29 Eylül 2017

Nâzım Hikmet - Bir Genç Adama...Hakim Heraklit'e..Yıldızlara Ve Aşka Dairdir.

"Şehir
uzakta.
Genç adam
ayakta.
Akıyor şehirden geçen nehir
genç adamın ayakları dibinden.
Genç adam
piposunu çıkarıyor cebinden
aranıyor kibriti.
Bakıyor akar suya
düşünüyor Heraklit'i,
düşünüyor büyük hakîm Heraklit'i genç adam...
Kim bilir belki böyle bir akşam,
böyle bir akşam,
Heraklit alnını
yeşil gözlü zeytinliklerde akan

suya eğdi
ve dedi:
«Her şey değişip akmada,
bu hâl beni hayran bırakmada..»”Heraklit, Heraklit;  ne akıştır bu!.ne akıştır ki bu, dalgalarında
dağlıdır alnı en mukaddes  putun
kızgın demir damgasıyla  sukutun.
Gebedir her sukut bir  yükselişe.
Ne mümkün karşı koymak
bu köpürmüş  gelişe..
Heraklit, Heraklit!.
akar   suya kabil mi vurmak kilit?
 
Benerci Kendini Niçin Öldürdü?
Gece Gelen Telgraf
Portreler
Taranta-Babu’ya Mektuplar
Simavne Kadisi Oglu Seyh Bedreddin Destani
Seyh Bedreddin Destani’na Zeyl
Türk şiirinin çizgisini değiştirmiş, çok yönlü, evrensel boyutlu bir şair ve yazarın bu basım için yeniden gözden geçirilmiş, kaynak metinler esas alınarak düzeltilmiş “külliyatı”…
 
 
- - - - -

Nazım Hikmet bu şiirini Moskova'da yazdı. 1927 yılında Türkiye'ye girerken apar topar Sarp Sınır Kapısı'nda polis merkezine sokuldu.
Aradan bir zaman geçiyor; Komiser Nazım Hikmet'in karşısına dikiliyor; "Nazım sen Moskova'da ekalliyetlerle/ (yani azınlıklarla) ilgili bir şeyler düşünmüşsün, anlat bakalım neler planladınız bu ekalliyet meselesi hakkında?"
Nazım Hikmet şaşırdı: "Ben azınlıklarla ilgili bir şey düşünmedim, nerden çıkarıyorsunuz?"
Komiser: "Hiç saklama elimde delil var" deyip yanındaki polise "getirin kanıtı, kendi gözüyle görsün" dedi.
Komiser defteri açıp Nazım Hikmet'e yazısını gösterdi: "İşte Kanıt!"
Nazım, "Bu benim şiirim; adı da 'Moskova'da Heraklit'i Düşünüş'"
Mesele anlaşıldı:
Heraklit'in Osmanlıca yazımı ile Ekalliyet kelimesinin yazımı birebir aynıydı.
Komiser "Moskova'da ekalliyeti düşünüş" diye anlamıştı.
Nazım Hikmet ekledi: "Heraklit 'değişmeyen tek şey değişimin kendisidir' diyen büyük Yunan filozofudur."
Komiser bunu duyar duymaz hiddetle: "Ne! Bizim can düşmanımız Yunanlılar'a şiir mi yazdın?


" Felsefe düşüncenin mikroskobudur." Victor Hugo




Burçların Tanrısal Serüveni

Koç! Sana ilk tohumu ekme onurunu veriyorum. Ektiğin her bir tohuma karşılık elinde bir milyon tohum bulacaksın, fakat onların büyümelerini görecek vaktin olmayacak. İnsanların aklına ben'i yerleştirecek ilk kişi sen olacaksın, fakat bu düşünceyi geliştirme ya da hakkında soru sormak senin görevin olmayacak. Yaşamının sebebi eylemdir ve bu eylem insanlara benim yaratıcılığımı haber verecektir. İyi çalışabilmen için sana kendini beğenme özelliğini veriyorum. Ve Koç sessizce yerine çekildi.
"Boğa! Sana tohumu madde haline getirme gücünü veriyorum. Başlanmış olan bütün işleri senin bitirmen gerektiği için görevin çok sabır istemektedir, aksi halde tohumlar rüzgarda savrulup kaybolacaktır. Yapmanı istediğim bu görev için soru sormayacak, işin ortasında düşünceni değiştirmeyecek ve başkalarından destek beklemeyeceksin. Bunun için sana güçlülüğü veriyorum. Onu akıllıca kullan." Ve Boğa yerine çekildi.
"İkizler! Sana insanların çevrelerinde gördükleri şeyi anlamalarını sağlayabilmen için cevapsız sorular veriyorum. İnsanların neden konuşup, neden dinlediklerini hiçbir zaman bilmeyeceksin, fakat cevap bulmak için yapacağın araştırmalarda sana armağan olan BİLGİ'yi bulacaksın." Ve İkizler yerine çekildi.

"Yengeç! Sana insanlara duyguyu öğretme görevini veriyorum. Bütün duyguyu yaşayarak öğrenmeleri ve olgunluğa ulaşmaları için onları hem ağlatıp hem güldüreceksin. Sana olgunluğu hızla arttıracak olan aile armağanını veriyorum." Ve Yengeç yerine çekildi.

"Aslan! Sana yaratıcılığımın tüm görkemini dünyaya gösterme görevini veriyorum. Ancak azametinde dikkatli olmalı ve bu yaratıcılığın senin değil, benim olduğunu daima hatırlamalısın. Eğer bunu unutursan, insanlar seni küçük göreceklerdir. Bu görevi iyi bir şekilde yerine getirirsen, büyük haz duyacaksın. Bunun için sana armağanım onur'dur." Ve Aslan yerine çekildi.

"Başak! Senden insanların benim yarattıklarımla neler yaptıklarını sınamanı istiyorum. Onların ne yaptıklarını dikkatlice inceleyip kusurlarını hatırlatacaksın ve böylece benim yarattıklarımı iyice öğrenmelerini sağlayacaksın. Sana bunu yapabilmen için saf düşünceyi armağan ediyorum." Ve Başak yerine çekildi.

"Terazi! Sana insanların birbirlerine karşı olan görevlerini hatırlayabilmeleri için hizmet erdemini veriyorum. Böylece insanlar işbirliğini öğrenecek ve kendi davranışlarının diğer yönlerini de yansıtma yeteneğini edineceklerdir, uyumsuzluk olan yere seni yerleştireceğim ve bu gayretlerin için sana armağanım sevgidir." Ve Terazi yerine çekildi.

"Akrep! Sana çok güç bir görev veriyorum. İnsanlara düşündüklerini anlama yeteneği verdiğim halde, anladıklarını söylemene izin vermeyeceğim. Birçok kez gördüklerinle acı çekecek ve bu acı ile benden uzaklaşacaksın. Bu acının benden değil benim yanlış anlaşılmış olmamdan doğduğunu unutacaksın. Birçok insanı hayvan gibi görecek ve onların hayvansal içgüdüleriyle öylesine uğraşacaksın ki yolunu şaşıracaksın, fakat sonunda yine bana döneceksin. Akrep sana en üstün armağanım olan amaçı veriyorum." Ve Akrep yerine çekildi.

"Yay! Senden beni yanlış anlayıp çaresizliğe düştüklerinde insanları güldürmeni istiyorum. Güldürme insanlara umut verecek ve bu umutla insanların gözlerini bana çevirmelerini sağlayacaksın. Birçok kişinin yaşamına yalnız bir an için girecek ve girdiğin her yaşantıdaki huzursuzluğu tanıyacaksın. Yay, sana karanlıktaki her köşeye erişip aydınlatabilmen için sonsuz bereket veriyorum." Ve Yay yerine çekildi.

"Oğlak! Senden insanlara çalışmayı öğretmen için alın terini istiyorum. Tüm insanların yükünü omuzlarında taşıyacağın için bu görev hiç de kolay değildir. Ama bu boyunduruğun yükü için senin ellerine insanlığın sorumluluğunu koyuyorum." Ve Oğlak yerine çekildi.

"Kova! Sana insanların tüm olanakları görebilmeleri için gelecek kavramını veriyorum. Benim sevgimi kişileştirmen için yalnızlık acısını çok duyacaksın. İnsanların gözlerini yeni olanaklara çevirebilmeleri için sana özgürlüğü armağan ediyorum." Ve Kova yerine çekildi.

"Balık! Sana hepsinden daha güç bir görev veriyorum Senden insanların üzüntülerini toplayıp bana geri getirmeni istiyorum. Senin gözyaşların sonunda benim gözyaşlarım olacak. Senin topladığın üzüntüler insanların beni yanlış anlamalarından doğmuş üzüntülerdir, fakat senin onlara vereceğin şefkatle onlar yeniden beni anlamaya çalışacaklardır. Bu güç görev için sana en büyük armağanımı veriyorum. Sen on iki çocuğum arasında beni tek anlayan olacaksın, fakat bu anlayış yalnız senin içindir, sen onu insanlara anlatmak istediğinde onlar seni dinlemeyeceklerdir." Ve Balık yerine çekildi.

Martin Schulman

"Sen benim üzerime yağıyorsun ve ben seni toprak gibi karşılıyorum"Frida Kahlo

Kahlo 1946 Ekimi’ne tarihlenen bir mektubunda aşkı Jose’ye şu satırlarla sesleniyor: “Bartolim… Ben nasıl aşk mektubu yazılacağını bilmem. Ama olanca içtenliğimle seslenmek istiyorum. Size âşık olduktan sonra hayatımdaki her şey güzellikle sarmalandı, aşkın farklı bir tadı var, âdeta yağmur gibi… Biliyorsun, gökyüzüm, sen benim üzerime yağıyorsun ve ben seni toprak gibi karşılıyorum.”

 Hayden Herrera, Frida’nın biyografisi üzerinde çalışırken Bartoli’yle röportaj yapma fırsatı bulmuş; zaten bu mektupların varlığı da Herrera’nın biyografi çalışması sayesinde ortaya çıkmış. Herrera, Jose Bartoli için şunları söylüyor: “Bartoli, Frida’ya olan aşkını hiç yitirmedi. Ona Frida’yı sorduğunuzda ondan büyük bir saygıyla ama çekinceyle bahseder. Hayatı boyunca Frida’dan kalan küçük objeleri bile özenle koruyup tüm mektuplarını da saklamış.”

