Marcus Aurelius'un en çok yinelediği temalar; Stoacılığın, evren, us, usa uygun yaşamak, yönetici ilke, yaşam, ölüm, zaman, her şeyin akıcılığı, evrende her şeyin sürekli bir değişim içinde oluşu, ün, mal mülk gibi dünyasal değerlerin geçiciliği, insanların kukla gibi içgüdüleri tarafından oynatılması, yaşamın oyuna, insanların oyunculara benzetilmesi, insanın evrenin bir parçası olduğu, tüm insanların birbirleriyle akraba, giderek kardeş oldukları gibi temalarıdır.
Evrenin birliği: "Her şey birbirine bağlıdır, onları birbirine bağlayan bağ kutsaldır: hemen hemen hiçbir şey insana yabancı değildir. Çünkü her şey birbirleriyle ilişkili olarak düzenlenmiş olup birlikte evrenin düzenini oluştururlar. Varolan bütün şeylerden oluşan bir tek dünya vardır, onları kuşatan Tanrı tektir, öz tektir, yasa tektir, tüm düşünen varlıklarda ortak olan us tektir; gerçek de tektir, eğer aynı türden olan ve aynı usu paylaşan tüm varlıkların yetkinliği doğruysa."
Marcus Aurelius'un Düşünceler'inde, evrenin tek bir tanrısal organizma olduğu, bunun içerdiği tanrısal usun bu organizmaya can verdiği fikri sık sık yinelenmektedir: "Evreni, tek bir maddeyi ve tek bir ruhu içinde barındıran biricik bir canlı yaratık olarak düşün; bütün şeylerin bu varlığın bilinci tarafından özümlenmiş olduğunu; her şeyin tek bir dürtü sayesinde olup bittiğini ve bütün bu şeylerin nasıl bir araya gelip her şeyin ortak nedenini oluşturduklarını, onların birbirine nasıl zincirlendiklerini, nasıl bağlandıklarını düşün." Evrenin bu birliğinden; bütünün iyiliğinin, onu oluşturan parçaların iyiliğinin sıkı sıkıya birbirlerine bağlı olduğu çıkar- sanır. Örneğin, V. Kitap 30. bölüm'de, şöyle diyor Marcus Aurelius: "Evrenin zihni toplumsaldır. Bundan dolayı, aşağı varlıkları üstün varlıkların yararı için yaratmıştır, üstün varlıkları da birbirlerine uyarlamıştır. Bunların her birine nasıl boyun eğdirdiğini, onları nasıl eşgüdümlü kıldığını, nasıl yeteneğine göre her birine ona düşen payı verdiğini ve en iyilerinin, nasıl karşılıklı uyum içinde olmalarını sağladığını düşün."
Marcus Aurelius, toplumsal etiğini, evrenin bu deterministik görüşü üstüne kuruyor: İnsanın doğası da ussal ve toplumsal ve tüm öteki varlıklarda ortak olduğu için, bütün insanları gözetmek doğa ile uyumludur."Evrensel doğanın ne istediğini görüp kendilerini ona göre eğitselerdi, ardından giderdim onların; ama yalnızca sahnede kasıla kasıla rol yapan oyun kişileri gibi rol yaptılarsa, hiç kimse onları taklit etmeye yargılı kılmadı beni. Felsefenin işi yalın ve onurludur; boş böbürlenmelere kışkırtmayın beni."
Atomlar, tanrılar: Marcus Aurelius, Demokritos'un atom kuramından etkilenmişti. "Madem ki sana bağlı, bunu niye yapıyorsun? Eğer başkasına bağlıysa kimi suçlayacaksın? Atomları mı yoksa tanrıları mı? İster birileri olsun, ister ötekiler, saçma bir şey olurdu bu. Hiç kimseyi suçlamamalısın. Eğer elinden geliyorsa, insanı düzelt; gelmiyorsa sorunun kendisini; onu da yapamıyorsan, suçlamak neye yarar? Çünkü hiçbir şey amaçsız yapılmamalı."
