31 Ekim 2018

Federico Fellini" “Benim için tek gerçek kişi hayalperest olandır. Çünkü o kendi gerçekliğinin tanığıdır.”


Sinema rüyanın dillerini kullandığından beri rüyalar hakkında konuşmak filmler hakkında konuşmak gibi; yıllar saniyeler içinde geçebilir ve kendinizi bir anda başka bir yerde bulabilirsiniz. Bu görüntülerden oluşmuş bir dil. Ve gerçek sinemada, her nesne ve her ışığın aynı rüyada olduğu gibi bir anlamı vardır.

Hiçbir film eleştirmeninin yazdıkları filmden fazlasını söylemez, ancak eleştirmenler ellerinden geleni yaparak bizim aksini düşünmemizi sağlamaya çalışıyorlar!

Ben gerçeği herkesin kendisinin bulması gerektiğine inanırım. Bana kalırsa, sosyal bir öbek için bir çağrı hazırlamak, ya da herkes için çağrı olacak bir film çevirmek boşunadır. Bir topluluğa hitap edilebileceğine inanmıyorum. Çünkü topluluk dediğimiz nedir ki? Her birinin kendi gerçeği olan belli sayıda bireylerin toplamı. Filmlerimin bir sonu olmayışının nedeni de budur. Filmlerimin hiçbir zaman basit bir çözümü yoktur. Bana kalırsa, bir sonuca ulaşan herhangi bir öykü anlatmak, sözün tam anlamıyla ahlâk dışıdır. Perdede bir sonuç sunduğunuz anda seyircinin işine karışıyorsunuz demektir.

Sanatta tanımlamalar anlamsızdır. Etiketler bavullara konur… Sanatta bütün yolların geçerli olduğu kanısındayım.

Fellini’ye Göre Sinemanın En İyi 10 Filmi

    The Circus, Charlie Chaplin, 1928
    Stagecoach, John Ford, 1939
    Rashomon, Akira Kurosawa, 1950
    The Dicreet Charm of the Bourgeoisie, Luis Bunuel, 1972
    2001: A Space Odyssey, Stanley Kubrick, 1968
    Paisan, Roberto Rossellini, 1946
    The Birds, Alfred Hitchcock, 1963
    Wild Strawberries, Ingmar Bergman, 1957
    8 ½, Federico Fellini, 1963
    The Marx Brothers Filmleri

1969 yapımı Satyricon filminde Orhan Veli Kanık’ın İçinde şiirine yer vermiştir.

Denizlerimiz var, güneş içinde
Ağaçlarımız var, yaprak içinde
Sabah akşam gider gider, geliriz
Denizlerimiz, ağaçlarımız arasında yokluk içinde…

André Maurois "Okumak sanatı, büyük bir kısmında, yaşamak sanatı demektir."




Ara Güler "Sanat olmasına gerek yoktur fotoğrafın. Fotoğraf tarih olayıdır. Tarihi zaptediyorsun. Bir makina ile tarihi durduruyorsun."



Can Yücel - Sizmografi

Dünya öküzün boynuzları üstünde dururmuş
Her kıpırdayışında öküz, deprem olurmuş
Oysa dünya, halkların omzu üstünde durur
Kıpırdasın da gör…


28 Ekim 2018

Öğrenciler İçin Nutuk - Mustafa Kemal Atatürk

Efendiler, bu söylevimle, ulusal varlığı sona ermiş sayılan büyük bir ulusun, bağımsızlığını nasıl kazandığını; bilim ve tekniğin en son ilkelerine dayanan ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım. Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri çekilen ulusal yıkımların yarattığı uyanıklığın ve bu sevgili yurdun her köşesini sulayan kanların karşılığıdır. Bu sonucu, Türk gençliğine, güvenle bırakıyorum. 



Denemeler: Sağlığın Korunması Üstüne - Francis Bacon

Sağlığın Korunması Üstüne... Bu konuda hekimlik kurallarının ötesinde bir bilgelik, insanın kendi deneyleriyle, kendisine neyin yararlı neyin zararlı olduğunu, sağlığını koruyabilmesinde hangi ilacın en iyi geldiğini öğrenmesidir. Ama “şu bana yaramıyor, onun için kullanmayacağım artık,” demek, “şunun bana bir zararı dokunmadı, kullanabilirim,” demekten daha sağlam bir yoldur, çünkü gençlikteki düşüncesizliklerin acısı yaşlılıkta bir bir çıkar. 

Yılların geçmekte olduğunu unutma, hep gençliğin aşırılıkları içinde yaşayıp gideceğini de sanma, çünkü yaşlanmak kaçınılmaz bir şeydir. Yaşayışının önemli bir yönünde apansız bir değişiklik yapmaktan sakın, böyle bir değişiklik zorunluysa, yaşayışının geri kalan yönlerini de ona uydur. İnsan yaradılışının da, devlet yapısının da gizlerinden biri, çok şeyi değiştirmenin tek şeyi değiştirmekten daha sağlam bir yol olduğudur. 

Beslenme, uyku, beden eğitimi, giyim gibi alışkanlıklarını gözden geçir, sana zararlı olduğunu düşündüğün şeylerden yavaş yavaş vazgeçmeye çalış; ama değişikliğin sana aykırı gelmesi durumunda gene eski yoluna dönebileceğin bir biçimde yap bunu, çünkü herkesin sağlığına genellikle iyi geldiği düşünülen şeylerden, senin sağlığına iyi gelen şeyi ayırt edebilmek güç bir iştir. 

Yemek, uyku, iş zamanlarında her tasadan uzak, neşeli olabilmek, uzun yaşamanın en etkili yollarından biridir. Tutkularla, ruhsal etkinliklere gelince, çekememezlikten, kuşkulu korkulardan, için için yiyen öfkeden, ince eleyip sık do kumaktan, aşırı sevinç ile coşkunluktan, içe atılan üzüntüden sakın. Umutlar edin, sevinçten çok neşeye yakın ol. 

Her türlü kıvancı tatmaya bak, ama hiçbirinde işi taşkınlığa vardırma, yenilikler karşısında hayranlık, şaşkınlık duy, kafayı göz kamaştırıcı zenginlikte örneklerle besleyecek tarih, masal, doğa gözlemleri gibi şeyler oku. Sağlıklı günlerinde ilaçlardan büsbütün kaçınacak olursan, gerektiği zaman da bedenin ilaca karşı kor sonra; çok da alışırsan, hastalığında alacağın ilaçlar göze çarpar bir yarar sağlayamaz. 

Ben, alışkanlık bir yana, çok ilaç kullanmaktansa, beslenmenin mevsimlere göre düzenlenmesini salık veririm, çünkü bu yol gövdede daha büyük bir değişiklik sağlayabilir, ilaçtan da daha az zarar verir. Sağlığında başgösteren yeni aksaklıkları önemsememezlik etme, hemen hekime danış. Hastalıkta sağlığına, sağlığında da bedenini işletmeye gereken önemi ver. Sağlığında bedenini güçlüklere alıştırmış kimse, ağır olmayan hastalıkların çoğunu yalnız perhizle, iyi bir bakımla atlatır. 


Federico Fellini "Sanatı sevmeyen insan, yaşamı da sevmez."




Sylvia Plath, “yazıyorum çünkü içimde susturamadığım bir ses var.”

Bir öykü oku:  Düşün.  Yapabilirsin.  Dahası, yapmalısın, uyku sırasında sürekli kaçmamalısın  ayrıntıları unutmamalısın  sorunları umursamazlık etmemelisin  kendinle dünya arasında ve bütün parlak zekalı neşeli kızlar arasında duvar çekmemelisin - : lütfen düşün – kurtul bundan.  İnan, sınırlı benliğinden daha yüce yararlı bir güce:  Tanrım, tanrım, tanrım:  Neredesin?  Seni istiyorum, ihtiyacım var:  Sana ve sevgiye ve insanlığa inanmaya.  Böyle kaçmamalısın.  Düşünmelisin. 
 
 
*
Ölmek bir sanattır her şey gibi.
Eşsiz bir ustalıkla yapıyorum bu işi.
Öyle ustaca ki insana korkunç geliyor.
Öyle ustaca ki gerçeklik duygusu veriyor.
Bu konuda iddialıyım sanırım.
*
Bu ‘eşini bulmaya çalışma, sınama, deneme, yanılma’ oyununda çok fazla acı var.
*
Daima hareket halinde ve mutlu olmak ile içime dönerek pasif ve hüzünlü olmak arasında bir tercih yapabilirim. Ya da bu ikisi arasında sekerek aklımı yitirebilirim.
*
Yaşama, okumaya, aşka, keşfetmeye olan tutkusunu duyumsayan Sylvia tüm istediklerine ulaşmanın zorluğunu hissettiğinde yaşadığı burukluğu şu sözlerle anlatır: İstediğim bütün kitapları okuyamam, olmak istediğim bütün insanlar olamam ve istediğim hayatları süremem, istediğim bütün becerileri edinemem. Öyleyse ne istiyorum?Yaşamak ve hayatta olabilecek bütün zihinsel ve fiziksel deneyimlerin bütün renklerini, tonlarını yaşamak ve duyumsamak istiyorum ve berbat bir şekilde kısıtlıyım.

Haldun Taner "Siz neyseniz başınızdakiler de o demiş bir büyük adam, belki hatırlarsınız siz neyseniz basında o basın sizin aynanız."

Şaka maka insanı deliliğe götüren yollar çoğu zaman böyle ehemmiyetsiz görünen patikalardır.
Bırakmalı, vazgeçmeli. Fikir sabit haline gelmesini önlemeli. Bırakmıştım da. Bırakacaktım da... Nitekim kaç zamandır toplu yerlerde başımı hiç kitaptan kaldırmıyordum.

Demem şu ki, bu dünyada namuslu insaniyetli oldun mu alaya alınıyorsun. Zorba katil oldun mu saygı itibar görüyorsun. Efsanemiz de bu yalandan çıktı. Hepsi bu kadar.

İnsanoğlu, başkasının başına gelen felakete sözde acıyan ama o felaket kendini bulmadı diye de için için sevinen bir rezildir.

Siz neyseniz başınızdakiler de o demiş bir büyük adam, belki hatırlarsınız siz neyseniz basında o basın sizin aynanız.

Charles Bukowski - Güneşe Uzan


Kader tanrıçasının zalim olduğu ve sonunda hepimizin posasını çıkaracağı doğru; ama sıkı, ölümsüz bir kaybedenden daha yıldırıcı hiçbir şey yoktur. İşin sırrı şunda yatıyor; herkes kaybedebilir, kaybetmek yeteneklerin en kolayıdır. 

‘Şarap ve klasik müzik eşliğinde yazıyorsunuz; neden jazz ya da rock değil ve esinlenmek için ne kadar şarap içmeye ihtiyaç duyarsınız?

