevdalar - Italo Calvino


 Bir Piyade Erinin Serüveni

Kompartımanda, piyade eri Tomagra’nın yanına uzun boylu, yapılı bir kadın gelip oturdu. Giysilerinden, tülünden taşralı bir dul olduğu anlaşılıyordu: uzun yas dönemlerine özgü giysi siyah ipekliydi, ama gereksiz süsleri, dantelleri vardı, tül ise modası geçmiş kocaman bir şapkanın çevresinden yüze dökülüyordu. Piyade eri Tomagra kompartımanda başka yerlerin boş olduğunu dikkate almış, dul kadının hiç kuşkusuz o yerlerden birini seçeceğini düşünmüştü; oysa dul kadın, bir askerin yakınlığının iticiliğine karşın, gelip tam oraya oturmuştu; piyade eri de hemen, hava akımı, gidilen yön gibi yolculukla ilgili bir rahatlığa bağlamıştı bunu.


İri kıvrımları anaç bir yumuşamayla gevşememiş olsalar, dolgun, hatta biraz geniş bedeninin canlılığı nedeniyle otuzun biraz üstünde gösterecekti kadın, ama yüzüne bakınca, hem mermer gibi, hem kendini salmış derisi, ağır göz kapakları ile kapkara kaşların altındaki erişilmez bakışı, aceleyle çarpıcı bir kırmızı sürülmüş sıkı sıkıya kapalı dudakları kırkın üstünde olduğu havasını uyandırıyorlardı.

İlk iznine çıkan piyade eri Tomagra (paskalya tatiliydi), yapılı, iri yarı kadının sığamıyacağı korkusuyla koltuğunda büzüldü ve hemen kadının koku alanı içinde buldu kendisini, bilinen belki de sıradan bir kokuydu, ama çoktandır sürüldüğü için artık doğal insan kokularıyla karışmıştı.

Kadın yanıbaşına düzgün bir biçimde oturmuştu, ölçüleri ayakta göründüğünde sandığı kadar hantal değildi. Tombul, koyu renkli dar yüzüklü ellerini, kucağındaki parlak bir çanta ile, çıkartarak yuvarlak, açık renkli kollarını ortaya koyduğu bir ceketin üstünde tutuyordu. Ceket çıkartılırken Tomagra, geniş bir kol devinimine yer açar gibi çekilmişti, ama kadın neredeyse kıpırdamamış, kısa omuz ve gövde devinimleriyle ceketin kollarını sıyırmıştı.

Trenin koltuğu ikisi için de oldukça rahattı, Tomagra dokunarak onu rahatsız etmek kaygısı olmaksızın, kadının aşırı yakınlığını duyumsayabiliyordu. Tomogra üniformasının iticiliği nedeniyle kadının kendisinden çekinmediği sonucuna vardı, böyle olmasaydı daha uzağa otururdu. Bu düşünce üzerine kasılı, gergin kasları özgür, dingin bir biçimde gevşediler; dahası, o hiç kıpırdamadan en geniş bir biçimde yayılmaya çalıştılar, daha önce kirişleri gerili, pantolonun kumaşına değmeden uzanan bacak, daha ötelere gitti, kendisini örten kumaşı gerdi, kumaş dul kadının siyah ipeklisine değdi, artık erin bacağı kumaş ve ipekli aracılığıyla sanki rastlaşan camgözler gibi, yumuşak, kaçamak bir devinimle ve damarlardan başka damarlara yönelik bir dalga çalkantısıyla, kadının bacağına yapışıyordu.

Trenin her sarsıntısının yeniden birleştirip ayırabildiği çok hafif bir dokunuştu; kadının güçlü, kalın dizleri vardı, Tomagra’nın kemikleri, her sarsıntıda dizkapağı kemiğinin tembel sıçrayışını seziyordu; baldırın ipekli, dolgun bir yanağı vardı, çok hafif itişlerle kendi baldırınınkine kavuşturmak gerekiyordu. Baldırların karşılaşması çok önemliydi; ama zararı da dokunuyordu: gerçekten de bedenin ağırlığı yer değiştiriyor, kalçalar daha önce olduğu gibi yumuşak bir bırakılmışlıkla birbirlerini desteklemiyorlardı artık. Doğal, hoşa gidecek bir konum almak için, rayların dönemeç yapmasından ve ara sıra devinmek gibi usa yaktın bir gereksinimden yararlanarak, koltukta hafifçe yer değiştirmek gerekiyordu.

Kocaman şapkanın altında, gözkapağı ağırlıklı kıpırdamayan bakışıyla, kucağındaki çantanın üstünde duran elleriyle kadın duyarsız görünüyordu; oysa bedeni uzun bir çizgi boyunca bedenine yaslanıyordu: farkında değil miydi hala? Yoksa kaçmaya mı hazırlanıyordu ya da karşı mı çıkacaktı?

Tomagra bir yolunu bulup bir haber iletmeye karar verdi: baldır kasını sert, dört köşe bir yumruk gibi sıktı, sonra bu baldırdan yumruğu, sanki açılmak isteyen bir el gibi, götürüp dul kadının baldırına çarptırdı. Elbette bu devinim çok süratli oldu, kirişlerin oynama süresini aşmadı, ne olursa olsun kadın geri çekilmedi, çünkü bu gizli davranışı haklı kılmak gereksinimiyle Tomagra, uyuşukluğunu gidermek ister gibi bacağına yer değiştirtmişti.

