28 Şubat 2020
Yaşar Kemal " Bilinçli olarak ben aydınlığın türküsünü, iyiliğin, güzelliğin türküsünü söylemek istedim."
Alphonse de Lamartine - Buruk Mısralar
Vur, bir daha vur hadi, bir daha vur ey keder.
Ey acıma bilmeyen, afvı tatmamış kudret,
Bağışlıyorum seni, içim doluyken nefret.
Bir damla göz yaşım yok ama sana verecek,
Hoyrat bakışlarında bükülüp eriyecek
Ne bileyim, kalmıştır belki canlı birkaç tel,
Onları da kır kopar, ne duruyorsun koş, gel.
Ortasında bölünmüş, yol üstünde uzanan
Bir yılanın parçası ayağına dolanan
Bu doyurulmuş hıncı diriltmek için nasıl
Çarpmayan bir yürekte acı arar muttasıl,
Sen de, içimde hala umulmadık ve derin
Hiç kimsenin ruhundan süzüp de emmediğin
Bir dertli ses bulursun, bir acı haykırış ki,
Bugüne dek duymadın, hiç tanımadın belki.
İlahi bir musiki nağmesiyle yükselen,
Paramparça göğsümden kinimdir kopup gelen.
Kendimi bırakmışım kıskanç bakışlarına,
Dağlanmadık yer varsa yüreğimde bul, ara...
Michel de Montaigne 'Her Şeyin Göreceliği'
Uykuda gördüklerimiz pek o kadar aydınlık değildir, ama ayıkken de her şeyi pek o kadar pırıl pırıl, apaçık görmeyiz. Evet, derin uykular bazen düşleri siler süpürür, ama uyanıkken de hiçbir zaman iyice uyanık değiliz, o zaman da nice hayallerimiz, ki uyanık düşler ve düşlerden beterdir, kaybolur gider. Madem aklımız ve ruhumuz uykuda düşündüklerimize meydan veriyor, düşte gördüğümüz işleri uyanıkken gördüğümüz işler gibi kabul ediyor, ne diye düşüncemizin, hayatımızın bir çeşit düş olmasını, uyanık halimizin bir çeşit uyku olmasını yadırgıyoruz bu kadar?
Gerçeği ilkin duyularımıza sorarsak, yalnız kendi duyularımıza başvurmakla iş bitmez. Duyu konusunda hayvanların da bizim kadar belki de daha fazla söz hakkı vardır. Kimi hayvanların kulağı, kiminin gözü, kiminin burnu, kiminin dili insanınkinden daha keskindir.
Demokritos tanrılarda ve hayvanlarda duyma gücünün insandan çok daha yetkin olduğunu söyler. Hayvanların duyularıyla bizimkilerin etkileri arasındaki ayrım da büyüktür: Bizim tükrüğümüz kendi yaralarımızı temizler ve kurutur, ama yılanı öldürür.
Tantaque in his rebus distantia differentasque est
Ut quot alüs cibus est, alüs fuat acre revenum.
Saepe etenim serpens, hominis contacta saliva,
Disperit, ac sese mandendo conficit ipsa (Lucretius)
Her şey öyle ayrı, öyle değişik ki
Kimine besin olan kimine zehir
İnsanın tükrüğü bir değdi mi yılana
Ölür çok kez yılan, yer bitirir kendi kendini.
Şimdi tükrüğün ne olduğunu bize göre mi söyleyeceğiz, yılana göre mi? Gerçek özünü ararsak bizim duyularımıza mı başvuracağız, yılanın duyularına mı? Plinius, Hindistan'da tavşana benzer bir çeşit balıktan bahseder bu balık bize zehirmiş, biz de ona. İnsan şöyle bir dokundu mu ölüverirmiş. Zehirli olan insan mı balık mı? Kime inanacağız? Balığın insan için dediğine mi? İnsanın balık için dediğine mi? Kimi hava insana dokunur, öküze zarar vermez, kimi hava da tersine. Hangi havaya kötü hava, muzır hava diyeceğiz? Sarılığa tutulanlar her şeyi bizden daha sarı, daha soluk görürler.
Lurida preaterea fiunt quaecunque tuentur Arquati (Lucretius)
Sarılık hastasına göre sarıdır her şey.
