30 Nisan 2020

Türkiye'de Caz - Jazz in Turkey




Dünya Caz Günü, her yıl 30 Nisan'da dünya genelinde kutlanıyor.




Maya Angelou "Evrende her şeyin bir ritmi vardır, her şey dans eder."


 
29 Nisan , Dünya Dans Günü 
 


Muhsin Ertuğrul ve Atatürk

Muhsin Ertuğrul, vefatının 41'inci yılında...

Nehire Nehir hanımefendi şöyle anlatır "O zaman­lar kadınların sanatçı kimliğini yeni yeni kazandığı dönemler. Benim tiyatroda çömezlik dönemim. Muhsin Ertuğrul, Darül Bedai'ye başyönetmen olarak atanmış. Çok titiz bir insan...Provadan oyuna her şey saat titizliği ile işliyor, perde bir saniye bile geç açılmıyordu. Provaya geç kalan oyuncu derhal oyundan uzaklaştırılıyordu. Eee tahmin edersiniz ki, bu durumda Muhsin Ertuğrul'unda düşmanı çoktu. Bir gece Dolmabahçe'den Atatürk'ün Şehir Tiyatrolarına geleceği haber verildi. Ben de karşılamak için hazırdım. Fakat Paşa ge­cikti. Muhsin Ertuğrul kendisini beklemeden perdeyi saniyesi saniyesine açıp oyunu başlattı. Atatürk 4 dakika geç kalmıştı. Etraftaki dalkavuklar Atatürk geldiğinde Muhsin Ertuğrul'un onu beklemeden perdeyi açtığını ellerini ovuştu­ra ovuştura anlattılar Atatürk, "Yaaa öyle mi Muhsin Ertuğrul'la görüşü­rüz" dedi.

Herkes Muhsin Ertuğrul'un işinin bittiğine inanıyor, ben müdür ola­cağım, sen müdür olacaksın kavgaları bile başlamıştı. Atatük, piyesin bitiminde Muhsin Ertuğrul'u ayakta karşıladı. Deminkileri de yanına çağırarak aynen şunları söyledi. "Sizi tebrik ederim işinizle ilgili ciddiyetiniz ülkenin gelişimini ciddiye aldığınızı gösterir. Biz geç kaldık, siz vazifenizi yaptınız Eğer bir tek benim için perdeyi açma­yıp oyunu başlatmasaydınız bu dalkavukluktan ileri gitmez ve beni çok üzerdi. Ben herkesin her sahada işini bu kadar ciddiye almasını istiyo­rum, ülke ancak böyle ilerler efendiler!"

William Shakespeare - 18.Sone


Seni bir yaz gününe benzetmek mi ne gezer?
Çok daha güzelsin sen çok daha cana yakın:
Taze tomurcukları sert rüzgarlar örseler
Kısacıktır süresi yeryüzünde bir yazın:
Işıldar göğün gözü yakacak kadar sıcak
Ve sık sık kararır da yaldız düşer yüzünden;
Her güzel güzellikten ergeç yoksun kalacak
Kader ya da varlığın bozulması yüzünden;
Ama hiç solmayacak sendeki ölümsüz yaz
Güzelliğin yitmez ki asla olmaz ki hurda;
Gölgesindesin diye ecel caka satamaz
Sen çağları aşarken bu ölmez satırlarda:
İnsanlar nefes alsın gözler görsün elverir
Yaşadıkça şiirim sana da hayat verir.
 

Düşünceler - Marcus Aurelius


Marcus Aurelius'un en çok yinelediği temalar; Stoacılığın, evren, us, usa uygun yaşamak, yönetici ilke, yaşam, ölüm, za­man, her şeyin akıcılığı, evrende her şeyin sürekli bir değişim içinde oluşu, ün, mal mülk gibi dünyasal değerlerin geçiciliği, insanların kukla gibi içgüdüleri tarafından oynatılması, yaşa­mın oyuna, insanların oyunculara benzetilmesi, insanın evre­nin bir parçası olduğu, tüm insanların birbirleriyle akraba, gi­derek kardeş oldukları gibi temalarıdır.
Evrenin birliği: "Her şey birbirine bağlıdır, onları birbirine bağlayan bağ kutsaldır: hemen hemen hiçbir şey insana yaban­cı değildir. Çünkü her şey birbirleriyle ilişkili olarak düzenlen­miş olup birlikte evrenin düzenini oluştururlar. Varolan bütün şeylerden oluşan bir tek dünya vardır, onları kuşatan Tanrı tek­tir, öz tektir, yasa tektir, tüm düşünen varlıklarda ortak olan us tektir; gerçek de tektir, eğer aynı türden olan ve aynı usu payla­şan tüm varlıkların yetkinliği doğruysa." 

Marcus Aurelius'un Düşünceler'inde, evrenin tek bir tanrı­sal organizma olduğu, bunun içerdiği tanrısal usun bu organiz­maya can verdiği fikri sık sık yinelenmektedir: "Evreni, tek bir maddeyi ve tek bir ruhu içinde barındıran biricik bir canlı yara­tık olarak düşün; bütün şeylerin bu varlığın bilinci tarafından özümlenmiş olduğunu; her şeyin tek bir dürtü sayesinde olup bittiğini ve bütün bu şeylerin nasıl bir araya gelip her şeyin or­tak nedenini oluşturduklarını, onların birbirine nasıl zincirlen­diklerini, nasıl bağlandıklarını düşün." Evrenin bu birliğinden; bütünün iyiliğinin, onu oluşturan parçaların iyiliğinin sıkı sıkıya birbirlerine bağlı olduğu çıkar- sanır. Örneğin, V. Kitap 30. bölüm'de, şöyle diyor Marcus Aure­lius: "Evrenin zihni toplumsaldır. Bundan dolayı, aşağı varlık­ları üstün varlıkların yararı için yaratmıştır, üstün varlıkları da birbirlerine uyarlamıştır. Bunların her birine nasıl boyun eğdir­diğini, onları nasıl eşgüdümlü kıldığını, nasıl yeteneğine göre her birine ona düşen payı verdiğini ve en iyilerinin, nasıl karşı­lıklı uyum içinde olmalarını sağladığını düşün." 

Marcus Aurelius, toplumsal etiğini, evrenin bu deterministik görüşü üstüne kuruyor: İnsanın doğası da ussal ve toplum­sal ve tüm öteki varlıklarda ortak olduğu için, bütün insanları gözetmek doğa ile uyumludur."Evrensel doğanın ne istediğini görüp kendilerini ona göre eğitselerdi, ardından giderdim onların; ama yalnızca sahnede kasıla kasıla rol yapan oyun kişileri gibi rol yaptılarsa, hiç kim­se onları taklit etmeye yargılı kılmadı beni. Felsefenin işi yalın ve onurludur; boş böbürlenmelere kışkırtmayın beni." 

Atomlar, tanrılar: Marcus Aurelius, Demokritos'un atom kuramından etkilenmişti. "Madem ki sana bağlı, bunu niye ya­pıyorsun? Eğer başkasına bağlıysa kimi suçlayacaksın? Atom­ları mı yoksa tanrıları mı? İster birileri olsun, ister ötekiler, saç­ma bir şey olurdu bu. Hiç kimseyi suçlamamalısın. Eğer elin­den geliyorsa, insanı düzelt; gelmiyorsa sorunun kendisini; onu da yapamıyorsan, suçlamak neye yarar? Çünkü hiçbir şey amaçsız yapılmamalı." 

