Bir nedeni yok gülmezliğimin
belki akşama bir şey kalmaz
sabahki halimden
içimde aynı kavun acısı
vapur dağılırken...
Bir nedeni yok gülmezliğimin
belki akşama bir şey kalmaz
sabahki halimden
içimde aynı kavun acısı
vapur dağılırken...
‘’İlerleyen bir sermaye yapısı emeğin marjinal verimliliğini artırır çünkü emek arzı sermaye mallarının arzından daha az artmıştır. Bununla birlikte, emeğin marjinal verimliliğindeki bu artış sarf edilen emek enerjisindeki özel bir iyileşmeden kaynaklanmış değildir. Onun nedeni artan sermaye malları arzıdır. O halde, büyüyen bir ekonomide artan ücret oranlarının sebebi esas olarak bizzat çalışanlar değil, fakat sermaye mallarına yatırım yapmış olan kapitalist-girişimcilerdir.’’ İnsan İktisat ve Devlet. (Rothbard, 2009, s.494).
Murray N. Rothbard, İnsan İktisat ve Devlet ile, Mises'in yazdığı İnsan Eylemi kitabının ardından Avusturya İktisat Okulu geleneğini en yüksek seviyesine ulaştıran iktisatçılardan biridir. Bu yüzden Rothbard'ın eseri tam bir baş yapıt niteliğindedir. Denilebilir ki, eser, piyasa iktisadının şimdiye kadar ki en olgun teorisini sunma başarısını göstermiştir.
İktisadı genel insan davranışı biliminin (praxeology) en gelişmiş alt
dalı olarak ele alan Avusturya İktisat Okulu'nun önde gelen temsilcisi
Rothbard, iktisadın konularını birbirinden kopuk alt kollara
ayırmaksızın büyük bir yapı içerisinde ele almaktadır. Temel sorunsal
olarak devlet müdahaleciliğinin özgür bir toplumun iktisadî hayatında
yarattığı problemler üzerine duran yazar, fiyatların oluşumu, tüketim
teorisi, üretim teorisi, enflasyon teorisi, tekel teorisi, matematiksel
iktisadın problemleri ve girişimcilik gibi temel sorunsallara bütüncül
bir perspektiften yaklaşarak yeni açılımlar getirmiştir. Liberte
Yayınları olarak bu büyük geleneğin göz ardı edilişine karşı bir duruş
olarak Rothbard'ın eserini yayınlamaktan iftihar ediyoruz.
Piyasa ekonomisini önyargılar karşısında
savunmak her dönemde zor bir iş olmuştur. Hele ki, bir piyasa
anarşistiyseniz görüşlerinizi savunmanız ilkeleriniz uğruna marjinal
kalmayı göze aldığınız anlamına gelir. Ama büyük fikir adamlığın sırrı
da burada saklı değil midir; herkes yeryüzünün düz olduğunu iddia
ederken, sizin dünyanın yuvarlak olduğu gerçeğini söyleyebilmeniz!
Murray
N. Rothbard, İnsan İktisat ve Devlet'i yazdığında kitabın ikinci cildi
olan İktidar ve Piyasa, anarşizmi savunması yüzünden yayınlanma fırsatı
bulamamıştı. Liberte Yayınları olarak İktidar ve Piyasa ile Rothbard'ın
şaheseri olan İnsan, İktisat ve Devlet'in tamamını okuyucuya sunuyoruz.
Düşüncede sınır tanımayan herkese...
Varoluşçu Alman filozofu Karl Jaspers , işlenen bir suçtan kimlerin suçlanacağı konusunda dört kategori belirler:
Bir: Suçu işleyen(ler).
İki: Onları destekleyenler.
Üç: İşlenen suçu görüp de gerekeni yapmayanlar.
Dört: Suçu görmemek için başlarını çevirenler.
Böylece bir suçun işlenmesinde çoğu zaman bir topluluğun hiç sorumluluk almayan kişilerinin
de“suçlu olduğunu” öne sürmüştür. Karl Jaspers
Neymiş benim üstlenmem gereken o bir sürü mesele? Öncelikle iyi
meseleleri benimsemeliymişim, sonra Tanrı meselesini, insanlık, hakikat,
özgürlük, insaniyet, adalet meselelerini; dahası halkımın,
hükümdarımın, vatanımın meselelerini, ayrıca tin meselesini ve daha
binlerce başka meseleyi...Bir tek Benim kendi meselem hiçbir zaman
Benim meselem olmamalıymış! 'Tüh o egoiste! Yazıklar olsun, yalnızca
kendini düşünene!'
Tanrısal şeyler Tanrı'nın meselesidir;
insani şeyler ise insanın...Benim meselem ne tanrısaldır ne insani;
hakikat, iyilik, adalet, özgürlük vs. değildir, sadece ve sadece Benim
olandır ve genel olmayıp tıpkı benim biricik olduğum gibi o da
biriciktir. Benim için Benden daha önemlisi yoktur!
Biricik Ve Mülkiyeti
Sahafta çalışırken -sahafta çalışmıyorsanız bu mekanı kafanızda çekici
yaşlı beyefendilerin uçsuz bucaksız deri ciltli kitap sayfalarının
arasında gezindiği bir tür cennet olarak canlandırmanız ne kadar da
kolay- beni en çok etkileyen şey gerçek kitapseverlerin az bulunurluğu
olmuştu. Dükkanımızın olağanüstü ilginç bir kitap stoku vardı, ancak
müşterilerimizin yüzde onunun bile iyi kitabı kötü kitaptan ayırt
edebildiğinden şüpheliyim. İlk baskı züppeleri, edebiyat sevdalılarından
daha fazlaydı ama ucuz ders kitapları için pazarlık yapan doğulu
öğrenciler onlardan da çoktu; yine de en çok yeğenleri için doğum günü
hediyesi arayan kafası karışık kadınlar geliyordu.
Bize gelenlerin pek çoğu her yerde karın ağrısı olacak, fakat kitapçı
için ayrıca sorun olan kimselerdi. Örneğin, “yatalak biri için kitap
isteyen” (bu çok yaygın bir istektir) pek sevgili yaşlı bir hanımefendi
ve 1897’de çok hoş bir kitap okumuş olan, kendisi için o kitabın bir
nüshasını bulup bulamayacağınızı soran bir başka sevgili yaşlı
hanımefendi. Ne yazık ki kitabın adını ya da yazarını hatırlamıyor,
tıpkı hangi konuyla ilgili olduğunu da hatırlamadığı gibi; fakat kırmızı
bir kapağının olduğunu unutmamış. Bunları bir kenara bırakırsak
sahafların peşini bırakmayan iki tür bela vardır. Bunlardan birincisi,
her gün, bazen günde birkaç kere gelip size işe yaramaz kitaplar satmaya
çalışan, bayat ekmek kokulu düşkün adamlardır. Ötekisi, yığınla kitap
ısmarlayan ama ücretlerini ödemeyi aklından bile geçirmeyenlerdir.
Dükkanda veresiye satış yapmıyorduk ama sonradan gelip kitabı alacaklar
için kitapları kenara ayırıyor veya gerekiyorsa kitap ısmarlıyorduk.
Bizden kitap ısmarlayan insanların hemen hemen yarısı bir daha
gelmiyordu. Bu, başlangıçta beni şaşırtıyordu. Böyle bir şeyi neden
yapıyorlardı ki? içeri giriyor, nadir bulunan pahalı kitaplar istiyor,
kitabı ayıracağımıza defalarca söz verdirdikten sonra bir daha asla
dönmemek üzere ortadan kayboluyorlardı. Bunların çoğu kesin paranoyaktı.