Hekimlerin hyposphagma dedikleri hastalığa, kanın deri altına yayılması hastalığına tutulanlar da her şeyi kırmızı, kan rengi görürler. Gözümüzün gördüğü işi değiştiren bu hallerin hayvanlarda sürekli, temelli durumlar olmadığını nereden biliyoruz? Bazı hayvanların gözleri aslında bizim sarılık olanlarımızın gözleri gibi sarı, bazılarınınki de kıpkırmızıdır. Bu hayvanlar herhalde renkleri bizden başka türlü görüyorlar: Doğru olan acaba hangimizin gördüğüdür? Çünkü eşyanın özü yalnız insana göredir diye bir kanun yok. Katılık, beyazlık, derinlik, ekşilik bizim kadar hayvanların da işlerine ve bilgilerine karışık. Gözümüze şöyle bir bastırdık mı baktığımız her şeyi daha uzun, daha büyük görürüz.
Bina lucernarum florentia lumina flammis
Et dupfices hominus facies, et corpora bina.. (Lucretius)
O zaman lambalardan iki ışık çıkar,
İnsan çift yüzlü, nesneler çift olur.
Oysa birçok hayvanın gözleri kendiliğinden basıktır.
Kulaklarımızı bir şey tıkamış ya da ses borusu sıkışmışsa sesleri her zamankinden başka türlü duyarız. Kulakları tüylü ya da kulak yerine ufacık bir delikleri olan hayvanlar bizim duyduklarımızı duymaz, sesi bir başka türlü alırlar. Şenliklerde, tiyatrolarda meşalelerin ışığı önüne renkli bir cam kondu mu bulunduğumuz yerdeki her şey bize yeşil, sarı ya da mor görünür. Gözleri değişik renkte olan hayvanların, nesneleri gözlerinin renginde görmeleri hiç de olmayacak bir şey değil.
Demek bizim varlık düzenimiz nesneleri kendine uydurur, her şeyi kendine göre değiştirir, aslında dünyanın ne olduğunu bilemez oluruz; çünkü her şey bize duygularımızla bozulmuş, aslında ayrılmış olarak gelir. Pergel, gönye, cetvel bozuk oldu mu onlara dayanan bütün orantılar, onlara göre yapılan bütün yapılar da ister istemez kusurlu, sakat olur. Duyularımız kesin olmadığı için, onların ortaya koyduğu hiçbir şey de kesin değildir.
Peki ama, bu ayrılıklar karşısında doğruluk hükmünü kim verecek? Din kavgalarımızda hüküm verecek adamın hiçbir mezhepten olmamasını, hiçbir tarafa bağlılığı, eğilimi bulunmamasını isteriz, öyle adam da Hıristiyanlar arasında bulunamaz. Burada da aynı şey, çünkü hüküm verecek olan ihtiyarsa, gençlerin nasıl düşündüğü üstüne hüküm veremez, çünkü bu konuda bir taraftadır; gençse yine öyle, sağsa, hastaysa, uyanıksa, uykudaysa yine öyle. Demek öyle biri gerekli ki bütün bu hallerin dışında olsun, insanların sordukları şeylerin hiçbiri kendisiyle ilgili olmasın. Yani olmayan bir yargıcın olması gerekli.
Dünyada gördüklerimizin doğruluğunu, yanlışlığını anlamak için doğruyu gösteren bir araç olması gerek; bu aracın doğruluğunu anlamak için bir deneme gerek; denemenin doğruluğunu anlamak için de bir araç: Gel de çık bu işin içinden!.. Madem duyularımız, kendileri kesin, olmadıkları için, sorunumuzu kesin olarak çözemezler, öyleyse akla başvurmalı diyeceksiniz; ama hiçbir akıl da başka bir akıl olmadan ortaya çıkamaz: Döndük mü yine gerisin geri?