Frida bazen, mektuplarının çocukça ve saçma bulunmasından korkarmış. Bu yüzden Bartoli’ye söylediği şeylerden birisi de, aşk mektuplarının akıllıca ya da aptalca yazılamayacağı; çünkü onların sadece ‘gerçek’ olduğuymuş. Frida, bir mektubunda Bartoli’ye yazdıklarını şöyle açıklıyor: “Küçük bir kız caddeyi geçiyor ve sana bir çiçek veriyor ama sebebini hiç bilmiyor.”


Anılar, Düşler, Düşünceler - Carl Gustav Jung

Analitik psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung, 1957 baharında 81 yaşındayken, hayatını ve anılarını, meslektaşı ve yakın dostu Aniela Jaffé’ye anlatmayı kabul etti. O güne dek yaşamöyküsünü yazması yolundaki tüm önerileri geri çevirmiş olan Jung, belirli aralıklarla düzenlenen söyleşilerde, yaşamının hiç bilinmeyen yönlerini Jaffé’ye anlattı. İki yıldan fazla bir zaman kendini bu uğraşa adamakla kalmadı, 1961’deki ölümüne kadar kitabın son biçimini almasına katkıda bulundu. Anılar, Düşler, Düşünceler, insan zihninin en büyük kâşiflerinden birinin yaşamının en gizli köşelerine kadar uzanan içten açıklamalarından oluşuyor. Bu benzersiz kitap, kişilik, rüyalar ve fanteziler ile din konusunda tüm insanlığı etkileyen düşünceler geliştirmiş olan Jung’un, ilginç ve bir o kadar da saklı kişiliğini kendi ağzından gözler önüne seriyor. Bilimadamının, önce hayranı olduğu, ama giderek derin görüş ayrılıklarına düştüğü Sigmund Freud’la ilişkilerine birinci elden ışık tutuyor. 
 
 
İç Konuşma...Yaşam bana hep kök gövdeden beslenen bir bitkiyi anımsatır. Yaşamın kök gövdesinde saklandığı ve görünmez olduğu doğrudur. Toprağın üzerinde görünense yalnızca tek bir yaz dayanır; sonra da solar gider. Kısa ömürlü bir görüntü bu. Yaşamların ve medeniyetlerin sonu gelmeyen oluşumlarını ve yok olup gidişlerini düşündüğümüzde mutlak bir hiçliğin etkisinden kurtulamayız. Buna karşın ben, hiçbir zaman sonsuz akışın altında yaşayan ve sürekliliği olan bir şeyin var olduğu duygusunu yitirmedim.  
 
Gördüğümüz geçici bir tomurcuktur. Kök gövdeyse kalıcıdır.

Bize çok yakın oldukları ve bizim bilmezliğimizi paylaştıkları için bizim gibi ruhları olan tüm sıcak kanlı hayvanları çok seviyor ve birbirimizi içgüdüsel yollarla anladığımızı düşünüyordum. Konuşmak, keskinleşmiş bir bilinç ve bilim dışında, onlarda var olmanın temel öğelerini; sevinci ve acıyı, sevgi ve nefreti, açlığı ve susuzluğu, korku ve güveni, paylaşıyoruz. Alışılmış anlamda bilime hayranlık duymama karşın, onun bizi tanrının dünyasına yabancılaştırdığı ve bunun sonucunda hayvanlarda olmayan bir bozulmaya yol açtığını düşünüyordum. Hayvanlar sevecen ve sadıktılar, değişken değillerdi. Onlara güvenebilirdiniz. İnsanlara gelince; onlara her zamankinden daha az güveniyordum.

Ruh bedenden çok daha karmaşık ve ulaşılmazdır. Şöyle diyebilirim: Birey, bilincine varabilirse dünyanın yarısının ruhtan oluştuğunu anlar. Bu nedenle, ruh bireysel bir sorun değil bir dünya sorunsalıdır ve bir psikiyatrist tüm dünyayla uğraşmak zorundadır.

Günümüzde, bizi tehdit eden tehlikenin doğadan gelmediğini, insan ve kitle ruhundan kaynaklandığını apaçık görüyoruz. Tehlike insanın ruhundan kopmuş olmasında. Her şey ruhumuzun doğru dürüst işlevini yerine getirip getirmemesine bağlı. Bu günlerde birileri kendilerini tutamazsa bir hidrojen bombası patlaması işten bile değil.

Freud’un bana: ‘Sevgili Jung, cinsellik kuramından hiçbir zaman vazgeçmeyeceğine söz ver. Bu çok önemli. Bunu aşılmaz bir kale, bir dogma haline getirmemiz gerekli’ dediğini çok iyi anımsıyorum. Bu sözleri, bir babanın oğluna, ‘Bana tek bir söz ver oğlum. Her pazar günü kiliseye gideceksin’ dediği gibi büyük bir duygusallık içinde söylemişti. Biraz şaşırarak, ‘Neye karşı bu kale?’ diye sormuştum. Bu sorumu, ‘Kara çamur seline karşı’ diye yanıtlamış, sonra da, biraz duraksayarak, ‘Doğaüstü güçlere karşı’ diye eklemişti. Özellikle, ‘Dogma’ ve ‘Kale’ sözcüklerinden kaygılanmıştım çünkü bir ‘Dogma’, o düşünceye duyulan kuşkuları bir kalemde silmek amacıyla kurulan ve tartışmaya açık olmayan bir inançtır ve bu inancın artık bilimsel değerlendirmeyle bir ilgisi kalmaz; bireysel bir güç dürtüsüne dönüşür.

Eleştirel mantık, birçok mitsel kavram gibi, ölümden sonra yaşam düşüncesini de kabul etmiyor. Bunun tek nedeni, günümüzde insanların çoğunun, kendilerini yalnızca bilinçleriyle özdeşleştirmeleri ve yalnızca, kendileriyle ilgili bildiklerinden oluştuklarını düşünmeleri olabilir.

İnsan için can alıcı soru şudur: Sonsuzluğun bir parçası mısın, yoksa değil misin? Tüm yaşamının kriteri budur. Asıl olanın sonsuzluk olduğunu bilsek, ilgimizi boş şeylere vermekten ve hiçbir önemi olmayan amaçlara yönelmekten vazgeçebilir miyiz? Bunu yapabilsek, dünyayı, sahip olduğumuzu sandığımız güzellik ve yetenek gibi iyi nitelikleri bize vermesi için zorlayabilirdik.

Pablo Neruda - Anımsıyorum Seni Olduğun Gibi

 
Anımsıyorum seni olduğun gibi geçen sonbahar.
Başlığın griydi ve yüreğin sakince.
Gözlerinde savaşıyordu alacakaranlığın alevleri.
Ve düştü yapraklar ruhunun sularına.

Bir boru çiçeği gibi yapışmıştın koluma,
ikircikli ve sakin sesine korunak olurken yapraklar.
Arzumun alazlanıp durduğu kötürüm eden bir ateş.
O uysal mavi sümbül burkulmuş ruhumun üstünde.

Gör nasıl uzaklaşıyor gözlerin, sonbahar gibi uzak,
başlık, o gri, o cıvıltılı ses ve o evcimen yürek,
kömürün koruna öpücüklerimin neşeyle düştüğü
derin özlemlerimin amacı olan şey.

Bir gemiden görünen gökyüzü. Yüksek dağlardaki yaylalar.
Hatıran ışık gibi, duman gibi, o sessiz gölcük gibi.
Ötesinde gözlerinin durur yangında akşam kızıllığı.
Fırıl fırıl sonbaharın kuru yaprakları ruhunda.

Charlie Chaplin Sevgili kızım


Şimdi gece, Noel gecesi. Benim küçük kalemimdeki silahsız muhafızların hepsi derin uykuda. Kardeşlerin uyuyor,annende uykuya daldı. Ne var ki sen çok uzaklardasın;eğer şu anda şu dakikada fotoğraflarına bakmıyorsan kör olayım. Fotoğrafların burada masanın üzerinde kalbime en yakın yerde duruyor. Oysa sen neredesin? Uzaksı, masalsı, Pariste, Camps Elyees’deki tiyatroda, görkemli bir sahnede dans ediyorsun. Ben bunu çok iyi bildiğim halde genede bu sakin gecenin sessizliğinde senin ayak seslerini net biçimde duyuyorum. Gözlerin gözlerimin önüne geliyor; gözlerin kış gecesine özgü gökyüzündeki yıldızlar gibi parlıyor. Bu güzel oyunda, Şahın tutsak aldığı güzeller güzeli İranlı kızı oynadığını biliyorum. Güzeller güzeli ol sen de dans et, yıldız ol ve parıltılar saç. Ama seyircileri büyülermiş olmaktan, onları kendine hayran etmekten sarhoş olduğunda, sana sunulan çiçeklerin kokusu başını döndürdüğünde, tek başına bir köşeye çekil ve benim mektubumu oku, babanın sesine kulak ver.

Ben senin babanım Geraldine! ben Charlie’yim, Charlie Chaplin! Başucunda kaç gece sabahladığım bir bilsen? küçük küçük masallar anlatıyordum sana! Bazen Uyuyan Güzel’i anlatırdım, bazan kötü kalplı ejderhaları…uyku gelip ihtiyar gözlerimi yokladığında uykuyla dalga geçiyor,ve şöyle diyordum -defol! ben kızımın hayallerini düşlüyorum. Ben senin hayallerini görebiliyordum Geraldine! senin geleceğini görebiliyordum, bugünü!sahnede dans eden kızı görebiliyordum, kanatlarını açmış, havada uçan periyi..insanların sözlerini duyabiliyordum -şu kızı görüyormusun,yaşlı palyaçonun kızı bu,babasının adı Charlie idi,hani hatırlıyormusun? bu dans ve alkış sesleri senin ayaklarını yerden kesecektir.Kanatlanan,uç ötelere! Ama arada bir ayakların yerede bassın! Halkın nasıl yaşadığını bilmelisin,sokak dansçılarının hayatını da gör.Açlıktan bitkin düşmüş,yoksulluktan ve soğuktan titreye titreye dans edenleride… Bende onlarla aynı kaderi paylaşmıştım Geraldine! O büyülü gecelerde,sen benim masallarımla uyuyordun ama ben uyumazdım.Senin güzel yüzünü seyreder,kalbinin atışlarını dinlerdim ve kendime şu soruyu sorardım -Charlie acaba bir gün olur bu minik kuş seni anlayabilirmi? Sen beni tanımıyorsun Geraldine,benim masalımda çok ilginçtir.Yoksul palyaçonun masalı bu.Londra’nın kenar mahallesinde şarkı söyleyip dans eden sonra a bahşiş toplayan bir palyaçonun masalı…İşte benim maslımda bu!