Kendileri hakkında gösterişçi bir şekilde konuşuyor ve nasıl olup da
evden üstlerine para almadan çıktiklarına dair son derece yaratıcı,
eminim ki çoğu kez kendilerinin de inandığı hikayeler anlatıyorlardı.
Londra gibi bir şehirde sokaklarda gezinen yığınla raporlu deli vardır
ve bu deliler kitapçıların çekimine kapılma eğilimdedirler; çünkü
kitapçılar hiç para harcamadan uzun süre oyalanabileceğiniz az sayıda
yerden biridir. İnsan, sonunda bu insanları neredeyse bir bakışta tanır
hale geliyor. Zira tüm şaşaalı sözlerine karşın, hallerinde eski püskü
ve amaçsızlık dolu bir şeyler vardır. Paranoyak olduğu aşikar birisiyle
muhatap olduğumuzda çoğu kez istediği kitapları kenara ayırır, sonra gittiği anda raflara geri koyardık. Hiçbirinin kitapları
ödeme yapmadan götürmeye yeltenmediğini fark ettim, onlar için kitabı
ısmarlamak yeterliydi; sanıyorum bu onlara gerçekten para harcadıkları
yanılsamasını yaşatıyordu. Çoğu sahaf gibi biz de çok sayıda ek iş yapıyorduk. Örneğin, ikinci el
daktilo ve pul, yani kullanılmış pul satıyorduk. Pul koleksiyoncuları
garip, sessiz, balıksı türden ve her yaştan insanlar olurlar; ama
yalnızca erkekler yapar bu işi. Anlaşılan kadınlar renkli kağıt
parçalarını albümlere yapıştırmanın verdiği garip zevki anlayamıyor.
Ayrıca, Japonya depremini önceden bildiğini iddia eden insanların
derlediği altı penilik yıldız falları satıyorduk. Kapalı zarfların
içinde olduklarından bir kere bile zarfı açıp içine bakmadım; ancak
satın alan insanlar sıkça geri gelip yıldız fallarının ne kadar “doğru”
olduğunu anlatıyorlardı. (Karşı cins için son derece çekici olduğunuzu
ve en büyük hatanızın cömertliğiniz olduğunu anlatan her yıldız falı
kuşkusuz “doğru” gelecektir.) Çocuk kitapları arasından en çok eskiden
kalma olanlar satarak epey iş yapardık. Modern çocuk kitapları,
özellikle de topluca değerlendirdiğinizde epey korkunç şeyler. Ben olsam
bir çocuğa Peter Pan’ı vereceğime Petronius Arbiter’i vermeyi tercih
ederdim, ancak Barrie bile ardından gelen taklitçilerinin yanında daha
mert ve erdemli kalıyor. Noel zamanlarında Noel kartları ve takvimlerle
uğraştığımız hummalı bir on gün geçirirdik; satması yorucu da olsa
sezonu süresince kârlı bir iştir bu. Noel hassasiyetinin vahşi bir
sinizm ile sömürüldüğünü görmek ilgimi çekerdi. Noel kartı şirketlerinin
simsarları daha haziran ayından kataloglarıyla gelirlerdi.
Faturalarından birindeki bir ifade hafızama kazınmıştır: “İki düzine
tavşanlı Bebek İsa.” Ama esas ek işimiz, ödünç kitap veren bir kütüphaneydi; tamamı kurmaca,
beş ya da altı yüz kitaptan oluşan alışılageldik bir “2 Peni – depozito
yok” kütüphanesi. Kitap hırsızları bu kütüphaneleri nasıl da seviyor
olmalı! Bir kitabı dükkanın birinden 2 peniye ödünç alıp etiketi
söktükten sonra bir diğer dükkana 1 şiline satmak dünyanın en kolay
suçudur. Buna rağmen, kitapçılar genelde belirli sayıda kitabın
çalınmasını (ayda yaklaşık bir düzine kitap kaybederdik) depozito
isteyerek müşteri kaçırmaya kıyasla daha kârlı bulurlar. Dükkanımız tam olarak Hampstead ile Camden Town arasındaki sınırdaydı ve
baronetlerden otobüs bileti satıcılarına kadar her türden insan
uğrardı. Kütüphane üyelerimiz muhtemelen Londra’daki kitap okuyan
insanların ortalamasını doğru bir biçimde yansıtıyordu. Bu nedenle,
kütüphanemizde en iyi “giden” yazarın hangisi olduğunu söylemeye değer:
Priestley? Hemingway? Walpole? Wodehouse? Hayır, Ethel M. Dell,
ikincilikte Warwick Deeping ve Jeffrey Farnol üçüncü diyebilirim.
Dell’in romanların sadece kadınlar okuyor; ancak beklenebileceği gibi
yalnzca arzulu kız kuruları ve tütün satıcılarının şişman karıları
değil, her türden ve yaştan kadın. Erkeklerin roman okumadığı doğru
değil fakat kimi kurmaca dallarından tümüyle kaçındıkları doğru. Kabaca
söyleyecek olursak, ortalama roman olarak adlandırabileceğimiz şey
-sıradan, iyi-kötü, İngiliz romanının normunu oluşturan Sulandırılmış
Galsworthy tarzı- yalnızca kadınlar için var gibi duruyor. Erkekler ya
saygı duyulabilecek romanları okuyor ya da polisiye hikayeleri. Ancak
polisiye hikaye tüketimleri inanılmaz. Üyelerimizden biri, bildiğim
kadarıyla, diğer kütüphanelerden aldıkları hariç yıl boyunca haftada
dört ya da beş polisiye hikaye okuyordu. Beni en çok şaşırtan, asla aynı
kitabı iki kere okumaması olmuştu. Görünüşe göre o saçmalık sağanağının
tamamını (hesapladığım kadarıyla bir yılda okuduğu sayfalar 3000m²’ye
yakın bir alan eder), sonsuza dek hafızasına kaydediyordu. Kitap ya da
yazar isimlerini dikkate almıyor, ancak neredeyse bir bakışta bir kitabı
daha önce okuyup okumadığını söyleyebiliyordu.
♡
👍 "Dua kitabı tanrıyı sevmenizi ondan korkmanızı söylüyordu; fakat korktuğunuz birisini nasıl sevebilirsiniz ki? Kişisel duygularınız söz konusu olduğunda aynısı geçerliydi. Ne hissetmeniz gerektiği genelde yeterince açıktı, ama doğru duygu emredilemezdi."
"Şu anda tek bildiğimiz, kimi vahşi hayvanlar gibi hayalgücünün de esaret altında üreyemeyeceği."
"Beni en çok etkileyen şey gerçek kitapseverlerin az bulunduğu olmuştu..."
"Kitap tüketimimiz bu kadar düşük olmaya devam ederse, en azından bunun nedeninin kitapların satın alındıkları ya da ödünç alındıklarında çok pahalı olmalarında değil okumanın köpeklere, sinemaya ya da pub'a gitmeketen daha az heyecan verici bir meşgale olmasında yattığını itiraf edelim."
Türk köyü, daha belki yirmibeş yıl alim değil, kahraman isteyecektir.
Bataklığı kurutmak, sıtmalıya kinin rejimi yaptırmak, trahomlunun gözüne ilaç damlatmak, okul binasını yapmak, yaralının yarasını sarmak, gebeye çocuğunu doğurtmak, pulluğun nasıl kullanılacağını veya tamir edileceğini öğretmek, bozuk köprüyü yapmak, ıslah edilmiş tohumu tarlaya saçmak, fidan dikerek onu büyütmek ve step köylüsünün ‘dal’ diye adlandırdığı ağacı hakikaten ağaç haline getirmek; ulemanın (alimin) işi değil, kahraman teknisyenler ordusunun işidir. O (köylü), bu kahramanları kendi içinden yetiştirmeğe mahkum. Bütün felaketlere katlanarak, ıstırabı zehir gibi yutarak çalışan ve başlarının üstünde şereflerle örülü birer taç taşıyan bu kahramanlar köyü dile getirecekler. O zaman yeni sesler duyacağız. Bu seslerden ürkmeden onları dinlemek lazımdır. Köyden yeni renk ve seda getirenleri saygı ile karşılamak gerekir.