Jazz ve rock beni klasik müzik kadar yükseltmiyor. Klasik müzikte yüzyılların izi var bir kere. Daha çok kan , daha çok biçem.. yerinden kalkar yürür ve gitmiştir. Jazz sızlanıp durur. Rock ise daha gürültülü ve yapmacıktır, o büyük ve heyecan verici kumardan uzaktır. Yazarken ufak ufak içerim. Bir şişe şarabı bitirmek iki saatimi alabilir. Bir buçuk şişeden sonra yazının kalitesi düşer zaten. Ondan sonra barlardaki sarhoşlardan farkım kalmaz; kendini tekrar eden sıkıcı bir ahmak..

Alkol, atlar ve daktilo benim gerçeklerden kaçış yollarımdır diyorsunuz; gerçekler sizin için nende bu kadar korkunç? Canınız çok mu yandı da şimdi herkesten kaçmaya çalışıyorsunuz?

Gerçek herkes için hayli korkunç olabilir. Çoğu hayat mutlu değil. Çoğu insan hayatını nedensiz yaşar. Ya da nedeni başka kaynaklarda, başka yerlerde, başka kurumlarda ararlar. Kendine özgü ve doğal ruhların sayısı çok değil. Ben münzeviyim. İnsanlardan kaçıyorum çünkü ilgi alanları genellikle sınırlı ve bayağı, ayrıca kötü niyetli ve can sıkıcılar.. hayvanlar , öte yandan harikulade yaratıklar. Gözlerindeki ve beden dillerindeki güzelliği fark etmek yeterli. İnsanlar o kadar iyi görünmüyor, o kadar güzel ya da sahici davranmıyor..

Peki gerçeklerden kaçmak istiyorsanız kitaplarınızın çoğu neden otobiyografik ?

Kitaplarımın çoğu neden mi otobiyografik? Neden sabahları başkalarının değil de  kendi ayakkabılarımı giyiyorum ? Neden komşularımın değil de kendi düşlerimi görüyorum ? Ben sadece yapay ihtiyaçlar yüzünden çarpıtılmış sıradan gerçeklikten kaçmaya çalışıyorum.. Hayat hakkında tek bir kötü söz edemeyiz çünkü onu hiçbir şeyle kıyaslayamayız.. İnsanların hayatta ve hayata karşı yaptıkları asıl tatsız olan..

Alkol birçok Amerikalı yazarın sonu oldu (O’Neill , Faulkner, Hemingway, London ) , sizin sonunuzun da aynı olacağına dair kaygınız var mı? İçkiyi bırakmayı hiç düşündünüz mü ?

Saydığınız yazarların sonunun alkol yüzünden geldiğinden hiç de emin değilim.. Belki başka bir şey yüzünden geldi sonları.. Bir yazarı mahvedebilecek o kadar çok şey var ki.. Bunlar büyük şeyler de olabilir, ardı ardına gelen küçük şeyler de.. Ya da bizim farkında bile olmadığımız şeyler .. Yaratıcılığın kaynağı çok gizemlidir.. Hiçbir şey bilmiyoruz hakkında.. Hayır, içkiyi bırakmayı hiç düşünmedim. Benim için son derece memnuniyet verici, makul ve yaratıcı bir faaliyet.. Yakında yetmişime basacağım ve çoğu insanın içtiği su miktarından daha fazla alkol tükettim..

İleriye dönük umutlarınız var mı ?

Daktilonun başına geçip kağıt takmayı umuyorum; tuşların takırtısı, radyoda klasik müzik, solumda kırmızı ve harikulade şarap şişesi.. Bundan da iyi, daha şanslı ne olabilir? Bu her şey..’


26 Ekim 2018

ATATÜRK’E GÖRE ATATÜRK

  İki Mustafa Kemal

İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik geçici Mustafa Kemal… İkinci Mustafa Kemal, onu "ben" kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni yaşam ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim girişimlerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!
1933 (Hamdullah Suphi Tanrıöver, Yerli   Yabancı 80 İmza Atatürk’ü Anlatıyor, s. 183)

Fikir Atatürk
Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir.       
1929 (Ayın Tarihi, Sayı : 65, 1929)

Büyük ölülere matem gerekmez, fikirlerine bağlılık gerekir. 
(Atatürk’ten B.H., s. 120)

Ben, manevî miras olarak hiçbir nass-ı katı’, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım, bilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü güçlükler önünde, belki amaçlara tamamen eremediğimizi, fakat asla ödün vermediğimizi, akıl ve bilimi rehber edindiğimizi onaylayacaklardır. Zaman hızla dönüyor, milletlerin, toplumların, bireylerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve bilimin gelişimini inkâr etmek olur. Benim, Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar.
(Hamdullah Suphi Tanrıöver’den naklen, Cemal Kutay, Mustafa Kemal’in Ufuktaki Manevî Mirasçısı ile Sohbet, s.2-3;İsmet Giritli, Kemalist Devrim ve İdeolojisi, s. 13)

Bir zamanlar gelir, beni unutmak veya unutturmak isteyen gayretler belirebilir. Fikirlerini inkâr edenler ve beni yerenler çıkabilir. Hatta bunlar, benim yakın bildiğim ve inandıkların arasından bile olabilir. Fakat, ektiğimiz tohumlar o kadar özlü ve kuvvetlidirler ki bu fikirler, Hint’ten, Mısır’dan döner dolaşır gene gelir, verimli sonuçları kalpleri doldurur. 1937 (Atatürk’ten B.H., s. 6, 128)
  
Atatürk ve görevin amacı
Yaşamımın bütün dönemlerinde olduğu gibi, son zamanların buhranları ve felâketleri arasında da bir dakika geçmemiştir ki, her türlü huzur ve istirahatimi, her çeşit kişisel duygularımı milletin kurtuluşu ve mutluluğu adına feda etmekten zevk duymayayım. Gerek askerî yaşamımın ve gerek siyasî yaşamımın bütün dönem ve bölümlerini işgal eden mücadelelerimde daima hareket kuralım, millî iradeye dayanarak milletin ve vatanın gereksindiği amaçlara yürümek olmuştur. 1920 (Atatürk’ün S.D.I, s. 61)

Pekâlâ bilirsiniz ki benim bütün yaşamımda bu ana kadar güttüğüm amaç, hiçbir zaman kişisel olmamıştır. Her ne düşünmüş ve her neye girişmiş isem, daima memleketin, milletin ve ordunun adına ve çıkarına olmuştur. Hiçbir zaman şahsımın üstünlüğünü ve sivrilmemi göz önüne almamışımdır. 
1914 (Atatürk’ün Özel Mektupları, Sadi Borak, s. 40)

Memleket ve milletin kurtuluşu ve mutluluğu için çalışmaktan başka bir amacım yoktur. Bu, bir insan için yeterli bir sevinç ve zevk sağlar. Benimle beraber olan arkadaşlarım, bütün vatandaşlarım da aynı amacı izlemektedirler. Kişisel ve ailevî huzur ve mutluluğun, milletin huzur ve mutluluğuyla ayakta durduğunu, memleketin güvenlik ve dokunulmazlığıyla mümkün olduğunu gerçek ve ciddî bir şekilde anlamışlardır. Ben ve benimle beraber olanlar, hedefimizin yüceliğine, yolumuzun doğruluğuna eminiz. Bunda asla şüphe ve tereddüdümüz yoktur. Milletimizin, Türk milletinin yakın, uzak tarihine gereği kadar bilgimiz vardır. Geçmişin derslerini, bugünün ve geleceğin yaşamı için göz önünde tutmak dikkatinden mahrum değiliz. Yaptığımız hizmetlerle övünmüyoruz. Yapacağımız hizmetlerin, övünç sebebi olabileceği ümidiyle avunuyoruz.
1925 (Atatürk’ün S.D.V,   s. 209)

Atatürk ve kutsal tutku
Çevresindekilere söylediği bir söz :
Beni övme sözlerini bırakınız; gelecek için neler yapacağız, Onları Söyleyin! 
(Afetinan, Atatürk’ün BUM., s. 37)

Benim tutkularım var, hem de pek büyükleri; fakat bu tutkular, yüksek makamlarda bulunmak veya büyük paralar elde etmek gibi maddî emellerin doyumuyla ilgili bulunmuyor. Ben bu tutkularımın gerçekleşmesini, vatanıma büyük faydalan dokunacak, bana da gerektiği gibi yapılmış bir görevin canlı iç rahatlığını verecek büyük bir fikrin başarısında arıyorum. Bütün yaşamımın ilkesi, bu olmuştur. Ona çok genç yaşımda sahip oldum ve son nefesime kadar da onu
koruyacağım. 
1914 (Melda Özverim, M.K. ve C.L., s. 42)
 
Allah bilir, yaşamımda bugüne kadar orduya faydalı bir üye olabilmekten başka vicdanî bir emel edinmedim. Çünkü vatanın korunması, milletin mutluluğu için her şeyden evvel ordumuzun, eski Türk ordusu olduğunu dünyaya bir daha kanıtlama gereğine çoktan inanmış idim. Bu inanca ait emellerimin şiddeti, ihtimal beni pek fazla aşırı davranışlı göstermişti. Fakat zaman, saf ve temiz beyinlerden doğan fikrî gerçekleri -kabulünden çekinilse de uygulattırır.
1912 (Atatürk’ün Özel Mektupları, Sadi Borak, s. 11)

Atatürk ve vicdanî görev
Bütün görevlerin üstünde bizim de bir vicdanî görevimiz vardı; o da, herkesin sudan birtakım görevler yaptığı sırada yaşamımızı, varlığımızı bu milletin bağrına sokarak, onlarla beraber düşman karşısında uğraşmak olmuştur!
7920 (Atatürk’ün S.D.I, s. 106)

Ben görevimin bitmediğini, yüklendiğim sorumluluğunda yüksek ve çetin olduğunu anlıyorum. Arkadaşlar, bu görev bitmeyecektir; ben toprak olduktan sonra da devam edecektir! Ben seve seve, sevine sevine bütün varlığımı bu kutsal göreve vereceğim ve onun yüksek sorumluluğunu yüklenmekle mutlu olacağım. Görevime başarı ile devam edebileceğim. Çünkü büyük milletimizin, kalp ve vicdanında bana karşı sarsılmaz bir güven ve itimat taşımakta olduğunu görüyorum. Bu benim için büyük kuvvettir, büyük yetkidir. 
1925 (Atatürk’ün S.D.1I, s. 236)

Biz, eğer millet ve tarih önünde herhangi bir hata işliyorsak, bunun sorumluluğunu vicdanımızda ve sağduyumuzda hissetmekten ve ödemekten, hiçbir zaman çekinecek insanlar değiliz. 1925 (Mazhar Müfit Kamu, E.Ö.K. Atatürkle Beraber, Cilt: I, s. 160)