Şimdi yeni baştan başlamak gerekiyordu; o sabırlı, son derece ölçülü dokunma eylemi yok olmuştu. Tomagra daha yürekli olmaya karar verdi; bir şey arar gibi elini cebine soktu, kadının tarafındaki cebine, sonra dalgınlığına gelmiş gibi bir daha dışarı çıkartmadı. Hızlı bir devinim olmuştu, Tomagra kadına dokunup dokunmadığını bilemiyordu, bir işe yaramamıştı davranışı, oysa şimdi attığı adımın nasıl önemli olduğunu, artık hangi tehlikeli oyuna kapıldığını anlıyordu. Elinin sırtına şimdi siyahlı kadının kalçası dayanıyordu; her parmağına, her parmak kemiğine kalçanın bastırdığını duyuyordu, artık elinin herhangi bir devinimi dul kadına yönelik inanılmaz bir yakınlık davranışı olacaktı. Tomagra soluğunu tutarak, elini cebinde döndürdü. Yani avuç içini, cebin içinde kadından tarafa döndürdü. Bileğini kıvıran, zor bir konumdu. Ama artık kesin bir davranışta bulunmayı öyle istiyordu ki: ters dönmüş eliyle, parmaklarıyla kadına dokunmayı denedi. Artık kuşkuya yer yoktu: dul kadının bu oyunu fark etmemesi olanaksızdı, çekilmediğine, duyarsız, dalgın göründüğüne göre yaklaşmasına karşı çıkmıyor demekti. Ama, düşünülürse, Tomagra’nın devinen eline aldırmaması, cepte gerçekten de, bir tren biletinin, bir kibritin aranıp bulunamadığını sanmakta olduğu anlamına da gelebilirdi… Şimdi artık erin parmak uçları, sanki ani bir öngörüyle, çeşitli kumaşlar arasından yeralan giysilerin kıyılarını, hatta derinin minicik kabarcıklarını, gözeneklerini, benlerini keşfetmeye çalışıyorlardı, dediğim gibi erkeğin parmak uçları bunu yaparken, belki de mermer gibi ağır kadının eti de diyelim ki tırnak dibi ya da eklem değil gerçek parmak uçları söz konusu olduğunu haber veriyordu hemen.

Bu sırada el, kaçamak adımlarla cepten çıktı, kararsız durakladı, sonra birden pantolonu düzeltmek için yan dikişten hızla dize doğru yürüdü. Daha doğrusu bir geçit açtı, çünkü bunu gerçekleştirmek için kendisiyle kadının arasına girmek zorunda kaldı, hızına karşılık, korkuları, tatlı heyecanları bol bir yolculuk oldu.

Tomagra’nın kafasını arkaya devirip başlığa dayadığını, öyle ki uyuduğunun sanılabileceğini de söylemeli: kendisini aklamaktan çok, kadına bir sunuydu bu, üstelemelerinden rahatsız olmaması durumunda, bunların yeni başlamış bir uyku durgunluğundan yayılan, bilinçten kopuk davranışlar olduğunu bilip tedirgin olmaması içindi. Ve oradan, bu uyanık uyku görünüşünden, Tomagra’nın dizine bastıran eli, bir parmağı, küçük parmağı ayırdı, çevreyi kolaçan etmeye gönderdi. Küçük parmak kadının dizine sürtündü, kadın sessiz, uysal kaldı; Tomagra, yarı kapalı gözleriyle hayal meyal ve kabarık olarak görebildiği çorabın ipeği üstünde küçük parmağını ustalıkla dolaştırıyordu. Ama bu tehlikeli oyunun bir karşılığının olmadığını anladı, çünkü küçük parmak et yoksulluğu ve devinme zorluğu nedeniyle yalnızca bölük pörçük duyum işaretleri aktarabiliyor, dokunduğunun biçimini, maddesini kavramaya yaramıyordu.

Bunun üzerine küçük parmağı elin geri kalan bölümü ile birleştirdi, ama küçük parmağı çekmeyip yüzük parmağını ona bindirdi: artık eli kımıldamadan, o kadın dizi üstüne dayanıyordu ve tren dalgalı bir okşamayla eli beşikte gibi sallıyordu.

Tomagra’nın başkalarını düşünmesi, işte bu sırada oldu: kadın hoşgörü ya da gizemli bir dokunulmazlık nedeniyle, gözüpekliğine tepki göstermese de, karşıda oturan başka insanlar vardı, bir askere yakışmayacak davranışını ve kadının belki de şikayetten kaçınmasını rezalete dönüştürebilirlerdi. Özellikle kadını bu kuşkudan kurtarmak için Tomagra elini çekti, dahası tek suçluymuş gibi saklandı. Ama bu saklayışın iki yüzlü bir bahane olduğunu düşündü, ardından; gerçekten de elini koltuğa koyarken, koltukta onca yer kaplayan kadına daha içtenlikle yaklaşmaktan başka bir şey amaçlamamıştı.

Gerçekten de el çevreyi yokluyordu, işte bir kelebek gibi konan parmaklar, kadının varlığını haber veriyorlardı, işte avuç içini yavaşça itmek yeterli oluyordu ve dul kadının tülün altındaki bakışı hiçbir şey açığa vurmuyordu, göğüs soluk aldıkça kıpırdıyordu, o ne! Tomagra kaçan bir fare gibi elini çekmişti bile.

“Kıpırdamadı,” diye düşündü, “belki istiyor,” ama şöyle de düşünüyordu: “Bir an sonra iş işten geçmiş olacak. Belki de olay çıkartmak için beni kolluyor.”

Bunun üzerine, Tomagra bir önlem olarak elinin sırtını koltuğa yasladı ve trenin sarsıntılarının, kadını belli etmeden parmaklarının üstüne kaydırmasını beklemeye koyuldu. Beklemeye koyuldu demek, doğru değil: çünkü koltukla kadın arasından, parmaklarının ucuyla bastırarak, trenin yol alışının etkisi anlamına gelebilecek biçimde hafif hafif itiyordu. Bir ara durması, kadının her hangi bir biçimde onaylamama belirtisi göstermesinden olmadı; tersine, kadının onaylaması durumunda, yarım kas dönüşüyle kolayca karşılık verebileceğini, beklemekte olan elin üstüne, deyim yerindeyse, oturabileceğini düşündüğünden durdu. Beklentisindeki dostça amacı belirtmek için, Tomagra kadının altında parmaklarını hafifçe kımıldattı; kadın pencereden bakıyor, ağır eliyle çantanın kopçasını açıp kapatarak oyalanıyordu. Vazgeçmesi gerektiğini anlatmanın, erkeğe verdiği son bir ödünün, sabrının daha uzun süre sınanamayacağının işareti miydi bu? Böyle miydi diye soruyordu Tomagra kendi kendine, böyle miydi?