Demokrasinin iki çeşidi vardır. Biri zor ve gerçek olanı, öbürü de kolayı, oyun olanı… Topraksızı topraklandırmadan, işçinin durumunu sağlama bağlamadan, halkı esaslı bir eğitimden geçirmeden olmaz birincisi, köklü değişiklikler ister. Bu zor demokrasidir ama gerçek demokrasidir.
İkincisi kâğıt ve sandık demokrasisidir. Okuma yazma bilsin bilmesin; toprağı, işi olsun olmasın, demagojiyle serseme çevrilen halk, bir sandığa elindeki kâğıdı atar. Böylece kendi kendini yönetmiş sayılır. Bu oyundur, kolaydır. Amerika bu demokrasiyi yayıyor işte. Biz demokrasinin kolayını seçtik, çok şeyler göreceğiz daha…
Deniz ufkunda batan güneş
Ve keskin çığlığı kuşların
Rabbim bu uğultu, bu ateş
Ve bu ümitsiz uçuşların
Doldurduğu akşam havası,
Akşamın mercan dallar gibi
Suda olgunlaşan rüyası.
Tanrı'dan Başka İnsanüstü Tanımayan İnanç
Kur'an, deizmi teşvik eden bir kitap değil ama ona kapı aralayan bir kitaptır. Deizmin aynı anda hem felsefi hem de teolojik karakteri bu inancın Tanrı dışında insanüstü tanımamasıdır.
Deizmin bu temel karakteri onun kutsal kavramını da etkilemiştir. Deizmin kutsalı ne dindir ne ilham ne havra ne kilise ne de cami. Onun kutsalları akıl, bilim ve ahlaktır. Dincilik bu temel değerleri tarih boyunca yıkan, işlemez hale getiren, hatta onlara savaş açan temel musibet olduğu için deistler dine hayatlarında yer vermemişlerdir.
Deistler bilmişlerdir ki, Tanrı dışında insanüstü tanıdığınızda bunun arkasından sadece peygamberler değil; evliya, ermişler ve daha bilmem neler insanüstü varlıklara dönüştürülerek birer yedek ilah halinde insan hayatına musallat edilecektir, edilmiştir. Akıl dışında kutsal tanımanın sonucu ise aklın hayatın dışına itilmesi, onun yerini kutsallaştırılmış birtakım adamların ilhamların, rüyalarının alması olacaktır.
Tarih, özellikle dinler tarihi deistlerin bu iddialarını (veya öngörülerini) tamamen doğrulamıştı. Ve doğrulamaya devam etmektedir.
İlhan Selçuk, Nadir Nadi’nin evindeki bir törende. Oturanlar (soldan sağa): Berin Nadi, Nadir Nadi, Yaşar Kemal, Uğur Mumcu, Emine Uşaklıgil, Mustafa Ekmekçi, İlhan Selçuk. Ayaktakiler (soldan sağa): Bülent İnal, Demirtaş Ceyhun, Okay Gönensin. Tarih 8 Kasım 1988.
“Bütün dünler, bugünleri aydınlatan fenerlerdir.” Shakespeare
Çocukluğum, Maksim Gorki'nin hayatını yazdığı üç kitaptan birisi. Daha 5 yaşındayken babasının ölümüyle başlayan ve anneannesinin yanına yerleşmeleriyle devam eden, çocukluk anıları üzerine yazdığı kitabın devamı olan kitap ise Ekmeğimi Kazanırken'dir.
Maksim Gorki beş yaşında iken babasını kaybeder. Anneannesi ve annesi ile annesinin doğdukları eve göç ederler..Dayıları,kuzenleri,büyükbaba ve anneannesiyle beraber yaşamaya başlar. Büyükbabası dayılarını pek sevmez. Büyükbabası çok disiplinlidir,kumaş boyama işleri yapan bir zengindir fakat paralarını çocukları harcamıştır. Her cumartesi kuzenleriyle Leksey'i döver. En sonunda atölyeleri yanar ve adam da yavaş yavaş iflasa gelir.
Maksim'e dedesi okuma-yazma öğretmiştir. Maksim de bu sayede Zebur'u okuyup,bazı şiirler ezberlemeye başlamıştır. Çok çalışkandır
Annesi başka birisine kaçmıştır. Artık büyükailesi ile birlikle yaşamaya başlar Maksimoviç. Çeşitli arkadaşlar edinir ve hayata atılmaya çalışır. Bir süre sonra annesi geri gelir ve tekrar evlenerek gider. Evlendiği adamla gittiği şehirdeki evleri yanar ve geri döner. Bir süre sonra ise ölür. Maksim bundan sonra hepten öksüz kalmıştır ve daha 8 yaşındadır. Okuma merakı içindedir ve dedesi ona "Artık sana bakamam git çalış"der.O da 8 yaşında iken evden ayrılır ve kendi başının çaresine bakmaya gider.
1. Tabiatın belirleyiciliği,
2. Tarihin belirleyiciliği,
3. Toplumun belirleyiciliği,
4. Kendi belirleyiciliği.
(Tanıtım Bülteninden)
İnsanın dört zorunluluğu vardır; İnsan zindanın tutsağıdır. Doğal olarak bu dört zorunluluktan kurtulduğu zaman insan olabilir ve bu dört zindandan kendi özgürlüğünü elde ettiği zaman gerçek manasıyla insan olabilir.
İnsan ilk zindandan, tabiat zindanından bilinç, irada ve yaratıcılığını tabiatı tanımak suretiyle yani bilimle çekip kurtarabilir.
İkinci zindandan, yani historizm zindanından tarih bilimini tanımakla kendi kurtuluşunu temin eder.
Üçüncü zindandan, yani sosyolojizm zindanından ise kendilerini bilim ile kurtarabilir ve kendi toplumsal düzenlerinin kurucusu olabilirler.
Dördüncü zindan en kötü zindandır ve insan bu zindan karşısında en aciz tutsaktır. Çünkü bu zindan “KENDİM” dir. Şeriati’nin görüşüne göre günümüz insanının bu dördüncü belirleyicinin tutsağı oluşu, birinci, ikinci ve üçüncü zindanlardan kurtulmuş olmayı da boş, anlamsız ve beyhude kılmıştır. Diğer üç zindandan kurtulan insan boşluğa düşmektedir. Bunun nedeni ise “kendim” zindanının tutsağı oluşudur.
Sözler
Kölelerin başları kölelik bağından kurtulmuştur; fakat “başların içi” köleleşmiş ve köleleşmektedir.
Başkalarına nasihat etmek yerine onları bilgilendirin, bilgiyle donatın, onlar kendi yollarını bulacaklardır.
İnsan beşerden başka bir şeydir ve insan için, özgür seçici irade olmadıkça özgürlük, bilgi, bilinç, yapıcılık, yaratacılık, bilgi imkanı ve yaşama imkanı yoktur.
İnsan, kendi türünün maddi tabiat türünden olmadığını hissettiği, buralı olmadığını anladığı; onun fıtri yapısının türünün diğer hayvanlardan farklı olduğunu fark ettiği; tabiatta bulunmayan ideallerin onu kendi tarafına çektiğini gördüğü zaman yalnızlığa erer.
Dördüncü zindan, en kötü zindandır ve insan bu zindan karşısında en aciz tutsaktır. Bu zindan , "kendimdir".
İnsan bugün, her günkünden daha meçhuldür.