"Ya, her şey, tek bir varlıkta olduğu gibi, tek bir ussal kaynaktan doğar, ki o zaman hiçbir parça, bütünün çıkarma olan şeye kusur bulmamalıdır; ya da yalnızca atomlardan ve rastge- le birleşip dağılmalardan başka bir şey yoktur."
"Atomlar olsun, doğa olsun, her şeyden önce, benim doğa tarafından yönetilen bütünün bir parçasını oluşturduğum ve doğası benimkiyle aynı olan öteki parçalara bir akrabalık bağıyla bağlı olduğum açıktır."
"Evrenin dölyatağma döndüler ya da parçalanıp atomlara ayrıldılar."
Yaşam: "... her birimizin yalnızca şimdiki zamanda, bu kısacık anda yaşadığını unutma; geri kalan günlerimiz ya çoktan geçip gitmiştir ya da bilinmeyen gelecektedir. Dolayısıyla her birimizin yaşamı kısadır..."
Ölüm:
Stoacılık, evrende varolan her şeyi, bu arada kendi yaşamını tam bir içtenlik, dingin bir zihinle kabul edebilen insan usunun; yaşamını evrenin düzenine uydurabileceğini, ölümünü de evrendeki olaylar zincirinin zorunlu bir halkası olarak dinginlikle kabul edebileceğini savunur. Ölüm düşüncesi, Düşünceler'in başından sonuna dek sık sık yinelenmekte, neredeyse yapıtın tümüne iz düşürmektedir:"İnsan ömrü bir an sürer, özümüz artsız aralıksız bir akış," algımız belirsiz, tüm bedenimiz bozulmaya yazgılı, ruhumuz bir kargaşa, yazgımız öngörülmez, ünümüz güvenilmezdir."
"...insan yaşlı da ölse genç de ölse, ölünce aynı şeyi yitirir: şimdiki zaman insanın yoksun kalabileceği biricik şeydir, çünkü sahip olduğu biricik şeydir, hiç kimse sahip olmadığı bir şeyi yitiremez."
"Ölüm ânında kendi kendine şöyle diyebiliyorsan, şu dünyadan çekip gitmek senin için daha kolay olacaktır: 'Çok tuhaf bir yaşamı ardımda bırakıyorum; uğrunda onca çaba harcadığım, onlar için onca yakardığım, öylesine özen gösterdiğim arkadaşlarım bile, belki de, ölümümden ötürü bir anlamda ferahlayacaklarını umarak, çekip gitmemi istiyorlar/ Öyleyse bu dünyada daha uzun yaşamak için neden var mı? Ama bunun için, arkadaşlarından daha az sevgiyle ayrılmamalısın, tersine, kişiliğine uygun olarak, onlara dostluk, iyilik, sevecenlik göstermelisin."
Zaman: Zamanın hızla akıp geçmesi karşısında yapılması gereken şey, "an"ı, "şimdi"yi yaşamaktır. Ama bu, Epikurosçularm anladıkları anlamda "an"ı yaşamak değildir. Marcus Aurelius'un dediği, zamanın akışı karşısında "an"m değerini vermek, ama bunu kuşkusuz, Stoacı ahlâkın ilkelerine göre yapmaktır. Marcus Aurelius, zamanın hızla akışını: "insanın uçarken görüp gönül verdiği bir serçenin daha ona sevdalanır sevdalanmaz, kanat çırparak gözden yitip gidişine" benzetiyor.