"Ya, her şey, tek bir varlıkta olduğu gibi, tek bir ussal kay­naktan doğar, ki o zaman hiçbir parça, bütünün çıkarma olan şeye kusur bulmamalıdır; ya da yalnızca atomlardan ve rastge- le birleşip dağılmalardan başka bir şey yoktur." 

"Atomlar olsun, doğa olsun, her şeyden önce, benim doğa tarafından yönetilen bütünün bir parçasını oluşturduğum ve doğası benimkiyle aynı olan öteki parçalara bir akrabalık ba­ğıyla bağlı olduğum açıktır."

"Evrenin dölyatağma döndüler ya da parçalanıp atomlara ayrıldılar." 

Yaşam: "... her birimizin yalnızca şimdiki zamanda, bu kı­sacık anda yaşadığını unutma; geri kalan günlerimiz ya çoktan geçip gitmiştir ya da bilinmeyen gelecektedir. Dolayısıyla her birimizin yaşamı kısadır..." 

Ölüm: 
Stoacılık, evrende varolan her şeyi, bu arada kendi yaşamını tam bir içtenlik, dingin bir zihinle kabul edebilen in­san usunun; yaşamını evrenin düzenine uydurabileceğini, ölü­münü de evrendeki olaylar zincirinin zorunlu bir halkası olarak dinginlikle kabul edebileceğini savunur. Ölüm düşüncesi, Düşünceler'in başından sonuna dek sık sık yinelenmekte, nere­deyse yapıtın tümüne iz düşürmektedir:"İnsan ömrü bir an sürer, özümüz artsız aralıksız bir akış," algımız belirsiz, tüm bedenimiz bozulmaya yazgılı, ruhumuz bir kargaşa, yazgımız öngörülmez, ünümüz güvenilmezdir."

 "...insan yaşlı da ölse genç de ölse, ölünce aynı şeyi yitirir: şimdiki zaman insanın yoksun kalabileceği biricik şeydir, çün­kü sahip olduğu biricik şeydir, hiç kimse sahip olmadığı bir şe­yi yitiremez." 

"Ölüm ânında kendi kendine şöyle diyebiliyorsan, şu dün­yadan çekip gitmek senin için daha kolay olacaktır: 'Çok tuhaf bir yaşamı ardımda bırakıyorum; uğrunda onca çaba harcadı­ğım, onlar için onca yakardığım, öylesine özen gösterdiğim ar­kadaşlarım bile, belki de, ölümümden ötürü bir anlamda ferah­layacaklarını umarak, çekip gitmemi istiyorlar/ Öyleyse bu dünyada daha uzun yaşamak için neden var mı? Ama bunun için, arkadaşlarından daha az sevgiyle ayrılmamalısın, tersine, kişiliğine uygun olarak, onlara dostluk, iyilik, sevecenlik gös­termelisin."

Zaman: Zamanın hızla akıp geçmesi karşısında yapılması gereken şey, "an"ı, "şimdi"yi yaşamaktır. Ama bu, Epikurosçularm anladıkları anlamda "an"ı yaşamak değildir. Marcus Au­relius'un dediği, zamanın akışı karşısında "an"m değerini ver­mek, ama bunu kuşkusuz, Stoacı ahlâkın ilkelerine göre yap­maktır. Marcus Aurelius, zamanın hızla akışını: "insanın uçar­ken görüp gönül verdiği bir serçenin daha ona sevdalanır sev­dalanmaz, kanat çırparak gözden yitip gidişine" benzetiyor. 

Her şeyin sürekli bir akış içinde olması: Düşünceler'in bir­çok yerinde karşılaştığımız, "akan ırmak" ya da "akan madde" imgesi, "Panta rei" (her şey akar) diyen Herakleitos'tan esinlen­miş olsa gerek: "Özümüz artsız aralıksız bir akış"tır, diyor Marıcus Aurelius. "Kimi şeyler doğma, kimileriyse ölme telâşında; doğmakta olan şeyin bir parçası şimdiden ölüyor, ya da çoktan öldü bile; ama bu sonsuz akış ve dönüşüm dünyayı sürekli ola­nık yeniler, tıpkı artsız aralıksız akıp giden zaman ırmağının sonsuzluğu yenilemesi gibi." 

Aşağıdaki alıntılarda, hem her şeyin durmadan aktığı, hem nisan ömrünün bir ancık sürdüğü, hem de felsefenin bize ka­hin tek avuntu olduğu düşüncesini buluyoruz: 

"Tek sözcükle, bedenimize ait olan her şey akan bir ırmak- lır, ruhumuza ait olan her şey de salt düş ve yanılsamadır; ya­lımımız yabancı bir ülkede savaş zamanı ve yolculuktur, ölümden sonraki ünümüz ise unutuluştur. Bize koruyacak ne kalıyor geriye? Tek, biricik şey, felsefe."

"Varolan ve doğan her şeyin nasıl hızla geçtiğini, yokolup I’ittiğini düşün sık sık. Çünkü madde durmadan akan bir ırma­ğa benzer, etkinlikleri sürekli dönüşümlere uğrar, değişkeleri sonsuzdur, hemen hemen hiçbir şey dural değildir, elini uzatsan tutabileceğin kadar sana yakın olan şey bile." 

"Kumulların üst üste yığılarak öncekileri gizlemeleri gibi, yaşamda da geçmişteki olayların, ardından gelenlerce hızla giz­lenip yokolduklarmı düşün...." 

Değişim-dönüşüm, Düşünceler'in birçok yerinde geçiyor. Örneğin: IX. Kitap 19. bölümde: "Her şey dönüşür, sen de sü­rekli bir dönüşüm içindesin ve bir anlamda, sürekli bir çözülme içinde. Tüm evren de böyledir." 

İnsanlarm kukla gibi oradan oraya çekiştirilmesi: "...dürtü­ler tarafından kuklalar gibi oradan oraya oynatılmak..." (III. Ki­tap, 16. böl.)"...bedeninin köle olmasına, ya da bir kukla gibi bencil dürtülerce oradan oraya sürüklenmesine (...) izin verme. " 

"Varlığının iplerini devindiren gücün kendi içinde gizli ol­duğunu unutma: bu, etkinliğin, yaşamın, denebilirse insanın kendisidir." 

Platon da kullanmıştır bu imgeyi, ama değişik bir biçimde: insanların, ideal olarak, usun ya da yasanın 'altın ipleri'ne bo­yun eğmeleri anlamında. 

Ünün geçiciliği: "En uzun süren ünler bile kısadır; (...) kısa bir süre sonra ölmeye yazgılı bir zavallı ölümlüler kuşağından ötekine geçer onlar da." (III. Kitap 16. böl). VII. Kitap 34. bö­lümde ise şöyle diyor: "İyi şeyler yapmak, ama karşılığında kötü bir ün kazanmak bir hükümdarın yazgısıdır." Bu sözlerin buruk bir tınısı varsa da, Marcus Aurelius'un bir filozof-imparator olarak "iyi ününün" neredeyse iki bin yıldır süregelmesinin onun bu düşüncesini boşa çıkarması, bir anlamda bir ironi bile sayılabilir. 