Ben açlığın ne demek olduğunu biliyorum,evsizliğin ne anlama geldiğini..Bu da bir şey mi ki? Ben gurudan bir okyanus gibi kabarmış şu göğsümde,acıma duygusuyla önüme atılan kuruşların sızısını hissettim,küçümsenen sefil birinin sancılarını çektim.Bütün bunlara karşın,işte gene de hayattayım.Hayatta olanlar hakkında hep daha az konuşulur.Sen benim soyadımı taşıyorsun,Chaplin ismini…bu ad,neredeyse yarım yüzyıl boyunca bütün dünyayı güldürdü. – benim ağlamalarım yanında bu gülmeler nedir ki?Senin yaşadığın dünya sadece dans ve müzikten ibaret.. Geraldine gece yarısı o görkemli salondan çıkınca, varsıl hayranlarını unut ama bindiğin taksinin şöförüne karısının hatrını sormayı unutma…Kim bilir,belki de karısı hamiledir, belki yakında doğacak olan ilk gözağrısı yavrusu için bez almaya bile parası yoktur.Eğer durum böyleyse,kalk cebine para koy…Pre Credit Bank’a talimat verdim,giderlerini karşılayacaklar.Başkalarına yapacağın ödemeleri kuruşu kuruşuna hesapla,öyle ver!arada sırada metroya bin ötobüs yada yayan dolaş şehri..İnsanlara bak,iyi gözlemle onları.Dul ve yetimlerin gözlerine iyi bak.Hiç değilse günde birkaç kez kendine şunu söyle -bende bunlardan biriyim! Evet sevgili kızım,unutma bunu ; sende onlardan birisin..

Sanat göğe uçması için insana kanatlar takıncaya kadar ayaklarına ayaklarına vurur insanın.Zaman gelipte seyirci karşısında yükseldiğini hissetmeye başladığında sahneden in, dışarı çık…Yoldan geçen taksiyi çevir.Paris’in dış mahallerine git.Ben bu mahalleri iyi bilirim…Orada dansçı kızları göreceksin.İçlerinde sana benziyenlerde vardır,senden daha zarif,daha mağrur olanlarda..Sen tiyatrondaki göz alıcı sahne ışıklarını orada bulamazsın! onların sahne ışıkları Ay’dır.Bak onlara,daha dikkatlice bak!senden bile daha iyi dans etmiyorlar mı?Haydi itiraf et bunu…senden daha iyi dans eden,senden daha iyi rol yapan biriyle karşılaşırsan,o vakit hep şu sözlerim aklına gelsin:hiçbir zaman Charlie’nin ailesinden ,fayton sürücüsüne kötü söz söyleyecek ya da Seine nehri kıyısında oturmuş sadaka isteyen dilenciyle alay edecek kadar kendini bilmez biri çıkmamıştır.Charlie bu dünyadan çekip giecek Geraldine! Sense hayatına devam edeceksin.Ben senin hiçbir zaman yoksulluğu tatmanı istemem.

Bu mektupla birlikte sana çek koçanı da yolluyorum.Ne kadar İstersen o kadar harca.Ama sakın şunu unutma! iki frank harcadığında üçüncü frak sana ait değidir.Her defasında aklında olsun bu.Üçüncü frak bir başkasına ait,tanımadığın birine,bir frankın hasretiyle yaşayan birine ait o para.O kişiyi bulman zor olmayacaktır.Attığın her adımda yoksul birini görebilirsin,yeter ki sen görmeyi iste!Ben bu şeytanın baştan çıkaran gücünü bildiğim için para hakkında konuşuyorum.Uzun süre sirkte çalıştım,ip üstündeki cambazları korkuyla izlerdim hep.Ama şimdi sana şunu da söylemek isterim sevgili kızım.Bir insanın ayağının kaymasıyla yere sert zemine kapaklanması cambazların o tekinsiz ipten düşmesinden daha kolaydır.,inan bana.Sen bu akşam bir pırlatadaki ışıltının cazibesine kapılabilir,ister istemez yere kapaklanabilirsin.Gün gelir yabancı bir prensin yüzü,seni kendine tutsak edebilir.İşte o andan itibaren sen artık deneyimsiz bir cambaz sayılabilirsin.İp deneyimsizlere ihanet etmiştir hep.Sen sakın altın ve mücevher karşılığında kalbini satma.Unutma,en büyük pırlanta güneştir ve ne mutlu ki güneş ,herkezi eşit biçimde aydınlatıyor.

Gün gelirde birini seversen,seçtiğin kişiyi tüm kalbinle sev.İşinin zor olduğunu biliyorum.Şimdi bedenini tırıl tırıl ipek kumaşlar örtüyor.Sanat için sahneye çıplak ta çıkabilirsin…Ama o sahneden saf,tertemiz ve kusursuz olarak inmelisin.Ben yaşlı biriyim,sözlerim gülünç gelebilir.Ama öyle sanıyorum ki çıplak vucudun,seni çıplak ruhuna aşık olan kişiye ait olmalıdır.Ne yapayım,benim konuya bakışım belki eski kafalılık…belki düşüncem on yıl öncesinde kaldı.Korkma Geraldine,bu on yıl seni yaşlandırmaz.Ben senin şu çıplak adada boyun eğen en son kişi olmanı isterim.Babalar ve çocukların arasında hep bir çekişme olduğunu biliyorum.Bana savaş aç sevgili kızım,düşüncelerime karşı savaş aç.Ben iteatkar çocukları sevmiyorum.Bu mektubumun üzerine henüz göz yaşım düşmemişken,bu Noel gecesinin mücizeler gecesi olduğuna inanmak istiyorum.Bir mucize olmasını ve söylemek istediğim her şeyi gerçekten doğru anlamanı istiyorum.

Charlie yaşlandı Geraldine,artık çok yaşlandı.Sen er yada geç,beyaz elbiseler yerine siyahlar giyip mezarına geleceksin.Şimdi seni üzmek istemiyorum ama arada bir aynaya bak…Aynada beni göreceksin.Damarlarında benim kanım dolaşıyor.İstiyorum ki , benim damarlarıdaki kan akmaz olduğunda baban Charlie’yi unutma!

-ben bir melek değildim,ama her zamana insan olmak için çaba harcadım.!

Sen de öyle yap!

Seni Öpüyorum Geraldine.


Bizi tanımlayacaklarını sanarak hatıralara tutunuruz. Ama bizi tanımlayan yaptıklarımızdır.

Ghost in the Shell


28 Eylül 2017

Turgut Özakman - Cumhuriyet: Türk Mucizesi

"Adam İngilizin dokuduğu kumaştan elbiseyi giyiyor, Alman malı lokomotifin çektiği trene biniyor. Namaz vaktine ne kadar kaldığını cebindeki İsviçre malı saate bakarak kestiriyor. Odesa'dan getirilen Rus unundan yapılma ekmek yiyor ama şapkayı giyince kafir olacağını sanıyor." 
 
 
 
 
 Önsöz 
'Cumhuriyet 1, Türkiye Üçlemesi'nin üçüncü kitabıdır- İki cilt olacak. 
 
Objektif bilim adamları Milli Mücadele ile başlayıp Cumhuriyetle süren bu dönemi Türk Mucizesi diye adlandırıyorlar. 
 
Birinci ciltte Büyük Zafer'den Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna kadarla olaylar yer alıyor. Bir yanda cumhuriyetçiler var, Öte yanda bu daha iyi, daha İnsanca, daha onurlu düzeni istemeyenler. Ders ve ibret verici, uyarıcı bir dönem. Bu dönemi bilmeden sonraki olayları doğru değerlendirmek zor olur.
 
 Emperyalizmi, paralı askerlerini, işbirlikçilerini yenmek, bu hayasızca akının kökünü kazımak, kurtuluşun sadece bir parçasıydı. Gerçek kurtuluş için Batı ülkeleri ile baş edebilecek kadar güçlü olmak, yoksulluğu, ilkelliği, geriliği, çağdışılığı, bilgisizliği yenmek, aldı özgür kılmak, aydınlanmayı yaşamak, bağnazlığa son vermek, hoşgörüyü yerleştirmek, kadın-erkek eşitliğini sağlamak, yüzde doksan üçü okuryazar olmayan halkı bilgilendirmek, eğitmek, yurttaş olmalarını sağlamak, millet olmak, sanayileşmek, salgın hastalıkları kırmak gerekiyordu. 
 
Bunlar ancak barış döneminde başarılabilirdi. 
 
Bunun için Türkiye'yi parçalamak amacıyla çok çeşitli planlar hazırlamış, uygulamış ve sonunda yenilmiş Müttefiklerle önce ateşkes, sonra da barış masasına oturmak gerekiyordu. 
 
Yoksul Türkiye'nin zaferi bütün mazlum ülkeleri etkilemiş, Müttefikler yani emperyalizm bundan çok rahatsız olmuştu. Barış için çok zorluk çıkardılar. Sevr'in yumuşatılmış bir örneğini kabul ettirmek için çalıştılar. Hatta İngiltere, Çanakkale olayım bahane ederek-dünyayı yeniden Türkiye'ye karşı savaşa davet edecektir.
 
 Mudanya Anlaşması ile Lozan Andlaşması görüşmeleri sırasında Müttefiklerin tutumları, davranışları, oyunları, tuzakları, üslupları unutulmaması gereken olaylardır. Lozan bu yüzden eşi bulunmayan, uzun ve çok çetin bir boğuşma halinde geçmiştir. Kuva-yı Milliye ruhu ile emperyalizm, Çanakkale'den, Anadolu'dan sonra, Lozan'da da karşılaşmış ve Kuva-yı Milliye ruhu galip gelmiştir. Lozan'da barış, canavarın karnından sökülüp çıkarılmıştır'. 
 
Mudanya ve Lozan Milli Mücadele'nin masa başındaki devamıdır. Birkaç kez savaşın eşiğine gelinmiştir. 
 
Her iki görüşmeyi de emperyalist anlayışın ve ahlakın iyi bilinmesi için genişçe yansıttım. Bu anlayış ve ahlaki iyi bellemeli-yiz. Kaç zamandır yine devreye giriyor. 
 
İç sorunlar da çok dramatiktir: 
 
Mecliste gelenekçiler ile cumhuriyetçilerin çekişmesi, saltanatın kaldırılması, Ali Kemal'in yakalanması, Vahidettin'in ve hainlerin kaçması, karşı-devrimin oluşmaya başlaması, Milli Mücadeleyi başlatan kadronun İkiye bölünmesi iç sorunların başhcasıdır. 
 