Şehir ve Devlet Tiyatroları Kurucusu Muhsin Ertuğrul
Ben de bugün Sevgili Muhsin Ertuğrul’un 133. yaşını burada kendi sözleriyle kutluyorum:
“Ben bir tiyatro istiyorum. Bir tiyatro binası lâzım, bu İstanbul şehrine herşeyden evvel bir tiyatro binası lâzım. Bu bina mezbahadan, halden, köprüden, hastaneden, hatta mektepten daha mühim. Onun için bu şehre bir tiyatro istiyorum...(…) Efendiler, beyler, paşalar; Vilayet mi, Maarif mi, Başvekalet mi, bu binayı yaptırmak kuvvetini haiz makam hangisiyse ona hitap ediyorum ve diyorum ki: Bir tiyatro istiyoruz efendim bir tiyatro...”
“Heyyy... yazdıranlar, yazanlar, elleri kalem tutanlar, dilleri ağızlarının içinde dönenler, kalplerinde küflenmiş ateş taşıyanlar, hep elele veriniz ve bu ihtiyacı halka duyurunuz, çünkü siz bugüne kadar bu yolda bir satır bile yazmadınız, bu mealde bir söz söylemediniz, bu ocağa bir kıvılcım sıçratmadınız. Bütün bunlar için amansız yarının sizi itham etmemesini isterseniz bugünün hizmetine koşunuz. İstikbal kincidir, affetmez.”
Eyy yarı münevverler
“Muhterem münevver arkadaşlar, aziz yarım münevverler, cahil olup da münevver gibi görünmek isteyenler, sevgisiz snoplar, züppeler, iyiler ve fenalar, büyükler ve küçükler, gençler ve ihtiyarlar, kadınlar ve erkekler, hanımlar ve beyler... Bütün millete lâyık muazzam bir tiyatro kurmak için hep elele verelim, hiç olmazsa bir defa olsun hepimiz bir kültür hareketinin etrafında omuz omuza, göğüs göğüse, elele birleşelim, itiraz yok, İstemek var ve istemek yapmanın başlangıcı, başlamak başarmanın yarısıdır.” Bu üç çığlık 1931 ve 32 yılına ait. Bugün hâlâ geçerli!
Dünyada tek din
“Dünyada bir tek din vardır, o da ‘Bilgi’. Bu bilgiye erişmek için çalışmak, en büyük cevap ve ibadettir. Dünyada bir tek mukaddes şey vardır, o da öğreten ‘Kitap’. İnsanların bir tane silahı olmalıdır, o da: Kalem. Beşer bu büyük gayeye eriştiği gün dünya bir cennettir, insanlar birer dindardırlar, kütüphaneler birer cami, kilise, havra olur, bıçak ancak kalem yontmak için kullanılır.”
“Biz insanlığın gerçek kültürünün, sanat sınırından başladığına inanıyoruz. Ruh kalkınması olmadıkça Adamı hayvandan ayırt edemezsiniz. Gerçek medeniyet, edebiyat ve sanattan doğar. Tarih Tiyatrosuz yükselmiş bir millet gösteremez.”
“Tiyatronun sahnesi sabun gibidir. Sabun nasıl kir tutmazsa, sahneye de öylece ahlaksızlık kondurulmaz.”
Zeynep Oral - Cumhuriyet
26 Şubat 2020
Victor Hugo - Ağlamak İçin Gözden Yaş mı Akmalı?
Şeker Portakalı
Acı dolu bir hayat sürdürmek ve bunu yaşamın olağan seyri gibi kabul etmek, ta ki hayattaki en gerçek ve karşı konulamaz acının ne olduğunu öğrenene kadar… Şeker Portakalı; yoksulluk ve sevgisizlik içinde yaşayan küçük Zeze’nin dünyasını, okuyucusuna yalnızca minik bir çocuğun gözünden değil, evrensel bir hakikat penceresinden sunuyor.
Brezilyalı yazar Jose Mauro de Vasconcelos’un 1968’de yayımlanan Şeker Portakalı adlı eseri, yalın anlatımı ve çarpıcı hikâyesiyle dünya edebiyatının unutulmaz başyapıtları arasında yer alıyor. Yazarının hayatından izler taşıyan eser, bir çocuğun iç dünyasından yola çıkarak tüm insanlığa acıyla yoğrularak olgunlaşmanın ağırlığını duyumsatıyor.
Gerçekçi anlatımı ve duygu ağırlıklı temasıyla Latin Amerika edebiyatını tüm yönleriyle yansıtan Şeker Portakalı; saflığı, şefkati ve acıyı eksiksiz bir empati ile iliklerinize kadar hissetmenizi sağlayacak.