Elinin küçük bir ahtapot gibi kadının etini sıkıştırmakta olduğunu fark etti. Artık ok yaydan çıkmıştı: geri çekilemezdi Tomagra, ama kadın, kadın bir sfenks gibiydi.

Erin eli şimdi, çarpık istakoz adımlarıyla kalçaya tırmanıyordu; başkalarının gözleri üstlerinde miydi acaba? Hayır, dul kadın, kucağında katlı duran ceketini yeniden yerleştiriyor, işte yana kaydırıyordu. Bir sığınak sağlamak için mi, yoksa geçidi sağlamak için mi yapmıştı? İşte: el artık özgürce, görünmeksizin deviniyor, kadına tırmanıyor, hafif bir rüzgar sızıntısı gibi, yüzeysel okşamalar yapıyordu. Ama kadının yüzü hep öyle, uzaklara dönük duruyordu; Tomagra sürekli olarak kadının kulağı ile kabarık chignon (1) kıvrımı arasındaki çıplak deri bölgesine bakıyordu. Ve bu kulak girintisinde bir toplardamarın atışına; kadının ona verdiği açık, yıkıcı ve ele avuca sığmaz yanıttı bu. Birden kurumlu, mermersi yüzünü döndürdü, şapkadan sarkan tül bir tente gibi dalgalandı, bakışı ağır göz kapakları altında yitip gitti. Ama bakış onu, Tomagra’yı aşıp geçmişti, belki değmemişti bile ona, onun ötesinde bir şeye ya da hiçbir şeye bakıyordu, bir düşünceye takılmıştı, ne olursa olsun ondan daha önemli bir şeydi. Bunları daha sonra düşündü, çünkü önce kadının devinimlerini görür görmez, hemen arkaya atmış, uyur gibi gözlerini yumup yüzüne yayılmaya başlayan kızarıklığı engellemeye çalışmıştı, belki de böylece kadının bakışının ilk parıltısındaki aşırı kuşkularına bir yanıt bulma olanağını yitirmişti.

Siyah ceketin altına gizlenen el ondan sanki kopmuştu, kasılmış parmakları bileğe dönük biçimde kalmıştı, gerçek bir el değildi artık, kemiklerin ağaçsı duyarlığı dışında duyarlığı kalmamıştı. Ama kadının çevreye belirsizce göz atarak dinginliğine verdiği ara, çok geçmeden sona erince ele yeniden kan, gözüpeklik doldu. İşte o zaman bacağın yumuşak kabarıklığına yeniden dokunduğunda, bir sınıra ulaşmış olduğunu anladı: parmakları eteğin kenar baskısında dolaşıyorlardı, daha ötede diz iniyordu, boşluk vardı.

Bu gizli eğlencenin sonu geldi, diye düşündü piyade eri Tomagra: şimdi yeniden düşündükçe, yaşarken gereğinden fazla büyütmüş olduğu şey, anılarında cılız bir yer tutuyordu: ipekli bir giysi üstünden beceriksiz bir okşamaydı, acınası asker konumu nedeniyle, hiçbir türlü kendisinden esirgenemeyecek olan bir şeydi, kadın da, belli etmeden, ölçülü bir biçimde kabullenmek büyüklüğünü göstermişti.

Ama istemeyerek elini geri çekme niyeti, kadının ceketi dizlerinin üstünde nasıl tuttuğunu görünce, yarıda kaldı: ceket artık katlı değildi (oysa daha önce ona öyle gibi gelmişti), bir yanı bacağın önüne sarkacak biçimde rastgele atılmış durumdaydı. Kapana sıkışmıştı şimdi: kadının erle arasındaki orantısızlık çok büyük olduğu için, erin yararlanamayacağına güvenerek son bir yakınlık denemesiydi belki de. Er, o zamana kadar dul kadınla kendi arasında geçenleri güçlükle kafasında canlandırıyor, kadının bunun ötesinde bir kabullenişini bulmaya çalışıyordu, kendi davranışlarını da kimi kez önemsiz bir hafiflik, rastlantısal bir sürtüşme, sürtme, kimi kez de, artık geri çekilmemesini gerektiren kararlı bir yakınlık olarak değerlendiriyordu.

Değerlendirmesinin bu son bölümünde eli düştü, çünkü davranışlarının onarılamazlığı üstünde yeterince düşünemeden, geçidi aşmıştı bie. Peki kadın? Uyuyordu. Başını, gösterişli şapkayla birlikte bir köşeye dayamıştı, gözleri kapalıydı. Onun, Tomagra’nın, bu gerçek ya da yapmacık uykuya saygılı olması, geri çekilmesi mi gerekiyordu? Yoksa suç ortağı bir kadının sunduğu, anlaması ve bir yolunu bulup gönül borcunu belli etmesi gereken bir çözüm müydü? Ulaştığı nokta, artık beklemeye elverişli değildi; tek çare ilerlemekti.

Piyade eri Tomagra’nın eli ufak, kısaydı; sertlikler, nasırlar kasa işlemişler, eli yumuşak, tekdüze kılmışlardı; kemik belli olmuyordu, devinme parmak kemikleri yerine, daha çok sinirlerle, ama usul usul oluyordu. Canlı, yakıcı temasın bütünlüğünü sağlamak için, bu küçük el sürekli, yaygın, küçük devinimler yapıyordu. Ama sonunda dul kadının yumuşaklığından, sanki gizli sualtı yollarından gelen uzak akıntılar gibi bir ilk ürperti geçince, er sanki dul kadının o zamana kadar hiçbir şeyin farkında olmadığını, gerçekten uyuduğunu sanıyormuş gibi, şaşırıverdi, korkudan elini çekti.

Şimdi elleri kendi dizlerinin üstündeydi, kadın girdiğinde olduğu gibi koltukta büzülmüştü: anlamsız bir biçimde davranıyordu, anlamıştı. Bunun üzerine topuklarını oynatarak, kalçasını yayarak yeniden temas sağlamaya çalıştı, ama bu özeni de anlamsızdı, sanki yeniden iğneyle kuyu kazmaya başlamak istiyor, eriştiği derin hedeflere güvenemiyordu. Ama gerçekten de erişmiş miydi hedeflerine? Yoksa yalnızca bir düş müydü?