Halkı coşturan olaylar sürmektedir: İstanbul'a gelen Re-fet Paşa'mn ve bir bölük Türk askerinin olağanüstü karşılanışı, Trakya'nın il il geri almışı, İstanbul'u geri almak için yapılan gizli hazırlıklar, Türkîngilİz futbol karşılaşması, sonunda işgalcilerin Türk sancağını selamlayarak çekip gitmeleri, Türk ordusunun İstanbul'a girmesi bu emsalsiz olayların başlıcalarıdır. 
 
Özgürlük, toplumsal uyanışa, değişime de yol açar. Kadınlar peçelerini atmaya, çarşaftan çıkarak manto giymeye başlar. Büyük sorunların nasıl çözüleceği daha yoğun olarak konuşulup tartışılır. M. Kemal Paşa'mn dünyaya kapalı bir doğu ülkesini cumhuriyete, aydınlanmaya, uygarlığa, çağdaşlaşmaya adım adım hazırlaması, halkın çağrıya katılması bu dönemin en önemli özelliğidir. M. Kemal Paşa'mn örnek bir aile olmak için yaptığı talihsiz evlilik de bu dönemde yer alıyor. Dönem Ankara'nın başkent olması ve türlü çatışmalardan geçilerek 29 Ekim 1923'te cumhuriyetin ilanı ile sona eriyor. 
 
Birinci cildin içeriği bunlar. Bir sorunun yanıtını hemen vermek istiyorum. Atatürk niye büyüktür, niye hiç eksilmeyen bir minnet ve saygı ile anıyoruz? 
 
Bunun yanıtını bilmeyen yalnız yabancılar değil, birçok vatandaşımız da bilmiyor. 
 
Dünyada ülkesini savaşta zafere kavuşturan birçok komutan var. Milletini daha ileri bir toplum yapmak için çalışmış birçok önder de var. Ama yokluk, yoksulluk içinde ikisini birden başarmış bir kişi var: Atatürk. 
 
Sıfır imkânla, işgal edilen vatanını kurtarmış, emperyalizmi ve yardakçılarını yenmiş, ülkesini tam bağımsız yapmış, bununla kalmamış, milletini çağdaşlaştırmak, kadm-erkek eşitliğini sağlamak, halkını uyandırmak, kalkındırmak için devrimler gerçekleştirmiş, bir doğu ülkesinde demokrasinin kapısını açmış böyle bir önder, bilge, millet atası hiçbir ülkenin tarihinde yer almıyor. 
 
Yabancılar bu yüzden Atatürk saygımızı anlamıyorlar. Tarihlerinde bir örneği yok ki. 
 
Ama ya Atatürk'ün büyüklüğünü anlamayan vatan kardeşlerimiz? Onların anlamaması yetişmelerinden, telkinlerden kaynaklanıyor. Böyle yetiştiriliyorlar. Oysa tarihimizi bilseler, düşünseler, kafalarına yerleştirilen önyargıları, yanlış bilgileri aşabilseler onlar da bu büyüklüğü benimseyecek, Atatürk'ün Allahm bir lütfü olduğunu anlayacaklar. 
 
Tarihimizi doğru bilsek sorunlarımızın yarısı kendiliğinden çözülür. 
İkinci cilt, Cumhuriyetimizin Atatürk'ün hayatı ile sınırlı olarak Kasım 1938'e kadarki 15 yılını yansıtacak. 
 
Neyimiz varsa bu döneme borçluyuz. Birçok yurtseverlik, özveri, toplumsal kahramanlık destanı ve hainlik olaylarıyla dolu olağanüstü bir dönem bu. İkinci ciltte de 'Türk mucizesinin' hikâyesini anlatmaya devam edeceğim. 
 
Yine belgesel bir roman olarak. 
 
Bu mucizeyi dokuyan bütün olayları tümüyle anlatmak imkânsız. Cumhuriyet döneminin baskın niteliği çağdaşlaşmak, çağdaş uygarlığa ulaşmaya çalışmak, bu yolla kalkınmak, uyanmak. Bu dönemle ilgili bütün özellikleri çağdaşlaşma terimi kucaklıyor: Milliliği de, laikliği de, bağımsızlığı da, özgürlüğü de, cumhuriyetçiliği, dolayısıyla demokrasiyi de. 
 
Bu nedenle ikinci ciltte asıl kurtuluş olan çağdaşlaşmayı, Atatürk'ün bu büyük idealini anlatmaya çalıştım. Dönemin iyi anlaşılması için insan ilişkileri, giyim kuşam, mekân ve benzeri hayat ayrıntılarına da değindim. 
Karşı düşünceleri ve hareketleri de anlattım. Şeyh Sait isyanına ve İzmir suikastına yer verdim. Türk tarihinin ezeli sorunu olan karanlık ile aydınlık, ortaçağ ile çağdaşlaşma arasındaki çatışmayı yansıtmaya çalıştım. Yan konulardan önemli olanları da ihmal etmedim. Hiç olmazsa dipnotlarda bilgi sundum. 
 
Bu dönemi de, Diriliş ve Şu Çılgın Türkler gibi, sağlıklı, dürüst belgelere, güvenilir, namuslu tanıklara dayanarak, gerçeğe en uygun biçimde yansıtmaya gayret ettim. İkinci cildin sonunda yer alacak olan geniş kaynakçaya bakarak bu konudaki yoğun gayretimi görebilirsiniz. Bu dönemle ilgili aleyhte eserleri de yok saymadım, hepsini inceledim, gerekenlere kaynakçada yer de verdim. 
 
Sevgili gençler! 
 
Bütün bu özenler, dikkatler, çabalar, emekler, araştırmalar, kılı kırk yarmalar, sizlere ve çevrenize, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun ve ilk 15 yılının gerçek hikâyesini anlatmak içindir. 
 
Bir iki roman tipinin dışında herkes ve her olay gerçektir. Hepsinin kanıtları ve tanıkları dipnotlarda gösterilmiştir. 
 
Diriliş'ten ve Şu Çılgın Türkler'den gelen birkaç roman tipi Cumhuriyet'te de yer alıyor. Bunlar o dönemlerin tipik kişileridir. Kolay anlatım için bazı olayları birleştirdim. Kişileri, düşünce ve üsluplarını saygıyla dikkate alarak konuşturdum. 
 
Cumhuriyet dönemi de, tıpkı Çanakkale ve Milli Mücadele gibi yazarın hayaline ihtiyaç göstermeyen, çarpıcı, büyük olaylarla dolu. Bu bakımdan kendiliğimden bir sahne yazmış, bazı şeyleri abartmış değilim. 
 
Gerçeğe ihanet etmedim. 
 
O dönemin bir bölümünü yaşadım, Atatürk'ü görebilmiş son kuşaktanım. O dönemle ilgili yazılı her kaynağı elden geçirdim. O dönemi içinden bilen birçok kişiyle konuştum. Önemli olanların adını kaynakçada belirttim. 
 
Daha önce, yakın tarihimizle ile ilgili yalanları, sahtecilikleri, uydurma ve çarpıtmaları derlemiş, Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele adlı kitabımda, doğrularıyla birlikte açıklamıştım. Sahte tarihçiler ve yalan üreticisi yazarlar uzunca bir zaman bu konularda yalanlara ara vererek, susmuşlardı. 
 
Yakın zamanlarda yalan rüzgârları gazetelerde, televizyonlarda yeniden esmeye başladı. Bu kez bazıları yalanlara cumhuriyet dönemini de katıyor. Birbirlerine destek vererek sahte bir tarih üretmeye çabalıyorlar. Bu yazılan okurken, konuşanları dinlerken utanıyorum, midem bulamyor. Bilimsel kılıklı kitaplar da yazıyorlar. Ama bilgisizlikleri, önyargıları, bilimsellikten uzaklıkları satır aralarından akıyor. 
 
Yalandan, çarpıtmadan, uydurmadan daha ayıp, daha ahlak dışı bir şey düşünemiyorum. Okurları, izleyenleri amaçlarına uygun sahte bir tarihle uyutmak, kandırmak, aldatmak, öz tarihlerinden soğutmak, yerine uyduruk, yapma, bütünüyle sahte bir tarih yerleştirmek istiyorlar. Bunu her fırsattan yararlanarak yapıyorlar. Eskiyi abartıyor, yeniyi bir ucundan tutup karalıyorlar. Aralarında gepgenç insanlar var. Belli ki bilimsellik, bilim ahlakı nedir, hiç bilmiyorlar. Doldurulmuş plaklar olarak tarihe aykırı hikâyeleri, dedikoduları mekanik bir biçimde seslendiriyorlar. Bu yalanların ve yanlışların başlıcalarmı dipnotlarda göstereceğim, gerekli açıklamaları yapacak, doğruları da belirteceğim. 
 
Sevgili gençler! 
 
Cumhuriyetin ne kadar büyük bir nimet olduğunu anlamak için Afganistan'ı, Irak'ı, İran'ı, Pakistan'ı, Emirlikleri, Suudi Arabistan'ı, Suriye'yi, Mısır'ı, Libya'yı, Tunus'u, Cezayir'i, Fas'ı, Müslüman Afrika'yı düşünün. 
 
Cumhuriyetin önünde hazır bir model yoktu. Yolunu düşünerek, arayarak, deneyerek açtı. Şartlardan, ihtiyaçlardan, imkânlardan, tarihten yararlandı. Para yok, kredi yok, yetişmiş yeterli sayıda eleman, uzman yok, araç-gereç yok. Osmanlıdan borca batık bir miras kalmış. O altın kuşağın iki gücü vardı sadece: Akıl ve yurtseverlik. Bu iki güçle yola çıktılar. 
 
Mucizeler yarattılar. 
 
  Her şeyi başarabildiler mi? 15 yıla sığabilecek her şeyi çok fazlasıyla başardılar. Eksikleri tamamlamak sonraki kuşaklara düşerdi. Sonraki kuşaklar görevlerini yaptılar mı? Bunu duygusallığa, partizanlığa kapılmadan dürüstçe sorgulamamız gerek. 
 
Dünyada bağımsız, çağdaş, özgür tek Müslüman devletiz. 
 
Yeniden kuruluş, kurtuluş, kalkınma sürecinde, deneme ve arayış içinde, elbette yanlışlar yapıldı. Ormanı bırakıp da ormandaki bir gelişmemiş ağacı ele alıp Cumhuriyet dönemini, hele ilk altın kuşağı bütünüyle eleştirmeye yeltenmek büyük ayıptır. 
 