Her şeyin sürekli bir akış içinde olması: Düşünceler'in birçok yerinde karşılaştığımız, "akan ırmak" ya da "akan madde" imgesi, "Panta rei" (her şey akar) diyen Herakleitos'tan esinlenmiş olsa gerek: "Özümüz artsız aralıksız bir akış"tır, diyor Marıcus Aurelius. "Kimi şeyler doğma, kimileriyse ölme telâşında; doğmakta olan şeyin bir parçası şimdiden ölüyor, ya da çoktan öldü bile; ama bu sonsuz akış ve dönüşüm dünyayı sürekli olanık yeniler, tıpkı artsız aralıksız akıp giden zaman ırmağının sonsuzluğu yenilemesi gibi."
Aşağıdaki alıntılarda, hem her şeyin durmadan aktığı, hem nisan ömrünün bir ancık sürdüğü, hem de felsefenin bize kahin tek avuntu olduğu düşüncesini buluyoruz:
"Tek sözcükle, bedenimize ait olan her şey akan bir ırmak- lır, ruhumuza ait olan her şey de salt düş ve yanılsamadır; yalımımız yabancı bir ülkede savaş zamanı ve yolculuktur, ölümden sonraki ünümüz ise unutuluştur. Bize koruyacak ne kalıyor geriye? Tek, biricik şey, felsefe."
"Varolan ve doğan her şeyin nasıl hızla geçtiğini, yokolup I’ittiğini düşün sık sık. Çünkü madde durmadan akan bir ırmağa benzer, etkinlikleri sürekli dönüşümlere uğrar, değişkeleri sonsuzdur, hemen hemen hiçbir şey dural değildir, elini uzatsan tutabileceğin kadar sana yakın olan şey bile."
"Kumulların üst üste yığılarak öncekileri gizlemeleri gibi, yaşamda da geçmişteki olayların, ardından gelenlerce hızla gizlenip yokolduklarmı düşün...."
Değişim-dönüşüm, Düşünceler'in birçok yerinde geçiyor. Örneğin: IX. Kitap 19. bölümde: "Her şey dönüşür, sen de sürekli bir dönüşüm içindesin ve bir anlamda, sürekli bir çözülme içinde. Tüm evren de böyledir."
İnsanlarm kukla gibi oradan oraya çekiştirilmesi: "...dürtüler tarafından kuklalar gibi oradan oraya oynatılmak..." (III. Kitap, 16. böl.)"...bedeninin köle olmasına, ya da bir kukla gibi bencil dürtülerce oradan oraya sürüklenmesine (...) izin verme. "
"Varlığının iplerini devindiren gücün kendi içinde gizli olduğunu unutma: bu, etkinliğin, yaşamın, denebilirse insanın kendisidir."
Platon da kullanmıştır bu imgeyi, ama değişik bir biçimde: insanların, ideal olarak, usun ya da yasanın 'altın ipleri'ne boyun eğmeleri anlamında.
Ünün geçiciliği: "En uzun süren ünler bile kısadır; (...) kısa bir süre sonra ölmeye yazgılı bir zavallı ölümlüler kuşağından ötekine geçer onlar da." (III. Kitap 16. böl). VII. Kitap 34. bölümde ise şöyle diyor: "İyi şeyler yapmak, ama karşılığında kötü bir ün kazanmak bir hükümdarın yazgısıdır." Bu sözlerin buruk bir tınısı varsa da, Marcus Aurelius'un bir filozof-imparator olarak "iyi ününün" neredeyse iki bin yıldır süregelmesinin onun bu düşüncesini boşa çıkarması, bir anlamda bir ironi bile sayılabilir.
"Ölümünden sonra ün kazanmayı tutkuyla isteyen kişi; onu anımsayacak kimselerin her birinin çok geçmeden, sırası gelince öleceğini, onların ardından gelenlerin de başına aynı şeyin geleceğini, anısının, sürekli olarak bu kişilerin birinden öbürüne geçerken, sırayla bir yanıp bir sönerek sonunda tam bir yokoluşa varacağını düşünmez."