İnsan, bilim ile tarih zindanından çıkabilir, tabiat zindanından kurtulabilir; yine bilim aracılığıyla toplumsal esaslara egemen düzenin zindanından çıkabilir. Fakat ne yazık ki kendi zindanından bilim ile kurtulamaz.
İnsan, bu varoluş sahrasında yalnız bir varlıktır.
Ezeli bölüşümü, bizim yokluğumuzda yaptılar diye Birazcık rızaya uygun değilse kendini paralama.
Günümüz insanı “ne yapacağı”na dair her zamankinden çok güce sahiptir. Ancak “ne yapması gerektiği”ni her zamankinden daha az bilmektedir.
Dün komşumuz açlıktan öldü, bugün cenazesinde kurban kestiler."
O halde iki insan vardır. Biri biyolojinin bahsettiği insan, diğeri ise hakkında şairin konuştuğu, filozofun söz söylediği, dinin ilgilendiği insandır.
~ Her şey görünüm değiştirir, güneş bile; her şey eskir, mutsuzluk bile…
~ Her tarafta isteyen insanlar…, çapsız ya da esrarengiz hedeflere doğru koşuşturan adımların maskaralığı, çakışan iradeler, herkes bir şey istiyor, kalabalık bir şey istiyor, bilmem neye doğru yönelmiş binlerce insan.
~ Yaşamak, kendi boyutlarına karşı körleşmektir…
~ Etrafımıza saçtığımız kelimeler oranında ölürüz…
~ Kendini iletişimsizliğe bırakmanın, tesellisiz ve sessiz heyecanlarımızın ortasındaki gerilimin dışında, hayat, koordinatları belli olmayan bir alan üzerinde koparılan patırtıdır; evren ise, sara hastalığına tutulmuş bir geometri…
~ Geceler boyunca hangi kâbuslarla haşır neşir olduk ki güneşe düşman olarak kalkıyoruz?
~ Omuzlarımızın ve düşüncelerimizin üzerinde ağır yüklerle bir hapishanede doğmuşuz; kesip atma imkanı bizi bir sonraki gün yeniden başlamaya teşvik etmese, tek bir günün bile sonunu getiremezdik.
~ Konuşanların sırrı yoktur. Ve hepimiz konuşuruz. Kendimize ihanet eder, kalbimizi teşhir ederiz; her birimiz dile gelmezliğin celladıyızdır; her birimiz sırları, en başta da kendi sırlarımızı yok etmek için yırtınırız.
~ Yeryüzünü ve gökyüzünü sevmek istedim, marifetlerini ve coşkularını; ve bana ölümü hatırlatmayan hiçbir şey bulamadım: çiçekler, yıldızlar, çehreler -solmanın simgeleri, bütün muhtemel mezarların potansiyel kapaktaşları!
~ Vaktiyle bir “benliğim” vardı; artık sadece bir nesneyim… Yalnızlığın bütün uyuşturucularını tıka basa alıyorum; dünyanın uyuşturucuları bana benliğimi unutturamayacak kadar hafiftiler. İçimdeki peygamberi öldürmüş olduğuma göre, nasıl olur da insanlar arasında hala bir yerim olabilir ki?
~ Belirgin bir dertten mustarip olan kişinin şikayet etmeye hakkı yoktur: Onun bir meşgalesi vardır. Ağır hastalar hiç sıkılmazlar: Hastalık içlerini doldurur, tıpkı büyük suçluları vicdan azabının beslemesi gibi. Zira her yoğun acı doluluk benzeri bir durum yaratır ve bilince, içinden çıkamayacağı korkunç bir gerçeklik sunar; oysa sıkıntı denen o zaman matemindeki madde’siz acı, bilincin karşısına, onu kazançlı bir girişime zorlayan hiçbir şey çıkarmaz. Yeri belirlenemeyen ve hiç sarih olmayan, iz bırakmadan vücudun üstüne çöken, ruha işaret vermeden sızan bir dert nasıl iyileştirilir? Bu dert, atlattığımız, fakat imkanlarımızı, dikkat rezervlerimizi kurutan; bizi, boğucu sıkıntılarımızın yok olması ve ıstıraplarımızın uçup gitmesinin ardından gelen boşluğu doldurmaktan aciz bırakan bir hastalığa benzer. Zaman içindeki bu yurtsuzlaşmanın yanında, bakışlarımız altında çürüyen evren manzarasının dışında hiçbir şeyin göze batmadığı o boş ve bitkin çöküntü halinin yanında, cehennem bile bir sığınaktır.
~ Kendine tapmayan kişi daha doğmamıştır. Yaşayan her şey kendisini çok sever; hayatın derinlikleriyle yüzeyini kasıp kavuran dehşet başka türlü nereden gelirdi ki? Herkese göre evrendeki tek sabit nokta kendisidir. Eğer bir insan bir fikir için ölürse, bunun nedeni fikrin onun fikri olmasından, onun hayatı olmasındandır.
~ Kuvvetimizi, unuttuklarımızdan ve aynı andaki kaderlerin çokluğunu tasavvur etme yetersizliğimizden alırız. Evrensel acıyı o lahzada anlayan ve hayatta kalabilen kimse olamazdı; her yürek ancak belli miktarda acıya göre yoğurulmuştur çünkü… Tahammülümüzün adeta maddi sınırları vardır; halbuki, her kederin yayılması bu sınırlara erişir ve bazen onları aşar: Çoğu zaman hüsranımızın kökeni budur. Her acının, her kederin sonsuz olduğu izlenimi de buradan doğar. Gerçekten de öyledir, ama yalnızca bizim için, yüreğimizin hudutları için; yüreğimiz geniş bir alanın boyutlarında olsa dertlerimiz daha da büyük olurdu; çünkü her acı dünyanın yerine geçer ve her kedere başka bir evren gerekir. Akıl, beyhude yere bize rastlantısallıklarımızın sonsuz küçüklükteki boyutlarını göstermeye verir kendini; kozmogonik çoğalma eğilimimiz önünde başarısızlığa uğrar. Bundan dolayı hakiki çılgınlık, asla tesadüflere ya da beynin felaketlerine değil, yüreğin uydurduğu yanlış bir mekan anlayışına bağlıdır…
~ Hayatı nezaketen kabul ederim: Sürekli başkaldırı tıpkı intiharın yüceliği gibi zevksizdir. Yirmi yaşındayken semaya ve onun örttüğü pisliğe karşı verip veriştirilir, sonra bundan bezilir. Trajik poz ancak uzamış ve gülünç bir ergenliğe yakışır; ama kayıtsızlık şarlatanlığına ulaşmak için bin bir tane badire gerekir.
~ Önemli olan olgu buyurmaktır: İnsanların neredeyse tamamı buna heves eder. Elinizde bir imparatorluk da olsa, bir kabile, bir aile veya bir uşak da olsa, muzafferane ya da karikatürümsü tiran yeteneğinizi buna hasredersiniz: Bütün bir dünya ya da tek bir kişi emriniz altındadır. Öne çıkma ihtiyacından doğan bir dizi uğursuzluk böyle yerleşir… Sadece satraplarla muhatap oluruz: Herkes -elinden geldiğince- kendine bir sürü köle arar ya da bir tanesiyle yetinir. Hiç kimse kendine yermez: En mütevazısı bile, otorite düşünü hayata geçirebilmek için daima bir arkadaş ya da bir refika bulacaktır. İtaat eden sırası geldiğinde kendine itaat ettirir: Kurbanken cellat olur; herkesin en yüksek arzusudur bu. Sadece dilenciler ve bilgeler bunu hiç hissetmezler-belki de onların oyunları daha incedir…
~ Sefaletin bin tane çaresi olsa da, yoksulluğun hiçbir çaresi yoktur. Açlıktan ölmemekte sebat gösterenlere nasıl yardım edilebilir? Tanrı bile onların bahtını düzeltemezdi. Talihin gözdeleriyle hırpaniler arasında, şatafat ve paçavralılar tarafından sömürülen, zahmet çekmekten dehşet duyarak şanslarına ya da istidatlarına göre salona ya da sokağa yerleşenler tarafından yağmalanan o saygıdeğer açlar gider gelir. İnsanlık da böyle ilerler: birkaç zenginle, birkaç dilenciyle – ve bütün yoksullarıyla…
~ Bütün ciğerlerden geçmiş olan hava artık kendini yenilemez. Her gün yarınını kusar ve tek bir arzu hayalleyebilmek için boşuna çabalarım. Her şey bana yüktür: Sırtına Madde vurulmuş bir yük hayvanı gibi ayaklarım tutulmuş, gezegenleri sürüklerim.
