Benim yapabildiğim, yaptığımı umduğum, son soluğuma değin yapacağım –ki önümde uzun bir zaman yok, biliyorum– bu birtakım şeylerin yaklaşmakta olduğu duygusunu yaşamak ve yaşatmak. Her zaman felaketleri düşünmemek gerek. En korkunç acılardan sonra tüm bu yaşadıklarımız olağanüstü güzellikte bir yaşama dönüşebilir...Abidin Dino
Kısa Hayat Öyküm’de, resimleri, desenleri, karikatürleri, heykelleri,öyküleri, denemeleri ve tüm bir yaşamıyla bize hep sanatın ve yaşamın ne olduğunu göstermiş olan Abidin Dino’nun yaşamöyküsü yer alıyor. Kendi kaleminden, kendi ağzından. Abidin Dino’nun şaşırtılar ve güzelliklerle dolu yaşam serüveni, yalnızca tümüyle kendine özgü, gerçek bir sanat insanının yaşadıklarını birinci elden dile getirmekle kalmıyor, aynı zamanda 20. yüzyıl boyunca Türkiye’de ve dünyada sanat ve politika alanlarında yaşananlara da tanıklık ediyor.
Sunu
Yanılmıyorsam 1985 yılıydı. Abidin’e bir öneride bulundum: kendi ağzından özyaşam öyküsünü yazmak.
Karar verdik, Dinoların her yaz gittikleri, Fransa’nın güneyindeki köylerden birine ben de gidecek, her gün belli saatlerde ses alma aygıtını çalıştırıp karşılıklı konuşacaktık. Daha sonra bu konuşmalarımız kâğıda dökülecek ve Abidin’in onayına sunulacaktı.
Birçok ünlünün özyaşamöykülerinin böylesi bir işbirliği sonucunda ortaya çıktığını, Abidin de ben de biliyorduk.
Benim bildiğim bir şey daha vardı: Abidin’in, yaşam öyküsünü yazmak için, benim kalemime hiç mi hiç gereksinimi olmadığı.
Abidin, Türkçede olsun, Fransızcada olsun, meramını dile getirmekte güçlük çeken biri değildi. Tam tersine, her iki dilde de yazan ve her iki dilde de, kendine özgü üslubu olan bir sanatçı, daha açık bir deyişle, gerçek bir yazardı.
Eğer Abidin’e, özyaşamöyküsü konusunda kalemimi ödünç vermek gibi bir cesareti kendimde gördümse bunun tek bir nedeni vardı: Abidin’in, o çocukluğunda başlayan zengin yaşamını kaleme alacak zamana sahip olmayışı.
Benim kendisine olan saygım ve sevgim, onun bana yıllar boyunca gösterdiği güven, bu tür bir ortak çalışma için yeterli gibi görünmüştü bana.
Bir tek koşul ileri sürdüm. Soracağım her soruyu yanıtlayacaktı. Ama konuşmamız yazıya döküldüğünde neyin yayımlanıp neyin yayımlanma yacağına tabii kendisi karar verecekti.
Bu koşulumu söylediğimde Abidin, bir an, çok kısa bir an duraksadı. Sonra kabullenir gibi göründü.
O güne değin, hiç konuşmadığımız konulara değineceğimizi, böylesi bir çalışma içinde bunun kaçınılmaz olduğunu mu sezip duraksamıştı?
Kuşkusuz, kişisel, özel hayatına ilişkin soruların söz konusu olmayacağını biliyordu.
Kendisine, eğer bu tasarıyı gerçekleştirirsek yayımlanmasını çok uzak bir tarihe bırakabileceğimizi söyledim. Bu tarihi kendisi belirleyebilirdi. Yaşarken ya da öldükten sonra. Benim için önemli olan, “çağının bir tanığı” olarak Abidin’in yaşadıklarıydı.
Abidin gibi, cömert bir insan, yaşadıklarını kendine saklayamazdı.
Benim rolüm, eğer deyiş yerindeyse, yalnızca bir yazmanlık olacaktı. İlk ve kuşkusuz son kez, böylesi bir yazmanlığa kendi isteğimle aday oluyordum.
Anlaştık.
Hatta o yaz için sözleştik bile.
Ama ben, niçin saklayayım, o küçük, bir anlık duraksama dolayısıyla olsa gerek, bu tasarının hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini o anda anlamıştım.
Neden?
Buna, kısa ve kesin bir yanıt vermem olanaksız.
Sanırım, önerim Abidin’e sıcak gelmişti. Onu duraksatan, ileri sürdüğüm o tek koşuldu: tüm soruları yanıtlaması.