"Ölümünden sonra ün kazanmayı tutkuyla isteyen kişi; onu anımsayacak kimselerin her birinin çok geçmeden, sırası gelince öleceğini, onların ardından gelenlerin de başına aynı şe­yin geleceğini, anısının, sürekli olarak bu kişilerin birinden öbürüne geçerken, sırayla bir yanıp bir sönerek sonunda tam bir yokoluşa varacağını düşünmez." 

İnsan ilişkileri: Yaşamını bir imparator yalnızlığı içinde geçi­ren Marcus Aurelius, insan ilişkilerinin değerini derinden duyu­yordu: "Bugüne dek, tanrılara, ana babana, kardeşine, karma, ço­cuklarına, öğretmenlerine, eğitmenlerine, arkadaşlarına, akraba­larına, hizmetçilerine nasü davrandın? Şimdiye dek onların hep­sine 'hiç kimseye doğru olandan başka hiçbir kötü şey söyleme, hiçbir kötü şey yapma' ilkesine uygun olarak mı davrandın? Ne­relerden geçtiğini, nelere katlanma gücü bulduğunu usunda tut; yaşamöykünün neredeyse sonuna geldiğini, hizmetinin tamamı­na erdiğini anımsa." "Ne güzel şeyler gördüğünü, ne çok haz ve acıyı küçümsediğini, ne çok ün kazanma fırsatmı dikkate alma­dığını, kaç vefasıza gönül borcu duyduğunu anımsa." 

İçine çekilme: "... İstediğin anda kendi içine çekilebilirsin; çünkü insanın çekilebileceği hiçbir yer kendi içinden daha din­gin, daha erinçli olamaz; her şeyden önce de, içlerinde yalnızca düşünmenin bile kusursuz bir erinç verdiği ilkeleri varsa. Erinç derken, içsel düzenden başka bir şeyi kastetmiyorum. Öyleyse, sürekli olarak kendini bu sığınacak yere uyarla, orada kendini yenile." 

İzlenimler: "Şu anda zihnimde bir iz bırakan nesne aslında nedir? Neden oluşur? Varlığını ne kadar zaman sürdürmeye yazgılıdır? Onunla yüz yüze gelmek için hangi erdeme (örne­ğin, yumuşaklık, yüreklilik, içtenlik, sadakat, yalınlık, kendi kendine yeterlik ve ötekiler) gerek vardır?" 

Marcus Aurelius'un dili, içtenlikli, özentisiz, yer yer çetin­leşip çetrefilleşse de, genellikle açık seçik. Şiirsel olma çabası gütmesede kitabı kendisi için yazdığına göre şiirsel olma ça­bası gütmediğini söyleyebiliriz bir çeşit kendiliğinden şiirsel dile dönüşüyor zaman zaman. Kimileri, dilin ara ara çetrefil­leşmesini Yunancasmm çok iyi olmayışına yormuşlardır. Ne var ki, Marcus Aurelius'un dile büyük bir özen gösterdiğini, hocası Fronto'nun ona yazdığı bir mektupta açıkça görüyoruz. Fronto örnekler vererek birbirine çok yakın anlamlı birkaç söz­cük arasından en doğru, en yerinde olanı seçmenin önemini vurguluyor. Marcus'un bu konuda gösterdiği titizliği övüyor. 

Bütün bir 20. yüzyılla 21. yüzyılın ilk yıllarına geniş bir gö- rüngeden bakıldığında, insanlığın gidişi hiç de umut verici gö­rünmüyor: doğanın durmadan örselenmesi, giderek tüm doğal kaynaklan bilinçsizce tüketme, bunun da ötesinde doğayı ala­bildiğine sömürme tutkusunun gittikçe ivme kazanması; açlı­ğın alabildiğine yaygınlaşması, biricik değerin gittikçe artan öl­çüde neredeyse tüm insanlar için "çıkar" ve "kâr" a dönüşme­si... Bunca olumsuz, iç kapatıcı koşullarda, erdemi "biricik iyi" sayan, onu usla temellendiren bir felsefî öğretiyi benimseyip yaşam boyu onun ilkelerine bağlı kalan, "doğru" yaşamayı il­ke, bilgeliği ideal edinen, bu uğurda yılmadan çaba harcayan, sürekli olarak kendini denetleyen, kendi kendisiyle hesaplaşan bir filozof imparatoru, yaklaşık iki bin yıl önce yaşamış Marcus Aurelius'u okumanın, kuşkusuz yalnızca yöneticilerde değil, tüm insanlarda, iyi, dürüst, ussal bir yaşam sürüp sürmedikle­rini irdeleme isteği uyandırabileceğini, onları günümüzde nere­deyse sözlüklerden çıkarılmayı hak edecek bir anlam yoksullu­ğuna uğrayan, içi boş bir sözcüğe dönüşen "etik" kavramı üs­tünde düşündürebileceği umudunu taşıyorum.
Şadan Karadeniz

Sabahattin Kudret Aksal - Ağaçlar ve Kuşlar

Ne yağmurdan korkmalı
Ne hatıralardan
Her sabah sokakta başlamalı
Ağaçlar ve kuşlarla yaşamaya..


23 Nisan 2020

Ulusal Egemenliğimizin 100. Yılı Kutlu Olsun!


23 Nisan 1929’da Atatürk bu bayramı çocuklara armağan etti ve ilk kez o yıl 23 Nisan, Çocuk Bayramı olarak kutlandı.


Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları, bu destanı Türkiye Büyük Millet Meclisi ile taçlandırmıştır.  Zor şartlar altında kurulan bu Meclis, bu vatanda artık milletin kendi kendini yöneteceğinin, iradesini hiçbir baskıcı güce teslim etmeyeceğinin ilanı olmuştur. Bugünün önemini “23 Nisan, Türkiye milli tarihinin başlangıcı ve yeni bir dönüm noktasıdır. Bütün bir düşmanlık dünyasına karşı ayağa kalkan Türkiye halkının, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni meydana getirmek hususunda gösterdiği harikayı ifade eder. Egemenlik ulusundur. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden başka hiçbir makam, ulusun alınyazısında etkin olamaz. ” sözleriyle anlatan Atatürk, bugünü neden çocuklara ithaf ettiklerini de şu ifadelerle açıklamıştır: "Küçük hanımlar, küçük beyler... Sizler hepiniz, geleceğin bir gülü, yıldızı, bir bahtının aydınlığısınız. Memleketi asıl aydınlığa boğacak olan sizsiniz. Kendinizin ne kadar önemli, kıymetli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız."  

Eduardo Galeano - Ve Günler Yürümeye Başladı


Şöhret Tam Bir Masal...Bugün (23 Nisan) Dünya Kitap Günü ve edebiyat tarihinin sonu gelmez bir paradoks olduğunu hatırlatmakta yarar var.

İncil’in en popüler bölümü hangisidir? Âdem ve Havva’nın elmayı ısırmaları. Bu İncil’de yer almaz.

Eflatun en meşhur cümlesini asla yazmamıştı: Savaşın nasıl bittiğini sadece ölüler gördüler.

La Manchalı Don Kişot bunu asla söylemedi:Köpekler havlıyor, Sancho, atlara eyer vurmanın zamanıdır.

En bilinen cümlesi Voltaire tarafından ne yazıldı ne de söylendi: Söylediğin şeyle hemfikir değilim, ama bunu söyleme hakkın için canımı veririm.