İnsan ilişkileri: Yaşamını bir imparator yalnızlığı içinde geçiren Marcus Aurelius, insan ilişkilerinin değerini derinden duyuyordu: "Bugüne dek, tanrılara, ana babana, kardeşine, karma, çocuklarına, öğretmenlerine, eğitmenlerine, arkadaşlarına, akrabalarına, hizmetçilerine nasü davrandın? Şimdiye dek onların hepsine 'hiç kimseye doğru olandan başka hiçbir kötü şey söyleme, hiçbir kötü şey yapma' ilkesine uygun olarak mı davrandın? Nerelerden geçtiğini, nelere katlanma gücü bulduğunu usunda tut; yaşamöykünün neredeyse sonuna geldiğini, hizmetinin tamamına erdiğini anımsa." "Ne güzel şeyler gördüğünü, ne çok haz ve acıyı küçümsediğini, ne çok ün kazanma fırsatmı dikkate almadığını, kaç vefasıza gönül borcu duyduğunu anımsa."
İçine çekilme: "... İstediğin anda kendi içine çekilebilirsin; çünkü insanın çekilebileceği hiçbir yer kendi içinden daha dingin, daha erinçli olamaz; her şeyden önce de, içlerinde yalnızca düşünmenin bile kusursuz bir erinç verdiği ilkeleri varsa. Erinç derken, içsel düzenden başka bir şeyi kastetmiyorum. Öyleyse, sürekli olarak kendini bu sığınacak yere uyarla, orada kendini yenile."
İzlenimler: "Şu anda zihnimde bir iz bırakan nesne aslında nedir? Neden oluşur? Varlığını ne kadar zaman sürdürmeye yazgılıdır? Onunla yüz yüze gelmek için hangi erdeme (örneğin, yumuşaklık, yüreklilik, içtenlik, sadakat, yalınlık, kendi kendine yeterlik ve ötekiler) gerek vardır?"
Marcus Aurelius'un dili, içtenlikli, özentisiz, yer yer çetinleşip çetrefilleşse de, genellikle açık seçik. Şiirsel olma çabası gütmesede kitabı kendisi için yazdığına göre şiirsel olma çabası gütmediğini söyleyebiliriz bir çeşit kendiliğinden şiirsel dile dönüşüyor zaman zaman. Kimileri, dilin ara ara çetrefilleşmesini Yunancasmm çok iyi olmayışına yormuşlardır. Ne var ki, Marcus Aurelius'un dile büyük bir özen gösterdiğini, hocası Fronto'nun ona yazdığı bir mektupta açıkça görüyoruz. Fronto örnekler vererek birbirine çok yakın anlamlı birkaç sözcük arasından en doğru, en yerinde olanı seçmenin önemini vurguluyor. Marcus'un bu konuda gösterdiği titizliği övüyor.
Bütün bir 20. yüzyılla 21. yüzyılın ilk yıllarına geniş bir gö- rüngeden bakıldığında, insanlığın gidişi hiç de umut verici görünmüyor: doğanın durmadan örselenmesi, giderek tüm doğal kaynaklan bilinçsizce tüketme, bunun da ötesinde doğayı alabildiğine sömürme tutkusunun gittikçe ivme kazanması; açlığın alabildiğine yaygınlaşması, biricik değerin gittikçe artan ölçüde neredeyse tüm insanlar için "çıkar" ve "kâr" a dönüşmesi... Bunca olumsuz, iç kapatıcı koşullarda, erdemi "biricik iyi" sayan, onu usla temellendiren bir felsefî öğretiyi benimseyip yaşam boyu onun ilkelerine bağlı kalan, "doğru" yaşamayı ilke, bilgeliği ideal edinen, bu uğurda yılmadan çaba harcayan, sürekli olarak kendini denetleyen, kendi kendisiyle hesaplaşan bir filozof imparatoru, yaklaşık iki bin yıl önce yaşamış Marcus Aurelius'u okumanın, kuşkusuz yalnızca yöneticilerde değil, tüm insanlarda, iyi, dürüst, ussal bir yaşam sürüp sürmediklerini irdeleme isteği uyandırabileceğini, onları günümüzde neredeyse sözlüklerden çıkarılmayı hak edecek bir anlam yoksulluğuna uğrayan, içi boş bir sözcüğe dönüşen "etik" kavramı üstünde düşündürebileceği umudunu taşıyorum.