Millet için özveri
Millet ve memleketin sayesinde kazanılan rütbe ve refahın bir önemi, bir kutsallığı vardır. Biz bunlardan, ancak yine bu aziz millet ve memlekete borçlu olduğumuz son bir namus görevini yapmak için ayrıldık. Milletin kendi yaşamını kurtarmak, kendi meşru hakkını savunmak için çıkardığı sese katılmak, her kendini bilen vatandaşın görevidir. Eğer bu millet, bu memleket parçalanacak olursa genel şerefsizliğin yıkıntısı altında, şunun bunun kişisel şerefi de parça parça olur. Biz, o genel şerefi kurtarabilmek için harekete gelen millete ruhumuzla katıldık. Katılmamıza engel olabilecek kişisel rütbeleri, makamları da genel şerefi kurtarmaya yönelik bir amaç uğruna feda ettik.
1919 (Atatürk’ün S.D.III, s. 6)
 
Ben, gerektiği zaman, en büyük armağanım olmak üzere Türk milletine canımı vereceğim.
1937 (Atatürk’ün T.T.B. IV. s. 590)

Mallarını millete bağışlaması nedeniyle söylemiştir :

Mal ve mülk, bana ağırlık veriyor. Bunları, soylu mille time geri vermekle büyük ferahlık duyuyorum. Zenginlikten ne çıkar; insanın serveti, kendi manevî kişiliğinde olmalıdır! 
1937 (Rükneddin Fethi Olcaytuğ, Atatürk Hakkında Düşünce ve Tahliller, 1943, s. 44)

Özgürlük ve bağımsızlık aşkı 
Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben, milletimin ve büyük atalarımın en değerli mirasından olan bağımsızlık aşkı ile yaratılmış bir adamım! Çocukluğumdan bugüne kadar ailevî, özel ve resmî yaşamımın her evresiniyakından tanıyanlarca bu aşkım bilinir. Bence bir millette şerefin, saygınlığın, namusun ve insanlığın yerleşmesi ve yaşaması, kesinlikle o milletin özgürlük ve bağımsızlığına sahip olmasına bağlıdır. Ben kendim, bu saydığım özelliklere çok önem veririm ve bu özelliklerin kendimde varlığını iddia edebilmek için milletimin de aynı özellikleri taşımasını şart ve esas bilirim. Ben yaşayabilmek için kesinlikle bağımsız bir milletin evlâdı kalmalıyım! Bu sebeple millî bağımsızlık, bence bir yaşam sorunudur. Millet ve memleketin çıkarları gerektirdiği takdirde insanlığı oluşturan milletlerden her biriyle uygarlık gereğinden olan dostluk ve siyaset ilişkilerini, büyük bir duyarlıkla takdir ederim. Ancak, benim milletimi tutsak etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan vazgeçinceye kadar amansız düşmanıyım! 
1921 (Atatürk’ün S.D.1II., s.24)

Çocukluğumdan beri bir huyum vardır. Oturduğum evde ne kız kardeş, ne de ahbap ile beraber bulunmaktan hoşlanmazdım. Ben, yalnız ve bağımsız bulunmayı çocukluktan çıktığım zamandan itibaren daima tercih etmiş ve sürekli olarak öyle yaşamışımdır. Tuhaf bir halim daha var; ne ana -babam çok erken ölmüş-, ne kardeş, ne de en yakın akrabamın kendi düşünüş biçimi ve görüşlerine göre bana şu veya bu öğütte bulunmasına katlanmazdım. Aile arasında yaşayanlar çok iyi bilirler ki sağdan soldan, pek saf ve samimî uyarmalardan korunamazlar. Bu durum karşısında iki davranış şeklinden birini seçmek zorunludur; ya uymak yahut bütün bu uyarma ve öğütleri hiçe saymak. Bence ikisi de doğru değildir. Uymak nasıl olur, en aşağı benimle yirmi, yirmi beş yaş farkı olan anamızın uyarmalarına uyma geçmişe dönme demek değil midir? İsyan etmek, erdemine,iyi niyetine, yüksek kadınlığına inandığım anamın kalbini, görüşlerini alt üst etmektir. Bunu da doğru bulmam.
1926 (Atatürk’ün S.D.V, s.113)

Savarona yatında kabul ettiği Romanya Kralı Karol’un, görüşme sırasında Almanya ile Çekoslovakya arasındaki Südet sorununa değinmesi ve Atatürk’ten Çekoslovakya Cumhurbaşkanı Beneş’e bazı telkinlerde bulunmasını rica etmesi üzerine, görüşmeyi dinlemekte olan zamanın Dışişleri Bakanı Tevfık Rüştü Araş ‘a söyledikleri:

Majeste Kral’in söylediklerini dikkatle dinledim. Benden, bir devlet başkanına kendi ülkesinden bir parçayı Almanlara terk etmesini tavsiye etmekliğimi mi istiyorlar? Benim gibi, bütün ömrü boyunca yurdunun bağımsızlığı ve bir karış toprağını başkasına vermemek için savaşan bir adam, inançlarına aykırı bir şeye nasıl aracı olur? Görüyorum ki Majeste Kral, beni ve karakterimi iyi tanımıyorlar!
1938 (Nejat Saner, Atatürk ve Sonrası, Cumhuriyet gazetesi, 13.11. 1970)

 
Atatürk ve cesaret
Ölüme doğru en çok atılanlardan biriyim. Kurşun ve gülle yağmuru altında birçok savaşlara katıldım. Hatta ölüm bir defa, kalbimin yanından sıyırarak geçti. Kalbimin üzerinde bir saat vardı ve bu saat mermi parçasının şiddetini kırdı. 
1928 (Atatürk’ün S.D.11I, s. 82)

Atatürk ve millet
Her zaman tekrar zorunluğunda kalıyor ve tekrarı da faydalı görüyorum ki, eğer ben milletime herhangi bir hizmette bulunmuşsam, eğer ben herhangi bir girişimde önayak olmuşsam bu hizmet ve girişimin temel kaynağı, saygılar ve sevgilerle bağlı olduğum, bundan sonra da saygı ve sevgiyle mutluluk ve refahına varlığımı, yaşamımı vereceğim aziz milletime, sizlere dayanmaktadır. Bir millette güzel şeyler düşünen insanlar, olağanüstü işler yapmaya yetenekli kahramanlar bulunabilir. Ama öyle kimseler yalnız başına hiçbir şey olamazlar; meğer ki bir genel duygunun ifadesi, temsilcisi olsunlar! Ben milletimin düşünce ve duygularını yakından tanımaktan, aziz milletimde gördüğüm yetenek ve gereksinimi belirtmekten başka bir şey yapmadım. Onun bu yetenek ve duygularını sezip tanımakla övünüyorum. Milletimdeki, bugünkü zaferleri doğurabilecek özelliği görmüş olmak… Bütün mutluluğum işte bundan İbarettir. 
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 161)
 
Arkadaşlarımız ve milletin bütün bireyleri gibi, millî davamızda benim de emeğim geçmiş ise, bu çalışmada iş yapma kuvveti ve başarı varsa, bunu bana mal etmeyiniz. Ancak ve ancak bütün milletin manevî kişiliğine mal ediniz. Ben milletin bu yüksek manevî kişiliği içinde bir önemsiz birey olmakla mutluyum. Efendiler, millet bütünüyle manevî bir kişilik halinde ve bir birleşmiş kitle şeklinde belirdi ve bu yüce birliği koruyarak ona düşman olanları ortadan kaldırdı. 
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 115)

Milletimle yakından ve gösterişten uzak karşılıklı görüşmenin zevkini, mutluluğunu anlatamam. Her ne zaman milletimin karşısında kendimi görsem, her ne zaman milletimin bireylerinden birkaçının yüzüne baksam, oradan ruh ve vicdanıma gelen ışık, benim için en değerli bir ilham ve verim alevi oluyor!
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 7.2.1930)

30 Ağustos’ta yönettiğim savaş, Türk milletinin yanımda bulunduğu halde, yönettiğim ilk ve son savaştır. Bir insan kendini, milletle beraber hissettiği zaman, ne kadar kuvvetli buluyor bilir misiniz? Bunu tarif güçtür.
1928 (Atatürk’ün S.D.III, s. 83)

Yaşamımda en büyük dayanak ve kuvvetim, vatandaşlarımdan gördüğüm güven ve destekdir. Bütün görevlerimde manevî, vicdanî olan en büyük endişem, emanetinizin saygı ve kutsallığına devamlı olarak dikkat etmektir.
1927 (Atatürk’ün TTB. IV, s. 532)

Samimî olarak bu memleketin, bu milletin yararına yapılacak bir iş olsun, ben onu göz önüne almayayım; bu, mümkün değildir. Yalnız, işin gerçekten millete yararı olmalı ve teklifin samimî olarak yapıldığına ben inanmalıyım.
(İbrahim Necini Dilmen, Dilci Şef, Ulus gazetesi 14.XI.1938)

Benim için dünyada en büyük makam ve ödül, milletin bir bireyi olarak yaşamaktır. Eğer Cenab-ı hakk beni bunda başarılı yapmış ise, şükrederim. Bugün olduğu gibi ömrümün sonuna kadar milletin hizmetinde olmakla övüneceğim. 
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 129)

Milletin içinde serbest bir millet bireyi olmak kadar dünyada mutluluk yoktur. Gerçekleri bilenler, kalp ve vicdanında manevî ve kutsal hazlardan başka zevk taşımayan insanlar için ne kadar yüksek olursa olsun, maddî makamların hiçbir değeri yoktur. 
1922 (Atatürk’ün S.D.V, s 24)
 
Şimdiye kadar millete yapamayacağım bir şeyi vaat etmedim. Ben yapacağım dediğim zaman, buna inanmayanlar vardı. Buna rağmen hareket ettim. Görüyorsunuz ki başardık. Benim ve benimle çalışanların güveni vardır ki, yeni hedeflerimize de başarıyla varacağız. Şimdiye kadar söylediklerimin gerçekleşmiş olması, bütün düşüncelerimin beni yalanlamaması, milletin ciddî ve samimî olarak bana yardımcı ve destek olmasıyla mümkün olmuştur. Onun için yeni amaçlara erişmek için de bu yardım ve desteğe gereksinimim vardır; onu benden esirgemeyiniz!
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet gazetesi, 7.12.1929)

Atatürk, bizden biridir.
1935 (Şükrü Kaya, Türk Kadım Dergisi, Sayı : 6, 1966, s. 7)

Atatürk ve millet şerefi 
Benim şan ve şerefimden söz etmek de hatadır.İyi dinleyiniz öğüdüm budur ki, içinizden herhangi bir adam çıkar, şan, şeref davası güder ve benzersiz olmak isterse, başınızın belasıdır; ilk önce kafası kırılacak adam budur! Bağlı olduğum Türk milletinin şan ve şerefi varsa, benim de bir bireyi olmak sıfatıyla şanım şerefim vardır, asla başka değilim. 
1923 (Damar Ankoğlu, Hatıralarım, s. 304)

