30 Nisan 2020

Düşünceler - Marcus Aurelius


Marcus Aurelius'un en çok yinelediği temalar; Stoacılığın, evren, us, usa uygun yaşamak, yönetici ilke, yaşam, ölüm, za­man, her şeyin akıcılığı, evrende her şeyin sürekli bir değişim içinde oluşu, ün, mal mülk gibi dünyasal değerlerin geçiciliği, insanların kukla gibi içgüdüleri tarafından oynatılması, yaşa­mın oyuna, insanların oyunculara benzetilmesi, insanın evre­nin bir parçası olduğu, tüm insanların birbirleriyle akraba, gi­derek kardeş oldukları gibi temalarıdır.
Evrenin birliği: "Her şey birbirine bağlıdır, onları birbirine bağlayan bağ kutsaldır: hemen hemen hiçbir şey insana yaban­cı değildir. Çünkü her şey birbirleriyle ilişkili olarak düzenlen­miş olup birlikte evrenin düzenini oluştururlar. Varolan bütün şeylerden oluşan bir tek dünya vardır, onları kuşatan Tanrı tek­tir, öz tektir, yasa tektir, tüm düşünen varlıklarda ortak olan us tektir; gerçek de tektir, eğer aynı türden olan ve aynı usu payla­şan tüm varlıkların yetkinliği doğruysa." 

Marcus Aurelius'un Düşünceler'inde, evrenin tek bir tanrı­sal organizma olduğu, bunun içerdiği tanrısal usun bu organiz­maya can verdiği fikri sık sık yinelenmektedir: "Evreni, tek bir maddeyi ve tek bir ruhu içinde barındıran biricik bir canlı yara­tık olarak düşün; bütün şeylerin bu varlığın bilinci tarafından özümlenmiş olduğunu; her şeyin tek bir dürtü sayesinde olup bittiğini ve bütün bu şeylerin nasıl bir araya gelip her şeyin or­tak nedenini oluşturduklarını, onların birbirine nasıl zincirlen­diklerini, nasıl bağlandıklarını düşün." Evrenin bu birliğinden; bütünün iyiliğinin, onu oluşturan parçaların iyiliğinin sıkı sıkıya birbirlerine bağlı olduğu çıkar- sanır. Örneğin, V. Kitap 30. bölüm'de, şöyle diyor Marcus Aure­lius: "Evrenin zihni toplumsaldır. Bundan dolayı, aşağı varlık­ları üstün varlıkların yararı için yaratmıştır, üstün varlıkları da birbirlerine uyarlamıştır. Bunların her birine nasıl boyun eğdir­diğini, onları nasıl eşgüdümlü kıldığını, nasıl yeteneğine göre her birine ona düşen payı verdiğini ve en iyilerinin, nasıl karşı­lıklı uyum içinde olmalarını sağladığını düşün." 

Marcus Aurelius, toplumsal etiğini, evrenin bu deterministik görüşü üstüne kuruyor: İnsanın doğası da ussal ve toplum­sal ve tüm öteki varlıklarda ortak olduğu için, bütün insanları gözetmek doğa ile uyumludur."Evrensel doğanın ne istediğini görüp kendilerini ona göre eğitselerdi, ardından giderdim onların; ama yalnızca sahnede kasıla kasıla rol yapan oyun kişileri gibi rol yaptılarsa, hiç kim­se onları taklit etmeye yargılı kılmadı beni. Felsefenin işi yalın ve onurludur; boş böbürlenmelere kışkırtmayın beni." 

Atomlar, tanrılar: Marcus Aurelius, Demokritos'un atom kuramından etkilenmişti. "Madem ki sana bağlı, bunu niye ya­pıyorsun? Eğer başkasına bağlıysa kimi suçlayacaksın? Atom­ları mı yoksa tanrıları mı? İster birileri olsun, ister ötekiler, saç­ma bir şey olurdu bu. Hiç kimseyi suçlamamalısın. Eğer elin­den geliyorsa, insanı düzelt; gelmiyorsa sorunun kendisini; onu da yapamıyorsan, suçlamak neye yarar? Çünkü hiçbir şey amaçsız yapılmamalı." 