Evrenin birliği: "Her şey birbirine bağlıdır, onları birbirine bağlayan bağ kutsaldır: hemen hemen hiçbir şey insana yabancı değildir. Çünkü her şey birbirleriyle ilişkili olarak düzenlenmiş olup birlikte evrenin düzenini oluştururlar. Varolan bütün şeylerden oluşan bir tek dünya vardır, onları kuşatan Tanrı tektir, öz tektir, yasa tektir, tüm düşünen varlıklarda ortak olan us tektir; gerçek de tektir, eğer aynı türden olan ve aynı usu paylaşan tüm varlıkların yetkinliği doğruysa."
Marcus Aurelius'un Düşünceler'inde, evrenin tek bir tanrısal organizma olduğu, bunun içerdiği tanrısal usun bu organizmaya can verdiği fikri sık sık yinelenmektedir: "Evreni, tek bir maddeyi ve tek bir ruhu içinde barındıran biricik bir canlı yaratık olarak düşün; bütün şeylerin bu varlığın bilinci tarafından özümlenmiş olduğunu; her şeyin tek bir dürtü sayesinde olup bittiğini ve bütün bu şeylerin nasıl bir araya gelip her şeyin ortak nedenini oluşturduklarını, onların birbirine nasıl zincirlendiklerini, nasıl bağlandıklarını düşün." Evrenin bu birliğinden; bütünün iyiliğinin, onu oluşturan parçaların iyiliğinin sıkı sıkıya birbirlerine bağlı olduğu çıkar- sanır. Örneğin, V. Kitap 30. bölüm'de, şöyle diyor Marcus Aurelius: "Evrenin zihni toplumsaldır. Bundan dolayı, aşağı varlıkları üstün varlıkların yararı için yaratmıştır, üstün varlıkları da birbirlerine uyarlamıştır. Bunların her birine nasıl boyun eğdirdiğini, onları nasıl eşgüdümlü kıldığını, nasıl yeteneğine göre her birine ona düşen payı verdiğini ve en iyilerinin, nasıl karşılıklı uyum içinde olmalarını sağladığını düşün."
Marcus Aurelius, toplumsal etiğini, evrenin bu deterministik görüşü üstüne kuruyor: İnsanın doğası da ussal ve toplumsal ve tüm öteki varlıklarda ortak olduğu için, bütün insanları gözetmek doğa ile uyumludur."Evrensel doğanın ne istediğini görüp kendilerini ona göre eğitselerdi, ardından giderdim onların; ama yalnızca sahnede kasıla kasıla rol yapan oyun kişileri gibi rol yaptılarsa, hiç kimse onları taklit etmeye yargılı kılmadı beni. Felsefenin işi yalın ve onurludur; boş böbürlenmelere kışkırtmayın beni."
Atomlar, tanrılar: Marcus Aurelius, Demokritos'un atom kuramından etkilenmişti. "Madem ki sana bağlı, bunu niye yapıyorsun? Eğer başkasına bağlıysa kimi suçlayacaksın? Atomları mı yoksa tanrıları mı? İster birileri olsun, ister ötekiler, saçma bir şey olurdu bu. Hiç kimseyi suçlamamalısın. Eğer elinden geliyorsa, insanı düzelt; gelmiyorsa sorunun kendisini; onu da yapamıyorsan, suçlamak neye yarar? Çünkü hiçbir şey amaçsız yapılmamalı."
"Ya, her şey, tek bir varlıkta olduğu gibi, tek bir ussal kaynaktan doğar, ki o zaman hiçbir parça, bütünün çıkarma olan şeye kusur bulmamalıdır; ya da yalnızca atomlardan ve rastge- le birleşip dağılmalardan başka bir şey yoktur."