Tarihte ve dünyada eşi olmayan çarpık, utandırıcı bir tutum bu. 
 
Devlet, Milli Eğitim Bakanlığı, üniversitelerimizin çoğu, Türk Tarih Kurumu ve benzeri Cumhuriyet kuruluşları susuyorlar. Bu da o yalanlan üretmek kadar ayıp bir durum. 
 
Sevgili gençler! 
 
Bu yalanlara, çarpıtmalara, yutturmalara karşı uyanık durun. Sizi kandırmalarına izin vermeyin. Gerçeğe saygı duyun ve gerçeği dürüst, namuslu kaynaklardan yararlanarak öğrenmeye çalışın. Doğru, gerçek tarihinizi yanlışları ve doğrularıyla öğrenin. Ağzı kalabalık, kalemi karışık olanlara karşı dikkatli olun. Kanıtsız, belgesiz, tanıksız iddiaları yani dedikoduları ciddiye almayın. Vicdanınız ve sağduyunuz pusulanız olsun. Tarihimizdeki doğrulardan yararlanın, yanlışlardan uzak durun. 
 
Şunu bilmenizi çok istiyorum: Bu kitabı yazarken her şeyden fazla gerçeğe saygı duydum. 
 
Sizlere Cumhuriyet döneminin doğru, gerçek, dürüst, sevgi ve vefa dolu, özenli bir fotoğrafını sunuyorum. 
 
En iyi dileklerimle. 
 
Turgut Özakman 
Eylül 2009, Ankara

Cumhuriyet Türk Mucizesi - PDF


25 Eylül 2017

Orhan Hançerlioğlu - Düşünce Tarihi


GÖK BOŞLUĞUNDA BİR DÜNYA
      Milyonlarca yıl önce, gök boşluğunda sıcak bir gaz bulutu belirdi. Bu bulut, uzun bir gelişme sonunda dünyamız olacak. Biz insanlar, acı ve tatlı bütün serüvenlerimizi onun üstünde yaşayacağız: Öykümüz, güneşin parlak ışıkları altında renklenen bu bulutla başlıyor. Sıcaklığın bulutumuzdaki hidrojen ve oksijen bireşimini göğe uçurduğunu varsayıyoruz. Yaşamımızın gerçekleşmesi için gereken su kalın bir bulut halinde dünyamızı çevrelemiş olmalı. Yoksa dünyamız soğuyamazdı. Bu, öylesine kalın bir buluttu ki güneş ışınlarının dünyamıza ulaşmasına engel oluyordu. Dünyamız karanlıktı, bundan ötürü de soğuması hızlanmıştı. Soğuma, milyonlarca yıl sürmüştür herhalde. Isı, kaynama derecesinin altına düştüğü zaman, dünyamızı çevreleyen bulut sağanaklar halinde boşanmaya başlamıştır. Böyle olmasaydı suyu nereden bulabilirdik? Dünyamızdaki boşluklar sularla dolmuştur. Yağmurların tuzsuz olduğunu biliyoruz. Tuz, okyanuslara, uzun jeolojik çağlar boyunca kara parçalarından taşınmıştır: İnsan tohumlarının varlaşabilmesi için tuzlu sular gerekiyordu.

SUDA BİR HÜCRE

      Canlılığın gerçekleşebilmesi için hücre (cellule) yaşamına elverişli bir ortam oluşmalıydı. İşte, canlılığın ilk adımı olan hücre, okyanusların bu tuzlu sularında gerçekleşmiş olmalı. Bilgin Oparin, hidrokarbonların, tuzlu suyun etkisiyle inorganik karbon bileşimlerinden meydana geldiğini tanıtlamış bulunuyor. Okyanuslarda erimiş olarak bulunan hidrokarbonların birbirleriyle birleşerek gittikçe daha gelişmiş bileşikler meydana getirmiş olmaları düşünülebilir. Kimya laboratuvarlarında yapılabilen bu bileşiklerin, geniş okyanus laboratuvarlarında da yapılabileceği yadsınamaz. Bu bileşiklerin içinde, canlılığın temel özdeği olan proteinler de vardır. Proteinler, amino asitler denilen çok küçük parçacıklardan meydana gelmişlerdir. İçlerinde karbon, hidrojen, oksijen, azot ve kimi durumlarda da fosfor ve kükürtlü elementler bulunur. Canlılığın en gerekli özdeği olan enzimler de proteinlerden başka bir şey değildirler. Canlı hücrenin plazmasının büyük bölümü proteindir. Bütün canlı organizmaların bileşimini meydana getiren bu canlı özdeğe protoplazma denir. En küçüğünden en büyüğüne kadar bütün canlılar, içlerinde protoplazma bulunan hücrelerden dokunmuştur.

YAŞAMAK


      Yaşamak, devimlilik (hareketlilik) demek. Taşıyla toprağıyla, göğüyle yıldızıyla tüm evren yaşamakta. Ama biz insanlar bu deyimi, gözlerimizle görebildiğimiz kımıltılar ölçüsünde kullanmışız. Bitkilerle hayvanları canlı, bunların dışındaki tüm [sayfa 11] nesneleri cansız saymışız. Öyle olsun. Biz de, gerçekte henüz bir başlangıç olduğu halde bizlere pek uzun gelen insanlık serüvenimizde bu yanlış anlamı sürdüreceğiz. Bu anlamda yaşam, protein özdeğinin varlık biçimidir ve bütün gizleri çözümlenmiştir: Yaşam, bir özdeğin (maddenin) başka bir özdekten bir şeyler alması ve başka özdeklere bir şeyler vermesiyle gerçekleşiyor. Canlanma, böylesine bir alışverişle başlamaktadır. Bu alışverişi sağlayan da doğanın yansıma (in’ikas, reflexion) özelliğidir. Doğada her nesne başka nesneleri yansıtır ve başka nesnelerde yansır. Cansız doğada bu yansıma, örneğin suyun güneşi yansıtması ve güneşin suda yansıması gibi, pasif bir olgudur. Bu pasif yansıma, uzun bir gelişme süreci sonunda, protein özdeğinde aktif bir yansımaya ulaşmıştır. Protein özdeği, artık çevresinin etkilerine aktif tepkiler göstermeye başlıyor ve bunu yaparken de yeniden kazanmak zorunda bulunduğu bir enerji harcıyor. Demek ki bu enerjiyi çevresinden geri alma yeteneğini oluşturmaktan başka çıkar bir yolu yok. Protein özdeğinin çevresiyle bu sürekli özdek alışverişi mayalanma (fermentation) özelliğini oluşturmuştur. Mayalanma da, zorunlu olarak, metabolizma (değiştirme ve dönüştürme) olayını gerçekleştiriyor. Metabolizma çelişkili bir süreçtir, hem özümler hem ayrıştırır. Bir yandan besinsel özdekler canlı dokulara dönüştürülürken, öbür yandan canlı dokular cansız özdeklere dönüştürülür. Soğuyan gaz bulutundaki o güzelim yaşam, böylelikle başlar: Cansız doğadaki yansıma, bu canlı organizmanın oluşumuyla yaşambilimsel (biyolojik) bir yansımaya, uyarılganlığa (tenbih yeteneğine) dönüşmüştür. Canlı organizmanın gelişmesi, zamanla, daha yüksek bir yansıtma biçimi olan duyum (ihsas)’ları oluşturacaktır. Giderek, çok daha yetkin bir yansıtma aracı olan sinir sistemleri meydana gelecektir. Canlı organizmanın en gelişmiş biçimi olan insandaysa düşünme ve bilgi edinme süreci, çok özelleşmiş bulunan bu sinirler aracılığıyla başlar. İnsanın dışında bulunan tüm nesnel gerçeklik bu sinirler aracılığıyla yansır ve bilgileşir. Ne var ki, kısaca özetlediğimiz bu pek açık ve yalın sonuca varmak için, yüzlerce bilginin bilimsel çabaları ve bulguları gerekmiştir. 


24 Eylül 2017

Pablo Neruda - Deniz Kasidesi


İşte, adayı çeviren
deniz,
fakat ne deniz:
herzaman
taşıyor,
evet veya hayır diyor,
sonra tekrar hayır, ve hayır,
evet diyor mavide,
deniz fıskıyesinde, öfkeden kudurarak,
hayır ve tekrar hayır diyor yeni baştan.
Durgun olamaz:
kekeler “Benim adım Deniz,”
kayalara tokat atar
ve ikna olmadıkları zaman
vurur onlara ve iyice ıslatır
ve boğar onları öpücüklerle
yedi yeşil dille
yedi yeşil köpeğin
ya da yedi yeşil kaplanın
ya da yedi yeşil denizin,
vurarak göğsünü,
kekeleyerek ismini.
Ey deniz, bu senin ismin
Ey yoldaş okyanus:
boşa harcama vaktini ya da suyunu
böyle sinirlenerek:
onun yerine yardım et bize.
Biz zayıf
balıkçılarız,
sahilden gelen adamlar.
Açız ve üşüyoruz
ve sen bizim düşmanımızsın.
Bu kadar hızlı vurma,
bu kadar çok bağırma:
yeşil sandıklarını aç,
yerleştir
gümüş hediyelerini
ellerimize;
bize gündelik balığımızı ver bugün.

Bütün istediğimiz
budur.
Gümüşten,
cam ve ay ışığından
yapılmasına rağmen,
en fakir mutfaklar için
niyet edildi.
Biriktirme
açgözlülükle
dalgalarının altında
yaş şimşek gibi
hızlanarak soğuk.
Gel şimdi bize,
aç,
bırak onu
ulaşacağımız yerde.
Yardım et bize okyanus,
derin ve yeşil baba,
yardım et bize sona erdirmeyi
dünyanın yoksulluğunu.
Haydi
biçelim sınırsız
yaşamlarının ürünlerini,
buğday ve üzümlerini,
öküz ve minerallerini,
görkemli yaş
ve suya batmış meyvelerini

Biliyoruz ismini,
baba deniz: martılar
haykırıyorlar kumların üzerinde.
onun için kendine gel,
havaya fırlatma yeleni,
sıkıntı verme bize,
kırma güzel dişlerini
göğü devirmeye çalışarak.
Büyük masallarını
bir kenara koy şimdilik,
gündelik balığımızı ver bize,
büyük ya da küçük nasıl istersen,
bir tane her bir adam,
kadın
ve çocuk için.
Sinsi sinsi dolaş
Bu geniş dünyanın caddelerini
balıklarını paylaştırarak,
şimdi
bağırarak
bağırarak
bütün işitenler
bütün çalışan yoksullar için
madenin
ağzında toplanan
diyerek:
“İşte yaşlı adam deniz
balıklarını bizimle paylaşıyor.”
Sonra dönecekler
gülerekten
karanlığa: caddeler
ve ormanlar gülen insanlarla dolacak.
Yeryüzü
deniz-mavisi bir gülümseme giyinecek.