Ben zannediyorum ki, millet bireylerinin hiçbirinden fazla yüksekliğe sahip değilim. Bende fazla girişim görüldüyse bu benden değil, milletin bileşkesinden çıkan bir girişimdir. Sizler olmasaydınız, sizlerin vicdanî eğilimleriniz bana dayanak noktası oluşturmamış olsaydı; bendeki girişimlerin hiçbiri olmazdı. Millete ait meziyetleri yalnız kişilere bırakan anlayış, eski yönetimlerin sistem ve usul sorunundan doğuyordu. Eskiden mevcut devlet ve devletlerin kuruluş şekli, sadece bir kişinin çıkarlarını ve arzularını karşılamaya yönelmiş idi. Kişilerin bu arzu ve emellerine hizmet eden millet, gösterilen büyüklüklerin şerefinden asla payını alamaz, ancak hata ve beceriksizlik olursa onlar millete yüklenirdi. Bugün bu durum mevcut değilse, millet kendi büyüklüğünü olduğu gibi dünyaya göstermişse, fazlalık bende değil, bugünkü yönetimin niteliğindedir.Bu şekil mevcut oldukça, bu makama çıkacak herkesin yapacağı şey bundan başka türlü olamaz.  
1923 (Atatürk’ün S.D.1I, s. 159)

Sizden olan bir kişiye, sizden fazla önem vermek, her şeyi milletin bir bireyinin kişiliğinde odaklaştırmak, geçmişe, bugüne, geleceğe, bütün bu zamanlara ait bir toplumun sorunlarının aydınlatılması ve belirtilmesini yüksek bir topluluğun tek bir kişisinden beklemek elbette ki lâyık değildir, elbette ki gerekli değildir.
1925 (Atatürk’ün M.A.D., s. 19-20)
 
Yabancı ülkelere veya uluslararası konferanslara giden arkadaşlarına söylediği bir söz:
– Sesiniz benim sesimdir, unutmayınız!
(Falih Rıfkı Atay, Çankaya, 1969, s. 549)

Halk adamı Atatürk
Ben düşündüklerimi, sevdiklerime olduğu gibi söylerim. Aynı zamanda gerekli olmayan bir sırrı kalbimde taşımak kudretinde olmayan bir adamım. Çünkü ben, bir halk adamıyım. Ben düşündüklerimi daima halkın önünde söylemeliyim. Yanlışım varsa halk beni yalanlar. Fakat şimdiye kadar bu açık konuşmada halkın beni yalanladığını görmedim.
1937 (Ulus gazetesi, 20. 3. 1937)

Atatürk ve sağduyu
Ben, ancak daha iyisini yapabildiğim şeyi bozabilirim; yapamayacağım şeyi de bozmam.        
(Atatürk’ten B.H., s. 86)

Ben bir defa söz verdikten sonra ondan şüphe etmeğe kimsenin hakkı yoktur. 
1930 (Fethi Okyar, S.C.F.J.N.K., s.49)

Ben o adamım ki ordunun memleketi, milleti muhakkak bir sonuca götürebileceği noktalarda emir veririm. Fakat bilim ve özellikle sosyal bilim alanına giren işlerde ben emir vermem. Bu alanda, isterim ki bana bilginler doğru yolu göstersinler. Onun için, siz kendi biliminize, kültürünüze güveniyorsanız, bana söyleyiniz. Sosyal bilimin güzel yönlerini gösteriniz, ben izleyeyim.
1923 (Ahmet Cevat Emre, İki Neslin Tarihi, s. 316)

Evlilik ve çocuk sevgisi
Ben, sadece evlenmek için evlenmek istemiyorum. Vatanımızda yeni bir aile yaşamı yaratmak için önce kendim örnek olmalıyım. Kadın böyle umacı gibi kalır mı?
1923 (İsmail Habib Sevük, Atatürk İçin, s. 25)

Yaşam kısadır. Bunu kutlama ve taçlandırma için, insanların genellikle uygun gördükleri yol evliliktir. Bu genel kurala uymayanlar, pek sınırlı ve benzerleri azdır. Bu kural dışını oluşturanlar da, esas kuralın fenalığından değil ve fakat tersine bu güzel kurala inanmadan kendilerini alıkoyan sebeplerin etkisinde kaldıklarından, belki evlenmiş olmaktan korktuklarından fazla mutsuz olanlardır. İnkâr edilmez bir gerçektir ki insanlar, yaşam, kadınsız olamaz. Evli olanlar, yaşamın vazgeçilmezini temin etmiş ve bütün düşünce ve isteklerini bir maksat, bir meslek, bir amaca yöneltmiş olur. Ancak talih, eşlerin ruh ve kalplerini iyi geçindirsin!
1914 (Salih Bozok-Cemil S.Bozok, Hep Atatürk’ün Yanında, s. 172)
 
Yeni evlenen bir kişinin gönlü yaşam, aşk ve mutluluk duygularıyla doludur. Bu, en değerli bir zamandır. İnsanlar, yaşamında bu parlak ve sevinçli dakikaları, ölünceye kadar hep aynı şekilde duygulanarak pek önemli ve yaşamı için tarihsel bir olay olarak anar. Ben, bunu denemedim; fakat, az çok yaşamı ve insanları incelediğim için bu sonucu buldum. Yaşamın çeşitli yönlerinden birkaçını görenler, evlendikten sonra keşfedilmemiş yönlerini de ister istemez gözlemlerler. Bu gözlemleme, pek tatlı olabildiği gibi pek acı da olabilir.
1914 (Salih Bozok-Cemil S. Bozok, Hep Atatürk’ün Yanında, s. 171)

Eşini mutlu edebilecek herkes evlenmelidir, çoluk-çocuk sahibi olmalıdır. Bana bakmayınız; bu güç işte örnek İsmet Paşa’dır. Benim yaşamım başka türlü düzenlenmiştir. Buna rağmen deneyimini yaptım. Sonradan anladım ki bu iş benim başarabileceğim iş değilmiş…
Çocuk sevgisi insan için bir gereksinimdir. Hele yaş ilerledikçe bu gereksinim kendisini daha kuvvetle duyuruyor. Onun için de Ülkü’yü yanımdan ayırmak istemiyorum.
1936 (Abdülkadir İnan, Türk Kültürü Dergisi, Sayı: 25, 1964, s. 62)

Çocukluk ne güzel… Çocuklar ne sevimli, ne tatlı yaratıklar değil mi? En çok hoşuma giden halleri nedir bilir misiniz? İkiyüzlülük bilmemeleri, bütün istek ve duygularını, içlerinden geldiği gibi açıklamaları…
(Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk ve Atatürk’ün Hususiyetleri, 1965, s 78 – 79)

Bursa’da kendisini karşılayan çocuklara söylemiştir: Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, bir mutluluk parıltısısınız! Memleketi asıl aydınlığa boğacak sizsiniz. Kendinizin ne kadar önemli, değerli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden çok şeyler bekliyoruz; kızlar, çocuklar!
1922 (Atatürk’ün S.D.V., s. 30)

Çoğu ailelerde öteden beri çok kötü bir alışkanlık var; çocuklarını söyletmez ve dinlemezler. Zavallılar söze karışınca "Sen büyüklerin konuşmasına karışma!" der, sustururlar. Ne kadar yanlış, hatta zararlı bir hareket! Halbuki tam tersine, çocukları serbestçe konuşmaya, düşündüklerini, duyduklarını olduğu gibi ifade etmeye özendirmelidir; böylece hem hatalarını düzeltmeye imkân bulunur, hem de ileride yalancı ve ikiyüzlü olmalarının önüne geçilmiş
olur. Kısacası çocuklarımızı artık, düşüncelerini hiç çekinmeden açıkça ifade etmeye, içten inandıklarını savunmaya, buna karşılık da başkalarının samimî düşüncelerine saygı beslemeye alıştırmalıyız. Aynı zamanda onların temiz yüreklerinde yurt, ulus, aile ve yurttaş sevgisiyle beraber doğruya, iyiye ve güzel şeylere karşı sevgi ve ilgi uyandırmaya çalışmalıdır. Bence bunlar, çocuk eğitiminde, ana kucağından en yüksek eğitim ocaklarına kadar her yerde, her zaman üzerinde durulacak önemli noktalardır. Ancak bu yolladır ki, çocuklarımız memlekete yararlı birer vatandaş ve eksiksiz birer insan olurlar.
(Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk ve Atatürk’ün Hususiyetleri, 1965, s. 79)

İnsan Atatürk 
24 Temmuz 1922 aksamı Konya’da General Townshend şerefine verdikleri ziyafette, yemeğin sonlarına doğru elindeki mercan tespihi General’e uzatarak söyledikleri:
– Biz Türklerde bir âdet vardır. Misafirimize ne olursa olsun bir hediye veririz. Ben soylu bir milletin alçakgönüllü bir Başkomutanıyım. Size ancak bu tespihi verebiliyorum.
Ve sofradan kalkılacağına yakın da kolundaki saati çıkararak General’e söyledikleri:
-Bu saati bana Anafartalar’da bir Türk askeri, ölen bir İngiliz subayının kolundan çıkardığını söyleyerek, getirdi.Saatin arkasında subayın künyesi yazılıdır. Bu subayın ailesini arattımsa da bulamadım. İngiltere’ye döndüğünüzde ailesini bulur ve saati verirseniz, çok memnun olurum. 
1922 (Yücel Mecmuası, O’ndan Hatıralar, Cilt: XVI, Sayı: 91-92-93, 1942 s. 15)

Uluslararası Mark Twain Derneği tarafindan "Türk milletine neşe içinde yaşama yolunu açtığı ve rehberlik ettiği" gerekçesiyle kendisine madalya verilmesi üzerine söyledikleri:
-Yaşamımda işittiğim en büyük kompliman, budur. Benim insan tarafımı övüyorlar!   
1937 (Atatürk’ten B.H., s. 59-60)

Bir alay karargâhının temel atma töreninde bir koyunun temel için açılan çukura doğru, yere yatırılıp boğazından kesilmek üzere olduğunu gördüğü zaman, yanında bulunan İran Şahı Rıza Pehlevi ile aralarında geçen konuşma:

Atatürk -Ben kana bakamam! Bir tavuğun dahi boğazlandığını görmeye tahammülüm yoktur.