"Atomlar olsun, doğa olsun, her şeyden önce, benim doğa tarafından yönetilen bütünün bir parçasını oluşturduğum ve doğası benimkiyle aynı olan öteki parçalara bir akrabalık bağıyla bağlı olduğum açıktır."
"Evrenin dölyatağma döndüler ya da parçalanıp atomlara ayrıldılar."
Yaşam: "... her birimizin yalnızca şimdiki zamanda, bu kısacık anda yaşadığını unutma; geri kalan günlerimiz ya çoktan geçip gitmiştir ya da bilinmeyen gelecektedir. Dolayısıyla her birimizin yaşamı kısadır..."
Ölüm:
Stoacılık, evrende varolan her şeyi, bu arada kendi yaşamını tam bir içtenlik, dingin bir zihinle kabul edebilen insan usunun; yaşamını evrenin düzenine uydurabileceğini, ölümünü de evrendeki olaylar zincirinin zorunlu bir halkası olarak dinginlikle kabul edebileceğini savunur. Ölüm düşüncesi, Düşünceler'in başından sonuna dek sık sık yinelenmekte, neredeyse yapıtın tümüne iz düşürmektedir:"İnsan ömrü bir an sürer, özümüz artsız aralıksız bir akış," algımız belirsiz, tüm bedenimiz bozulmaya yazgılı, ruhumuz bir kargaşa, yazgımız öngörülmez, ünümüz güvenilmezdir."
"...insan yaşlı da ölse genç de ölse, ölünce aynı şeyi yitirir: şimdiki zaman insanın yoksun kalabileceği biricik şeydir, çünkü sahip olduğu biricik şeydir, hiç kimse sahip olmadığı bir şeyi yitiremez."
"Ölüm ânında kendi kendine şöyle diyebiliyorsan, şu dünyadan çekip gitmek senin için daha kolay olacaktır: 'Çok tuhaf bir yaşamı ardımda bırakıyorum; uğrunda onca çaba harcadığım, onlar için onca yakardığım, öylesine özen gösterdiğim arkadaşlarım bile, belki de, ölümümden ötürü bir anlamda ferahlayacaklarını umarak, çekip gitmemi istiyorlar/ Öyleyse bu dünyada daha uzun yaşamak için neden var mı? Ama bunun için, arkadaşlarından daha az sevgiyle ayrılmamalısın, tersine, kişiliğine uygun olarak, onlara dostluk, iyilik, sevecenlik göstermelisin."
Zaman: Zamanın hızla akıp geçmesi karşısında yapılması gereken şey, "an"ı, "şimdi"yi yaşamaktır. Ama bu, Epikurosçularm anladıkları anlamda "an"ı yaşamak değildir. Marcus Aurelius'un dediği, zamanın akışı karşısında "an"m değerini vermek, ama bunu kuşkusuz, Stoacı ahlâkın ilkelerine göre yapmaktır. Marcus Aurelius, zamanın hızla akışını: "insanın uçarken görüp gönül verdiği bir serçenin daha ona sevdalanır sevdalanmaz, kanat çırparak gözden yitip gidişine" benzetiyor.
Her şeyin sürekli bir akış içinde olması: Düşünceler'in birçok yerinde karşılaştığımız, "akan ırmak" ya da "akan madde" imgesi, "Panta rei" (her şey akar) diyen Herakleitos'tan esinlenmiş olsa gerek: "Özümüz artsız aralıksız bir akış"tır, diyor Marıcus Aurelius. "Kimi şeyler doğma, kimileriyse ölme telâşında; doğmakta olan şeyin bir parçası şimdiden ölüyor, ya da çoktan öldü bile; ama bu sonsuz akış ve dönüşüm dünyayı sürekli olanık yeniler, tıpkı artsız aralıksız akıp giden zaman ırmağının sonsuzluğu yenilemesi gibi."