Saflığın Acıyla Yüzleşmesi
Kitabın başkahramanı Zeze, yaramazlıklarıyla meşhur bir afacan. Mahallelinin “şeytan” olarak andığı bu çocuğu, öğretmeni ise bir “melek” olarak görüyor. Günün birinde Zeze ve ailesi, maddi imkansızlıklar nedeniyle oturdukları evden taşınmak zorunda kalıyor. Zeze, önceleri taşınmalarına çok üzülse de bu durumu yeni taşındıkları evin bahçesindeki şeker portakalı fidanıyla telafi ediyor. Fidan, çok geçmeden Zeze’nin en iyi arkadaşı oluveriyor.
Zeze bir gün, en büyük hayalini, daha doğrusu yapmayı en çok istediği yaramazlıklardan birini gerçekleştiriyor. Bu yaptığının bedelini ise mahallede Portekizli adıyla bilinen bir adamdan fena halde dayak yiyerek ödüyor.
Küçük kahramanımız, başta bu adamdan nefret etse de sonradan onu çok seviyor. Hatta Portekizliyi o kadar çok seviyor ki bu sayede haylazlığı da bırakıyor. Zamanla ikilinin arasında, baba-oğul ilişkisi gibi bir bağ kuruluyor. Ancak hikayenin sonunda bu bağlılık, Zeze’yi iyileştirdiği kadar onun ömür boyu unutamayacağı bir acıyı da beraberinde getirecek.
Bunu Biliyor muydunuz?
Yazar Jose Mauro de Vasconcelos, ünlü romanı Şeker Portakalı’nı 12 günde tamamlamıştır.
TIK
Hasan Ali Yücel 'Şiirleri'
Pico della Mirandola - Entelektüel Şahsiyeti
25 Şubat 2020
Blaise Pascal " Kuvvete dayanmayan adalet aciz , adalete dayanmayan kuvvet zalimdir."
*
Eğer herkes dost sandığı kimselerin bir de kendi arkasından söylemiş olduklarını duysaydı, dünyada pek az dost kalırdı.
Halimiz gerçekten mutluluk verici olsaydı, kendimizi onun hakkında düşünmekten alıkoyma gereği duymazdık.
*
Şöhret o kadar tatlıdır ki, onunla ilgili olması kaydıyla, herşeyi severiz ölümü bile.
*
Çok büyük bir ihtimalle, bir gemiye kaptan olarak, o gemide doğmuş birini seçmeyiz.
*
Genellikle, başkalarının bulduğu nedenlerdense kendi bulduğumuz nedenlerle daha kolay ikna oluruz.
*
Papağan, temiz de olsa gagasını siler.
*
Kendileri hiç de hayranlık uyandırmayan şeylerin benzerlerini sunup yönetimin ilgisini çeken resim sanatı ne büyük bir kendini beğenmişlik.
24 Şubat 2020
Günlükler - Stefan Zweig
Gençlik yıllarımın en güzel çalışması, dönemin en yaratıcı kişileriyle kurduğum ilişkiler ve dostluklardır.
Chuck Palahniuk - Anlat Bakalım
Katherine Kenton, Houdini gibi yaşıyordu. Bir kaçış ustası gibi. Evliliklermiş, tımarhanelermiş, kaçarı olmayan Pandro Berman stüdyo sözleşmeleriymiş... fark etmez... Bayan Kathie kendini kapana kıstırıyordu çünkü son anda zincirlerinden kurtulmak ona muazzam bir başarı hissi veriyordu.
Pek çok evlilik ve estetik operasyonundan sağ çıkmış Katherine Kenton, namı diğer Bayan Kathie, Altın Çağı’nı yaşayan 1960’ların Hollywood’unda yıldızı sönmekte olan bir aktristir. Hazie Coogan ise yaşlanan film yıldızının yardımcısı, sekreteri, hizmetçisi, aşçısı... her şeyidir. Hatta ona sorarsanız, Katherine Kenton’u o yaratmıştır. Bir gün Webster Carlton Westard isimli genç ve yakışıklı bir adam Katherine’in hayatına ve yatak odasına girince, Hazie için tehlike çanları çalmaya başlar. Ancak Hazie’nin hayatının başyapıtını korumak için yapmayacağı şey yoktur.