Şehinşah -Ya bu kadar çok bulunduğunuz büyük ve kanlı savaş meydanları?…
 
Atatürk -Ha, o başka sorundur; öyle yerlerde cesetlerin üzerinden atlayarak yürürüm. O bambaşka bir iştir.
(Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk ve Atatürk’ün Hususiyetleri, 1965, s.43)

Birçok zaferler kazandım. Fakat, bunların en büyüğünden sonra bile her akşam, savaş alanlarında ölen bütün askerleri düşünerek içimde derin bir keder duyuyorum.
(George Benneb, Yabancı Gözüyle Cumhuriyet Türkiyesi, s. 33)

Ben, savaşlarda dahi düşmanın üzerinde bir kin duymam; yalnız askerlik kurallarının uygulanmasını düşünürüm. 
(İzzettin Çalışlar, Tan gazetesi 31. 8. 1937)

Bir sohbet sırasında Fransız Büyükelçisi’ne söylemiştir:

Ekselans, Paris’i çok görmek istiyorum; ama büyük törenlerle karşılanacağım Paris’i değil! Ben Paris’e, dünyanın bu güzel şehrine, operalarını, tiyatrolarını, revülerini, zarif kadınlarını bir daha görmek için gitmek isterim. Dedim ya, gençlik anılarını tazelemek için… Böyle olunca da "kendini tanıtmayarak" belli olmadan gitmek isterim; yoksa törenlerle karşılanmak için değil!
(Cevat Dursunoğlu, Son Havadis gazetesi, 10. 11. 1955, s. 3)

Ben başkalarının yaptığı ilkelere değil, ancak kendi ilkelerime uyarım. (Mim Kemal, Yakınlarının Ağzından Atatürk, Yazan:
Salâhaddin Güngör, s. 105)

Benim gözümde hiçbir şey yoktur; ben yalnız liyakat âşığıyım.   
(Yusuf Ziya Özer, TTK. Belleten, Sayı: 10, 1939, s. 286)

Hiçbir zaman kişisel gücenikliklerimi, birtakım olumsuz girişimlerle tatmine kalkmak adîliğine tenezzül etmem.
1914 (Atatürk’ün Özel Mektupları, Sadi Borak, s. 40)

Samimî dostlarımız, sevdikleri tarafından bir işkenceye
mahkûmdurlar ve bu işkence de sevdiklerinin dertlerini dinlemektir. 
1922 (Atatürk’ün S.D.ll, s. 38)

Düşmanları için söylemiştir:
Ben onları affederim, çünkü kalbim vardır; onlar beni affetmezler, çünkü kalpsizdirler.
(Falih Rıfkı Atay, Çankaya, 1969, s. 532)

Mutlu olup olmadığı sorusuna verdiği cevap: Evet, çünkü başardım!
1935 (Ayın Tarihi, No: 19, 1935, s. 262)
 
Benim herkesin dışında olduğuma dair bir yasa yoktur.
1922 (Atatürk’ün S.D.I, s. 273)

Ben ölürsem soylu milletimizin beraber yürüdüğümüz yoldan asla ayrılmayacağına eminim; bununla gönlüm rahat! 
1926 (Atatürk’ün S.D.V, s. 44)

Beni, milletim nereye isterse oraya gömsün; fakat, benim anılarımın yaşayacağı yer Çankaya olacaktır.
(Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 23)

 

Çileci - Nikos Kazancakis

Kapkaranlık dipsiz bir kuyudan gelmekte, kapkaranlık dipsiz bir kuyuda sona ermekte; aradaki aydınlık uzaklığa ise Yaşam demekteyiz...Hiçbir şey ummam,  hiçbir şeyden korkmam,  özgürüm.

Kazancakis'in, "Çileci" isimli kitabını tüm insanlığa hediye olarak sunduğunu belirten Charitidou, şunları söyledi:

Kazancakis, tek bir sözcükle kadim insanlığa bu muhteşem kitabı sunmuştur. Kazancakis böylelikle sadece kendi felsefesini değil, tüm insanlığın felsefesini, onu anlamak isteyen herkese anlatmıştır. Kazancakis tarihe geçmeyi başardı fakat edebiyat tarihine değil çünkü dönemin toplumu ona bu değeri vermeyi başaramadı. Ama geleceğin aydınlatıcılarından biri olarak, günümüzde insanlığın tarihine geçmeyi başardı çünkü Kazancakis insan toplumunun düşünce ve bedeninin derinliklerine inmeyi başarmıştır.


In front of this house 1943



İlhan Selçuk - Düşünüyorum Öyleyse Vurun 'Dalkavuk Ve Soytarı'


Dalkavuk Doğu'nun ürünüdür, soytarı Batı'nın...

Her ikisi de eski çağlardan beri kurumsallaşmıştır.

Kralın soytarısı sarayda özel yeri olan bir kişiliktir, tahtın yamacına konmuştur, protokolün hem içindedir hem dışında...

Bir bakarsın ki soylu törenlerin en görkemli dakikasında soytarı yerde yatıp yuvarlanmaya başlamış, prenslerin, düklerin, baronların, kontların, nazırların, rektörlerin, kardinallerin kırmızı bayram balonu gibi şişirilmiş ciddiyetlerini sivri yergileriyle delerek ortalığı birbirine katmış, öfkeleri, kahkahaları, fısıltıları, kaygıları soytarılığın sarmalına dolayıp saray halısı gibi salona yayıvermiş.

Soytarı "evet efendimci" değildir.

Kimi zaman efendisini bile mizahın gergefinde iğneleme yetkilerini benliğinde duyabilir. Batı dünyasının hoşgörü kuyusundan çıkrıkla çekebildiği kadarınca yergilerini bağlı bulunduğu egemenin yüzüne karşı söyleyebilir.

Böyle durumlarda kralın suratı asılır bir an, ama aldırmaz görünür.

-Canım bir soytarının söylediğinin soytarılıktan gayrı ne anlamı olabilir ki?..

Soytarı, zanaatının koşullarında, kişilere ve olaylara yönelik yergileri gülmeceye dönüştürüp taşı gediğine koymasını bilen kişidir.

Egemenlik güçlü halktan değil Tanrı'dan kaynaklanan kralların saraylarında cins ev köpekleri gibi cins soytarıların bulunduğunu tarihler yazarlar. Öyle bir av köpeğidir ki soytarı, kralın çevresindeki soyluları kokularından tanıyıp gülünç yanlarını ortaya çıkarır, alayla karışık, şakayla barışık biçimde vurgular.

Dalkavuk Doğu'ya özgüdür.

Ne iğnesi vardır dalkavuğun ne yergisi ne de eleştirisi...

Dalkavuğun görevi ya "evet efendim" ya da "sepet efendim "le bağlanır.

Osmanlı tarihinde bol bol dalkavukluk vardır da, soytarılığa ilişkin kurumsallık oluşamamıştır. Çünkü soytarılık Batı tarihinin hoşgörü geleneğiyle bağdaşır, dalkavukluk Doğu tarihinin küt kafalı egemenlerine yaraşır.

Soytarı balonları iğneler.

Dalkavuk balonları şişirir.

Ne olursa olsun, ister bir yüksek makamda otursun, ister bir yargı kurumunda bulunsun, ister bilim adamı kılığına bürünsün, ister kalem erbabından sayılsın dalkavuğun soytarıdan besbeter olduğunu tarihler yazarlar.

Çünkü soytarının zaman zaman efendisini uyardığı görülmüştür de dalkavuğun şişirdiği balonlara tutunarak yükselmek kimseye nasip olmamıştır.

Hey gidi dalkavuk...

Sana soytarı bile denemez, çünkü soytarılık senin için rütbe sayılır. Sen dalkavukluk için belini kırıp ikiye katlanırken, senin görüntüne bile katlanmak ne büyük acı...


Murathan Mungan - Kimse

zamanı yıllarla tartanlar
yanılırlar
hiçbir şey tartılmaz başka bir şeyle
hatta çoğu zaman kendiyle bile
yaşanır, içini tohuma bırakır
geçer gider
geçmez sandıkların bile

hiçbir geçen tartılmaz kalanla
neyin kaldığını çoğu kez kendi de bilmezken insan
kimse kimse kimse
sahi kimse
ya da hiç kimse
söylediklerimden çok
sustuklarım
seçtiklerimden çok
reddedilmek için
ne kadar varsam
o kadar kimseyim kendime

güç kötü bir şey
kaderken de
kaldıramazken de
güç kötü bir şey
güçlüyken de
güçsüzken de

kaldığın yerden devam etmenin karanlığı
benzemiyor hiçbir çaresizliğe
kimin kaldığı yer var ki dünyada
kaldım sandığın yer
bizden geçendir çoğunlukla
içimizi parçalaya çoğalta
hâlâ gittiğim sona aceleci adımlarla
bütün iş birinin dediği gibi,
yavaşça acele etmek aslında

ölene kadar yavaşla işte
ölene kadar yavaşla
ne başkalaştırırsan o kadarsın
başkalarının imtihanlarından büyük gelecekler umma

çaresizlik bile bizden bir başkası yapmaya yetmez
bize biçilmiş döngüye katlanırız yalnızca
bir bakıma hiçbir yerdeyiz
bir bakıma yalnızca buradayız
var oluşumuzun ağırlığı altında ezilirken yapayalnız
ait olduğunu sandığın bütün grupların içinde yapayalnız
reddin imkânları sayım kayıpları yoklama kaçakları
sanma ki hayat bizi bekler başka kıyılarda
oysa biz buradayız
halsiz, kanıtsız
yılların neyi tarttığını bile bilmeden
kendi gücümüzün altında azala azala

kollarımız kadar kulaç kalplerimiz kadar sahil
hiçbir adanın almadığı yalnızlarız,
tamamlanmamış haritasında
define ve varlık
geleceğin tarihe dağıttığı kayıplar
bir gün birbirini bulmanın umuduyla

gölgemizle barışmanın uzun yolculuğu: büyümek
kendiyle tanışmayı erteler insan çoğu zaman
hayat yanlışlarla kısalır
başka biri olarak girdiğimiz bir kapıdan
bir diğeri olarak çıkarız
gündeliğe katlanmak için başkalarını kandırırken kendimizi yanıltırız
içimizi denerken yüzeriz farklı yüzlerle kendi içimizde bile
bu yüzden aşk yalnızca bir fikirdir
bu sefer gerçekleştirdiğini sandığın bir fikir
hep öyle oldu bende
hep saklı kaldı içimdeki anahtar
ve hep aynı kilitte kırıldı

fikirler de zamanla değişir
kırıldıkları yerde
kırıldıkları yer her şeyi değiştirir

zamanla bir şey söylemez artık kırılmak bile
sonra başka bir başlangıcın kapısında
aynı korkularla kalakalırız

daha önce de söylemiştim:
kimse yoktur kimsenin kimsesizliğine
her şiirin gizi başka bir şiirle
açıklar kendini
demiştim ya, hep öyle oldu bende
böyle katlandım kimsesizliğe
o birini ararken bile biliyordum
hiç kimse hiç kimse hiç kimse


25 Ekim 2018

Aşık Veysel'in 124'üncü doğum günü kutlu olsun

Yıllarca aradım kendi kendimi
Hiçbir türlü bulamadım ben beni
Hayal mıyım ürüya mı bilinmez
Hiçbir türlü bulamadım ben beni

İnsan mıyım mahluk muyum ot muyum
Ekilir biçilir bir nebat mıyım
Yoksa görünüşte bir sıfat mıyım
Hiçbir türlü bulamadım ben beni

Leyla mıyım Mecnun muyum çöl müyüm
Arı mıyım çiçek miyim bal mıyım
Köle miyim bir güzele kul muyum
Hiçbir türlü bulamadım ben beni