Bir tünele girdiler. Karanlık gittikçe yoğunlaşıyordu, Tomagra bunun üzerine, önce çekingen davranışlarla, sanki gerçekten ilk yaklaşımları yapıyor ve yürekliliğine şaşıyormuş gibi, arada geri çekilerek, sonra da kadında uyandırdığı aşırı güvene kendisini gittikçe daha fazla inandırmaya çalışarak, su tavuğu gibi titreşen bir eli, iri, ağırlığıyla başbaşa göğse doğru ilerletti ve zorlanarak el yordamıyla ona, konumunun yoksunluğunu ve dayanılmaz mutluluğunu, tek gereksiniminin onun bu ilgisizliğe son vermesi olduğunu anlataya çalıştı.

Dul kadın gerçi tepki gösterdi, ama ani bir kaçınmayla ve onu iterek. Bu tepki Tomagra’nın ellerini kenetleyip yeniden köşesine büzülmesine yetti. Ama belki de koridordan geçen bir ışık, tünelin aniden sona ereceği korkusu dul kadını gereksiz yere telaşlandırmıştı. Yoksa o mu, sınırı aşıp buna eli açık davranan kadına karşı iğrenç bir uygunsuzlukta bulunmuştu? Yo, artık yasak hiçbir şey olamazdı ararlarında: kadının davranışı, tersine, bunun doğru olduğunun, kabullenmesinin, katılımının bir işaretiydi. Tomagra yeniden yaklaştı. Gerçi bu düşüncelerle bir sürü vakit yitirmişti, tünel daha fazla sürmeyecekti, ani ışıkta yakalanmak akıllılık değildi, Tomagra duvarlardaki ilk aydınlanmayı beklemeye başlamıştı bile: bekledikçe, denemeye girişmek daha sakıncalı oluyordu, oysa belli ki, tünel uzundu, öbür yolculuklardan tünelin çok uzun olduğunu ansıyordu, hemen yararlanmaya kalkışmış olsaydı önünde bol zaman olacaktı, artık sonunu beklemek doğruydu, ama niye bir türlü bitmiyordu, belki de son fırsattı bu onun için, işte karanlık dağılıyordu, bitiyordu artık.

Bir taşra yolunun son duraklarıydı. Tren boşalıyordu; kompartımandaki yolcuların çoğu inmişti, son yolcularsa valizlerini indirip hazırlanıyorlardı. Sonunda dul kadınla er kompartımanda yalnız kaldılar, çok yakın ve uzaktılar, kollarını kavuşturmuşlardı, suskundular, boşluğa bakıyorlardı. Tomagra yine düşünmek gereksinimini duydu: “Artık bütün yerler boş olduğuna göre rahat etmek, rahat olmak istese, benden sıkılıyor olsa, yer değiştirir…”

Bir şey engelliyor, korkutuyordu onu hala, belki koridora sigara içenlerin varlığı ya da akşam yaklaştığı için yanan bir ışık. Bunun üzerine, uyumak isteyenlerin yaptığı gibi koridorun perdelerini kapatmayı düşündü: dev adımlarla kalktı, ağır ağır, özenle perdeleri çözdü, çekip birleştirmeye koyuldu. Döndüğünde kadını uzanmış buldu. Sanki uyumak ister gibi, ama gözleri açık, bir noktaya dikili olduktan başka, anaç görünüşünü koruyarak yatmıştı, koltuğun kolluğuna dayadığı başında, yine gösterişli şapka vardı.

Tomagra ayakta, kadının üzerindeydi. Bu yalancı uyku durumunu korumak için, pencereyi de karartmak istedi, perdeyi çözmek için kadının üstünden uzandı. Ama beceriksiz davranışlarını duyarsız kadının üstünde sürdürmekten başka bir sonuç elde edemedi. Bunun üzerine perdenin iliğine eziyet etmekten vazgeçip başka bir şey yapması gerektiğini, ertelenemez isteğini kanıtlaması gerektiğini anladı, ona kapılmış olduğundan kuşku duymadığı yanlış anlamayı açıklamalıydı, sanki şöyle demeliydi: “Bakın siz bana hoşgörülü davrandınız, çünkü bizim yalnız ve zavallı erlerin dolaylı bir sevgiye gereksindiğimizi sanıyorsunuz, ama ben işte böyleyim, sizin inceliğinizi ben nasıl karşıladım, bakın burada gördüğünüz hangi olanaksız tutku noktasına ulaştım.”

Ve dul kadını hiçbir şeyin şaşırtmadığı, tersine her şeyi şu veya bu biçimde öngördüğü artık ortada olduğuna göre, piyade eri Tomagra’ya da hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde davranmak ve en sonunda çılgınlığının acısını, bu acının nesnesi olan ona da bulaştırmaktan başka bir şey kalmıyordu.

Tomagra doğrulduğunda, altında kadın açık renkli, sert bakışıyla (gözleri maviydi), başında hep tüllü şapkasıyla duruyordu ve kırlardan geçen tren, düdüğünü olanca hızıyla öttürmeye ara vermiyordu ve dışarda bitip tükenmek bilmeyen asma dizileri birbirini izliyordu ve bütün yolculuk boyunca yorulmak bilmeden camları çizmiş olan yağmur yeni bir öfkeyle yağıyordu; o, piyade eri Tomagra ise, bunca ileriye gittiği için bir kez daha ürperdi.

(1)Chignon: saç topuzu. (Metinde Fransızca Çev.)

12 Eylül 2022

12 Eylül 1980 Darbesinin üzerinden 42 yıl geçti.

  1980 yılı Türkiye için, ekonomi ve siyaset başta olmak üzere, toplumsal yaşamın her alanında büyük bir çöküşün yaşandığı bir kırılma noktası olmuştur.. 12 Eylül sabahı uygulamaya sokulan eylem, söylendiği ya da uygulayıcılarının sandığı gibi "terör olaylarının" zorunlu kıldığı bir sonuç değil, ülkeyi küresel isteklere sınırsızca açan bir başlangıçtır. 1980'de, siyasi çatışmanın Türkiye'yi kan gölüne döndürdüğü doğrudur. Ancak 12 Eylülle gerçek darbe; Türkiye'nin ekonomisine, siyasetine, aydınlarına ve ifadesini Atatürkçülükte bulan ulusal bağımsızlık geleneklerine yapılmıştır.