Tabu konuları çarpıcı bir üslupla dile getirmesiyle nam salmış Palahniuk, bu sefer bizi Hollywood’un ışıltılı dünyasına ve bir o kadar da karanlık sahne arkasına götürüyor. Kısacık bir romana ustaca sığdırdığı çeşit çeşit senaryo ve zengin oyuncu kadrosuyla Palahniuk, okuru yine zekâsına hayran bırakıyor.
20 Şubat 2020
Ülkü Tamer:Futbol Tutkusunun Getirdiği Vize
Gel de 35 yıl öncesinin bugünlerini hatırlama…
1972. Mexico City’den Rio de Janeiro’ya gidecektim. Ama vizem yoktu. Vize almak için Brezilya Büyükelçiliği’nin yolunu tuttum.
Elçiliğin kapısını çaldım. Açan yok. Bir daha. Yine açan yok. Hadi, bir daha… Sonunda, son derece şık, kır saçlı, yaşlıca bir adam belirdi kapıda.
“Buyrun?” diye sordu.
“Vize almak için geldim,” dedim.
“Haftaya geleceksiniz.”
“Neden?”
“Noel tatilindeyiz.”
“Ama benim yarın Brezilya’ya gitmem gerek,” dedim.
“Maalesef bir şey yapamayız. Çalışanlar tatilde.”
“Bakın,” dedim, “ben taa İstanbul’dan geliyorum.”
Adam, “Büyükelçiyle benden başka kimse yok. Herkes izinde. Elimden bir şey gelmez,” dedi.
Nasıl olduysa, ağzımdan, “Ben şimdi Pele’nin ülkesini göremeyecek miyim?” sözü çıkıverdi.
Adam bir an durakladı. Bana bakıp, “Siz Pele’yi biliyor musunuz?” diye sordu.
Saymaya başladım:
“Felix, Alberto, Everaldo, Clodoaldo, Brito, Piazza, Jairzinho, Gerson, Tostao, Pele, Rivelino…”
İki yıl önce İtalya’yı 4-1 yenip Dünya Şampiyonluğunu kazanan Brezilya takımının oyuncularını kaleciden solaçığa kadar sıraladım.
Adam kapıyı açıp içeri, büyük bir salona aldı beni. Bir koltuk gösterip, “Buyrun, oturun, ben şimdi geliyorum,” dedi. Salondan çıktı.
Biraz sonra, pijamasının üstüne giydiği robdöşambrla Büyükelçi geldi salona.
“Arkadaşım Brezilya milli takımını ezbere saydığınızı söylüyor,” dedi.
Durur muyum! Yine başladım:
“Felix, Alberto, Everaldo…”
Büyükelçi, sehpadan aldığı çıngırağı çaldı. Gelen uşağa, “Bize kahve getir. Masamdaki mührü de getir,” dedi.
Kısa bir süre sonra, cebime vizeli pasaportumu koymuş, Büyükelçi’yle dünya futbolu üstüne koyu bir sohbete dalmıştık.
Ayrılırken, Büyükelçi kapıya kadar geçirdi beni. Elimi sıkarken, “Brezilya şampiyon oldu,” dedi, “ama golü siz attınız.”
Ertesi gün, Rio havaalanında öteki yolculara ahret soruları sorulurken, ben özel “visa de cortesia” mührünü taşıyan pasaportumla gümrükten krallar gibi geçecektim!
Benzer bir olay da Rio de Janeiro’da başımdan geçti.
Rio’nun kıyı şeridi boydan boya kumsal. Kilometrelerce uzanıyor. Kumsala belirli aralıklarla kale direkleri dikilmiş. Binlerce insan Copacabana’da kızgın güneş altında top koşturuyor. Futbol, Brezilyalı gencin umudu. Yıllar içinde umut keyfe dönüşüyor, ama futbol yaşamın tam ortasındaki yerini koruyor.
Bir ‘şehir turu’na katıldım. Minibüsle Rio’yu şöyle bir dolaşacak, ünlü İsa heykeline çıkacağız..Tur bütün gün sürecek.
Şoförün yanında oturuyorum. Minibüsün arkası, Amerikalılarla dolu. Hepsi orta yaşın üstünde. Bağırarak konuşuyorlar, sürekli kahkahalar atıyorlar.