Georg Friedrich Hegel bunu hiçbir zaman yazmadı: Gri olan kuramdır, hayat ağacıysa yeşil.

Sherlock Holmes asla öyle demedi: Basit düşün, sevgili Watson.

Hiçbir kitabında ya da kitapçığında, Lenin şöyle yazmadı: Amaç araçları doğrular.

Bertolt Brecht en beğenilen şiirinin yazarı değildi: Önce komünistleri götürdüler / hiç sesimi çıkarmadım / çünkü ben komünist değildim...

Jorge Luis Borges dilden dile en çok dolaşan şiirinin yazan değildi: Eğer hayatımı yeni baştan
yaşayabilseydim / daha çok hata yapmaya çalışırdım...

Eduardo Galeano -  Ve Günler Yürümeye Başladı

Immanuel Kant - Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi


Yükümlülük nedeni insanın doğal yapısında ya da içinde bulunduğu dünyanın koşullarında  
değil,  a priori  olarak doğrudan doğruya saf aklın kavramlarında aranmalıdır.


21 Nisan 2020

Kemal Tahir, vefatının 47'nci yılında..


Kemal Tahir 20 Nisan 1973 günü Mehmet Barlas'ın evinde istemeyerek  bir akşam yemeğine katılır. Katılanlar arasında İsmail Cem, Ali Sirmen ve Mete Tuncay da vardır. Mete Tuncay yazarı ağır bir biçimde eleştirir. O akşamın ertesinde saat 05.30'da bir enfarktüs krizi geçirir ve hayata gözlerini yumar. Bu krizin geçirilmesindeki etkinin bir sebebini H. Dosdoğru Mete Tuncay'ın yazarı eleştirmesine bağlar. Ancak Mete Tuncay ise yazara o gece saldırmadığını, sol düşünceyi Kemal Tahir'e karşı savunduğunu ve o gece yazarın son gecesi olduğunu bilseydi kendisini övücü sözlerde bulunacağını belirterek ölümünde bir etkisinin olmadığını savunmuştur.


Mark Twain: Thomas Edison'un Çektiği Görüntüler (1909)




Thomas Edison Films Mark Twain



Nina Simone Feeling Good


Birds flying high you know how I feel
Sun in the sky you know how I feel
Breeze driftin' on by you know how I feel
It's a new dawn
It's a new day
It's a new life for me yeah
It's a new dawn, it's a new day, it's a new life for me
Ouh
And I'm feeling good
Fish in the sea, you know how I feel
River running free, you know how I feel
Blossom on the tree, you know how I feel
It's a new dawn
It's a new day
It's a new life
For me
And I'm feeling good
Dragonfly out in the sun you know what I mean, don't you know
Butterflies all havin' fun, you know what I mean
Sleep in peace when day is done, that's what I mean
And this old world, is a new world
And a bold world for me
Stars when you shine, you know how I feel
Scent of the pine, you know how I feel
Oh freedom is mine
And I know how I feel
It's a new dawn
It's a new day
It's a new life
For me
And I'm feeling good

 
  
Türkçe çevirisi
Yükseklerde uçan kuşlar, nasıl hissettiğimi biliyorsun Birds flying high, you know how I feel Gökyüzünde güneş, nasıl hissettiğimi biliyorsun Sun in the sky, you know how I feel Esinti geçiyor, nasıl hissettiğimi biliyorsunBreeze driftin' on by, you know how I feel
 
Bu yeni bir şafak It's a new dawn Yeni bir gün It's a new day Bu benim için yeni bir hayat, evetIt's a new life for me, yeah
 
Bu yeni bir şafak It's a new dawn Yeni bir gün It's a new day Bu benim için yeni bir hayat, ooh It's a new life for me, ooh ve iyi hissediyorumAnd I'm feeling good
Denizde balık, nasıl hissettiğimi biliyorsun Fish in the sea, you know how I feel Nehir özgürce akıyor, nasıl hissettiğimi biliyorsun River running free, you know how I feel Ağaçta çiçek, nasıl hissettiğimi biliyorsunBlossom on the tree, you know how I feel
 
Bu yeni bir şafak It's a new dawn Yeni bir gün It's a new day Bu benim için yeni bir hayat It's a new life for me ve iyi hissediyorumAnd I'm feeling good
Güneşte yusufçuk ne demek istediğimi biliyorsun, değil mi? Dragonfly out in the sun you know what I mean, don't you know? Kelebekler eğleniyor, ne demek istediğimi biliyorsun Butterflies all havin' fun, you know what I mean Gün bittiğinde huzur içinde uyu, demek istediğim bu Sleep in peace when day is done, that's what I mean Ve bu eski dünya, yeni bir dünya And this old world, is a new world Ve benim için cesur bir dünya, evet-evetAnd a bold world for me, yeah-yeah
Yıldızlar parladığında, nasıl hissettiğimi biliyorsun Stars when you shine, you know how I feel Çam kokusu, nasıl hissettiğimi biliyorsun Scent of the pine, you know how I feel Ah, özgürlük benim Oh, freedom is mine Ve nasıl hissettiğimi biliyorumAnd I know how I feel
 
Bu yeni bir şafak It's a new dawn Yeni bir gün It's a new day Bu benim için yeni bir hayatIt's a new life for me
ben iyi hissediyorumI'm feeling good
 



Murathan Mungan - Bazı Yazlar Uzaktan Geçer


Eski Hayal
Beş kadın olacaktı sahnede.
İnsanın içine işleyen kalın, buğulu sesleri
beşinin de
Ellerinde tığlar, şişlerle ağ yamar gibi, toprak rengi bir denizi öreceklerdi sözcükler, sessizlikler, iç çekişlerle bir yumuşaklığın altında ağır ağır dalgalanan sahnede,
her şeyin üstünü örtercesine.
Çuvalbezi bir deniz.
Bir tek başları, boyunları, kolları, elleri gözükecekti karasını giyindikleri denizin içinde.
Ufka çok bakmış kadınların derinliği olacaktı gözlerinde. Kireç akı, uzak fener. Bazen sırayla, bazen birbirlerinin sözlerini keserek birinden diğerine seken dizelerle dalgalar gibi seslendireceklerdi o sıralar okumakta olduğum Yannis Ritsos’un Yaşlı Kadınlar ve Deniz’ini, İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun sahnesinde.
Neden bilmem, yıllar sonra yokladı beni bu eski hayal; hayatımın gerçekleşmeyen hayallerini düşündüğüm güneşli bir kış günü, bir pazartesi başlangıcı diriliğinde. Sanki hâlâ beni provaya bekleyen kadınlar varmış gibi bir yerlerde.
Geçmişe çok bakmanın eşiğine geldiğim yaşların ve bir yılın son günlerinde.
2004

Perde, rüzgâr
Perdeyi görünür kılan rüzgâr
bize geçmişi aralar
bir anda koltukla kapı arasına sığar
zamanlar
zehirdeki tedbir
rüyasını bekleyen tabir
ne kadar geçse de hiç geçmemiş gibi hayat ve hayal
dinmiş perde
ama içimizde bir rüzgâr
bir rüzgâr
28 Mayıs 2005