Varlığım yokluğum bir Veysel adım
Gök kubbede kalacaktır ses kadim
Elli üç yıl kendi kendim aradım
Hiçbir türlü bulamadım ben beni



YouTube  


Ziya Gökalp - Lisan / Medeniyyet / Vatan

LİSAN Güzel dil Türkçe bize, Başka dil gece bize. İstanbul konuşması En sâf, en ince bize. Lisanda sayılır öz Herkesin bildiği söz; Ma'nâsı anlaşılan Lûgate atmadan göz. Uydurma söz yapmayız, Yapma yola sapmayız, Türkçeleşmiş, Türkçedir; Eski köke tapmayız. Açık sözle kalmalı, Fikre ışık salmalı; Müterâdif sözlerden Türkçesini almalı. Yeni sözler gerekse, Bunda da uy herkese, Halkın söz yaratmada Yollarını benimse. Yap yaşayan Türkçeden, Kimseyi incitmeden. İstanbul'un Türkçesi Zevkini olsun yeden. Arapçaya meyletme, İran'a da hiç gitme; Tecvîdi halktan öğren, Fasîhlerden işitme. Gayrılı sözler emmeyiz, Çocuk değil, memeyiz! Birkaç dil yok Tûran'da, Tek dilli bir kümeyiz. Tûran'ın bir ili var Ve yalnız bir dili var. Başka dil var diyenin, Başka bir emeli var. Türklüğün vicdânı bir, Dîni bir, vatanı bir; Fakat hepsi ayrılır Olmazsa lisânı bir.
*
MEDENİYYET Avrupa bir akademi âzaları milletler; Her biri bir nurlu deha, çünkü ayrı harsı var. Avrupa bir darülfünun, hocaları milletler; Her birinin ihtisası, bir örneksiz dersi var. Bu nurlardan biri sönse medeniyyet loş kalır; Derslerinden biri durur, bir kürsüsü boş kalır. Medeniyyet, beynelmilel yazılacak bir kitap; Her faslını bir milletin harsı teşkil edecek. Medeniyyet bir konser ki birçok çalgı, saz rübap Birleşmekle bir ahengi ancak tekmil edecek. Bu kitabın bir mebhasi eksik olsa okunmaz; Bir âleti yoksa, ahenk gönüllere dokunmaz. 
.*
VATAN Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur, Köylü anlar mânasını namazdaki duanın... Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kuran okunur Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Huda'nın... Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın! Bir ülke ki toprağında başka ilin gözü yok, Her ferdinde mefkûre bir, lisan, adet, din birdir... Mebusânı temiz, orda Boşo'ların sözü yok, Hududunda evlâtları seve seve can verir, Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın! Bir ülke ki çarşısında dönen bütün sermâye Sanatında yol gösteren ilimle fen Türkündür Hirfetleri birbirini dâim eder himâye Tersâneler, fabrikalar, vapur, tren Türkündür Ey Türkoğlu işte senin orasıdır vatanın! 


Picasso’nun resmetmeye doyamadığı kadın


Picasso 19 yaşındaki Sylvette David ile tanıştığında onu birçok eseri için model olarak kullanıp ölümsüzleştirdi. İşte o tanışmanın hikâyesi.

1940’larda ve 50’lerde Picasso ile birlikte yaşayan Françoise Gilot, ünlü ressamı, aristokrat masallarındaki çok sayıda karısını öldüren seri katil Mavi Sakal’a benzetir. Gilot, ressamın Paris yakınlarındaki şatosuna yaptığı bir ziyareti şöyle tasvir eder: “Bir dolabı açıp baksam eski karılarını boynundan asılı bulacağımı sanırdım… Küçük özel müzesinde topladığı kadınların kafalarını kesmek istiyormuş izlenimi veren bir Mavi Sakal yanı vardı.”

Picasso’nun birlikte yaşadığı kadınların çoğu mutlu sona ulaşamadı. Hem metresi Marie-Thérèse Walter hem de ikinci karısı Jacqueline Roque intihar etti. Ama birkaç ay boyunca onun yakınında olan biri bu ilişkiden zarar görmeden çıktı. Bu kadın Sylvette David’di.

Picasso ile Sylvette 1954 baharında tanıştı. Uluslararası üne kavuşmuş Picasso artık 70’li yaşlarında ve Fransız Rivierası’nda yaşıyordu. Vallauris adlı küçük bir kasabada stüdyosu vardı. O yıl, 19 yaşında güzel bir genç kadın olan ve saçlarını sürekli tepede atkuyruğu şeklinde toplayan sarışın Sylvette’i gözüne kestirdi. Sylvette nişanlısı Toby Jellinek ile birkaç ay önce kasabadaki annesinin yanına taşınmıştı. Mobilya tasarımcısı olan nişanlısının stüdyosu Picasso’nunkine yakındı. Oraya gitmek için Sylvette’in Picasso’nun stüdyosunun önünden geçmesi gerekiyordu.

Bir kadının portresi  

Sylvette’in Picasso ile ilk karşılaşması, ünlü ressamın Toby’den bir-iki iskemle satın alması yoluyla oldu. Toby bu eşyayı Picasso’nun Vallauris’taki bir tepede yer alan mütevazi villasına götürüp teslim ederken Sylvette de yanındaydı. Birkaç hafta sonra Sylvette kasabanın çömlekçilerinden birinin terasında sigara eşliğinde kahve içerken Picasso’nun yan taraftaki stüdyosundan bir resmini tutup yukarı kaldırdığını fark etti. Bu, kâkülü ve atkuyruğuyla basit bir genç kadın resmi, Picasso’nun hafızadan çizdiği bir Sylvette portresiydi.

“Sanki bir davetti,” diye hatırlıyor Sylvette o anı. Arkadaşlarıyla birlikte gidip Picasso’nun kapısını çalıyor. Onu görünce Picasso hemen sarılıp “Senin resmini yapmak istiyorum,” diyor.

Daha sonraki aylarda Picasso kendisine modellik yapması için Sylvette’i ikna etmeyi başarıyor ve 28’i resim olmak üzere çizimler ve heykeller de dâhil toplam 60 portre serisi yapıyor. Böylece Picasso ilk kez bir modelle başarılı bir çalışma yürütüyor. Ayrıca Picasso ilk kez bir kadın üzerine bu kadar çok sayıda ürün veriyor.

O yaz bu çalışmalar Paris’te sergilendiğinde büyük heyecan yarattı. Aynı konu üzerine bu kadar çok çeşitli eser yaratılmış olması insanları şaşırtmıştı. Life dergisi Picasso’nun sanatında yeni bir devri ilan etti: ‘Atkuyruğu Devri’.

Yeni bir bakış  

Fakat o günden bu yana sanat tarihçileri Sylvette serisini göz ardı etmeye yöneldi. Picasso’nun özel hayatı Sylvette’le tanıştığında çok karışıktı. Eski eşi ve iki çocuğunun annesi Gilot, bir süre önce onu terk etmiş, bunu yapan ilk kadın olmuştu. Yaralı, hassas ve ölüm kaygısıyla dolu Picasso, Sylvette’in gençliğinde teselli bulmuştu.

Fakat Picasso ile Sylvette arasında herhangi bir duygusal ya da cinsel yakınlık gelişmedi. Genç kadın Picasso’ya çıplak poz vermeye bile çok utanıyordu. Zaten Picasso 1961’de evleneceği Roque ile tanıştıktan sonra Sylvette serisi de giderek sona erdi. Bu nedenle bu seride Picasso’nun karakteristik bir özelliği olarak konu mankenleriyle duygusal ilişki hali yaşanmadığından, bazıları bunu onun sanat hayatında yüzeysel bir dönem olarak es geçiyor. Bazı eleştirmenler ise Sylvette’in atkuyruğunun, nişanlısının tasarımını yaptığı büyük düğmeli kapüşonlu mantosunun resmedildiği serinin geçici bir yönelim olduğunu ve ciddi sanat olarak düşünülemeyeceği kanısında.

Fakat Sylvette serisinin bir kısmını Almanya’da sergileyen Kunsthalle Bremen müzesi yöneticisi Christoph Grunenberg bu görüşte değil. “Bu seride duygusal angajman olmadığı düşüncesi çok yüzeysel bir psikolojik argüman. Picasso’yu kadınlardan ve modellerinden beslenen et düşkünü bir yarasa olarak göremezsiniz,” diyor Grunenberg.

“Belki de onu bu kadar görmek istemesinin nedeni Sylvette’in baştan çıkarmaya karşı direnciydi; onu elde edemediği için tuvalde, kağıt üzerinde, heykelde ele geçirmeye çalıştı belki. Ama en basit bir fırça darbesinde bile daima büyük bir ustanın ifadesi vardı. Bu nedenle onu yargılarken dikkatli olmak gerekiyor.”

Grunenberg, Sylvette serisinin Picasso’nun bir tarzdan diğerine atlama ustalığını kanıtladığını ve katlama metal heykellerinin çığır açma özelliğine vurgu yapıyor.

Sylvette serisinin üzerinden yarım yüzyıldan fazla zaman geçti. Serinin modeli ise artık Lydia Corbett ismiyle tanınan ve kendisi de ressam olan bir sanatçı. 80. doğum günü için Londra’da bir galeride kendi eserlerini sergiledi. Picasso’yu hala minnettarlıkla anıyor.

Birkaç yıl önce İngiltere’nin Devon kentinde onu görmeye gittiğimde “anı çantası” olarak adlandırdığı eski bir çantayı karıştırıp Picasso ile geçirdiği günlerle ilgili gazete yazılarını ve siyah-beyaz fotoğrafları karıştırırken “gerçekten duygulandığını” ifade etti. “Gerektiği kadar teşekkür edemedim ona,” dedi usulca. “O beni ölümsüzleştirdi aslında. Mona Lisa misali. Çok ilginç, değil mi?”
 
 Alastair Sooke
Daily Telegraph, Sanat Eleştirmeni 
BBC Culture  

Cemal Reşit Rey - Türkiye Symphony



24 Ekim 2018

Behçet Kemal Çağlar - Cumhuriyet

Ey bizlere bugünü kazandıran şehitler.
Ey hürriyet yolunda can veren koç yiğitler.

Ey kahraman Atatürk, sizlere minnettarız.
Rahat rahat uyuyun nöbette bizler varız.

Canımızdan azizdir bıraktığın emanet,
Cumhuriyet şereftir, namustur Cumhuriyet.

Ateş içinde doğduk uyku bize yaramaz
Ölüm bile arasa bizi evde bulamaz.

Tarlada, fabrikada, kışlada okuldayız,
Fakat hep bir emelde, bir yönde bir yoldayız.

Bugün hürriyet için Kore'yi vatan bildik,
Edirne, Çanakkale, İzmir, Ardahan bildik.

İnandığımız yolda çiğneriz dağı düzü,
Hak edenin bağrına saplarız süngümüzü.

Harikalar yaratır bir damlacık Türk kanı,
Dünyalar alkışlıyor bir avuç kahramanı.