Aşağıdaki alıntılarda, hem her şeyin durmadan aktığı, hem nisan ömrünün bir ancık sürdüğü, hem de felsefenin bize kahin tek avuntu olduğu düşüncesini buluyoruz:
"Tek sözcükle, bedenimize ait olan her şey akan bir ırmak- lır, ruhumuza ait olan her şey de salt düş ve yanılsamadır; yalımımız yabancı bir ülkede savaş zamanı ve yolculuktur, ölümden sonraki ünümüz ise unutuluştur. Bize koruyacak ne kalıyor geriye? Tek, biricik şey, felsefe."
"Varolan ve doğan her şeyin nasıl hızla geçtiğini, yokolup I’ittiğini düşün sık sık. Çünkü madde durmadan akan bir ırmağa benzer, etkinlikleri sürekli dönüşümlere uğrar, değişkeleri sonsuzdur, hemen hemen hiçbir şey dural değildir, elini uzatsan tutabileceğin kadar sana yakın olan şey bile."
"Kumulların üst üste yığılarak öncekileri gizlemeleri gibi, yaşamda da geçmişteki olayların, ardından gelenlerce hızla gizlenip yokolduklarmı düşün...."
Değişim-dönüşüm, Düşünceler'in birçok yerinde geçiyor. Örneğin: IX. Kitap 19. bölümde: "Her şey dönüşür, sen de sürekli bir dönüşüm içindesin ve bir anlamda, sürekli bir çözülme içinde. Tüm evren de böyledir."
İnsanlarm kukla gibi oradan oraya çekiştirilmesi: "...dürtüler tarafından kuklalar gibi oradan oraya oynatılmak..." (III. Kitap, 16. böl.)"...bedeninin köle olmasına, ya da bir kukla gibi bencil dürtülerce oradan oraya sürüklenmesine (...) izin verme. "
"Varlığının iplerini devindiren gücün kendi içinde gizli olduğunu unutma: bu, etkinliğin, yaşamın, denebilirse insanın kendisidir."
Platon da kullanmıştır bu imgeyi, ama değişik bir biçimde: insanların, ideal olarak, usun ya da yasanın 'altın ipleri'ne boyun eğmeleri anlamında.
Ünün geçiciliği: "En uzun süren ünler bile kısadır; (...) kısa bir süre sonra ölmeye yazgılı bir zavallı ölümlüler kuşağından ötekine geçer onlar da." (III. Kitap 16. böl). VII. Kitap 34. bölümde ise şöyle diyor: "İyi şeyler yapmak, ama karşılığında kötü bir ün kazanmak bir hükümdarın yazgısıdır." Bu sözlerin buruk bir tınısı varsa da, Marcus Aurelius'un bir filozof-imparator olarak "iyi ününün" neredeyse iki bin yıldır süregelmesinin onun bu düşüncesini boşa çıkarması, bir anlamda bir ironi bile sayılabilir.
"Ölümünden sonra ün kazanmayı tutkuyla isteyen kişi; onu anımsayacak kimselerin her birinin çok geçmeden, sırası gelince öleceğini, onların ardından gelenlerin de başına aynı şeyin geleceğini, anısının, sürekli olarak bu kişilerin birinden öbürüne geçerken, sırayla bir yanıp bir sönerek sonunda tam bir yokoluşa varacağını düşünmez."
İnsan ilişkileri: Yaşamını bir imparator yalnızlığı içinde geçiren Marcus Aurelius, insan ilişkilerinin değerini derinden duyuyordu: "Bugüne dek, tanrılara, ana babana, kardeşine, karma, çocuklarına, öğretmenlerine, eğitmenlerine, arkadaşlarına, akrabalarına, hizmetçilerine nasü davrandın? Şimdiye dek onların hepsine 'hiç kimseye doğru olandan başka hiçbir kötü şey söyleme, hiçbir kötü şey yapma' ilkesine uygun olarak mı davrandın? Nerelerden geçtiğini, nelere katlanma gücü bulduğunu usunda tut; yaşamöykünün neredeyse sonuna geldiğini, hizmetinin tamamına erdiğini anımsa." "Ne güzel şeyler gördüğünü, ne çok haz ve acıyı küçümsediğini, ne çok ün kazanma fırsatmı dikkate almadığını, kaç vefasıza gönül borcu duyduğunu anımsa."