Ya bana başka bir evren sunulsun- ya da pes ediyorum.
~ Artık hayatla anlaşma yok, artık ölümle anlaşma yok: Olmayı unuttuğumdan, silinmeye razıyım. Oluş -ne cinayet!
~ Kendi içimize mıhlanmış olduğumuzdan doğuştan gelen ümitsizliğimizin çizdiği yoldan ayrılma melekemiz yoktur. Hayat bizim ortamımız değil diye kendimizi hayattan muaf mı tutturalım? Var olmama belgesi veren kimse yoktur.
~ Kökeninde aldatıcı ve yıkıma mahkum olmayan hiçbir “yeni” hayat görmedim şimdiye kadar. Her insanın zaman içinde ilerleyip bunaltılı bir geviş getirmeyle kendini tecrit ettiğini, yenilenme niyetine de ümitlerinin beklenmedik yüz buruşturmasıyla karşılaşıp kendi içine düştüğünü gördüm.
~ Ateşli bir kafa yapısına sahip birini mi gördünüz? Emin olun ki sonunda kurbanı olursunuz… Kendi doğrularına inananlar -insanların hafızasında iz bırakan yegane kimseler- arkalarında da cesetlerle dolu bir yeryüzü bırakırlar. Dinlerin bilançosunda en kanlı tiranlıkların işlediğinden fazla cinayet vardır; insanlığın tanrılaştırdıkları da, gözünü kan bürümüşlükte en bilinçli canilerden baskın çıkarlar.
~ Keyfim yerinde: Tanrı iyi. Ağlamaklıyım: Tanrı kötü. İlgisizim: Tanrı tarafsız. İçine girdiğim haller O’na mütekabil sıfatları verir; bilgiyi sevdiğimde O her şeyi bilir, kuvvete taptığımda da O her şeye kadirdir. Şeyler bana var gibi mi görünmektedir? Var olurlar. Bana yanılsama gibi mi görünmektedirler? Buharlaşırlar. Bin gerekçe O’nu destekler, bin gerekçe de yok eder; coşkularımla canlanıyorsa da hırçınlıklarımla soluksuz kalır. Bundan daha değişken bir suret yaratamazdık.
~ “Her bir dakikamın elli dokuz saniyesi,” diye söylendim sokaklarda, “acıya ya da …acı fikrine vakfedilmiş. Keşke bir taş olabilseydim! ‘Yürek’: Bütün azapların kökeni … Nesneye imreniyorum… maddenin ve donukluğuna lütfuna… Küçük bir sineğin gelgiti bana kıyamet bir iş gibi görünüyor. Kendinden çıkmak günah işlemektir. Rüzgar, havanın çılgınlığı! Müzik, sessizliğin çılgınlığı! Bu dünya hayatın önünde pes ederek hiçliğe karşı kusur işlemiştir… Hareketten ve rüyalarımdan istifa ediyorum. Namevcudiyet! Tek zaferim sen olacaksın… ‘Arzu’, sözcüklerden ve ruhlardan hepten silinsin! Yarınların başdöndürücü şakası önünde geriliyorum. Ve bazı ümitlerimi hâlâ muhafaza etsem dahi, ümit etme melekemi hepten kaybettim.”
~ Günlerin azabı içinde ilerlememiz, bunların seyrini acılarımız dışında hiçbir şeyin durduramamasındandır; ötekilerin acıları bize, izah edilebilir ya da aşılması mümkün görünür: Yeteri kadar irade, cesaret ya da zihin açıklıkları olmadığı için acı çektiklerine inanırız. Kendimizinki hariç her acı, bize meşru ya da gülünçlük derecesinde anlaşılır görünür; böyle olmasa, duygularımızın değişkenliği içinde tek sabit şey matem olurdu. Fakat yalnızca kendimizin matemini tutarız. Eğer etrafımızda sürünen sonsuz sayıdaki can çekişmeyi, birer gizli ölüm olan bütün hayatları sevip anlayabilseydik, acı çeken varlık sayısında kalp gerekirdi bize. Ve geçmiş üzüntülerimizin tamamını mevcudunda bulunduran, mucizevi bir şekilde güncel bir hafızamız olsaydı, böyle bir yükün altında çökerdik. Hayat, ancak muhayyilemizin ve hafızamızın zayıflıklarıyla mümkündür.
~ Bu dünyada hiçbir şey kendi yerini bulmuş değildir, başta bizzat dünya olmak üzere… Öyleyse, insan adaletsizliğini seyrederken hiç şaşırmamak gerekir. Toplumun düzenini reddetmek de kabul etmek de aynı şekilde abestir: Onun iyi veya kötü yönde değişimlerine, ümitsiz bir tutuculukla maruz kalmaya mecburuz; tıpkı doğuma, aşka, iklime ve ölüme maruz kaldığımız gibi. Hayat yasalarının başında çürüme gelir: Kendi kalıntılarımıza, cansız nesnelerin kendi kalıntılarına olduklarından daha yakınızdır; onlardan önce pes ederiz ve yok edilmez gibi görünen yıldızların bakışları altında kaderimize doğru koşarız. Ama bizzat yıldızlar da, sadece yüreğimizin ciddiye aldığı, sonra da istihza noksanlığının kefaretini büyük acılarla ödediği bir evrenin içinde ufalanırlar…
~ Eğer her kederlendiğimizde ağlayarak kurtulma imkanımız olsaydı, teşhissiz hastalıklar ve şiir ortadan kalkardı.
Yaşlı, çok yaşlı adamlardan duydum,
Her şeyin değiştiğini
Ve yitip gittiğini birer birer.
Pençe gibiydi elleri, su boylarındaki
Dikenli ağaçlar gibi.
Bükülmüştü dizleri.
Yaşlı, ama çok yaşlı adamlardan duydum,
Güzel olan ne varsa yitip gidermiş,
Sular gibi.
Başkaları için bu kadar çok, kendimiz içinse bu kadar az şey hissetmek ve bencilliğimizi baskılamak insan doğasının kusursuz tarafıdır.
Bu bizim gökler gibisi hiç bir dağda çatılmamıştır
Yıldızlarımızın titremesi yüreğine deprem indirir
Hiç bir yerde bu denize bu acı tuz katılmamıştır
Topraktan sağdığımız pekmez güneşin başını döndürür
Gönen Köy Enstitüsü’ne gelen İsmail Hakkı Tonguç’un “Şiir yazan var mı içinizde?” sorusu karşısında arkadaşlarının da yönlendirmesiyle şiirlerini okuyan Baykurt’un yazdıkları Tonguç tarafından alınıp Köy Enstitüleri Dergisi’nde yayımlanır. Baykurt’un o dönemdeki şiirlerinin adları: Boşa Çıkan Beddualar, Vazgeçtim, Keziban Abam, Adı Batası Şiir, Gönen Mektubu’dur.