Özenle
Özenle sürdürüyorum seni
Kendimde
Başkalarını severken bile
öylece duruyorsun
çekip gitsen de
Yalnız kalmıyor geride
Özenle, sürdürdükçe
Yabancı gövdelerde bile
Özenle sürdürüyorum seni
İzini sürer gibi yaşadığının
yaşadığım serüvenlerde
Önceden bilmediğim bir aşk biçiminde
8 Şubat 2005

 Sızım
sızım sızım aşksızım
geçen gün Figen telefonda bana:
“aşk var mı?” dedi
“yok,” dedim
“aşk sana çok yakışıyor,” dedi
sesi yalansız, saydam
bu nedenle daha çok işleyen sızı
“keşke olsa,” dedim olacak yerlerim azaldıkça sızım sızım
telefonu kapattıktan sonra bütün aşklarımla yalnız kaldım
2 Ağustos 2006


Aheste
Gazap sözcükleri var mıdır? Üzümler gibi tanelenen, rüzgârına karşı geçmiş bağların, kıyıların? Bir ada seç kendine, sen söylemeden kımıldamasın. Şarabını kendin yap gençliğinin kanından, bütün hatırladıklarından. Teninden yanığı geçmemiş olsun eski yazların. Ay iştel
Sonra uğurla kendini bu sahilin şiirinden
Aheste çek kürekleri mehtap uyanmasın!
2007

Erirse
Erirse kalbim erir
gerisi buzdan bıçak
hangi şarkıyı söylese
hançeresi boş
Bakmıyor çeşm-i siyah
2008

19 Nisan 2020

Sabahattin Kudret Aksal - Bir Resimde Atatürk

 
İzmir 27 Ocak 1923
İzmir' e girişini Atatürk'ün
Bir kahve duvarındaki resimde gördüm

Bir ılık güz öğlesinde,
Şanlı haki urbası üzerinde,

Koymuştu kılıcını içine kınının
Yürüyordu arasında sevgili halkının

Ayağında Anadolu' dan getirdiği toz
Bir inanç gözlerinde tükenmez

Alabildiğine insan kalabalığı ardı
Bir aydınlık geleceğe bakıyordu

Işıktı sevinçti türküydü
Görseydiniz o resimde Atatürk'ü.


Octavio Paz - Dokunuş

ellerim
varlığının perdelerini açar
seni daha derin bir çıplaklıkla giydirir
gövdenin gövdelerini ortaya çıkarır 
ellerim 
gövden için başka bir gövde yaratır

 
Çeviri: Ali Cengizkan

Charles Darwin


Büyük botanikçi Bichat'nın da dediği gibi, eğer ki herkes birebir aynı kalıptan çıkmış olsaydı, 'güzellik' diye bir şey var olmazdı. Eğer bütün kadınlarımız Venus de' Medici kadar güzel olsaydı, belki bir süre etkilenirdik; ancak kısa bir süre sonra gözlerimiz çeşit arardı. Ve çeşitliliği bulduğumuz anda, belirli özelliklerin, o anda var olan standartların ötesinde, birazcık daha abartılmasını görmek isterdik.

 As the great anatomist Bichat long ago said, if every one were cast in the same mould, there would be no such thing as beauty. If all our women were to become as beautiful as the Venus de' Medici, we should for a time be charmed; but we should soon wish for variety; and as soon as we had obtained variety, we should wish to see certain characters a little exaggerated beyond the then existing common standard.....The Descent of Man Page 375 - Charles Darwin
 
 
Her ırktan insan alışık olanı tercih eder; herhangi bir büyük değişime tahammül edemezler; ama çeşitliliği severler ve ılımlı bir aşırılığa taşınan her bir özelliğe hayran kalırlar. (76. Bay Bain ('Mental and Moral Science' 1868, s. 304-314) güzellik fikrine ilişkin aşağı yukarı bir düzine farklı teori toplamıştır; ancak hiçbiri burada verilenlerle tamamen aynı değildir.) Neredeyse oval bir yüze, düz ve düzgün hatlara ve parlak renklere alışmış erkekler, biz Avrupalıların bildiği gibi, bu noktalar güçlü bir şekilde geliştirildiğinde hayran kalırlar. Öte yandan, geniş bir yüze, çıkık elmacık kemiklerine, basık bir buruna ve siyah bir tene alışmış erkekler, güçlü bir şekilde işaretlendiğinde bu özelliklere hayran kalırlar. Şüphesiz her türden karakter güzellik için fazla gelişmiş olabilir. Bu nedenle, belirli bir tarzda değiştirilmiş birçok karakteri ima eden mükemmel bir güzellik, her ırkta bir dahi olacaktır. Büyük anatomist Bichat'ın uzun zaman önce söylediği gibi, herkes aynı kalıba dökülseydi, güzellik diye bir şey olmazdı. Tüm kadınlarımız Medici Venüs'ü kadar güzel olsalardı, bir süreliğine büyülenmemiz gerekirdi; ama yakında çeşitlilik dilemeliyiz; ve çeşitliliği elde eder etmez, belirli karakterlerin o zamanki ortak standardın biraz ötesinde abartılı olduğunu görmek isteriz.
 

18 Nisan 2020

Oktay Rifat “Görünmeyene Bakmak”





Bakmak diye düşünüyordu, hayvanlar bakıyor mu! 
Hayvanlar görünene bakıyor, bizse görünmeyene.
Umutsuz sevgilere bakıyoruz, gece gündüz ölülere, yoksulluklara, korkulara, öfkelere,nedenleri, sonuçları, yarınları görüyoruz.

Albert Einstein dini görüşleri

Einstein çeşitli röportajlarında ve mektuplarında hiçbir dine inanmadığını ve bütün dinleri çocukça batıl inançlar olarak gördüğünü söylemiştir. Fakat kendisini bir ateist ya da panteist olarak tanımlamayıp değişik zaman dilimlerinde agnostik veya deist görüşler belirtmiştir. Katı bir determinizme inanan Einstein, evrenin yasalarını anlamayı bir tür dini duyguya benzetmiştir. Ancak kendisinin dini fikirleri konusunda tartışmalar halen devam etmektedir. Kendisi bir kitabında dini şu şekilde tanımlamıştır: Gerçeğin ve onun insan aklına eşsiz biçimde erişebilmesinin mantıklı yapısına duyulan bu inancı "din" kelimesinden daha iyi ifade edecek bir şey bulamadım. Bu inancın olmadığı yerde bilim, yavan bir süreç haline gelir. Eğer rahipler bunu kendi çıkarları için kullanacaklarlarsa bırakalım da bunu şeytan düşünsün. Bunun için herhangi bir ilaç yoktur.  

Albert Einstein, kendi Tanrı görüşünü de şu şekilde dile getirmiştir: Daha yüksek bir düzenin bütün bilimsel çalışmasının arkasında dünyanın mantıklı veya anlaşılabilir şekilde yaratılmış olduğuna dair, dini duyguya benzer, bir inanç olduğu kesindir... Kendisini deneyim dünyasında ortaya koyan üstün bir akıl içerisinde yer alan bu sağlam, derin duygulara sıkı sıkıya bağlı inanç benim Tanrı anlayışımı anlatmaktadır.  