İçine çekilme: "... İstediğin anda kendi içine çekilebilirsin; çünkü insanın çekilebileceği hiçbir yer kendi içinden daha dingin, daha erinçli olamaz; her şeyden önce de, içlerinde yalnızca düşünmenin bile kusursuz bir erinç verdiği ilkeleri varsa. Erinç derken, içsel düzenden başka bir şeyi kastetmiyorum. Öyleyse, sürekli olarak kendini bu sığınacak yere uyarla, orada kendini yenile."
İzlenimler: "Şu anda zihnimde bir iz bırakan nesne aslında nedir? Neden oluşur? Varlığını ne kadar zaman sürdürmeye yazgılıdır? Onunla yüz yüze gelmek için hangi erdeme (örneğin, yumuşaklık, yüreklilik, içtenlik, sadakat, yalınlık, kendi kendine yeterlik ve ötekiler) gerek vardır?"
Marcus Aurelius'un dili, içtenlikli, özentisiz, yer yer çetinleşip çetrefilleşse de, genellikle açık seçik. Şiirsel olma çabası gütmesede kitabı kendisi için yazdığına göre şiirsel olma çabası gütmediğini söyleyebiliriz bir çeşit kendiliğinden şiirsel dile dönüşüyor zaman zaman. Kimileri, dilin ara ara çetrefilleşmesini Yunancasmm çok iyi olmayışına yormuşlardır. Ne var ki, Marcus Aurelius'un dile büyük bir özen gösterdiğini, hocası Fronto'nun ona yazdığı bir mektupta açıkça görüyoruz. Fronto örnekler vererek birbirine çok yakın anlamlı birkaç sözcük arasından en doğru, en yerinde olanı seçmenin önemini vurguluyor. Marcus'un bu konuda gösterdiği titizliği övüyor.
Bütün bir 20. yüzyılla 21. yüzyılın ilk yıllarına geniş bir gö- rüngeden bakıldığında, insanlığın gidişi hiç de umut verici görünmüyor: doğanın durmadan örselenmesi, giderek tüm doğal kaynaklan bilinçsizce tüketme, bunun da ötesinde doğayı alabildiğine sömürme tutkusunun gittikçe ivme kazanması; açlığın alabildiğine yaygınlaşması, biricik değerin gittikçe artan ölçüde neredeyse tüm insanlar için "çıkar" ve "kâr" a dönüşmesi... Bunca olumsuz, iç kapatıcı koşullarda, erdemi "biricik iyi" sayan, onu usla temellendiren bir felsefî öğretiyi benimseyip yaşam boyu onun ilkelerine bağlı kalan, "doğru" yaşamayı ilke, bilgeliği ideal edinen, bu uğurda yılmadan çaba harcayan, sürekli olarak kendini denetleyen, kendi kendisiyle hesaplaşan bir filozof imparatoru, yaklaşık iki bin yıl önce yaşamış Marcus Aurelius'u okumanın, kuşkusuz yalnızca yöneticilerde değil, tüm insanlarda, iyi, dürüst, ussal bir yaşam sürüp sürmediklerini irdeleme isteği uyandırabileceğini, onları günümüzde neredeyse sözlüklerden çıkarılmayı hak edecek bir anlam yoksulluğuna uğrayan, içi boş bir sözcüğe dönüşen "etik" kavramı üstünde düşündürebileceği umudunu taşıyorum.
Şadan Karadeniz