Doğum tarihi: 14 Haziran 1928 Guevara'nın resmî doğum tarihi olsa da gerçek doğum tarihi olmayabilir. Resmî görüş anne ve babası evlendikten sekiz ay sonra doğduğudur, ancak bazı kaynaklar annesinin evlenirken hamile olduğunu ve doğum tarihinin 14 Mayıs olduğunu belirtir.
Bask: Guevara soyadının kökenleri-- "Bask: Bask Gebara adının ispanyolcalaştırılmış hali. Gebara, Bask eyaleti olan Araba'da bir yer adıdır. Bu adın kökeni ve anlamı bilinmemektedir. MS 2. yüzyılda coğrafyacı Batlamyus tarafından bu yerin adı Gebala olarak kaydedilmiştir. İspanya'da az bulunan bir soyadıdır." Dictionary of American Family Names (Amerikan Soyadları Sözlüğü), Patrick Hanks, London: 2003 baskısı, Oxford University Press. Annesi Celia de la Serna, Bask soyundan geldiği belgelenen Peru'nun son naib kralı General José de la Serna e Hinojosa'nın soyundan gelmektedir.
Galway: Lynch ailesi Galway'in ünlü 14 klanından biridir. Ana María Isabel Lynch'in İrlanda'da doğduğu genel bir yanlış anlamadır, aslında 1868 yılında San Fransisco, Kaliforniya, ABD'de doğmuştur. Babası Francisco Lynch Altına Hücum yıllarında Arjantin'den gelmiştir. Francisco yaklaşık 1860 yılında genç Kaliforniyalı dul Eloísa Ortiz ile evlendi ve Ana Isabael'den başka Amerika doğumlu çocukları da oldu. Ana Isabel'in evleneceği kişi olan Roberto Guevara Castro da Kaliforniya, ABD doğumludur. Babası Arjantinli, annesi de İspanyol Kralı tarafından büyük araziler verilmiş olan İspanyol soylusu Don Luís Peralta'nın torunudur. Ana Isabel ve Roberto aileleri Arjantin'e dönene kadar birbiriyle tanışmamıştır. Büyükannesi Ana Isabel'in o zamanlar Kaliforniya'daki yaşantısı üzerine anlattıklarını dinlemek, Che'nin çocukluğu sırasında en büyük zevklerinden biriydi.
Neruda: Neruda'nın, daha sonraları düşmanı olacak olan Fulgencio Batista'yı övdüğü şiirlerini aşina olup olmadığı bilinmemekle birlikte, Bolivya'da yakalandığında sırt çantasından Neruda'nın bir şiir kitabı çıkmıştır.
Diploma: "12 de junio de 1953.- La Facultad de Ciencias Médicas de la Universidad de Buenos Aires le expide a Ernesto Guevara de la Serna el certificado de haber concluido la carrera de medicina. Esto se refleja en el legajo 1058, registro 1116, folio 153. Después participa en una fiesta de despedida que sus compañeros de la Clínica del doctor Salvador Pisani le hacen en la hacienda de la señora ." (12 Haziran 1953. Buenos Aires Üniversitesi Tıp Bilimleri Fakültesi, tıp eğitimini tamamlaması nedeniyle bu diplomayı Ernesto Guevara de la Serna'ya vermiştir. Bu diploma 1058 nolu dosyada, 1116 sicil nosu ile 153 nolu sayfada kaydedilmiştir. Daha sonra Duhaulu Amalia María Gómez Macías'ın evinde doktor Salvador Pisani'nin kliniğindeki arkadaşları tarafından verilen veda partisine katılmıştır.) Che en el tiempo
İber-Amerika: 24. yaşgünü nedeniyle Peru'daki San Pablo cüzzamlılar evinde yaptığı kısa konuşmada Guevara şöyle demiştir: "Böyle soylu bir davanın sözcüleri olmak için çok önemsiz de olsak, inanıyoruz ki bu yolculuk Amerika'nın dengesiz ve aldatıcı uluslara bölünmesinin tam bir kurgu olduğu görüşünü kanıtlamıştır. Bizler, Meksika'dan Macellan Boğazı'na kadar, etnografik yönden önemli ölçüde benzeşen tek bir mestizo ırkıyız. Bu nedenle tüm darkafalı taşralılık anlayışından kurtulma çabası adına Peru ve Birleşik Amerika şerefine kadeh kaldırmak istiyorum." Kaynak: Ernesto Che Guevara, Motorcycle Diaries, London: Verso Books, 1995.
Sırt çantası: "Quizás esa fue la primera vez que tuve planteado prácticamente ante mí el dilema de mi dedicación a la medicina o a mi deber de soldado revolucionario. Tenía delante de mí una mochila llena de medicamentos y una caja de balas, las dos eran mucho peso para transportarlas juntas; tomé la caja de balas, dejando la mochila ..." (Türkçesi: "Belki de bu tıbba olan bağlılığımı mı yoksa devrimci bir asker olmanın gereklerini mi yerine getirmeyi seçme konusunda hayatımda karşılaştığım ilk çelişkidir. Ayaklarımın dibinde tıbbî malzeme dolu bir sırt çantası ile bir cephane sandığı vardı. İkisini birden taşıyamayacağım kadar ağırdılar. Tıbbı geride bırakarak cephaneleri yakaladım...) İlk olarak 26 Şubat 1961'de Havana, Küba'da Verde Olivodaki bir makalede, daha sonra da bir kitapta yayınlanmıştır: Guevara, Ernesto Che. Pasajes de la Guerra Revolucionaria, Havana, Küba: 1963, Ediciones Unión.
Comandante: Türkçesi binbaşı olan "Comandante" rütbesi 26 Temmuz Hareketi'nin askerî yapılanmasındaki en yüksek rütbeydi.
Çocukları: Hilda Gadea'dan (8 Ağustos 1955'te evlendi; 22 Mayıs 1959'da boşandı): bir kız çocuk, Hilda Beatriz Guevara Gadea, 15 Şubat 1956'da Mexico City'de doğdu; 21 Ağustos 1995'te Havana, Küba'da öldü.
Aleida March'dan (2 Haziran 1959'da evlendi):
Lilia Rosa López'den (evlilikdışı): bir erkek çocuk, Omar Pérez, 19 Mart 1964'te Havana, Küba'da doğdu.
INRA: 7 Ekim 1959'da National Institute for Agrarian Reform (Tarım Reformu Ulusal Enstitüsü Sanayileşme Direktörlüğü'ne atanmıştır.
BNC: 26 Kasım 1959'da Küba Merkez Bankası Başkanlığı'na atanmıştır.
MININD: 23 Şubat 1961'de Sanayi Bakanlığı'na atanmıştır.
Cezayir: İspanyol Saharası diye bilinen bölgeyle ilgili anlaşmazlıklar nedeniyle Fas'ın savaş ilan etmesi üzerine 1962 Eylül'ünde Cezayir Küba'nın yardımını istedi. Küba, Cezayir kuvvetlerini desteklemek için 686 asker ve subay ile 60 tanktan oluşan bir birlik gönderdi. Küba birliklerinin Vahran'a inmesinin basına yansımasından kısa süre sonra Fas Kralı II. Hasan Cezayir Başkanı Bin Bella ile ateşkes imzalamayı kabul etti. Küba birlikleri altı ay boyunca Cezayir'de kalarak getirdikleri askerî ekipmanları kurarak Cezayirli meslektaşlarını eğittiler. Guevara Küba kuvvetlerinin konuşlanmasını örgütleme ve gerçekleştirmede önemli rol oynamıştır. Kaynaklar: Piero Gliejeses, "Cuba's First Venture in Africa: Algeria, 1961–1965", Journal of Latin American Studies, no. 28, London: Cambridge University Press, Spring 1996, s. 188 ve Castañeda, s. 244-245.