  Editör : Mustafa_KAPLAN

TIK

12 Eylül 1980 Darbesi


09 Eylül 2022

9 EYLÜL 1922 İZMİR

 İZMİR'in Kurtuluşunun 100.Yılı Kutlu Olsun!

Birinci Dünya Savaşı sonunda, İtilâf Devletleri, Osmanlı Devleti ile 30 Ekim 1918'de Mondros Ateşkes Antlaşması'nı imzaladılar ve bu anlaşmaya dayanarak Anadolu'yu işgale başladılar. Türk milleti işgal hareketleri karşısında vatanını kurtarmak için 1919 yılında yer yer direniş hareketlerini başlattı. Bu hareketler, 19 Mayıs 1919 tarihinde Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a ayak basmasıyla kısa sürede merkezi bir nitelik kazandı.

Bu süreçte arka arkaya kazanılan Birinci İnönü, İkinci İnönü, Aslıhanlar-Dumlupınar ve Sakarya Meydan Muharebeleri ile yurdun kurtarılması yolunda önemli adımlar atıldı. 26 Ağustos 1922 sabahı dikkat ve titizlikle hazırlanan taarruz planı uygulamaya konuldu. 26-30 Ağustos 1922’de yapılan Büyük Taarruz, Türk İstiklâl Harbi’nin son safhasıdır. 30 Ağustos “Başkomutan Meydan Muharebesi” nde bir gün içinde Yunan ordusunun en önemli bölümü etkisiz hale getirildi. Böylece kesin sonuç beş gün içinde elde edilmiş ve hazırlanan plan tam bir başarıyla uygulanmış oldu. 

31 Ağustos günü Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Genelkurmay Başkanı Fevzi (ÇAKMAK), Batı Cephesi Komutanı İsmet (İNÖNÜ) ordu komutanları Yakup Şevki (SUBAŞI) ve Nurettin Paşa’ları karargahını kurduğu Çalköy’ünde toplayarak, kaçabilen Yunan kuvvetlerinin hızla takip edilmesini ve İzmir ile dolaylarındaki kuvvetleriyle birleşmemesi için üç koldan Ege’ye doğru ilerlenmesini doğru bulduğunu belirtti. 

1 Eylül’de Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ordulara bir bildiri yayımlayarak şu tarihi emrini verdi: “Bütün arkadaşlarımın Anadolu'da daha başka meydan muharebeleri verileceğini göz önüne alarak ilerlemesini ve herkesin akıl gücünü, yiğitlik ve yurtseverlik kaynaklarını yarışırcasına esirgemeden vermeye devam eylemesini isterim. Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri!”. Böylece düşmanın akıbeti de belirlenmiş oldu. Çalköy’de verilen bu tarihi emir üzerine İzmir’de “Akdeniz”i, Mudanya’da “Marmara” yı görmek için 8-9 günlük bir zaman kâfi gelecekti. 

31 Ağustos’ta başlayan amansız takip sonunda Türk kuvvetleri 2 Eylül’de yıkıntılar haline gelmiş Uşak’a girdi. Burada Yunan Ordusu Başkomutanı General Trikopis tutsak edildi. 

Takip Harekâtı insan üstü bir hızla ilerledi. Türk askeri dinlenmek ve uyumak istemiyordu. Çünkü kurtardığı her kasabanın, köyün, şehrin Yunanlılar tarafından yakıldığını, bölgedeki Türklerin de acımasızca katledildiğini görmekteydi. 

9 Eylül günü 1 nci Kolordu Kemalpaşa’ya, 2 nci Kolordu Manisa’ya, 4 ncü Kolordu Turgutlu’ya ulaştı. Kuzeyde Kazancıbayırı’nda Yunan mevzilerine taarruz eden 3 ncü Kolordumuz düşmanı atarak Bursa’ya ilerledi. Türk süvarileri üç yılı aşkın süredir yas çeken İzmir halkının sevinç göz yaşları arasında İzmir’e girdi. 

Süvarilerimiz, İzmir’e girerken birkaç yerde hafif ateşle karşılaşmaktan başka bir olay olmadı, Kordonboyu’ndan geçerken bir İngiliz müfrezesi tarafından selamlandı. Türk bayrağı Hükümet Konağına ve Kadifekale’ye çekildi. 

Birinci Süvari Tümeni Komutanı Mürsel Paşa bir Fransız harp gemisi telsizi vasıtasıyla, İzmir’e girildiğini Ankara’ya bildirdi. İzmir’de Türk halkının sevinci o denli büyüktü ki askerlerimiz çiçek yağmuru altında kaldı. 

Başkomutan İzmir’in alınışı dolayısıyla ordulara şu tarihi mesajını yayınladı: 

“İlk verdiğim Akdeniz hedefine varmakta orduların gösterdiği gayret ve fedakarlığı hürmet ve takdirle anarım. Elde edilen büyük muzafferiyetin yapıcısı olan kıymetli arkadaşlarıma en içten teşekkür ve tebriklerimi bildiririm. Orduların bundan sonra verilecek hedeflerin alınmasında da aynı fedakârlık yarışmasını göstereceklerine inancım tamdır”. 

9 Eylül günü 3 ncü Kolordumuz Bursa’yı savunan Yunan birliklerini geri atarak şehri kurtardı. Türk Ordusu’nun İzmir ve Bursa’yı alması üzerine Mustafa Kemal Paşa, millete bir beyanname yayınladı. Torbalı ve Menderes Vadisi’nden çekilen Yunan birlikleri, Seydiköy civarında kısa bir çarpışmadan sonra süvarilerimiz tarafından esir alındı. 9 Eylül günü; Menemen yakılmadan kurtarıldı, Seydiköy Türk kuvvetlerinin eline geçti. Akıl almaz bir hızla ilerleyen piyade birlikleri de bir gün sonra Başkomutan ile birlikte İzmir’e gelmişti. 