"Ya, her şey, tek bir varlıkta olduğu gibi, tek bir ussal kay­naktan doğar, ki o zaman hiçbir parça, bütünün çıkarma olan şeye kusur bulmamalıdır; ya da yalnızca atomlardan ve rastge- le birleşip dağılmalardan başka bir şey yoktur." 

"Atomlar olsun, doğa olsun, her şeyden önce, benim doğa tarafından yönetilen bütünün bir parçasını oluşturduğum ve doğası benimkiyle aynı olan öteki parçalara bir akrabalık ba­ğıyla bağlı olduğum açıktır."

"Evrenin dölyatağma döndüler ya da parçalanıp atomlara ayrıldılar." 

Yaşam: "... her birimizin yalnızca şimdiki zamanda, bu kı­sacık anda yaşadığını unutma; geri kalan günlerimiz ya çoktan geçip gitmiştir ya da bilinmeyen gelecektedir. Dolayısıyla her birimizin yaşamı kısadır..." 

Ölüm: 
Stoacılık, evrende varolan her şeyi, bu arada kendi yaşamını tam bir içtenlik, dingin bir zihinle kabul edebilen in­san usunun; yaşamını evrenin düzenine uydurabileceğini, ölü­münü de evrendeki olaylar zincirinin zorunlu bir halkası olarak dinginlikle kabul edebileceğini savunur. Ölüm düşüncesi, Düşünceler'in başından sonuna dek sık sık yinelenmekte, nere­deyse yapıtın tümüne iz düşürmektedir:"İnsan ömrü bir an sürer, özümüz artsız aralıksız bir akış," algımız belirsiz, tüm bedenimiz bozulmaya yazgılı, ruhumuz bir kargaşa, yazgımız öngörülmez, ünümüz güvenilmezdir."

 "...insan yaşlı da ölse genç de ölse, ölünce aynı şeyi yitirir: şimdiki zaman insanın yoksun kalabileceği biricik şeydir, çün­kü sahip olduğu biricik şeydir, hiç kimse sahip olmadığı bir şe­yi yitiremez." 

"Ölüm ânında kendi kendine şöyle diyebiliyorsan, şu dün­yadan çekip gitmek senin için daha kolay olacaktır: 'Çok tuhaf bir yaşamı ardımda bırakıyorum; uğrunda onca çaba harcadı­ğım, onlar için onca yakardığım, öylesine özen gösterdiğim ar­kadaşlarım bile, belki de, ölümümden ötürü bir anlamda ferah­layacaklarını umarak, çekip gitmemi istiyorlar/ Öyleyse bu dünyada daha uzun yaşamak için neden var mı? Ama bunun için, arkadaşlarından daha az sevgiyle ayrılmamalısın, tersine, kişiliğine uygun olarak, onlara dostluk, iyilik, sevecenlik gös­termelisin."

Zaman: Zamanın hızla akıp geçmesi karşısında yapılması gereken şey, "an"ı, "şimdi"yi yaşamaktır. Ama bu, Epikurosçularm anladıkları anlamda "an"ı yaşamak değildir. Marcus Au­relius'un dediği, zamanın akışı karşısında "an"m değerini ver­mek, ama bunu kuşkusuz, Stoacı ahlâkın ilkelerine göre yap­maktır. Marcus Aurelius, zamanın hızla akışını: "insanın uçar­ken görüp gönül verdiği bir serçenin daha ona sevdalanır sev­dalanmaz, kanat çırparak gözden yitip gidişine" benzetiyor. 

Her şeyin sürekli bir akış içinde olması: Düşünceler'in bir­çok yerinde karşılaştığımız, "akan ırmak" ya da "akan madde" imgesi, "Panta rei" (her şey akar) diyen Herakleitos'tan esinlen­miş olsa gerek: "Özümüz artsız aralıksız bir akış"tır, diyor Marıcus Aurelius. "Kimi şeyler doğma, kimileriyse ölme telâşında; doğmakta olan şeyin bir parçası şimdiden ölüyor, ya da çoktan öldü bile; ama bu sonsuz akış ve dönüşüm dünyayı sürekli ola­nık yeniler, tıpkı artsız aralıksız akıp giden zaman ırmağının sonsuzluğu yenilemesi gibi." 