O bir avuç kahraman biliyor tarihini,
Onu muzaffer eden şanı, kanı ve dini.

Seve seve bırakıp köydeki ocağını,
Göz kırpmadan veriyor kolunu bacağını.

O böyle haşroldukça hürriyetle, imanla,
Türk yurdu yükselecek hergün şerefle, şanla.

İmanlı göğüslere karşı dağlar duramaz,
Coşarsak selimize dünyalar bent vuramaz.

Türküz düşman üstüne işte böyle akarız,
Yirmi Milyon ateşiz, yirmi dünya yakarız,

Ey ölümsüz Atatürk şerefisin milletin,
Bekçisiyiz tek kalsak inan CUMHURİYET'in...


Bertrant Russell "Akılsızca bir şeyi milyonlarca kişi de söylese o şey yine akılsızcadır."





Mahmut Makal - Bizim Köy


Kışın Hesabı
 
Doğu'nun adı çıkmış. Burası Anadolu'nun göbeği sayılır. Çektiklerimize bakıyorum da, acaba Doğu'dakilerin durumu daha kötü olabilir mi, diye tüylerim ürperiyor. Oturulur bir ev, soğuktan korur bir giyecek, karın doyurur yiyecek, az buçuk yakacak olmayınca, nasıl karşı konulur kışa?

Bizde, bu sayılanların hiçbirisinden eser yok. Elbise, beş on yılda bir ya dikilir, ya dikilmez. Dikileni de sıcaklarda bile işe yaramaz türdendir. Cekete pek alışılmamıştır. Yelekle pantolon giyilir. Bazı yaşlılar, eski bir asker ceketi uydurmuşlardır bir yandan, boyayıp geçirirler sırtlarına. Bu ceketin altındakiler, en aşağı on yaşında bir pantolonla, bir içlik ya da sadece don gömlek. Çoğunun ayaklarında nalın vardır. Ayakkabı giyen çok azdır. Erkekler yazın çarık; kışın ise çoğu na-lın, azı ayakkabı giyerler. Çorap giyen az bulunur. Zaten kış günü, evden köy odasına, odadan eve gitmekten başka bir iş olmadığından, ayakkabı sürüklemektense, nalın sürüklemek daha iyi. Kadınlar yalınkat giyindikleri halde soğuğa alışık. Hayvana bakmak, sulamak, eve su getirmek gibi işler genelde onlardadır. Erkeklerse, boş oturmaktan titrerler hep kış boyu. Çoğunun bacağında tek kat yamalı bir dondan başka bir şey
yoktur.

Tezeği yakan köylüye, "Gübreyi yakmak deliliktir, tarlaya dök!" derler. Bu konu üzerine bilimsel(!) yazılar çırpıştıranları da görürsünüz. A efendim, yakmaya tezek bulsak öpüp başımıza koyacağız! Hem köylü tezek yakmasın da ne yaksın, günahını mı? Odun, kömür yüzü görmüşlüğü var mıdır nice köylerin, bir sorsanıza!...

Çok kere tezek, saman ve kesmik de tükeniverir kış ortasında. İşte o zaman köylünün hali dumandır. Bu yıl öyle oldu.

Bir kış bastırdı, düşman başına... Havalar ha açtı, ha açıyor, bahar yaklaştı, bir şey kalmadı, dedikçe büsbütün azıttı. Tipi halinde uğuldayarak esen zehir gibi bir yel hiç kesilmedi. Soba ve bu bölgenin bazı köylerinde olduğu gibi, tandır yok. Yalnız ocak; toplan başına, islen de islen. Önün kavurga kavursun, arkan harman savursun. Kısaca, "Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır" atasözü tam yerini buldu.

Saçları, korcalak denen yanmış saman parçalarıyla donanmış küçük bir kız, soğuktan titreyerek ve kardan karıkan, sulanan gözlerini elleriyle ovalayarak ive ive gidiyordu. Saman yakılan ocağın başından kalktığı belliydi. Remzi Onbaşı'ya, "Nasıl" der gibi baktım. "Bu nedir?" diye soruyorum sanarak, "Efendi" dedi, "buna ireçber altını derler. Gözünü seveyim, keşke olsa da bol bol yaksak..."

Doğru söylüyordu. Olsa da!... Samanlar suyunu çekti. Tezek tükendi. Birçok evde un çuvallarının da dibi çırpıldı. Hayvanlar nasıl, nice zorluklarla yaşatılıyor bir bilseniz! Ama bir deri, bir kemik kaldılar. Tezeği tükenen ocak yakamıyor. Çocuklar şiltenin altından çıkamıyorlar.

Devam edebilen 50-60 öğrencimiz var. Şubatın başına kadar kimi zaman titreyerek, kimi zaman ısınarak ıkına sıkına geçinebildik. Gelgelelim, şubat, olanca şirretliğiyle saldırınca dizlerimizin bağı çözülü çözülüverdi. Bu kadar öğrenci içerisinde, yalnız bir ikisinin azıcık tezekleri kalmış. (Öküzü ikiden fazla olan ağaların.) Bunlara da her gün birer tane getirin desek, bakalım ana babaları heye diyecekler mi? Hem, iki gün sonra onlar da çekecek iflas bayrağını.

Onun için, "Yarın ölüyoruz, ne yapacağız?" gibilerden bir söz edecek olsam, çıt çıkmıyor. Sadece büküyorlar boyunlarını, "Ne gelir elimizden!" dercesine. Olsa canlarını esirgemezler, ama vermeyince mabut... Evet ne yapsınlar... Ama tek başına, amansız kışla savaşmak zorunda olan ben, ne yapayım? Siz olsanız ne yapardınız bilmem, ama ben şöyle yaptım:

"Bu da bir savaş sayılır, ölürsem şehit, kalırsam gazi" diye düşünerek bir neşe, bir ümit, bir gayret geldi bana. Bazan başım daralınca köy odasına gider; anca beraber, kanca beraber başlarız titreme oyununa. Elim yüzüm mosmor, tüylerim diken diken, biraz ayakta dursam dizlerimin bağı çözülü çözülüveriyor. Her akşam yatarken iyice sarınıp sarmalanırım, ama üstümdekiler bu soğuğa dayanır şeyler mi? Gündüz yine neyse ne, insan gezinirken, bir işle uğraşırken üşümeye fazla vakit bulamıyor. Ama gece oldu mu hiç sormayın! İliklerine işliyor soğuk adamın... Daralınca kendi kendime bir felsefe kurarım: "Ben artık çile çekmeye alıştım" derim. "Benim gözümü hiçbir sıkıntı yıldıramaz." Bu düşünceyle içim ısındı mı, dışım için de fazla korkum kalmaz.

Bu arada nezle hiç eksik olmadı. Anamdan nezleli doğmuşum gibi geldi bana. Soğuk algınlığı da, bir iki kere yere vurdu. İçimi yıpratmamak için dişimi sıktım. Ümidin işe yaradığını anladım. Ümit ateşiyle içimi ısıtmasam, bir gün bile ayakta duramazdım o soğuklarda. Karakışın en acı günlerini yaşadığımız şubat ve mart boyunca, bizim sobada yanan tezek yirmiyi geçmedi. Onu da ağalardan getirttik, yemek pişirmek için. Tezeği tutuşturmak için defter, kitap komadık evde... Köylü, ocakta gömülü ateşi üfleyerek tutuşturur. Biz de kibrit bulamadığımız zaman aynı yola başvurduk ya, gazetenin çabuk parlatmak için yine yararı dokunuyor. Ama sobanın böyle bir iki saat yandığı zamanlarda bile, içerinin dışarıdan ayrımı olmadığını söylemeye gerek var mı? Hayır, çok kere dışarısı içeriden sıcaktı. Çocuklar dayanabilip de, paydos etmediğimiz günler, soluklanma zamanı gelsin de dışarı çıkalım diye can atardık. Ağzımız, yüzümüz söz söyleyemeyecek kadar donmuşken, dışarı çıkınca gezindik mi ısınırdık.

Topraktan yeni çıkmış bir kertenkele gibi ölü müyüz, diri miyiz, ayırdında olmadan nisanı getirdik. Gelelim ötekilere; Allah kışı vermiş, kış için gerekli olanları da kendiniz bulun demiş. Bulunmazsa başa gelen çekilir. Gemisini kurtarabilen çıkar karaya, kurtaramayan gider araya! Öyle oldu, yaşlılar pek az fire ile çıktılar kıştan. Ama çocuklar! Çocuklara oldu olanlar! Yeni doğanlardan tutun da, bir yaşındakilere kadar hiç kalmadı. Soğuğu fırsat bilen amansız çocuk hastalıkları, silip süpürdü yavrucukları. Ama bir de köylüye sorun; soğuk mu aldı, yoksa Allah'ın emriyle mi gittiler, diye! Bizim köyden olan ve bu bölgede on üç köyün sağlık koru-yuculuğunu yapan bir arkadaş var. Geniş düşünür, denebilir.

 Arada bir uğrar, konuşuruz. Birleşip hükümet doktorluğuna bir rapor yazdık. "Köylerde bir hastalık olursa bildir" derlermiş. Biz de bildirdik. Bizim rapor vardığı gün, doktor yerinde yokmuş. Kapıcı, "Yarın uğra!" demiş. Ama giden köylü orada bekçilik edecek değil a, işini bitirip köye döndü. Zaten ayda yılda bir çıkar ilçeye giden. Tam otuz beş gün sonra yeniden yazdık  ve ilk raporumuza ilgi gösterilmediğinden üzüntümüzü de belirttik. Bu kez yanıt geldi: "Kış çok fazladır. Yollar kapalı olduğundan, bir kamyon bulsak bile yola çıkamaz. Gelsek de yapılacak bir şey yoktur. Ana babaları, çocukları sıcak tutsunlar, yatakta istirahat ettirsinler, öksürüğü kesici ilaç kullansınlar. Terletsinler. Göğüslerine sıcak havlular koysunlar. İyi gıdalarla, sütle beslesinler; iki tane broşür gönderiyoruz. Halka okuyun. Oradaki rejimlere göre hareket ederlerse, kısmen azalır ölüm..."

Mavi renkli bir kâğıtta aynen bunlar yazılıydı ve "Su Hijyeni", "Kızamık" başlıklarını taşıyan Sağlık Bakanlığı'nca yayımlanmış iki broşür de eklenmişti mektuba. Broşürleri çocuklara  verdim, okudular. Ben de açıkladım. "Suyun litresine 6 santigram hesabıyla permanganat, hiposülfit konur. Mangal kömürü..." Belki pahalı şeyler değil bunlar kentler için, ama biz burada nereden bulalım? Ders zamanı ben açıkladım. Bizim sağlık koruyucusu arkadaş, köy odasında halka okumuş da ters laf-larla karşılanmış:

"Akıl dail eğlence. Sanki toktor Allah'ın hikmetine karşı gelecek..."