50. yaş gününde, George Sylvester Viereck'e verdiği bir röportajda Tanrı ve din ile ilgili fikirlerini şu şekilde özetlemiştir: Ben bir ateist değilim ve kendime bir panteist de diyebileceğimi düşünmüyorum. İlgili soru bizim kısıtlı akıllarımız için çok geniş. Biz, pek çok değişik dilde kitapla doldurulmuş bir kütüphaneye giren küçük bir çocuğun durumundayız. Çocuk kütüphanedeki kitapları birisinin yazmış olması gerektiğini bilir. Nasıl yazıldıklarını bilmez. Yazıldıkları dilleri anlamaz. Çocuk, kitapların sıralanmasında esrarengiz bir düzen olduğundan şüphe eder, ama ne olduğunu bilmez. Bu durum, bana göre, en zeki insanın bile Tanrı'ya göstereceği yaklaşımdır. Biz, evrenin muhteşem bir şekilde düzenlendiğini ve belirli kanunlara uyduğunu görmekteyiz, ancak bu kanunları çok bulanık bir şekilde anlayabilmekteyiz.

17 Nisan 2020

Köy Enstitüleri Tarihi

Köy enstitülerinin gerek açılış koşulları, ana amacı, kapatılış koşulları ve sorunları; gerekse ana felsefesinin gelecek için eğitim vizyonu ve misyonu katkıları konusunda gerçekçi ve gerekirci düşünce yaklaşımları ile önemli noktalarının ortaya konulması yararlı ve gerekli görülmüştür. Çünkü bir ülkenin geçmişten bugüne, geleceğe yönelik isabetli uzun dönemli politikaları ve stratejik planları ile geleceğini kazanabileceği aksi halde kaybedeceği açıktır. 

Ülke olarak isabetli ve kararlı uzun dönemli politikalar ve stratejik planlar ile ülke geleceğinin kazanılması, yaratılması zorunlu görülmektedir. Türkiye Cumhuriyet'inin 1930 yıllarında toplam nüfusu 14-15 milyon, köy nüfusu 11-12 milyon dolayında idi. Türkiye Cumhuriyeti ekonomisinin ve nüfusunun yaklaşık % 80'i köye ve tarıma dayalı yaşamaktaydı. O yıllarda Türkiye'nin köylerin büyük bir çoğunluğunda yol, su, elektrik, sağlık ocağı, okul yoktu. 

Köylerin büyük bir çoğunluğuna bilimin, demokrasinin ve cumhuriyetin temel ilkeleri ve değerleri tam girmemişti; köylülerin büyük bir çoğunluğu okuma yazma bilmiyordu. Diğer yandan 1900 yıllara doğru realizme ve pragmatizme dayalı idealizm bakış açısı yönünde Amerika'da J. DEWEY'in "iş eğitimi, üretici ve faydacı eğitim, demokratik eğitim," Avrupa'da O. DECROLY'in "hayat ile hayat içinde eğitim," görüşleri önem kazanarak yaygınlaşmıştı, yaygınlaşmaktaydı. Bu bağlamda cumhuriyet'in ilk yıllarında "yaşamda bir iş yapacak, üretici ve kişilikli insan, iyi bir yurttaş yetiştirme," görüşleri önem kazanarak kuvvetlenmişti; dolayısı ile ekonomik ve kültürel kalkınmanın tarımdan, köyden başlatılması zorunlu görülmekteydi. 

Atatürk'ün "Köylü milletin efendisidir," veciz sözleri doğrultusunda 1930'lu yıllarda "köycülük, köylüyü kalkındırma projeleri" geliştirilmeye ve uygulanmaya başlandı. Köylerde tarım, hayvancılık, yapıcılık, demircilik işlerinin, sağlıklı konut ve yaşamın geliştirilmesi; köylünün cumhuriyetin ana amacı ve ilkeleri yönünde bilinçlendirilmesi, canlandırılması gerekmekteydi. Aynı yönde ayrıca daha etkin eğitim sistemi yaklaşımları, arayışları içinde eğitimde birlik çalışmaları sürdürülmekteydi. 

Büyük Atatürk'e, dönemin Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç'a göre eğitim yaşamın kendisi olmalıydı; eğitim sistemi, sistem çalışması ve ülkü birliği içinde geliştirilmeliydi, işe ve üretime dayanmalıydı. İş eğitimi kişinin kendisini gerçekleştirmesini, toplumsal sorunların çözümünü sağlamalıydı. Dolayısı ile öğretmenler köyün belirtilen sorunlarını çözecek biçimde yetiştirilmeliydi; aynı yönde temel bilgili, ilkeli ve koşullara dayalı serbest fikirli olmalıydı; serbest fikirli cumhuriyet gençleri yetiştirmeliydi. 

Köy enstitüleri fikri İkinci Meşrutiyet ile daha somut olarak ileri sürülmüştür. J. DEWEY ve diğer eğitimcileri de köy enstitüleri fikrini desteklemekteydi. Tarihi Süreci ve İncelme Bu yönde köy okullarında okuma yazma, matematik öğretimi için eğitici eleman yetiştirmek amacı ile 11.06.1937 Tarih ve 3238 tarih sayılı "Köy Eğitmenleri Yasası" çıkarılmıştır. Daha sonra 07.07.1939 Tarih ve 3704 sayılı "Köy Eğitmen Kursları ile Köy Öğretmen Okulları Yasası" çıkarılmıştır. 

Bu yasa çerçevesinde Eskişehir, İzmir, Kırklareli, Kastamonu, Samsun illerinde köy öğretmen okulları açılmıştır. Aynı yönde Köy öğretmeni yetiştirme çalışmaları hızlandırılmış ve 17-29 Temmuz 1939 Milli Eğitim Şurası'nda alınan karar doğrultusunda 17.04.1940 Tarih ve 3803 sayılı ile "Köy Enstitüleri Yasası" çıkarılmıştır. Köy Enstitüleri Yasası ile daha önce açılmış ve eğitim öğretim yapmakta olan köy öğretmen okullarını da köy enstitüleri statüsü altında toplanmış; köyde üretim ve kalkınma ön plana alınmıştır. 

Köy Enstitülerinin çoğu ilk üç-dört yılda kuruldu; Türkiye genelinde sayısı zamanla 21'e çıkartıldı. Köy enstitüleri temel misyonunu iş, zanaat ve sanat deneyimli, yetenekli köy koşulları ile barışık köy öğretmenleri, teknik ve sağlık elemanları yetiştirmekti. Köyü kalkındırma çalışmalarını büyük bir coşku içinde temel, eğitim ve kültür bilgilerine önem vererek sağlamaktı. 

Köy enstitüleri öğrencileri ilk yıllarda eğitim öğretim süreci içinde önce kendi okullarını, atölyelerini, iş yerlerini bizzat kendileri yapmışlardı. Günlük gıda temini, yiyecek, içecek, temizlik temini işlerini kendileri yaparlardı. Aynı yönde çağdaş ve demokratik iş eğitimi, yaratıcı üretim ve verimlilik eğitimi görüşü ve yaklaşımları izlenirdi. Eğitim öğretim, uygulama ve iş süreçlerinde çevreye görelik, doğa uygunluk, kendi kendini yönetme, kendi kendine çalışma ilkeleri ve yöntemleri izlenmişti. 