18 Eylül 1922 tarihine kadar yapılan Takip Harekâtı ile bütün Batı Anadolu’daki Yunan askerleri sınırlarımız dışına çıkarıldı. 

15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkıp, Anadolu’nun hemen yarısını istila ederek, burada Yunan Asya İmparatorluğu’nu kurmak rüyasıyla üç seneyi aşkın bir süre içinde anayurdumuza saldıran düşman orduları, nihayet 18 Eylül 1922 gününde tek bir er kalmamak suretiyle vatanımızın bu bölgesinden tamamen temizlenmiş oldu. 

Takip harekâtının başarı ile sonuçlanması yalnız Batı Anadolu’yu Yunanlılardan temizlemekten ibaret değildir. Türk ordusunun yaptığı bu harekât ile, İzmit bölgesinden İstanbul Boğazı’na, Balıkesir bölgesinden Çanakkale Boğazı’na kadar hayati önem taşıyan diğer stratejik hedefler de büyük bir ustalıkla İtilaf Devletleri’nin işgalinden, olaysız olarak ve barış yoluyla kurtarıldı. 

Takip Harekâtı; Türk ordusunun kahramanlığı yanında askeri ve siyasi alanda gösterdiği yüksek sevk ve idare ile birlikte kudret ve kabiliyetini de ispat eden büyük bir eserdir. 

Türk Ordusunun kazandığı bu zafer, Mudanya Ateşkes Antlaşması’na giden süreci başlattı. Türkiye, Mudanya Ateşkes Antlaşması’ndan sonra 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması’nı imzaladı. Böylece Türk milleti, varlığını bütün dünyaya kabul ettirmiş, Türk devleti de tam bağımsızlığını kazanmış oldu.


02 Eylül 2022

"Bir insan teorisi ve bunun temelini oluşturan bir hayat felsefesine sahip olmayan bir psikoterapiden söz edemeyiz." Viktor Frankl


Frankl'in Tanrı ve Din Anlayışı

Frankl, Yahudi inanç geleneğine bağlı dindar bir aile ortamında yetişmiştir. Gerek toplama kampı deneyimlerinde ortaya koyduğu onurlu mücadelesinde ve gerekse tanrı anlayışında, ailesinden aldığı dini terbiyenin yansımaları açıkça görülür. İnançla ilgili düşüncelerinde alışılagelmişin dışında oldukça karmaşık çıkarımlara sahip bulunduğu için burada Frankl'ın tanrı ve dindarlık ile ilgili görüşlerine sadece ana hatlarıyla değinilecektir.


1986 da kaleme aldığı eserinde Kolbe, görüşlerinden ötürü Franklı, din ile en yakın diyaloğa sahip psikoterapist olarak tanımlar.

Her şeyden önce Frankl, şekilci ve politeist bir din anlayışına karşıdır. Bu nedenle Hıristiyanlığın Baba-Tanrı imajını kabul etmez. Diğer taraftan O, kişisel dindarlığa özel bir önem atfeder. Ona göre din, insanın deruni yaşantısında canlılığını koruyan içsel bir akttır; birey onun bilincinde olmayabilir, dışarıya yansıtmayabilir. Dışarıya yansımaması, dini etkilerin olmadığı anlamına gelmez.

Frankl, Tanrı'nın varlığını mantıksal bir çıkarsama ile delillendirmeye çalışır. 1950'de yayınlanan ve daha sonra 1984 yılında basılan "Der Leidende Mensch" adlı eserinde yer alan “Homopatiens” adlı makalesinde, Varoluş analizine uygun bir Tanrı İspatı (Gottesbeweis) için şu açıklamaları yapar. “İnsan, varoluşunu ancak anlam ve değerlere bağlı gerçekleştirebileceği için bu yönelişi, insan ötesi bir varlığa doğru olmak zorundadır”. “Eğer varsam, anlam'a ve değere yönelik varımdır. Anlam ve değerlere yönelik varolduğuma göre benim değerimden zorunlu olarak daha üstün değerlere sahip bir “şey”e (Etwas) yöneliğimdir. Başka bir ifade ile ben öyle bir şeye yöneliğimdir ki, aslında O, bir “şey” değil, aksine bir “birisi” (Jemand), bir “kişi” (Person) olmak zorundadır. Ancak, bu kişi beni aşan, bir “kişi - üstü” (Überperson) olmalıdır. Bir cümle ile varolduğuma göre, her zaman Tanrı'ya yöneliğimdir" Başka birsözünde Frankl şöyle der: "İnsanın ruhsal derinliğinde güçlü bir özlem hakimdir. Bu şiddetli özlemin, susuzluğun konusu ve hedefi Tanrı'dan başkası olamaz.”

Frankl, tanrı ile ilgili görüşlerini kendine göre sistematize ederek dindarlık ile ilgili görüşlerine de yayar. Tanrı ve dindarlık anlayışında öne çıkan en temel kavram "bilinçdışı" kavramıdır. Bu anlayışa göre her insan farkında olarak ya da olmayarak, fakat kesin olarak Tanrı'yı içselleştirmiştir ve O'na bilinçdışından bağlanmıştır. İnsanın tabiatı gereği bağlandığı Tanrı'yı Frankl, "Bilinçdışı Tanrısı"(Unbewusste Gott) kavramıyla tanımlar. Ona göre böyle bir bağlılıktan doğan kaçınılmaz dindarlık. "Biliçdışı Dindarlık"tır (Unbewusste Religiösität).