Ama iki dakika içinde, minibüs ölüm sessizliğine büründü. Şoförümüz aksi mi aksi bir adamdı çünkü. Gülenleri terslemekle başladı işe. Sonra durup dururken birkaç kere bağırdı. Portekizce küfürler savurdu. Tura katıldığımıza hepimizi bin pişman etti.
Sessizlik içinde giderken, caddede dev bir afiş çarptı gözüme. Üstünde Pele‘nin fotoğrafı vardı. Kendi kendime, “Pele,” diye mırıldandım.
Şoför ters ters baktı bana. Sonra, “Sen Pele’yi nereden biliyorsun?” dedi.
Son Dünya Şampiyonu olan Brezilya milli takımını ezbere saymaya koyuldum:
“Felix, Alberto, Everaldo, Clodoaldo…”
Ne olduysa o anda oldu işte. Şoför, direksiyonu bıraktı. Bir an yüzüme baktı. Sonra boynuma sarıldı. Beni yanaklarımdan öpmeye başladı.
O adam gitti, yerine bambaşka bir adam geldi. O aksi, nemrut herif, güleç, sevimli, tatlı dilli, saygılı bir insan oluverdi birdenbire.
Minibüsü bir açıkhava kahvesinin önüne çekti. Kapıları açtı.
“Buyrun,” dedi herkese. “Vaktimiz çok. Kahveler benden.”
Minibüsten inip kahveye yöneldik. Amerikalılar, şaşkınlık içinde, çevremi sardılar.
“Şoföre ne söylediniz de birdenbire böyle değişti?” diye sordular.
“Brezilya futbol takımı oyuncularını saydım,” dedim.
İnanamıyorlardı.
“Ne yaptınız, ne yaptınız?”
“Brezilyalı futbolcuların adlarını saydım.”
Akılları nereden erecek!
“Anlamadık,” dediler.
“Boş verin,” dedim. “Bunu anlamak için ya Akdenizli ya da Latin Amerikalı olmanız gerekir.”
19 Şubat 2020
Engin Geçtan: "Kaosun Kıyısındaki Çılgın Dansa Katılmanın Keyfi"
Andre Gide - Ahlaksız
Andre Gide - Ahlaksız
Yorgo Seferis - Bir Şairin Günlüğü
Nasıl ki
Kalkar, doğup büyüdüğün şehre
Gidersin bir gece
Ve bakarsın temelinden yıkılıp yeniden
kurulmuş o şehir
Ve yakalamaya çalışırsın geçen yılları
Onları yeniden bulmanın umudu içinde.
B ir Ş a irin G ü n lü ğ ü
18 Şubat 2020
Prof. Dr. Hikmet Tanyu "Martin Luther'in Hayatı ve İnançları"
Wittenberg'de Elster kapısında papanın ateş emrini halkın çoğunluğunun alkışları arasında yakıyor.Luther Katolik Kilise Başkanı, Papaya karşı, günahların affı hakkında da şunları söylemiştir: "Günahların affı adını verdiğiniz şey mürekkepli bir paçavra parçasından ibarettir. Başka bir şey değildir; bu ve buna benzer bütün şeyler hiçbir şey değildir ."
Tezer Özlü
Nikos Kazancakis - Tırmanış ve Odisseus Doğayla Özdeşleşiyor
Odisseus Doğayla Özdeşleşiyor
Uslanmak bilmeyen Odisseus başını kaldırdı boşluğa doğru
ve düşüncelerinin korkunç karanlığına daldı.
Dağ dorukları gibi ışıdı beyninin kıvrımları
yer sarsılıp karanlık çözülen bir yumak gibi yayılıncaya
değin;
gözleri içine gömük, salladı ak saçlı başını ağır ağır,
ruhu tırtılından kopup sırf ipek kesildi
ve havanın boşluğunda sabırla ördü kozasını.