Fakat
eğer sen buna karşıysan,
eğer bu senin tadına uygun değilse,
bekle,
bekle bizim için.
Düşünelim,
insan neslinin meselelerini
düzene koyalım,
önce büyük şeyler
sonra gerisi.
Ve
suda yürüyelim
dalgalarını dilimleyerek
ateş bıçaklarıyla.
Dalga tepelerini
elektrikli küheylanlara
bindirelim.
Varlığının
merkezine
gülerek
dalalım.
Atomik iplikler
bileklerine sarılsın.
Derin bahçende
çelik ve çimento fabrikaları
kazalım.
Elini ve ayağını
bağlayalım.
İnsanlar rastgele tükürsünler,
cildinin üstünde kayarak.
Yanından çiçekleri çeksinler.
Bir sele yapsınlar,
binsinler ve yola getirsinler seni
ve ruhunu ele geçirsinler.
Fakat bu yalnızca,
biz
sorunumuzu
çözersek
olur,
bizim
en büyük sorunumuzu.
Azar azar
ele alacağız:
Biz sana, deniz
ve yeryüzü, biz sana mucizeler
yarattıracağız,
çünkü içimizde,
uğraşımızın içinde,
gündelik ekmeğimiz, balığımız
ve mucizemiz var.

çeviren: Vehbi Taşar
“Love, Ten Poems by Pablo Neruda”, From the Movie, the Postman, Miramax Books, 1969 

15 Eylül 2017

Sevme Sanatı

Sevgi ve Çağdaş Batı Toplumda Sevginin Yozlaştırılması...  
Eğer sevgi olgunluk, üretici kişilik gerektiriyorsa, ileri uygarlıkta yaşayan bir birey için sevebilme yetisi, o uygarlığın ortalama insan üzerindeki etkisine bağlıdır. Çağdaş batı uygarlığından söz ettiğimize göre, batı uygarlığının toplumsal yapısını ve onun sonucu olarak ortaya çıkan ruhsal yapının, “sevginin gelişmesine” uygun olup olmadığını sormak gerekir.

KAPİTALİZM NEDİR?
KAPİTALİST TOPLUM NASIL OLUR?

Sevgiye ilişkin durumda zorunlu olarak çağdaş insanın bu toplumsal yapısına göre biçimlenmiştir.

Otomatlar sevemezler. Onlar sadece «kişilik paketleri»ni birbirleriyle değiştirirler ve ucuza kapatma peşinde koşarlar. Bu yabancılaşmış yapının en belirgin, özellikle evlilikte, sevgi gösterme biçimi «çift» kavramıdır.

Kapitalist toplum, bir yandan politik özgürlük ilkesi, diğer yandan tüm ekonomik ve toplumsal ilişkileri pazarın düzenlediği bir temel üzerinde yükselmektedir. Meta pazarı, malların hangi koşullarda alınıp satılabileceğini belirler; emek pazarı ise emeğin alınıp satılmasını düzenler.

Bu soruya verilecek yanıt olumsuzdur. Batıdaki yaşamımızı izleyen bir tarafsız gözlemci kardeşlik sevgisinin, anne sevgisinin ve cinsel sevginin az rastlanan olgular olduğunu görecek ve bunların yerlerinin gerçekte yozlaşmış sevgi biçimleri olan birçok sahte sevgiyle doldurulduğuna kuşku duymayacaktır.

Mutlu evlilik üzerine tüm yazılanlar birbiriyle iyi geçinen bir çifti tanımlar. Bu tanımlama uyum içinde çalışan işçi kavramından pek farklı değildir. Böylesi bir kişi «tam anlamıyla bağımsız» olmalı, işbirliği yapabilmeli, bağışlayıcı ama aynı zamanda tutkulu ve saldırgan olmalıdır. Bu nedenle evlenme kılavuzu kocanın, karısını «anlaması» gerektiğini ve ona yardımcı olmasını öğütler.

Karısının yeni giysisini övmeli, pişirdiği yemeklerden dolayı iltifat etmelidir.

Diğer yanda kadın, eve yorgun argın, sinirli ve gergin gelen kocasını anlamalı, onun işindeki sorunlardan söz edişini ilgiyle dinlemeli, doğum gününü unuttuğu zaman öfkelenmeyip bağışlayıcı olmalıdır. Bu tüm yaşamları boyunca birbirine yabancı kalan, «candan bağlılığa» ulaşamayan iki insanın, karşılıklı nezaketle davranma ve birbirlerini rahat ettirme çabalarının, iyi işleyen ilişkilerinin toplamından başka birşey değildir.

Sermaye emeğe buyurur; sonunda cansız, ruhsuz şeyler, yaşayan emekten, insanoğlunun gücünden daha değerli hale gelir. Bu olgu kapitalizmin başlangıcından buyana temel yapısını oluşturmuştur.

Yararlı şeyler ve yararlı insan enerjisi ve hüneri beraberce zora başvurmaksızın dolandırıcılık yapılmadan pazar koşulları altında alınıp satılacak mallara dönüşürler. Ayakkabılar, yararlı ve gerekli olabilirler; ama pazarda talep edilmiyorlarsa hiç bir ekonomik (değişim değeri) yoktur. İnsan güç ve hünerinin de, eğer var olan piyasa koşulları altında bir talebi yoksa değişim değeri de yoktur.

Kapitalizmin gelişmesinin sonucu olarak sürekli bir şekilde sermayenin merkezileşip, yoğunlaştığına tanık olmaktayız. Büyük işletmeler boyutlarını sürekli olarak büyütüp geliştirirken küçükler arada ezilip yitiyorlar. Bu dev işletmelere yatırılan sermayenin sahipleri yönetimden her geçen gün biraz daha uzaklaşıyorlar. Yüzbinlerce hisse senedi sahibi, işletmeyi elinde tutuyor, yönetim ise, iyi para alan, ama işletmenin mülkiyetine sahip olmayan bir gurup yöneticinin elinde.

Sermaye alanında olduğu gibi işçiler arasında da, ister iyi olsun ister kötü, ağırlık bireyden yöneticilerin eline geçmiştir. Böylece çok büyük sayılarda insan bağımsızlıklarını yitirerek; dev ekonomik imparatorlukların yöneticilerine bağımlı hale gelmişlerdir.

Bundan ne sonuç çıkar?

Çok daha karmaşık sevgi kargaşası taşıyan bir tür nevrozlu hastalık da farklı bir annebaba ilişkisinden kaynaklanır. Bu nevroz, anne ile baba birbirini sevmez fakat kavga etmeyerek geçimsizliklerini herhangi bir şekilde gizleyebilecek kadar ihtiyatlı oldukları zaman çıkar.

Anneyle babanın birbirlerine karşı soğuk olmaları onların çocuğa karşı da tutarsız olmalarına yol açar.

Çağdaş kapitalizm kendini özgür ve bağımsız hisseden, hiçbir otoriteye ilkeye ya da özduyuya kul olmamış insanlara gereksinim duyar; ama bunların, buyruk almaya, kendilerinden isteneni yapmaya, toplumsal mekanizmayla sürtüşmeden yaşamaya yatkın olmalarını ister, öyle ki zor kullanmadan yönlendirilmeli, öndersiz yönetilmeli ve iyi ya da kötü bir amaca sahip olmadan çalıştırılmalıdırlar.

Çağdaş kapitalizmde insan sorunu şöyle formüle edilebilinir: Çağdaş kapitalizm büyük sayılarla, uysallık içinde bir araya gelecek insanlara gereksinim duyar. Bunlar giderek artan bir şekilde tüketime yönelmeli, beğenileri kalıplaşmak ve kolayca etkilenip yönlendirilmelidirler.

Çağdaş insan kendisinden, çevresindeki insanlardan ve doğadan yabancılaştırılmıştır.

İnsan bir meta haline dönüştürülmüş, yaşam güçlerini var olan pazar koşulları altında kendisine en fazla kârı getirecek alana yatırması sağlanmıştır. İnsan ilişkileri, kendi güvenliklerini sürüye bağlı olmakta, düşünce, duygu ve eylem yönünden diğerlerinden ayrı olmamakta gören, birbirine yabancılaşmış otomatların ilişkileri haline getirilmiştir.

Çağdaş insan Huxley’in Kahraman Yeni Dünya’da çizdiği tipe çok benzemektedir: karnı tok sırtı pek, cinsel yönden doygun, kişiliği gelişmemiş, çevresindeki insanlarla son derece düzeyde ilişkiler kuran, Huxley’in sıraladığı «Birey hissederse, toplum sendeler»; ya da «Bugün sahip olabileceğin eğlenceyi yarına bırakma» bir de hepsini bastıran, «Bu günlerde herkes mutlu» sloganlarıyla yönlendirilen bir kişidir o.

Günümüzde insanların mutluluğu

«eğlenmeğe» dayanmakta, eğlenmenin altındaysa «almanın», tüketmenin doygunluğuyatmaktadır. Dünya, bizim açlığımızı giderecek büyük bir nesne, bir elma, bir şişe, bir memedir; biz durmadan emer, birşeyler bekler ve umarız ve sürekli düş kırıklıklarına uğrarız. Karakterimiz değiş tokuş etmek, almak, tüketmek, değiştirmek üzerine kurulmuştur.

İster ruhsal olsun ister nesnel ne varsa herşey tüketimin ve değiş tokuşun nesneleri haline gelmişlerdir.

Böylesi bir ortamda küçük bir kız bir «dürüstlük» tavrı edinecek; fakat ne annesi, ne de babasıyla yakın bir ilişki içine girmesine izin verilmeyecek ve bu nedenle de kızcağız şaşkın ve ürkek olacaktır. Çağdaş insan içinde bulunduğu anı yaşamaz, ya gelecekte yaşar ya geçmişte. Duygusal bir şekilde annesini ve çocukluğunu düşünür; ya da geleceğe ilişkin mutlu planlar yapar.

Sevgi, ister başkalarının uydurulmuş yaşamlarını açlıkla paylaşarak olsun, ister yaşanılan anda, geçmişe ya da geleceğe atılarak yaşansın; bu soyutlanmış ve yabancılaştırılmış sevgi biçimi gerçeğin, tekbaşınalığın, ayrı olmanın kişiye verdiği acıyı uyuşturmaya yarar.