Kabila: Mayıs 1997'de, Laurent-Désiré Kabila Mobutu Sese Seko hükûmetini devirdi ve Kongo Demokratik Cumhuriyeti'nin başkanı oldu. 16 Ocak 2001'de suikasta kurban gidene kadar bu görevde kalan Kabila'nın yerine oğlu Joseph Kabila geçmiştir.
Kamp: Eğitim kampının Ñancahuazú bölgesinde satın alınması Guevara'nın kampın Alto Beni bölgesinde alınmasına yönelik emrine doğrudan karşı gelmeydi. Bu fait accompli (oldu bittiyle) karşılaştığında başlangıçta şikayet etse de Bolivya Komünistlerinin Ñancahuazú bölgesinde aldığı kampı, Alto Beni'de yeni bir yer alınana kadar zaman kaybetmemek için kullanmaya karar verdi.
ABD Askerî yardımı: "Bolivya'daki ABD askerî personeliı hiçbir zaman 53 danışman geçmemiştir. Bu danışmanların arasında Panama Kanal Bölgesi'ndeki Fort Gulick'te konuşlanmış olan 8. Özel Harekât Grubu'ndan on altı kişilik bir MobilEğitim Timi de bulunmaktaydı. Binbaşı Ralph ('Pappy') Shelton tarafından komuta edilen bu tim Santa Cruz yakınlarında eğitim kamplarını kurdular. 29 Nisan'da gelen danışmanlar Bolivya 2. Ranger Taburu için 19 haftalık bir isyana karşı koyma eğitim programı düzenlediler. Bu yoğun kursun içinde silah eğitimi, yakın dövüş, manga ve takım taktikleri, devriye ve isyan bastırma üzerine dersler verildi. Bolivyalılar eğitime çok iyi katılım sağlayarak kısa süre içinde kendine güvenen, cesaretli ve etkili bir kontrgerilla birimi haline geldiler." -- Che Guevara in Bolivia by Major Donald R. Selvage.
Mesaj: Örneğin, 31 Ağustos 1967'de Che günlüğüne şöyle yazmıştı: "Hay mensaje de Manila pero no se pudo copiar.", yani "Manila'dan (Manila Havana'nın kodadıydı) şifreli bir radyo mesajı var ama bunu kaydedemedik." Bu mesajın içeriğinin ne olduğu açıklanmamıştır, ama kritik öneme haiz olduğu sanılmaktadır çünkü hemen sonra Castro ve gerillaların tedarik ağını yöneten Kübalılar, gerillaların düştükleri zor durumdan haberdar olmuştur.
Barrientos: Barrientos Guevara'nın bulunduğu yerde öldürülmesini emretmesinin ardındaki nedenleri açıklamasa da, onunla çalışanlar bu kararın nedenleri olarak Bolivya'nın üzerine istenmeyen uluslararası ilgiyi çekecek bir mahkeme şovunu engellemek, Bolivya hapishanelerinde uzun süreli hapis cezası alabilecek olan Guevara'nın kaçması ya da (Fidel Castro'da olduğu gibi) salıverilmesi sonucu tekrar gerilla eylemlerine dönmesini engellemek olabileceğini gösterdiler.
Ampütasyon: Castañeda, Jorge G., Che Guevara: Compañero, New York: 1998, Random House, pp. xiii - xiv; pp. 401-402. Guevara'nın kesilmiş elleri formaldehit içinde saklandı ve birkaç ay sonra Fidel Castro'nun eline geçti. Castro'nun kesik elleri sergilemek istediği ama Guevara'nın ailesinden gelen şiddetli tepki sonucu vazgeçtiği söylenir.
Anıtmezar: 30 Aralık 1998'de Bolivya'da Guevara'nın yanında çarpışmış on gerillanın gömüldüğü yerler bulunmuş ve cesetlerinden artakalanlar Santa Clara'daki "Che Guevara anıtmezarına" defnedilmiştir. Anıtmezarın içinde Guevara'nın Castro'ya yazdığı ünlü "Veda mektubunun" aslı da bulunmaktadır.[1] Bu mektupta Guevara, devrim uğruna savaşmak için Küba'dan ayrıldığını, tüm parti, askerî ve hükûmet görevlerinden istifa ettiğini ve Küba vatandaşlığından vazgeçtiğini yazmaktadır.
tr.wikipedia.org
"Four givens are particularly relevant for psychotherapy: the inevitability of death for each of us and for those we love; the freedom to make our lives as we will; our ultimate aloneness; and, finally, the absence of any obvious meaning or sense to life."
“Dört veri, psikoterapi için özellikle önemlidir: her birimiz ve sevdiklerimiz için ölümün kaçınılmazlığı; hayatımızı istediğimiz gibi yapma özgürlüğü; nihai yalnızlığımız; ve son olarak, yaşamın herhangi bir açık anlamının veya anlamının yokluğu.”
Yalom birinci bölümde ayrıntılı bir şekilde ölüm, ölüm anksiyeteleri, çocuklarda ölüm ve psikoterapik yöntemler üzerinde durmaktadır. Ölüm hayatın bir gerçeğidir. Manilius “Doğumda bile ölürüz; son başlangıçta vardır” demekte ve ölüm gerçeğine dikkat çekmektedir. Hiedegger ise var olmayı unutma durumu ile var olmayı düşünme durumu olarak nitelendirdiği dünyada iki varoluş olduğunu vurgulamaktadır. Ölüm insan için var olmayı düşünmeye sevk eden en önemli kaynaklardan bir tanesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yazar kitabında ölüm kadar hayatımızı anlamlı kılan ve eşi benzeri olmayan
bir şey daha yoktur demektedir. Ölümün fizikselliği insanı tahrip etse de ölüm
fikri onu korumakta, hayatının amacını kavratmakta ve yaşamı güzelleştirmektedir.
Yalom’un üstünde dikkatle durduğu bir diğer konu ise ölümle yüzleşmenin kişisel değişime olan katkısıdır. Ölüme yaklaşmak insanlar üzerinde olumlu etkiler yapmaktadır. Hayat önceliklerini yeniden düzenlemek, özgürlük, yapmak istemediklerini yapmamak, hayatı güçlü bir şekilde yaşamak, hayatın
gerçeklerini kabul etmek bunların sadece bazılarıdır. Yalom burada şu soru ile
ölümün insanlar üzerindeki etkisine de dikkat çekmektedir: “Olumlu bir kişisel değişimin ölümle yüzleşmenin ardından gelmesi ne kadar da yaygın”?
Gerçekten de yaşamak için ölmek gerekir fikrine katılmamak imkânsız gibi görünüyor. Schmitt’in de dediği gibi “yaşamaya başlamadan önce ölümün gözlerinin içine bakmak zorunda kaldım. Yaşamak için ölmek gerekiyordu”.
Yalom, ölüm anksiyetelerinin insan hayatı için ne kadar önemli olduğunu vurgulamaktadır. Hayatın büyük bir kısmı ölümü inkâr etmek ile geçer demektedir. Aslında insan yaşarken ölümden o kadar çok korkmaktadır ki ölümsüzlük fikrine ulaşabilmek için her yolu denemektedir. Biyolojik olarak var olma çabası, dinsel olarak ölümden sonraki yaşam arzusu, sanat eserleri ile var olabilme gayreti, yaşamın aşkınlığı fikri gibi tezahürleri bunun en açık göstergesidir de denilebilir.
Yazar tüm bunlardan hareketle ölümle nasıl baş edilebileceğini gösteren bir terapi yöntemi uygulamak istemektedir. Her ne kadar baş edilmesi zor bir mesele olsa da insan hayatını anlamlı kılabilmek için, bastırılmış ölüm korkusu ve anksiyeteleri ile baş edebilmek için varoluşçu terapiye ne kadar ihtiyaç duyulduğuna dikkat çekmektedir.