Köy Enstitüleri bu doğrultuda eğitim öğretim çalışmalarını kalitelerini artırarak 14 yıl başarı ile devam ettirmiştir. Bu dönemde 17 341 öğretmen, 8 675 eğitmen, 1 248 sağlık memuru olmak üzere toplam 27 264 eleman yetiştirmiştir. Bu gelişim süreçlerinde diğer yandan 1950'li yıllarda ABD ve Avrupa ülkelerinde şehir nüfusu % 70'ı aşmışken Türkiye'nin nüfusu 21 milyona, şehir nüfusu ancak 5-6 milyona yaklaşmıştı. 

Yine İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra dünyadaki yeni ekonomik oluşumlara, bloklaşmalara bağlı olarak Türkiye'de de öncelikler değişmeye; kişisel özgürlük, özel girişimcilik beklentileri de gelişmeye başladı. Türkiye'de şehirleşme, sanayileşme, özel sektör politikaları gelişmeye, bu politikaların gerektirdiği sosyal yaşam ve yatırım öncelikleri; şehirlilik, seçkinlik, kalite ve moda kültürü önem kazanmaya, milli eğitim öncelikleri değişmeye başladı. Aynı yönde çağdaş yaşama, dini inanca ve bilime dayalı idealistlik ve seçkinlik önem kazanırken gerçekçilik, üretkenlik, verimlilik ve faydacılık biraz ihmal edilmeye başlandı. 

Köy enstitülerinde de bu bağlamda temel ve teorik bilgilere, eğitim ve kültür bilgilerine önem veren bakış açıları gelişmekteydi. Öğretmen yetiştirme bakış açılarında beliren bu yeni yaklaşımlar doğrultusunda 5-14 Şubat 1953 Tarihli Beşinci Milli Eğitim Şurası'nın köy öğretmen okulları ile köy enstitülerini birleştirme kararları doğrultusunda 04.02.1954 Tarih ve 6234 sayılı "İlk Öğretmen Okulu Yasası" çıkarıldı. Köy enstitüleri belirli kesimlerin ileri sürdüğü biçimde gerçekten erken kapatılmıştı.

mebb.deu.edu.tr

Halikarnas Balıkçısı Ege Kıyılarından " Knidos Afroditi "


"İnsanlar arasındaki ayrılık, gelinle senin arana giren duvaktır. İnsan birliğini ayıran ince, bir başka­lık duvağı, duvağın ardında sezilen yüzün bir güzelli­ği, bir gülümsemesi vardır. Ben işte, o hayal meyal gördüğün güzelliğin ta kendisiyim! Gelinler sanıldık­ları gibi olmasalar bile, gelinde hayal ettiğin, aradı­ğın güzellik ve gerçek benim! Sen beni Bizans'ın Losus Sarayında yandı kül oldu, bitti sanma. Kadın er­kek, çoluk çocuk milyonlarca insanda yaşayan, yü­rüyen, bakan, seven ve sevilen yine benim. Gözleri ışıktan kamaşan kara baykuşlar gibi, öteye beriye çöken felaketler, ancak burada masmavi bir gedik, bir aralık bıraktıkları için ben buraya her gece ay ve yıldız ışığıyla gelir, eski yerimde gezerim.

Ben doğulu bir Tanrıçayım. Asurlular bana 'İş- tar’ dediler. Fenikeliler bana 'Astoret! Astoret!' diye yalvarırlardı. Suriye'de adım Atargatis'ti. Babilliler bana 'Belit' (Melitta!) diye taparlardı. İnsan olalı ve daha önceleri hep vardım. Ben Astarte'yim. En derin hücrenizde, her atomda kaynayan hayat kaynağı­yım. Heptim, hepim ve hep olacağım. Bunun için ölümsüzüm. Benim geçmediğim yer yoktur. Tapınak olsun, duvar olsun; insan, hayvan, zindan, kule, sa­ray, ordu; kısacası bana yol vermeyen her şeyi mut­laka ölüm çiğner ve bana yol açar.

Seni ben doğurdum. Elverir ki seni doğurayım, yeryüzüne yeni bir kafa getireyim; doğururken ölme­ ye razıyım. Hem de güle güle. Praksiteles bana ka­nat takmadı. Çünkü ben, düş dünyasından melek ya da gılman değil, ama bu dünyanın taşından, topra­ğından, maddesinden yapılma bir kadınım. Ve yer­ yüzüne, acı beyin doğuran anayım. Gökteki düşsel melekler gerçek olsalar bile, onlar hiç yeni bir şey doğuramazlar. Gözlerim doğum işkencesiyle çukurlaşırken kemiklerim açılır, etlerim parça parça olur. Eğer cennet varsa ve o cennette de kanatlı melekler varsa, onlar kanatlarından utansınlar. İşte sana ilk önce ana biçiminde göründüm. Bu dünyaya gözleri­ni açtığın zaman ilk önce ben sana gülümsedim. İş­te ben bu güzelliğimle seni bağrımda, kendimle, ka­nımla besledim. Sonra da sana koynumun sütünü emzirdim. Üzerine sevgiyle titreyen, sana sütünü ve­ren, üzerine eğilip sana gülümseyen ölümsüz güzel­lik benim. 

İnsanlar önce beni bir ay tanrıçası diye tanırlar­dı. Onun için burada sana eski ışığımla parlıyorum. Tarih başlamadan bile beni doğu; otlar, ağaçlara can verici, hayat ve hareket bağışlayıcı diye severdi. Ama o zaman bile denizle, enginlerle birliğim vardı. Deniz dünyanın en büyük yaratıcısıdır. Doğurgandır. Engin bağrında sever, sevdirir, çoğaltır ve var eder. Onun için aynı zamanda bir engin tanrıçasıydım. Doğuda çok öncelerden beri hayat hep su gibi akıcı, yürüyücü, ileri atılıcı bir şey olarak sezilirdi. Madem­ ki ışıktım, aydım, denizdim; elbette tanyerinin ufuk­tan ağarması gibi Helenler beni 'Afrodit' diye enginin köpüklerinden yarattılar. Helenler, kendi yıldızım olan Venüs’ün şafak ağarırken Ege Denizinin doğu­sundan doğduğunu görmemişler miydi? Onun için beni doğudan, ufkun köpüklerinden yarattılar. İlk önce bana, yeşil derinliklerin Tanrısı olan Poseydon taptı. 

Doğudan geldiğim için bana ilk önce Kitera'da tapınaklar kurdular. Sonra Fenikeliler, Ege'de uçu­şan yelkenleriyle beni Girit'e getirdiler. Yunanistan'a vardığım zaman hayatı hayat eden ne varsa, o ben­ dim. 

Onun için sevgi ve güzellik Tanrıçasıydım. Bir gün geldi, bütün güzelliğimle Praksiteles'in beyninde parlayan hayal oldum. Işıklı bir duman gibi döne döne buraya geldim durdum. Bembeyaz bir heykel olarak buraya dikildim. Yaradılışın birbirlerine karşı çekici yarattığı varlıklar gelip önümde birleşir­ lerdi. Bu iki ayrı cisim, benim ruhumda biribirlerine kavuşurlardı. 

Bana apak güvercinler getirirlerdi. Yaşamanın çılgın isteği, yaşamayı özleminin derin şarkısı, mavi göklerde yüz binlerce güvercinimin uğultusuna karı­şırdı. Bu yerler şimdi bir yıkımdır. Ama sen o türkü­ nün denizde sayısız renkle çakan ve fısıltıyla söyle­ nen uyumunu burada duyuyorsun a...