Frankl'e göre insanın Tanrıya yönelişi ontolojiktir. Zira bu yönelişin esası ve dinamiği varlığın derinliklerinde saklıdır. İnsanın Tanrıya yönelişi, metapsişik bir ihtiyaca dayanır. Bu ihtiyaç teoretik değil, duygusal olarak anlaşılabilir. Bu düşüncesini Frankl şöyle dile getirir:"Varlığımızın temelinde konusu Tanrıdan başkası olamıyacak derin bir özlem yatar." O'na göre birey, duygusal yapısıyla aşkınlığa ve dolayısıyla Tanrı'ya yol bulur. Ancak bunun dışında Tanrı'ya ulaştıracak başka bir yol daha vardır. Bu yol varoluşsal bir karaktere sahiptir ve kendisini kişisel tercihle ortaya koyar. Bu noktada Tanrı kendisini, bireyin bilincinde düşünülmesi gereken bir zorunluluk olarak değil, düşünülebilecek bir imkan olarak gösterir. Bu nedenle insan inanmaya zorlanamaz. Aksine, kendi varoluşunun ağırlığını inanma tercihinin terazisine atmak zorundadır.Bu değerlendirmesi ile Frankl, insanın Tanrı ile bağlantısını sağlayan bilinçdışı bir yapının varlığına ve bu bağlantının niteliği için imkana dayalı varoluşsal bir tercihin zorunluluğuna işaret etmektedir.

Frankl “Bilinçdışı Tanrısı”, kavramıyla Tanrı'nın bizzat bilinçsiz bir varlık olduğuna değil, Bilinçdışında etkin, insanla canlı ilişkide bulunan yüce bir varlığa işaret ettiğini vurgular. Ona göre bu kavramdan panteist bir netice çıkarılmamalıdır. Zira Bilinçdışı Tanrı düşüncesinde Bilinçdışının ya da benliğin tanrılaşması söz konusu değildir. Diğer taraftan bu kavramla Frankl, Tanrı'nın insanı mekan edindiğini, insanın içinde yaşadığını da kasdetmez. Bilinçdışı Tanrısı ancak etkisi ile insandadır. Vicdan, bu tanrısal etkiden güç alarak insanı iyiye yönlendirir. İster dindar olsun ister olmasın her insan Tanrıyı ruhunun derinliklerinde içselleştirmiştir. Bu içselleştirmede bireyin kendi bilinçli aktivitesi söz konusu olmayabilir.

Frankl, Tanrı'yı bilinçdışına iten anlayışa olduğu kadar, Tanrıyı içgüdüselliğe indirgeyen anlayışa da şiddetle karşı gelir. Jung ve Freud'a bu noktada ağır tenkitler yöneltir.

Jung'un Tanrı anlayışında Tanrı, Kollektif Bilinçdışı'nda etkin Arketiplerden birisidir ve Arketipler dini bir mahiyete sahiptir. ( *) Frankl'e göre Jung bu iddiasıyla Tanrı'yı lokalize etmiş, bilinçdışına hapsetmiştir. Bilinçdışı, istem - dışı ve zorunlu tepkilerin kaynağı olduğuna göre, bilinçdışından zorunlu olarak Tanrı'ya yönelmek durumundadır. Oysa, insanın en temel niteliklerinden birisi tercih ve karar hürriyetine sahip olmasıdır. Frankl Jung'u, dindarlığı bilinçdışının bir karakteristiği saymasından dolayı tenkid eder. Onu, “Ben” katogorisini dinden ayırmakla veya “Ben”e dini bir değer atfetmemekle itham ederek eleştirir. Frankl'e göre dindarlık, kollektif değil, kişiseldir. “Ben” ise kişiliğin şuurlu olan ve dini yaşayan asıl öğesidir. Kişinin dindarlığı veya dinden uzaklığı, “Ben”in tercihine bağlıdır. Yine Frankl, Jung'u, “Arketip” ile ilgili görüşlerinden ötürü, tanrısal etkiyi içgüdüsel etkiye indirgemekle suçlar. Ona göre dindarlık, bilinçdışı içgüdüsel bir yöneliş değil, bilinçli veya Bilinçdışı ruhsal bir yöneliştir. Eğer dindarlığa bir kök aranacaksa bu kök bilindışında değil, Bilinçdışında aranmalıdır. İnsan Allah'a bağlanmaya içgüdüsel olarak zorlanamaz. Dilerse Ona karşı olacak bir tercihte de bulunabilir. Gerçek dindarlık, içgüdüsel bir karaktere değil, tercih ve karara imkan tanıyan bir karaktere sahiptir.

Jung gibi Freud'da dini görüşlerinden ötürü Frankl'ın tenkitlerine maruz kalır. Ona göre Freud dini “Evrensel Obsesyonel Nevroz” (Üniverselle Zwangneurose) olarak kabul edip tanımlaması, psikoloji ile ilahiyat arasındaki diyaloğu derinden yaralamıştır. “Zorlanımlı Nevroz”, (Zwangneurose) ancak hasta ruha ait bir dindarlıkta ortaya çıkabilir. Bunun dışında bastırılmış dindarlığın, kesin olarak nevroza sürükleyeceği beklentisi yanılgılardan ibarettir. Böyle bir netice mutlak değil, muhtemel olabilir. Frankl Freud'u, Tanrıyı “İçselleştirilmiş Baba -İmajı” (Introjizierte Vater - Imago) olarak tanımlamasını da tenkid eder ve Tanrı'nın her türlü babalığın en esaslı örneğini teşkil ettiğini belirtir. 

( *) Frankl'a göre insana mükemmel bir kişilik kazandıran Tanrı'dır. İnsan - Tanrı ilişkisinin bozulmasına hiçbir suretle müsaade edilmemelidir.

Frankl'e göre dindarlık, Mutlak Varlık (Absolut) arkaplanında kendi eksikliğini; tamamlanmışlığını ve göreceliğini tecrübe etmeyi ifade eder. Mutlak varlık hiçbir zaman tam olarak kavranamaz, tasvir edilemez. Çünkü O, aşkın alanda saklıdır. Dindar, güveni aşkın olana yönelme'de arar. Tanrının aşkın alanda saklı bulunması, dindardan kopuk olduğu anlamına gelmez. Frankl'e göre Tanrı susandır. Fakat her zaman çağrılandır; bizzat konuşulamıyandır, fakat her zaman bahsedilendir.