Aşağıdaki alıntılarda, hem her şeyin durmadan aktığı, hem nisan ömrünün bir ancık sürdüğü, hem de felsefenin bize ka­hin tek avuntu olduğu düşüncesini buluyoruz: 

"Tek sözcükle, bedenimize ait olan her şey akan bir ırmak- lır, ruhumuza ait olan her şey de salt düş ve yanılsamadır; ya­lımımız yabancı bir ülkede savaş zamanı ve yolculuktur, ölümden sonraki ünümüz ise unutuluştur. Bize koruyacak ne kalıyor geriye? Tek, biricik şey, felsefe."

"Varolan ve doğan her şeyin nasıl hızla geçtiğini, yokolup I’ittiğini düşün sık sık. Çünkü madde durmadan akan bir ırma­ğa benzer, etkinlikleri sürekli dönüşümlere uğrar, değişkeleri sonsuzdur, hemen hemen hiçbir şey dural değildir, elini uzatsan tutabileceğin kadar sana yakın olan şey bile." 

"Kumulların üst üste yığılarak öncekileri gizlemeleri gibi, yaşamda da geçmişteki olayların, ardından gelenlerce hızla giz­lenip yokolduklarmı düşün...." 

Değişim-dönüşüm, Düşünceler'in birçok yerinde geçiyor. Örneğin: IX. Kitap 19. bölümde: "Her şey dönüşür, sen de sü­rekli bir dönüşüm içindesin ve bir anlamda, sürekli bir çözülme içinde. Tüm evren de böyledir." 

İnsanlarm kukla gibi oradan oraya çekiştirilmesi: "...dürtü­ler tarafından kuklalar gibi oradan oraya oynatılmak..." (III. Ki­tap, 16. böl.)"...bedeninin köle olmasına, ya da bir kukla gibi bencil dürtülerce oradan oraya sürüklenmesine (...) izin verme. " 

"Varlığının iplerini devindiren gücün kendi içinde gizli ol­duğunu unutma: bu, etkinliğin, yaşamın, denebilirse insanın kendisidir." 

Platon da kullanmıştır bu imgeyi, ama değişik bir biçimde: insanların, ideal olarak, usun ya da yasanın 'altın ipleri'ne bo­yun eğmeleri anlamında. 

Ünün geçiciliği: "En uzun süren ünler bile kısadır; (...) kısa bir süre sonra ölmeye yazgılı bir zavallı ölümlüler kuşağından ötekine geçer onlar da." (III. Kitap 16. böl). VII. Kitap 34. bö­lümde ise şöyle diyor: "İyi şeyler yapmak, ama karşılığında kötü bir ün kazanmak bir hükümdarın yazgısıdır." Bu sözlerin buruk bir tınısı varsa da, Marcus Aurelius'un bir filozof-imparator olarak "iyi ününün" neredeyse iki bin yıldır süregelmesinin onun bu düşüncesini boşa çıkarması, bir anlamda bir ironi bile sayılabilir. 

"Ölümünden sonra ün kazanmayı tutkuyla isteyen kişi; onu anımsayacak kimselerin her birinin çok geçmeden, sırası gelince öleceğini, onların ardından gelenlerin de başına aynı şe­yin geleceğini, anısının, sürekli olarak bu kişilerin birinden öbürüne geçerken, sırayla bir yanıp bir sönerek sonunda tam bir yokoluşa varacağını düşünmez." 