Bir an geldi ki; sevdiğin kadının gözlerinde par­ladım. Dudaklarından sana gülümsedim. Elbette ba­ kışımı, gülüşümü görünce beni aya, yıldıza, denizle­re benzettin. Çünkü bakışım ve gülüşüm, sana bakan yıldızlardı. Sana gülen, bakan varlıktı. Eğer o an bir avuç toz olsaydım, beni göklere savurur, Samanyolları yaratırdın. Çünkü ben senin gözünde bütün insanlığı temsil ediyordum. Bütün insanlığı bir göv­dede sana veriyordum. Bana doğru uzattığın kolları­na bütün güzellikleri, evreni seriyordum. Yüce dağla­rın kuvvetini bağışlıyordum. Gönlünün bana doğru atılışına bütün okyanusların sonsuz genişliğini veri­yordum. Bir an için sana cennet kapılarını açtım. Göklerin milyarlarca yıldızını kulaklarında çınlattım. Aylar, güneşler, beyninde fırıl fırıl dönerken sana göksel müzikler dinlettim. Esginler seni sonsuz yük­sekliklere çıkardı. Çünkü bir an içinde, sana sonsuz­luklar yaşattım. Gövdemle ölüme set çektim. İşte bu nedenle, Afrodit'im.. 

Yaşam öyledir ki; birlikte yaratılan, yaşayan ve büyüyenler birbirlerini seveceklerdir. Çünkü birbirle­rini sevmekten başka her ne yaparlarsa, birbirlerinin celladı olarak birbirlerini öldüreceklerdi. 

Sevgi ve sevincim öyledir ki; cefa ve üzüncü omuzlara bölerek onu hiç ederim; sevgimi yüreklere bölüştürmekle onu ’hep’ ederim. Ben Astarte'yim. İn­sanın işkenceyi hiç etmekteki inancı ve umuduyum. Ben o umudum ki; yıkıntı içindeki dünyayı çalışmay­la cennete çevirtmeye gücüm yeter. Mademki varım; hayat değil miyim, umut değil miyim ve öteyi göste­ren değil miyim? insan, güçlüklerini benimle çözüm­ler ve onları ortadan kaldırır. Sultanlar ve köleler, tanyeri ağarırken geceden artakalan gölgeler gibi önümden kaçarlar. Ben Afrodit'im. Enginin en yük­sek dalgasının üstündeki köpüğüm. Maddenin özü, sütün kaymağı ve yaradılışın son ürünüyüm. Çünkü, bilince varmış maddeyim. Dalgadan dalgaya yürüye­rek köpürür ve bütün güzelliğimle sonsuza dek çırıl­ çıplak parlarım. Bütün toplumları saran ölüm çem­berlerini çözen ve daha engin, daha öte, daha güzel dünyalara insanı doğurur ve vardırırım. 

Bazen bana 'Havva' dediler. Bazen de 'Mer­ yem' dediler. En eski Mısır'da bile insanoğlu Horus ve doğuran İsis değil miydim? Bin bir adla anıldım. Kitera dediler, beni Kıbrıs’ diye çağırdılar. Her za­ man genç ve güzel olan ve her zaman yeni yeni do­ğan Brahma, yine bendim. Öldürücü Azrail'e karşı­ lık, hep müjdeler getiren Cebrail ben değildim de kimdi? 

Ama Uzakdoğuda beni tulum göbekli ve ağzım­dan ateş püskürür yapıyorlardı. Ben asıl Knidos'ta, insanlığın ve kadının dosdoğru ve tertemiz enstektti (içgüdüsü) olduğumu gösterdim ve bu enstenkt bü­tün insanların bekası (kalımı) sırasında öylesine gü­zel bir dengede duruyordu ki... Bir ticaret malıymı­şım gibi, alım satım piyasasında, bana da paraca değer biçtiler. Durduğum yerden devrilmeseydim, varlığın en güzel ve en temiz şeyi olarak kalırdım. 

Baloda ve salonda henüz çocukluktan çıkmış dekolteli kıza, seksenlik milyonerin elleri, kolları, si­ nek kapmağa hazırlanan örümceğin .yaşlı bacakları gibi titremeseydi, sulanan ağzından, sarkan altdudağının yoluyla, salyası frakının beyaz plastronuna, öküz salyası gibi sünüp de akmasaydı, kendimden ve gövdemden utanacak neyim vardı?

Doğan çocuklar bile, benimle ilgili bilgiyi mutla­ ka gizli olarak mezbelelerden öğrenmek ve aşh pan- domimasını, lağımlarına denk akan sokaklarda, aç­lık haçına çakılmış olan kendi öz kardeşleriyle meşketmek zorundadırlar. Gemi azıya alan o görünüm­leri büyük kentlerin eğlence yerlerinde gören gençli­ğin başından, hangi eğitim, hangi öğretim o yakıcı izlenimi silebilir? 

Şimdi çöplükte öğrenilen gizi, ben insanlara gü­zellikle, ışıkla ve sevgiyle anlattım. İnsanlara güzel­lik ve temizlik duygusunu verdim. Bu sıralarda bana bir de 'seksapel' niteliği taktılar. Yaratılış boşluğu sevmez. İnsanlar yalnız parayla uğraşan boş kafaları elbette seksapel ile doldurdular. Bu yolda propa­ ganda ile epeyce para da topladılar, insanların bur­nunun biçimini, dudağının rengini, kirpiklerinin duru­munu; üst baş ve yüz gözlerin nasıl olması gerektiği­ni, şimdi ancak, gözü kaparozda (yolsuz gelirde) olan ticaret kurumlan saptıyorlar. Oysa benim güzel­liğimi, gözü hiç de parada değil, ama güzellikte olan bir sanatçı yarattı. 'Güzel insan böyle olacaktır. Ma­dem ben böylesine güzel insanı düşünebildim; bu güzel insana ulaşıldı...’ dedi. Ben, güzelliğin Afroditiyim... Parayla satılan seksapelin Afroditi değil... 

Ben, hangi şeyin üzerinde parlarsam onu güzel kılan Astarte'yim. Gençliğin şafağında, titreyen  du­daklarla insan, öpüşler sayıklarken, ona düşlerinde gülümseyen benim. Peri adalarında, fışıltılı kıyılar­ da, büyülü dağ ve yamaçlarda ona gülümseyen Me­litta benim. Denizde, ırmak kıyılarında ona seslenen ¡sis benim. Açık dudaklarından kokular soluyan çi­çeklerde, yağmurlarda, renkte, türküde, insanı çağı­ran benim. Varolanı parça parça edip geçmişin üze­rine yıkan fırtınanın sesinde çığlık salan Astarte be­nim. Hatta dünyada varolmak zorunluğunu bile, yo­lunda can verilir, sevinçli bir çile durumuna getiren, insana kendisini sevdiren yine benim. Her yabancı­nın yüzüne bir kardeş tatlılığı veren benim. İnsan her yüzde, her bakışta beni arar. Çünkü herkesin başkalığı, ancak yüzüme geçen bir maskedir. Ben Astarte'yim. Her gözden ben bakarım. Bütün beyin­lerde bilincim. Bütün bilinçlerde bir umudum. Çünkü ben hayatım..."

Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek(Öyküler)
Derleyen:Şadan Gökovalı