Küçük kız hiçbir zaman anne ve babasının ne düşündüklerini ve duyduklarını bilmeyecek; havada her zaman bilinmeyen, esrarengiz bir dalgalanma olacaktır. Sonuçta küçük kız, dünyadan elini, eteğini çekecek, içine kapanacak, herkesten kaçacak ve bu tavrı, sonraki sevgi ilişkilerine de yansıyacaktır. Bunun da ötesinde içe kapanmanın sonuçları, aşırı huzursuzluğa dünyada güven içinde olmama duygusunun gelişmesine; aşın heyecanlar yaşamanın tek yolu olan mazoşist eğilimlere yol açar. Her türlü dinsel değer, güncel yaşamımızın dışına çıkmıştır. Günlük yaşam maddesel rahat ve kişilik pazarında başarı peşinde koşmaktan geçmektedir. Dünyevi uğraşlarımızın ilkeleri, farkedilme ve kendini övmedir.

(İkincisine çokluk «bireycilik» ya da «bireysel öncülük» denmektedir). Tümüyle dinsel kültürlere bağlı insanlar sekiz yaşında bir çocuğa benzetilebilirler, bu yaşta bir çocuk babasının yardımını gereksinir; ama öte yandan babasının öğüt ve ilkelerini kendi yaşamında uygulamaya başlamıştır.

Çağdaş insansa üç yaşında bir çocuk konumundadır. Ancak gereksinim duyduğu an baba diye bağırır. Gereksinimi yoksa eğer oyununa dalıp gider. Bu nedenle yaşamımızı Tanrının ilkelerine göre düzenlemek verine, insan biçimli bir Tanrıya çocuk gibi bağlanarak yasadığımız için bizler, Ortaçağın dinsel kültüründen çok puta tapan ilkel kabilelerin dinsel kültürüne yatkınız.

Nesnel düşünce, becerisi akıllılıktır; düşünmenin ardındaki duygusal durum ise alçakgönüllülüktür. Nesnel olabilmek yani kişinin aklını kullanabilmesi; ancak kişi alçak gönüllü tavır içindeyse ve kendini çocukluğundaki kadiri-mutlak, alimi-mutlak olma hayalindenkurtarabilirse olasıdır

“Bu dünyada öğrenmek, bildiklerimizi başkasına öğretmek, bilimde ve sanatta hep daha ileriye gitmek için bulunuyoruz.” Mozart

 

Amadeus Mozart (1784). Ve savaşı izliyorum. 12 Şubat 1991” (Günceler)


Friendzone'dan Nasıl Kurtulunur ?

 


Yunus Emre - İlim kendin bilmektir

İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır

Okumaktan murat ne
Kişi Hak'kı bilmektir
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru ekmektir

Okudum bildim deme
Çok taat kıldım deme
Eğer Hak bilmez isen
Abes yere gelmektir

Dört kitabın mânâsı
Bellidir bir elifte
Sen elifi bilmezsin
Bu nice okumaktır

Yiğirmi dokuz hece
Okursun uçtan uca
Sen elif dersin hoca
Mânâsı ne demektir

Yunus Emre der hoca
Gerekse bin var hacca
Hepisinden iyice
Bir gönüle girmektir

Cahit Zarifoğlu - İnsan bastırdığı duygunun esiri olur


Acını yaşa
Öfkeni de yaşa
Ve seyret
Kendini sakın bastırma
Öyle su üste akan yaprağa bakar gibi bak
Uzanıp onu almaya kalkışma
Kendini suçlama , başkalarını da suçlama
Olacak olandan kaçınamazsın
O yüzden hiç bastırma kendini
Baskılama
Çünkü insan , bastırdığı duygunun esiri olur.






Haydar Ergülen - Şikâyetler Gazeli

“Yaşadığımız hayattan alacağı varsa yaşanmayanın
ne anlamı kalır yalnızca yaşadığını hatırlamanın

Kimse taşınacak kadar uzak değilse birbirine
dur, yine senden yakınını bulamazsın kendine

Şiirden daha siyah bir şey olmalı kelimelerde
yoksa küfür kafiyeli söylenecek şehirde


Sesini gölgeden çek, kül gibi yoksul kalsın da
güneşin altında mırıldanacak şeyler bulunur hala

Bakmanın sonu yok gözlerin nereye yetişebilir
dünyada yalnızca körlerin gözleri temiz kalabilir

Yeni doğanın kulağına fısıldayacak neyimiz var
vakitsiz gidenin ardından dökecek neyimiz var

Hepimizin yerine balkondan düşeni hatırla
şiir bazen öyle de çarpabilir hayata

Ne gam gazel olmuş olmamış, şikayet sayılsın da!”


Kizilderili Duwanish Aşiret Reisi Seattle " Doğa, bize dedelerimizden kalan bir miras değil, torunlarımıza bırakacağımız bir emanettir."


Şu anda yarının artık bugün olduğu gerçeğiyle karsı karsıyayız. Çok geç kalmış olmak diye bir şey vardır. Sayısız uygarlığın beyazlamış kemikleri üzerinde su acıklı sözcükler yazılı: Çok geç. Eyleme geçmezsek, merhameti olamadan güce, ahlaklı olamadan kudrete, kavrayışı olamadan kuvvete sahip olanlar için ayrılmış zaman koridorlarına sürükleneceğimiz kesin.  (M. Luther King)
 
Doğaya hoyratça davranan toplumlarda insanlar arasındaki ilişkiler de hoyratça oluyor. (John Bennet)
 
Doğa insan olmadan da yaşar; ama insan doğa yok olduktan sonra yaşayamaz.  (Paul Ehrilch) 

Bir Milletin medeniyet seviyesi, üzerinde yaşadığı toprakları ağaçlandırmasıyla ölçülür. (Franklin D. Roosevelt)

Doğa; en küçük bir çaba harcamadan ve mükemmel bir kusursuzlukla en basit maddeden son derece farklı şeyler yaratıyor; hepsinin üzerine de ince bir tül örtüyor. Yarattığı her bir parçanın kendine has özellikleri, her bir durumun ayrı açıklaması var ama sonuçta hepsi birlikte bir bütünü oluşturuyorlar. (Goethe) 

On dokuzuncu yüzyıla kadar, hiç sona ermeyen zorlu görev, insan soyunun ve çevresinin doğal etkenlere karşı korumasıydı. Ama bu yüzyılda yeni bir ihtiyaç doğmuştur: Doğayı insana karşı korumak.  (Peter F. Drucker)

İnsanlar sürekli ve dengeli kalkınmanın merkezindedir. Doğa ile uyum içerisinde sağlıklı ve verimli bir hayata hakları vardır.  (BM. İnsan Çevresi Konferansı Stockholm Bildirgesi)

Bir nokta açıktır: Dünyamız emin ellerde değildir.”Yenidünya düzeni” yeryüzünü ölüme mahkûm etmiştir. (Peter F. Drucker) 

Bir ulusun gerçek zenginliği, ağaç örtüsüyle ölçülebilir. (Richard St. Barbe Baker) 

Doğru olduğunu düşündüğümüz şeyi yapmalıyız. Çünkü eğer doğru şeyi yapmazsak, yanlış şeyi yapacağız ve iyileşmenin değil felaketin bir parçası olacağız. (Fritz Schumacher)

Yasamak, Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine bu hasret bizim!  (Nazım Hikmet) 
 
 

Arthur Rimbaud - Ofelya


I
Yıldızların vurduğu durgun, karanlık suda
Beyaz Ofelya, büyük, beyaz bir zambak gibi,
Gelin esvapları içinde dalgalanmada.
Uzak ormanda yerlilerin gürültüleri.

Mahzun Ofelya, beyaz bir tayf gibi, yıllardır
Dolaşır bu siyah nehrin suları içinde.
Deliliği içinde bir şarkı mırıldanır,
Bir çocukluk şarkısı, akşam serinliğinde.

Rüzgâr göğsünü öper ve açar yaprak yaprak
Sularda ağır ağır savrulan etekleri.
Söğütler omuzlarına sarkar ağlaşarak,
Hülyalı alnına eğilir su çiçekleri.

Dört bir yanına üzgün nilüferler dizilir.
Uykudaki bir ağaç uyanır, zaman zaman;
Bir yuvadan küçük bir kanat sesi yükselir;
Sihirli bir şarkı gelir altın yıldızlardan!

Çeviri: Orhan Veli Kanık 


11 Eylül 2017

Jacques Prévert - Saygılı olun

 
Başında kıvıl kıvıl kıvılcımlar
Çakmak taşı satan bir adam
Sesleniyor kalabalıklara
Akşam üstü istasyonda
İri yarı aykırı lâfları
Hoşuna gitmiyor çoklarının
Ama bir ateş var ki adamın gözlerinde
Yumuşatıveriyor insanları
Saygılı olun
Diye bağırıyor adam
Saygılı olun
Yediğiniz içtiğiniz şeylere
Saygılı olun
Taşa toprağa pireye file
Kadınlara saygılı olun
Çocuklara saygılı olun
 
Saygılı olun hâne halkına
Saygılı olun
Yaşayan dünyaya.
 
 

" Hayatınızda ne olup bittiğinin önemi yok. Hepsinin üstesinden gelebilirsiniz. Hayat yaşamaya değer." Keanu Reeves

Üç yaşımdayken babamın bizi terkedişini gördüm. 4 tane farklı okula kaydoldum ve disleksiyle mücadele ettim ki bu benim eğitim hayatımı daha da zorlaştırıyordu. Sonunda okulu diploma alamadan bıraktım. 23 yaşımdayken en yakın arkadaşım River Phoneix yüksek dozda uyuşturucudan öldü. 1998'de Jennifer Syme ile tanıştım. Anında aşık olduk ve 1999'da Jeniffer kızımıza hamile kaldı. Çok üzücü bir şekilde 8 ay sonra çocuğumuz ölü doğdu. Onun ölümüyle harap olduk ve bu bizim ilişkimizi sona erdirdi. 18 ay sonra Jennifer bir araba kazasında öldü. O zamandan sonra ciddi ilişkilerden ve çocuk sahibi olmaktan uzak durdum. En küçük kardeşim lösemi oldu. Şimdi o tedavi oldu ve ben Matrix filmlerinden kazandığım paranın %70'ini kösemiyi tedavi etmek için hastanelere bağışladım. Ben malikanesi olmayan nadir Hollywood yıldızlarından biriyim. Hiçbir 'bodyguard'ım yok. Süslü püslü moda giysiler giymem. 100 milyon dolar değerim olsa bile metroya biniyorum ve bunu seviyorum. Sonuçta sanıyorum aynı fikirdeyiz ki bir trajedinin içinde bile bir yıldız yetişebiliyor. Hayatınızda ne olup bittiğinin önemi yok. 
Hepsinin üstesinden gelebilirsiniz. 
Hayat yaşamaya değer.