"Veren Allah, alan Allah. Çok şükür bugünkü günümüze. Biz kaldık da neye yaradı. Ağşamlaradan işimiz gücümüz sövüp sayıp günaha girmek. Hiç olmazsa bunlar sabi sabi gidiyorlar, huri analarının yanına..." Sağlık koruyucusu arkadaşla ölenlerin listesini "ölüm kâğıdı"na yazıp gönderdik. Bizim köy yüz otuz evlidir. Ocak ve martta ölenlere göre, şubattaki kırım daha kabarık. Yalnız bu ay içinde, hiçbirisi yaşını doldurmamış olmak koşuluyla, otuz dört çocuk yazdık listeye. (Temmuzda ishalden gidenler ayrı hesap.) Bunların dört tanesi aynı gün ve aynı saatte ölüp, birden gömüldüler.

Arkadaşın bölgesine giren köylerin en büyüğü bizim köydür. On beş, yirmi, otuz evli olanlar var. Bu on üç köyden, şubat ayı için arkadaşın "ölüm kâğıdı"na yazdığı çocukların sayısı yüz yirmidir. 


21 Ekim 2018

İslam ve Laiklik (Prof.Ahmet Taner Kışlalı)

Laikliği kabul etmemiş olan İslam ülkelerinin, bilimin ve teknolojinin gelişimine katkısı sıfır düzeydedir. Bütün Arap ülkelerinin bu alana katkısı İsrail’in yüzde 4’ü kadardır. Bir zamanlar tersiydi. Batı, Türkiye’yi ne tamamen içine almak ister, ne tamamen dışlamak...İçine alırsa ‘eşit’ hale gelir, dışına alırsa ‘kullanamaz’ olabilir. Kemalizm geçmişin bekçiliği değil, geleceğin öncülüğüdür.


Ferit Tüzün -Çeşmebaşı Süiti

İlk Türk balesinin bestecisi: Ferit Tüzün - Keyif Haberleri 

 
 

Ursula K. Le Guin "Haksızlıklar kuralları yaratır, cesaret ise onları yıkar."

 

Bir nesil, bilginin cezalandırıldığı ve cehaletin saadet olduğunu öğrenerek yetişiyor. Bir sonraki nesil, cahil olduklarını bile bilmeyecek; çünkü bilginin ne olduğunu bilmeyecekler.


Kıyıya vurmadıkları sürece, balıklar suyun farkında değildirler.

Çünkü yaşam bir yanıt değil, bir sorudur; bunun yanıtını sadece siz bulabilirsiniz.

Bence olgunluk kabuk değiştirmek değil, serpilip gelişmektir. Yetişkin bir insan ölü bir çocuk değil, yaşamayı başarmış bir çocuktur.

Biz tekil kişiler olarak, ruh olarak, birer birer yaşarız. Kişi, tek bir kişi olarak. Ortaklık, umut edebileceğimiz en iyi şeydir.

Hiç kimse cezayı kazanmaz, ödülü de. Aklınızı hak etmek, kazanmak gibi fikirlerden arındırın, ancak o zaman özgür düşünebileceksiniz.

Düşünceler baskı altına alınarak yok edilemezler. Onlar ancak dikkate alınmayarak yok edilebilir.

Dürüst bir adamdan kötü bir haber almayı, bir dalkavuktan duyacağım yalanlara her zaman tercih ederim.
 
Eylem yarar sağlamıyorsa bilgi topla; bilgi yarar sağlamıyorsa, uyu.

Yol yukarıya, ışığa doğru çıkar; ama yüklü yolcu oraya hiçbir zaman varamayabilir.

Sağır bir şiddet karşısında hangi söz bir anlam ifade eder ki?

İçeri kapamak, dışarıda bırakmak, aynı şey…

Bütün hayatımızı, aslında yapmaktan başka çaremiz olmayan şeyleri rızamızla seçmeyi öğrenmekle geçiriyoruz.

Asıl önemli olan cinsellik diyor herkes; gelgelelim bir gorilden bir parça daha uygar durumdaysanız, bunun adı aşk oluyor.

Duymak istiyorsan, sessiz ol.

Özgürlük ağır bir yüktür, ruhun yüklenmesi gereken büyük ve garip bir sorumluluk. Kolay değildir. Verilen bir armağan değil, yapılan bir seçimdir; bu seçim de zor bir seçim olabilir.Yol yukarıya, ışığa doğru çıkar; ama yüklü yolcu oraya hiçbir zaman varamayabilir.

Bütün hayatımızı, aslında yapmaktan başka çaremiz olmayan şeyleri rızamızla seçmeyi öğrenmekle geçiriyoruz.

Yirmi yaş dolaylarında öyle bir an vardır ki; yaşamın geri kalan kısmı boyunca ya herkes gibi olmayı ya da farklılıklarını erdeme dönüştürmeyi seçmen gerekir.
 
Size bütün söyleyebilecekleri bu dünyada, üçte biri uyuyarak ve düş görerek, bir diğer üçte biri yalan söyleyerek geçirilen kendi ömürleri içinde görüp işittikleridir.

Keman Virtüözü Suna Kan

 





  

Göl - Alphonse De Lamartine

Ebedi gecesinde bu dönüşsüz seferin
Hep başka sahillere doğru sürüklenen biz
Zaman adlı denizde bir gün, bir lahza için
            Demirleyemez miyiz?

 Ey göl, henüz aradan bir sene geçti ancak,
Seyrine doymadığı o canım su yanında
Bir gün onu üstünde gördüğüm şu taşa, bak
            Oturdum tek başıma!

Altında bu kayanın yine böyle inlerdin;
Gene böyle çarpardı dalgaların bu yara,
Ve böyle serpilirdi rüzgarla köpüklerin
            O güzel ayaklara.

Ey göl, hatırında mı? bir gece sükut derin,
Çıt yoktu su üstünde, gök altında uzakta,
Suları usul usul yaran kürekçilerin
            Gürültüsünden başka.

Birden şu yeryüzünün bilmediği bir nefes
Büyülenmiş sahilin yankısıile inledi.
Sular kulak kesildi, o hayran olduğum ses
            Şu sözleri söyledi:

“Zaman, dur artık geçme, bahtiyar saatler siz,
            Akmaz olunuz artık!
En güzel günümüzün tadalım o süreksiz
            Hazlarını azıcık!

“Ne kadar talihsizler size yalvarır her gün,
            Hep onlar için akın;
Günleriile birlikte dertlerini götürün,
            Mesutları bırakın.

“Nafile, isteyişim geçen saniyeleri;
Akıp gidiyor zaman;
Geceye: “daha yavaş” deyişim boş; tan yeri
            Ağaracak birazdan.

Sevişmek! hep sevişmek! akıp giden saatin
Kadrini bilmeliyiz!
İnsan için liman yok; sahil yok zaman için,
O geçer, biz göçeriz!”

Kıskanç zaman, kabil mi sevginin kucak kucak
Bize zevki sunduğu sarhoş edici anlar,
Kabil mi uzaklara uçup gitsin çabucak
            Matem günleri kadar?

Nasıl olur kalmasın bir iz avucumuzda?
Nasıl olur her şey büsbütün silinerek?
Demek vefasız zaman o demleri bir daha
            Geri getirmeyecek?

Loş uçurumlar: mazi, boşluklar, sonrasızlık,
            Acaba neylersiniz yuttuğunuz günleri?
Alıp götürdüğünüz derin hazları artık
            Vermez misiniz geri?

Ey göl! dilsiz kayalar! mağralar! kuytu orman!
            Siz ki zaman esirger, tazeler havasını,
            Ne olur, ey tabiat, o günleri saklasan
            Bari hatırasını!

Sakin demlerde olsun, deli rüzgarda olsun,
Güzel göl, etrafını süsleyen oyalarda,
O kapkara çamlarda, sularına upuzun
            Dökülen kayalarda!

İster meltemlerinde, bir ürperişle esen,
Seslerde, ister uzak ister yakın olsun,
Yahut gümüş pullarla sular üstünde yüzen
            Ay ışığında olsun!

Kuduran fırtınalar, sazlar bize dert yanan,
Meltemini dolduran kokular, hep beraber,
Ne varsa işitilen, görülen ve koklanan,
            Desin ki: “Seviştiler!”

(Çev: Yaşar Nabi Nayır) 

Arif Damar - Dayanılmaz

 Gözlerini ölüm bürüdü onların korkulu rüyalarda uyanıyorlar uykularından.

Günden güne daha cana yakın günden güne daha yaşanacak hale gelsin diye her gün daha sağlam daha usta daha kahraman ellerle onarılan yeryüzü eskisinden dar geliyor onlara eskisinden düşman.

Ne günün ilk ışığı ne balık sürülerinin ışıldaması suda ne güneşe uzanan dal ferahlık vermiyor içlerine. 

Çalınan insan emeği yaşatmaz oldu korkulu rüyalarla uyanarak uykularından korkunç kararlar verdiler.

Karşı koymazsak eğer tehlikededir günlük ekmeğimiz bacamızın tütmesi tehlikededir evimiz, aşkımız, çocuğumuz pencerede saksı kitap sevgisi, insan sevgisi tehlikededir.

Gözlerini ölüm bürüdü onların uyumak, uyanmak tehlikededir, tehlikededir çiçek koklamak bardakta su, ateşte yemek bahçede güneş tehlikededir.

Tehlikededir gözbebeklerimiz Adana'nın pamuğunu yabancılar işliyor dokuma tezgahları tehlikededir. İzmir'in üzümü, fındığı Giresun'un Samsun'un tütünü tehlikededir. Kapanıyor fabrikalar birer birer varımız yoğumuz tehlikededir. 

Fakat korkunç kararlara ve tehlikelere aldırış etmeden boy atan başakların şarkısı devam eder topraktan güneşe avaz avaz. Çatlayan tohumdaki yaşamak arzusu her zaman galip, her zaman hür, dağlardan akan suyun sevinci her zaman genç, delikanlı kabına sığmaz...

Dayanılmaz çocuğunu emziren ananın şefkatine -yırtıcı, derin- hilelere, ölümlere karşı gelir memedeki çocuğun iştahı, kudreti sonsuz, dayanılmaz.

Ve sen gözbebeğim sen erkek sesinle "İşsiz kalmasın insanlar, öldürmeyelim birbirimizi." dersin milyonların içinden milyonlardan ve gün ışığından uzağa götürülür, işkence görür, hapis yatar, sürgün edilirsin; sevilecek şeyler değilse de bunlar DAYANILIR... 
 
Halbuki günden güne yaşanacak hale gelen yeryüzünde toprağın ve insanoğlunun ümitle yarattığı her şey çatlayan tohum, akan su, ana şefkati, çocuk iştahı, insan tahammülü, hayatı öven şiir, kardeşliği söyleyen şarkı, mücadele eden resim ve emekçinin yüreği, elleri, hasreti harbe ve ölüme karşıdır DAYANILMAZ... 
1951, İstanbul