Abidin’in, kuşkusuz korkacağı bir şey yoktu, kalmamıştı. Ama sözünü etmek istemediği, unuttuğu, unutmak istediği olaylar, kişiler, ilişkiler olabilirdi. Benim bunları bilmem söz konusu olamazdı. Dolayısıyla bilmeden, kabuk tutmuş bir yarayı, belleğinin derinliklerine gömülmüş bir olayı, unutulmuş bir adı, bir insanı, onun yaşamına yeniden sokmuş olacaktım. Bu açıklamamda tümüyle yanılıyor olabilirim. Ama sanmıyorum.
Yine de Abidin bu tasarıyla uzun bir süre ilgilendi.
Şimdi, Abidin’in, bana yazdığı mektuplara göz attığımda, zaman zaman bu konuya değindiğini görüyorum.
Daha sonraki yıllarda, Uğur Mumcu, Cumhuriyet’te, yanılmıyorsam, Türk solu için tasarladığı bir dizi söyleşi için, Mehmet Ali Aybar, Behice Boran’la birlikte Abidin’i de düşünmüş ve Paris’e gittiğinde konuyu kendisine açmış. Abidin, bu konuda bana verilmiş sözü olduğunu söyleyip Uğur Mumcu’nun önerisine de olumlu bir yanıt vermemiş.
Uğur Mumcu, bir gün telefonda, bana bu görüşmesini aktardığında, kendisine, Abidin’le bir zamanlar böyle ortak bir tasarı geliştirdiğimizi, ama aradan birkaç yıl geçtiğini, kaldı ki, benim tasarımla, kendi tasarısının, gerek amaç, gerek kapsam yönünden çok farklı olduğunu, hatta her iki tasarı gerçekleşirse ortaya daha da bütünlüğü olan özyaşamöyküsü çıkacağı inancında olduğumu söyledim.
Uğur Mumcu, “Bunları Abidin Bey’e aynen söyler misiniz?” diye sordu. “Tabii,” dedim ve telefonu kapadıktan sonra Abidin’i arayıp Mumcu’ya verdiğim yanıtı aynen yineledim.
Abidin “Düşünelim,” dedi.
Böylece ne ben gerçekleştirebildim Abidin’in özyaşamöyküsünü dinleyip yazmayı, ne de Uğur Mumcu düşlediği söyleşiyi.
Yaşamının son yıllarında anılarını yazmaya başladığını muştulamıştı Abidin bana. “Sana verdiğim sözü tutuyorum, İsviçre, Fransa çocukluk yıllarım bitti, şimdi sıra Türkiye’de,” demişti.
Bu arada, 1990 yılında, Fransız ozan, Abidin’in dostu André Velter, Abidin’le Fransız radyosu France Culture için, bu kitabın ikinci bölümünde okuyacağınız uzun söyleşiyi gerçekleştirmeyi başardı.
Abidin’in ölümünden sonra, Paris’te bu söyleşinin bant kayıtlarını okuyunca André Velter’e, Abidin’i bu söyleşiye nasıl “ikna” ettiğini sordum.
“Çok zor oldu,” dedi. “Üç ay uğraştım. Bir belge olarak kalması için, çok daha uzun ve ayrıntılı bir söyleşi düşlüyordum. Ama bunu, Abidin’e kabul ettiremedim. Dört saatlik bu söyleşiyle yetinmek zorunda kaldık. Gördüğünüz gibi, birçok can alıcı konunun ayrıntılarına girmek mümkün olmadı.”
Her şeye karşın André Velter’i kutlamak gerek. Abidin’in yaşamından ilginç anları, anıları unutulmaktan kurtarmış.
Yukarda, sanat, sanatçı söz konusu olduğunda pek hoşlanmadığım halde “tanık/lık” sözcüğünü kullandım. Bu söyleşi okunduğunda görülecek ki, Abidin, çağının, yaşadığı olağanüstü olayların tanığı olarak konuşmuyor (İnsan kendi kendinin tanığı olabilir mi?). Tıpkı, “Çocukluk Anıları”nda olduğu gibi belleğinde yer etmiş olaylardan, kentlerden, insanlardan söz ediyor bize. O çok sevdiği eylemi bu söyleşide de gerçekleştiriyor: anılarını paylaşıyor.
Bu kitabın o, ne yazık ki yazılamayan Abidin Dino’nun “Gerçek Özyaşamöyküsü”nün bir girişi olarak okunmasını diliyorum.
Ferit Edgü
Nisan 1995