Evrim Teorisi'ni anlattığı için suçlanan öğretmeni konu alan Stanley Kramer'ın filmi Inherit The Wind'den, Spencer Tracy'nin meşhur tiradı.


"Anlamıyor musunuz, eğer evrim gibi bir kanunu alır ve resmi okullarda öğretilmesini suç sayarsanız, yarın özel okullarda öğretilmesini de suç sayabilirsiniz. Ve yakında kitapları ve gazeteleri de yasaklayabilirsiniz. Daha sonra da Katolik’i Protestan’la, Protestan’ı Protestan’la karşı karşıya getirisiniz. Ve kendi dininizi insanların kafalarına zorla sokmaya çalışırsınız. Eğer birini yaparsanız, ötekini de yapabilirsiniz! Çünkü fanatizm ve cahillik daima açtır ve beslenmeye ihtiyaçları vardır! Çok yakında Sayın Yargıç, elimizde flamalar ve çalan davullarla geriye doğru yürüyor olacağız! Geriye! Bağnazların, insan aklına zekâ ve aydınlanma getirmeye cüret eden adamı yaktıkları 16. yüzyılın o ‘şanlı’ çağlarına doğru! " 





 
 
 
 
 

Ahmet Telli - Sıyrılıp Gelen


Soluk bir ay dolanıyor
kentin üstünde her gece
Her gece bilge bir gezgin
tavrıyla adımlıyor yolunu

Güz yanığı bir durgun
sessizlikle örtülü her şey
ve yırtılmış bir tül gibi
savrulup duruyor zaman

Suların sesini dinle şimdi
ormanın fısıldayışlarını
usulca yarılıyor dağların göğsü
bir aşkı dinlendirmek için

Ve gözleri uzak yamaçlarda
aranıp dururken bir şeyleri
sessiz ve sakin beklemekte
bekledikçe bileylenen yürek

Belli ki dağların, denizlerin
ve göllerin üzerinden
sıyrılıp gelmektedir seher
Belli ki yakındır
doğayı ve hayatı sarsacak saat


Albert Camus - Defterler


 Yabancı, Veba, Düşüş, Sisifos Söylemi... Çağının tanığı bir yazarın çağına tanıklık eden ünlü anlatıları... Varoluşçuluğun -belli bir dönem- en önemli yazarı ve kuramcısı sayılan Camus, çalkantılı yaşamı boyunca farklı siyasal ve felsefi konumlarda yer almış ancak her seferinde aynı ilkeye vurgu yaparak ciddiyetsizliğin uzağında durabilmiştir; "İnsanı savunuyorum, çünkü düştüğünü gördüm." Edward Said`ın "Kültür ve Emperyalizm" adlı yapıtıyla adı yeniden gündeme gelen Camus`nün, pek çok eserine kaynaklık eden Defterler`i, felsefe ve edebiyat dünyamızın önemli bir boşluğunu doldurmaya aday niteliktedir...
 
 * * *
 
"Önemli olan insan olmak, yalın olmaktır diyebilirim ve birazdan diyeceğim. Hayır, önemli olan doğru olmaktır ve bunun içinde hepsi vardır insanlık da yalınlık da."
 
"Gençken insanlardan verebileceklerinin fazlasını isterdim. Sürekli bir dostluk, kesintisiz bir coşku. Şimdi, verebileceklerinden daha azını istemesini biliyorum. Yorumsuz bir arkadaşlık. Ve coşkuları, dostlukları, soylu davranışları, benim gözümde tüm mucizevi değerini koruyor. İyiliğin sarsılmaz etkisi."

"Şu dakikayı zamanın dokusundan kesip ayırmama izin veriniz, başkalarının sayfaların arasına bir çiçek bırakması gibi. Onlar, aşkın kendilerine hafifçe dokunuverdiği bir gezintiyi sayfaların arasına hapsederler. Ve ben de geziniyorum ama beni bir Tanrı okşuyor. Yaşam kısadır ve zaman yitirmek günahtır. Bütün gün boyunca zaman yitiriyorum ve ötekiler çok çalışkan olduğumu söylüyorlar. Bugün mola verdim ve kalbim başını alıp kendisiyle tanışmaya gidiyor."

"Kadınlar, düşüncelerini duygularına yeğlerler."

"İnsan yazdığı zaman iki kişi olmalı. Burada da bir kez daha öğrenilecek ilk şeyin kendine egemen olmak olduğu ortaya çıkıyor."


Carl Sagan - Kosmos


ENGİN KOZMİK KARANLIĞIN İÇİNDE 

 Hayatta kalabilmemiz için gerekli bilgilerin tümünü devralmaya genlerimiz yeterli olmayınca beyinler gelişti. Fakat sonradan öyle bir zaman geldi ki, örneğin on bin yıl önce, beyinde bulundurabileceğimizden daha çok bilgi edinme ihtiyacı duyunca, vücudumuz dışında yığınla bilgi biriktirmenin yollarını bulduk. Gezegenimizde, genlerinin ve beyinlerinin dışında olmak üzere topluluğa maledilmiş ortak bellek geliştiren tek tür insandır. Bu bilgi deposu kitaplık adını verdiğimiz yerlerdir. 

 Kitap bir ağaçtan yapılmıştır. Koyu renk boyalı kargacık burgacık çizgilerin çizildiği ve adına «yaprak» denen parçaların biraraya getirilmesinden oluşur. Bu kitaba bir göz attığınızda, başka bir insanın seslenişini duyarsınız; binlerce yıl önce ölmüş birinin sesidir bu. Binlerce yılın geçtiği zaman köprüsünün ötesinden yazar, kitabı aracılığıyla size, zihninizin içine, açıkça ve sükûnetle bir şeyler aktarıyordur. Yazı, insanların belki de en büyük icadıdır. Birbirlerini hiçbir zaman tanımamış, aralarına çağların girdiği insanları birbirine sağlayan en büyük araçtır. Kitap, zamanın zincirini çatır çatır koparır. İnsanların mucize yaratan sihirbazlıklarının bir kanıtıdır.

(PDF) Carl Sagan Kozmos 

 

09 Eylül 2017

Güzel İzmir Kurtuluşunun 95. yıldönümün Kutlu Olsun


9 Eylül 1922  günü ufukların  en parlağı ile  sonuçlandı.

15 Mayıs 1919’dan 9 Eylül 1922’ye kadar geçen üç yıl dört ay Türk tarihi için, üç buçuk asırlık heyecan ve olaylarla doludur. Bu zaman içinde Türk vatanı, İzmir’in şahsında en üzüntülü günlerini yaşadı ve sonunda Gazi Mustafa Kemal, Türk ulusunun gücünü göstermesini sağladı. 15 Mayıs’ta düşman nasıl İzmir’i işgal etmişti? 9 Eylül 1922’de İzmir’i nasıl terk etti? Büyük okyanusların med ceziri gibi, 15 Mayıs 1919’da İzmir’deki Türk iradesi, gerilerden, Anadolu’dan aldığı güç ve hızla, 9 Eylül 1922 günü adeta taşarak, köpürerek, ilerleyerek ve önüne çıkan yabancı unsurları, düşman güçlerini Akdeniz’in ötelerine kadar sürmüştü.

Bu gücün kaynağını, Büyük Kurtarıcı’nın, üç buçuk yıl gibi bir sürede, yedisinden yetmişine kadar, kadın-erkek bütün Türk ulusunun kanına zerk ettiği bilinçte ve inançta aramalı. İzmir’in işgal edildiği gün basan karanlık, 9 Eylül 1922 günü ufukların en parlağı ile sonuçlandı. Üç buçuk yıl süren bu uzun geceyi, üzüntülü bir rüya hatta bir kâbus gibi kendi kendimize ve de çocuklarımıza anlatıyoruz. Ondan sonra doğan büyük ışığın yansımaları daima başımızı aydınlatıyor. İzmir, en bilmeyenimize bile, vatanın ne demek olduğunu öğreten bir yerdir. Söylediğimiz gibi, yıllarca gözümüzde ve gönlümüzde tüten vatan sanki ondan ibaretti.

Onun işgal edildiği gün kan kırmızı bayrağımızı, sanki ilk kez simsiyah gördük. Onun kurtulduğu gün hilali tam gördük. Onun kurtulduğu gün hilal tan yerinde parladı sanki. On sene önce bizi temsil eden bir bayra- ğımız vardı, ondan sonra bayrağımızın yanında iki kutsal güç daha yükseldi: Gazi ve İzmir... Bunlardan her ikisine çevrilen kötü bir bakış, devlete, halka ve vatana döndürülmüş bir silahtır ki, hepsi aynı şiddetle karşılık görür. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın. İzmir’in kurtuluşunda Türkiye’nin kurtuluşunu bugün sekizinci kez saygı ve sevinçle selamlıyoruz. 

Hâkimiyeti Milliye Gazetesi
9 Eylül 1929
butundunya.com 


05 Eylül 2017

Henry David Thoreau "Neye baktığınız değil, neyi gördüğünüz önemli."





Bulunacak herhangi bir şeye anlamı veren şey adayıştır ve yakındaki bir şeyi bulmak için çok yol kat etmek gerekir...José Saramago

An, zamanın ve ebediyetin birbirine dokunduğu bir belirsizliktir...Søren Kierkegaard
 
 
Yaşam çözülmesi gereken bir sorun değil ancak deneyimlenmesi gereken gerçekliktir...Søren Kierkegaard
 
Doğru bir duyumsamayla bir öğretici olmak bir öğrenici olmaktır. Öğrenim, siz bir öğretici olarak öğreniciden öğrendiğinizde başlar; kendini onun yerine koy ve böylece onun ne anladığını ve anlama biçimini anlayabilirsiniz... Søren Kierkegaard

Ne kadar saçmadır insanlar! Sahip oldukları özgürlükleri kullanmazlar, sahip olmadıklarını isterler. Var olan düşünme özgürlüklerini kullanmazken ifade etme özgürlüğü talep ederler... Søren Kierkegaard