İkinci bölümde ise özgürlük konusuna değinmekte, sorumluluk ve irade kavramlarını ele alarak bunları bireyin varoluşsal problemleri açısından değerlendirmeye tabi tutmaktadır. Bir kişinin özgür olabilmesi kendi sorumluluğunu üstlenebilmesi, davranışlarına kendisinin yön vermesi, dilediğini ve istediğini yapabilmesi, başkasından sorumluluğunu almasını istemenin dahi bir sorumluluk olduğunu vurgulamaktadır. Kendilerini “istemiyorum ya da yapamam” şeklinde ifade eden hastalarına “yapmayacağım” kelimesini kullan- malarının sorumluluk açısından daha doğru bir kavram olduğunu hatırlatmak- tadır. Özgürlük ve dahi sorumluluktan kaçış bireyin kendinden ve dünyadan kaçması anlamına gelmektedir. Sartre’nin de dediği gibi: “İnsan kendi hayatından tamamen sorumludur. Yalnızca hareketlerinden değil hareket etmediklerinden de sorumludur” der. Sorumluluğun kapsamını net bir şekilde göstermesi bakımından bu söz önem taşımaktadır. Zorlantı, inkar, sorumluluğun yer değiştirmesi, sorumluluktan kaçma, karar verme bozuklukları; bunların hepsi sorumluluk anksiyeteleridir ve bireye bunlarla nasıl baş edilmesi gerektiğini göstermek gerekmektedir.
Sorumluluk kadar önemli bir diğer konu ise dilemek ve istemektir, çünkü bu kavramlar sorumluluk ile doğrudan bağlantılıdır. Bir eylemi yapmayı dilemeden ya da istemeden onu gerçekleştirmek imkânsızdır. Aritoteles “isteme eylemden önce gelen arzudur” der. Dileme ve isteme, kararlılık ve bağlılık açısından önem taşımaktadır. Bazı kişilerde istence karşı var olan direnç ya da sorumluluk üstlenmeme arzuları ile terapist doğru bir şekilde baş etmesini bilmelidir. Hastanın istencini kırmada, sorumluluk almaya istekli olmada, ona yol göstermede, karasızlığının ya da istençsizliğinin bedelini yine kendisinin ödeyeceğini göstermede rehber olmalıdır.
Üçüncü bölümde ise Yalom varoluşsal yalıtım kavramı üzerimde durmaktadır. İnsanın doğuştan varoluşsal yalnızlık içine doğduğunu, bu yalnızlık duygusu ile baş edebilmek için çeşitli anksiyeteler geliştirdiğinin altını çizmektedir. O, bireyin yaşamının gayesine varmasını sağlamaya yardımcı olacak ve yalıtılmışlık duygusundan kurtaracak yegâne gücün sevgi olduğunu belirtmektedir.
Sevgi, bebeklikten itibaren en yoğun hissedilen duydudur. Sevilme ile başlar, sevme ile sonuçlanır. Birey yalnız olmadığını ilk ailesi sayesinde algılar, arkadaşları, çevresi, komşuları, eşi, çocukları ve mesai arkadaşları bu durumu pekiştirir. Ancak insan olgun sevgi kabiliyetine ulaşabilirse mutlu olabilir. Aksi takdirde narsizmden hiçbir farkı kalmaz, bencil yönelimler hayatı ele geçirmiş olur. Yalom, varoluşsal yalıtımın altını çizerken en çok da ölüm, sorumsuzluk, yalnızlık, intihar vb. şekilde kendini ortaya çıkardığını vurgulamaktadır. Birey hayatının anlamını kavrayabilmek için kendi sorunları ile nasıl baş edebileceğini öğrenmesi gerekmektedir. İşte burada terapist devreye girerek hayatı anlamlı kılmaya çalışır.
Dördüncü bölümde Yalom, anlamsızlık kavramı üzerinde durmaktadır. İnsanın modern dünyada baş etmek zorunda kaldığı pek çok problemle karşı karşıya kalmasına rağmen hatta anlamsızlık duygusunun bütün bedenini kaplamasına rağmen hayat amacının farkına varmasının ve anlamlı bir yaşam sürmesinin kişiyi hayata bağladığına değinmektedir. Kozmik bir dinsel amacın ya da dünyevi bir anlam ihtiyacının bireyi anlamsızlıktan kurtardığını ifade etmektedir. Varoluşçu bir terapist olarak Yalom, anlamsızlık kaygısıyla baş etmeye çalışan hastalarına, hayatın anlamını kavratabilmeyi ve onları bu yaşamda mutlu edebileceğini düşündüğü alanlara yönlendirerek rehber olmaktadır.
Kitap, genel hatları ile değerlendirilecek olursa, dört nihai varoluşsal kaygıya karşı terapi yöntemleri ve çözüm önerileri gösterilmeye çalışılmaktadır. Yalom, her ne kadar iyi bir terapist olsa da ve varoluşsal kaygılardan olan ölüm, özgürlük, yalıtım ve anlamsızlık ile nasıl baş edilmesi gerektiğini açıklasa da terapisinde dini göz ardı etmesi ve insanın yüce bir varlığa bağlanma ihtiyacını dikkate almaması bir eksiklik olarak değerlendirilebilmektedir. Varoluşsal kaygıların başında olan ölüm; ahret hayatı, cennet ve ce- hennem olgusu, bu dünyada yaptıklarının hesabını vereceği düşüncesi ile şekillenirse bireyi anlamlı bir yaşama hazırlamaktadır. Ancak Yalom, varoluşsal bu problem karşısında yine varoluşsal bir çözüm önerisi olan dini görmezden gelmektedir.
Aynı şekilde özgürlük, sorumluluk, istenç, yalnızlık ve anlamsızlık gibi kaygılar da din ile birlikte düşünüldüğünde anlamlı hale gelmektedir. Yalom, iyi bir terapist ve bireyi içinden çıkılması pek çok problemden ustaca kurtar- masına karşı bu din konusundaki eksikliği ve görmezden gelme düşüncesi, onun tedavi yönteminin eksikliğini göstermektedir.
Yalom, varoluşsal kaygıları felsefik temellerinden koparmadan ele almaktadır. Aynı zamanda bir ruh sağlığı uzmanı olması nedeniyle de varoluşsal kaygıları daha çok psikoloji bilimi bağlamında incelemekte ve çözümler
üretmeye çalışmaktadır.
Burada şunu da izah etmek gerekir ki hiçbir terapist hastalarına herhangi bir din, dini tutum ya da davranışla ilgili olumlu ya da olumsuz telkinde
bulunamaz ve bulunmamaları da gerekmektedir. Yalom da mesleği gereği bu
hususta tarafsız kalmayı tercih etmektedir. Ancak inanılan ve belli bir kutsallığı
olan şeyin de bu şekilde görmezden gelinmemesi gerekir.
Ancak Yalom’un kullandığı dil, hastaları ile olan iletişim biçimi, ne olursa olsun dürüstlükten ayrılmama prensibi, terapide olaya müdahale etmeyip sadece rehber konumunda kalabilmesi, hastalarının kendi çözüm yollarını kendilerinin bulmasına liderlik yapması onu kendisi gibi olan diğer terapistlerden ayrıcalıklı bir konuma yükseltmektedir.
Tuğba Bakırtaş
çev: Zeliha İyidoğan Babayiğit
Cümlesi bizden yana ağaçların
Bulutlar ve yağmur bizden taraf
Dört gözle bekliyor güneş
Karıncalarla zaferi
Bir haber tek bir haber
Başlaması için bayramın
Bütün yıldızlarım davetli
Fener alayına
Boyum devrilsin diyor baca
Böyle sevinçle tütersem eğer
Bahçeler bahara tövbeli
Zafere kadar.