İnsan ilişkileri: Yaşamını bir imparator yalnızlığı içinde geçi­ren Marcus Aurelius, insan ilişkilerinin değerini derinden duyu­yordu: "Bugüne dek, tanrılara, ana babana, kardeşine, karma, ço­cuklarına, öğretmenlerine, eğitmenlerine, arkadaşlarına, akraba­larına, hizmetçilerine nasü davrandın? Şimdiye dek onların hep­sine 'hiç kimseye doğru olandan başka hiçbir kötü şey söyleme, hiçbir kötü şey yapma' ilkesine uygun olarak mı davrandın? Ne­relerden geçtiğini, nelere katlanma gücü bulduğunu usunda tut; yaşamöykünün neredeyse sonuna geldiğini, hizmetinin tamamı­na erdiğini anımsa." "Ne güzel şeyler gördüğünü, ne çok haz ve acıyı küçümsediğini, ne çok ün kazanma fırsatmı dikkate alma­dığını, kaç vefasıza gönül borcu duyduğunu anımsa." 

İçine çekilme: "... İstediğin anda kendi içine çekilebilirsin; çünkü insanın çekilebileceği hiçbir yer kendi içinden daha din­gin, daha erinçli olamaz; her şeyden önce de, içlerinde yalnızca düşünmenin bile kusursuz bir erinç verdiği ilkeleri varsa. Erinç derken, içsel düzenden başka bir şeyi kastetmiyorum. Öyleyse, sürekli olarak kendini bu sığınacak yere uyarla, orada kendini yenile." 

İzlenimler: "Şu anda zihnimde bir iz bırakan nesne aslında nedir? Neden oluşur? Varlığını ne kadar zaman sürdürmeye yazgılıdır? Onunla yüz yüze gelmek için hangi erdeme (örne­ğin, yumuşaklık, yüreklilik, içtenlik, sadakat, yalınlık, kendi kendine yeterlik ve ötekiler) gerek vardır?" 

Marcus Aurelius'un dili, içtenlikli, özentisiz, yer yer çetin­leşip çetrefilleşse de, genellikle açık seçik. Şiirsel olma çabası gütmesede kitabı kendisi için yazdığına göre şiirsel olma ça­bası gütmediğini söyleyebiliriz bir çeşit kendiliğinden şiirsel dile dönüşüyor zaman zaman. Kimileri, dilin ara ara çetrefil­leşmesini Yunancasmm çok iyi olmayışına yormuşlardır. Ne var ki, Marcus Aurelius'un dile büyük bir özen gösterdiğini, hocası Fronto'nun ona yazdığı bir mektupta açıkça görüyoruz. Fronto örnekler vererek birbirine çok yakın anlamlı birkaç söz­cük arasından en doğru, en yerinde olanı seçmenin önemini vurguluyor. Marcus'un bu konuda gösterdiği titizliği övüyor. 

Bütün bir 20. yüzyılla 21. yüzyılın ilk yıllarına geniş bir gö- rüngeden bakıldığında, insanlığın gidişi hiç de umut verici gö­rünmüyor: doğanın durmadan örselenmesi, giderek tüm doğal kaynaklan bilinçsizce tüketme, bunun da ötesinde doğayı ala­bildiğine sömürme tutkusunun gittikçe ivme kazanması; açlı­ğın alabildiğine yaygınlaşması, biricik değerin gittikçe artan öl­çüde neredeyse tüm insanlar için "çıkar" ve "kâr" a dönüşme­si... Bunca olumsuz, iç kapatıcı koşullarda, erdemi "biricik iyi" sayan, onu usla temellendiren bir felsefî öğretiyi benimseyip yaşam boyu onun ilkelerine bağlı kalan, "doğru" yaşamayı il­ke, bilgeliği ideal edinen, bu uğurda yılmadan çaba harcayan, sürekli olarak kendini denetleyen, kendi kendisiyle hesaplaşan bir filozof imparatoru, yaklaşık iki bin yıl önce yaşamış Marcus Aurelius'u okumanın, kuşkusuz yalnızca yöneticilerde değil, tüm insanlarda, iyi, dürüst, ussal bir yaşam sürüp sürmedikle­rini irdeleme isteği uyandırabileceğini, onları günümüzde nere­deyse sözlüklerden çıkarılmayı hak edecek bir anlam yoksullu­ğuna uğrayan, içi boş bir sözcüğe dönüşen "etik" kavramı üs­tünde düşündürebileceği umudunu taşıyorum.
Şadan Karadeniz