Frankl, din-vicdan ilişkisine büyük önem verir. Ona göre vicdan, akidevi oluşumun merkezi olarak insanın aşkın ve manevi olanla buluştuğu ortamdır. Dindar olmayan insan, vicdanının merkez noktasına mührünü basan aşkınlığın farkında olmayan; onu yanlış anlayan birisidir. Dindar olmayanın da vicdanı ve sorumluluk duygusu vardır. Onda eksik kalan şey, sorumluluğunun nereden geldiğini, varoluşunun asıl kaynağının ne olduğunu sormamasıdır. Dindar olmayan insan bütün gerçekliği, vicdanı ile sınırlar; daha ötesine geçemez. Ona göre cevap vermek zorunda olduğu son mercii vicdanıdır. Oysa vicdan sorumluluğun son mercii değildir. Vicdana belki son merciden bir önceki veroluş denebilir. İnançsız insan, anlam arayışını vicdanen rahat bulduğu noktada sona erdirir. Çünkü onun için daha ötesi yoktur; ötesini sormayı bilmez veya sormak istemez. Bu konumuyla inançsız, dağ zirvesinin bir basamak öncesinde kalmak zorundadır .Frank bu aşamada  dindar ile dindar olmayanı ilginç bir tasvirle birbirinden ayırır.

Dindar ve dindar olmayan dağın zirvesine doğru beraber tırmanır. Ancak zirveye ulaşmadan bir sis tabakasıyla karşılaşırlar. Dindar olan, hiç çekinmeden sisin ötesine ulaşmayı arzular ve sise dalar. Buna karşın dindar olmayan, aynı cesareti gösteremez, ayağının altında hissettiği sağlam zemini terkedip bilinmeze adım atmaktan korkar. Dindarlık insan için karakteristik bir fenomen olmasına rağmen, bireyin bilinçli olarak Tanrı'yı inkara, dinden uzak bir hayata yönelmesinin nedeni, çoğu zaman sisle kaplanmış dağın zirvesine adım atma cesaretinden yoksun olması, sağlam olarak bastığı görünür zemini kaybetmekten korkmasıdır. Dindar olmayanın aksine dindarın sise dalışındaki cesaret, Tanrı'ya olan güven ve inancından kaynaklanır. Dindar olmayan, bu avantajdan tabiatıyla yoksundur.

Frankl'e göre dindar daha derin bir sorumluluk bilincine ve daha derin bir Tanrı tecrübesine sahip olduğu için dindar olmayana göre, daha güçlü bir anlamlılığa kavuşabilir. Çünkü dindar, anlam sorununu ele aldığı anda, kendisine hayat ile ilgili ödevler veren Tanrıyla (Auftraggeber des Lebens) ilişkisini de düşünür. İnançsız insanın sorumluluk kaynağı sadece vicdanıdır. Birey farkında olmasa da aslında sorumluluk hissi, Bilinçdışında gizli bulunan tanrısal etkide kaynak bulur. Sorumluluk duydugu sürece dindar olmayan, bilinçli olarak Tanrıyı reddetse de, varoluşuna aykırı olduğu için Bilinçdışında ruhunun kapılarını Tanrıya kapatamaz. Dindar olmayanın anlam bulabilmesini Frankl, Onun Tanrı ile olan Bilinçdışı ilişkisinin asla çözülemez oluşuna bağlar. Bu avantajına rağmen, inançsızın ulaşabileceği son anlam sınırı, zirve öncesinde kalmaya mahkumdur.

İnançsızın mahkum olduğu zorunlu sınırlama, kendi bilinçli tercihinin doğal bir neticesidir. Oysa gerçek ve ölümsüz anlam, sisli zirvenin ötesindedir.

Genel düşünce sistemini hariç tutarsak, Frankl teorisinin, özellikle terminoloji noktasında bir takım anlaşılma güçlükleriyle karşı karşıya olduğunu bilertmek durumundayız.


En büyük güçlük, teorisini temellendirmede kullandığı genel veya orjinal kavramların maksadına uygun anlaşılmasında ortaya çıkmaktadır. Frankl, açıklamalarında, pek çok anlama gelen kavramları kullandığı gibi, literatürde daha önce yer almamış, çözümlenmesi yapılmamış birtakım kavram ve kavram grupları kullanır. Sinn, Über-Sinn, Geist, Transzendenz, Unbewusst... gibi kavramlar bu anlamda en fazla dikkat çeken kavramlardır. Felsefik altyapısının bir uzantısı olarak hocası Schelerden Logoterapiye aktardığı kavramlarla Frankl, teorisinin daha da karmaşık bir yapı kazanmasına neden olmuştur.

Logoterapi ve Varoluş analizi'nin (Existenanalyse) anlaşılmasını zorlaştıran belli başlı güçlükleri özetlediği için burada Längle'nin eleştirileriyle yetinmeyi uygun buluyoruz : Längle'e göre Frankl teorisi üç açıdan anlaşılma güçlükleri içermektedir.

a) Frankl, görüşlerinde filozofların bile kolayca içinden çıkamadıkları felsefik açıklamalara girişir ve görüşlerini temellendirme yolunda bu tarz açıklamalardan faydalanır. Görüşlerinde göze çarpan kapalılığı ve zorluğu aşmaya yönelik çabaları, çoğu zaman yeterli olmaz.

b) Frankl düşüncesi, Varoluş - Felsefesi tabiatına sahiptir. Bu yönüyle O, konu ile ilgilenenleri olaya katılmaya zorlar. Bu durumda araştırmacı inceleme çabasından çok kendisiyle yüzleşme durumunda kalır. Böyle varoluşsal bir yüzleşmeyi göze almak oldukça zordur. Bu zorluğa katlanmak istemeyen araştırmacı doğal olarak Frankl düşüncesini anlamayabilir, hattâ reddedebilirde.

c) Yukarıdaki güçlükler yanında Logoterapi'nin araştırmacıdan en büyük talebi doğru anlaşılmadır. Logoterapik altyapısı güçlü olmayan araştırmacıların Frankl'in ortaya koyduğu malzemeyi, kendi insiyatifi doğrultusunda kullanması ihtimal dahilindedir. Böyle bir yöneliş, Logoterapik söylemi asıl çizgisinden çıkarabilir. Frankl teorisi bu tarz sapma tehlikeleri ile karşı karşıyadır.

dergipark.org.tr