Kızgın güneşin ateşi sönmeye başlayınca, tatlı anılarla
canlandı belleği…
İçinin açan gülü yüreğini emdi, tasaları dağıldı
ve özlemle bitkin teni birden dipdiri kesildi;
yakıcı bir hale oldu çevresinde aydınlık,
ormanlar sarsıldı derinden ve yiğit okçu
kımıltısız ve umutsuz olduğu yere çömeldi;
her yanını saran ormanla sanki gövdesi yeşerdi ve yeşil
yapraklarla donandı aklı;
dallarda çiğler parıldayınca, Odisseus da ışıdı,
çünkü bütün gövdesi çiğ içinde, ışık içindeydi.
Karınca sürüleri küme küme böcek ve tohum taşıyorlardı
yuvalarına,
o da koşup toprağın derinliklerine gömdü hazinelerini;
taşların üzerine çöreklenip güneşlenen yılanları seyretti
ve anladı ki zehirli yılanların uykusu da kutsaldır
bir çocuğun uykusu kadar;
sonra bir sevgilinin saçlarını okşar gibi okşadı otları,
yılan kıvraklığındaki aklı usulca kayarak çöreklendi
sıcak taşlara
ve o yavru kuş tatlılığı içinde sevgi sözleri geldi kulağına:
” Ben ki alaca başlı bir solucanım ormanın derinliklerinde,
oturmuş yakınıyorum alaca başlı bir kurt beynimi kemiriyor
diye.
Nemli ağaç kavuklarında çiftleşen akrepler, kıpırdamadan,
yiyip içmeden duruyorlar, gözleri dönmüş şehvetten;
erkek akrepler yaklaşan ölümlerini gözlüyorlar dişilerinin
gözlerinde,
dişilerse erkek akreplerin gözlerinde oynayan küçük akrepleri,
bense hem dişi, hem erkek akreplerin gözlerinde
kendi yüzümün ölümle, ölümsüzlükle dolduğunu seyrediyorum.”
Odisseus kulağını toprağa dayadı ve sırtüstü yatmış,
yılmadan toprakla boğuşan küçük tohumların çabasını duydu,
boğucu taşların altında hayata ve özgürlüğe kavuşmak için
çırpınan tohumları.
”Ben de küçük bir tohumum! Sırtımda dünyayı taşıyorum!
Toprağın altında sessizce sürünen solucanlar gibi
körükörüne aranan ağaç köklerini duyuyorum,
damarlarımın toprağa boşanıp emildiğini duyuyorum , uçan
kuşları,
yeryüzündeki böceklerin kanatlarını açıp sarıldıklarını
duyuyorum
ve her şey girip yumurtaları üzerinde kuluçkaya yatsın diye
koca bir yarık açılıyor başımda.
Koca orman büyük bir istekle yemek yiyor ve dilini
şapırdatıyor,
yavaş yavaş eriyor ağzında çeşitli meyveler,
acı dudaklarına katıksız ballarını akıtıyor arılar.”
Uzaklarda ortasından çatladı bir nar ve çevreye saçtı
meyvesini,
nar taneleri doldu yiğit okçu Odisseus’un göğsüne.
Ormanda çürüyen otların, suların, buğulu toprağın
ve karanlık kuyularda açan gizli yaseminlerin kokusunu
çekince içine,
burun kanatları titredi, gözleri yaşlarla doldu bu büyük
çilekeşin;
defne, kekik ve katırtırnakları kokmaya başladı beyni,
yoğun sevginin şerbeti damladı parmaklarından.
Kımıldamasa bile, büyük bir istekle sarıldı ağaçlara,
gövdesi serinledi, otlar ve bitkiler doldu avuçlarına,
yavaşça bir sarmaşık dolandı boynuna.
Akarsular gibi koşmaya başladı soğuk ayakları, göğsünden
otlar fışkırdı,
sakallarında açan kahkaha çiçeklerinin gerisinde
durgun göllerin kapkara suları ışıdı gözlerinde.
Başını sağa döndürdüğünde, orman da sağa döndü
başını sola döndürdüğünde, orman da sola döndü,
”Ben!” diye bağırınca yürekten, bütün orman inledi.
İlk kez duyuyordu yaşadığını ve bir ruhu olduğunu.
Odisseus sularla, ağaçlarla, yemişler, hayvanlarla
dopdoluydu
ağaçlar, sular, hayvanlar, yemişler de Odisseus’la
dopdolu.
(Odisseia: Çağdaş bir Ek’ten)
Çeviri:Cevat Çapan