30 Eylül 2016
28 Eylül 2016
Andrei Tarkowski - İz Sürücü
Alain Bosquet - Tan Olmak
Rıfat Ilgaz - Körüz Biz
Nietzsche - Amor Fati
24 Eylül 2016
22 Eylül 2016
Yahya Kemal Beyatlı - Deniz Türküsü
21 Eylül 2016
Murathan Mungan - Kibrit Çöpleri
“İçinde yaşıyor olmanın bilgisiyle ne kadar tanıdık gelirse gelsin, ‘Fotoğrafta başka çıkıyor o,’ dediğimiz şeydir hayat.
Murathan Mungan’dan geçen ay, farklı bir deneme kitabı olan ve onun eserlerinin perde arkasını daha iyi tanımamızı sağlayan Stüdyo Kayıtları’nı okumuştuk. Bu ay ise bize bir öykü kitabı armağan ediyor. Stüdyo Kayıtları’nı okumuş olanlar bilir, Mungan orada her seferinde farklı bir yaratıcılık peşinde olduğunu anlatıyrodu. Kibrit Çöpleri de farklı bir hikaye kitabı...
Kitabın sırrı ise adında ve alt başlığında gizli biraz da... Kibrit Çöpleri –takribi ve vasati kıpkısa öyküler–. Gerçekten de kıpkısa öyküler bunlar, neredeyse bir kibrit çöpünün bir çakımlık ömrü kadar zaman diliminde okunup bitiveriyor. İçlerinde birkaç satırlık olan dahi var. En uzunu ise yalnızca bir buçuk sayfa uzunluğunda...
Her türlü süsten püsten uzak, olabilecek en yalın dil ve kurguyla yazılan bu öyküler de kısacık anlara yoğunlaşıyor zaten. Bu özelliğiyle de aslında sayfalar sürecek bir öyküden çok daha yoğun ve sarsıcı olmayı başarıyor. Çünkü yalnızca birkaç satırda, dikkatinizi tamamen anlatılan o ‘an’a yoğunlaştırmayı ve anlatılanı en yoğun ve derin biçimde duyumsamanızı başarıyor.
Dili ve kısalığıyla içerdiği yoğunluk bakımından şiire yakın duran bu öykülere ve onları okuma biçimimize dair ipuçlarını (yoksa öğüt mü demeliydim!) daha ilk öykü olan Duman İşaretleri’nde veriyor Mungan; “Ben ne yapmam, ne söylemem gerektiğini yalnızca kağıt üstünde bilen biriyim, der Hikâyeci. Söylediklerimi, gösterdiklerimi buna göre tartıp biçin. Sizden tek isteğim, hız yapmayın okurken. Göze az görünenler, hızda çabuk kaybedilirler.”
Yazarın kendi deyimiyle “azalmış sözün duruluğuna, kaynak suyunun berraklığına” ulaştırarak yazdığı bu öyküleri okumak, bir tür meditasyon etkisi yaratıyor adeta. Her türlü süsten uzak, en yalın biçimde anlatılanın esas kaynağına doğrudan varıyor ve anlık küçük aydınlanmalar yaşıyorsunuz bir anlamda.
Öykülerin kısacık anlara yoğunlaştığını söylemiştik. Mungan da doğrudan An adını verdiği bir hikayesinde, bizzat bu durumun altını şu sözleriyle çiziyor zaten: “En kısa hikaye parçasına an denir. Bazı anlar bütün yaşamımızı belirler. ‘Bütün yaşamımız’ dediğimiz de o birkaç ana bakar aslında... Bu yüzden yıllar sonra en çok hatırladıklarımız anlardır. Gerisi bulanıktır. Geçmişi anlar berraklaştırır. Niye hikâaye yazıyorum sanıyorsun?” ve hikâyecinin görevini de şu sözlerle tanımlıyor: “Eskiden kimi halklar ölülerin göz kapaklarına paralar, taşlar koyarlarmış uğurlarken... Anlar bizim göz kapaklarımızda kalandır. Hayatın dizinin dibine oturup hikâye söyleyenler, bizim sanatımız gözkapakları için anları parlatmaktır.”
Dönüp dönüp okunacak, derin derin yudumlanacak bu öykülerde, kimi zaman da çeşitli insan portrelerine yoğunlaşıyor Mungan. Yazar bir öyküsünde oturduğu kafeden dışarıyı izleyen bir adamın bir anlık zaman diliminde gözlemlediği köpekli bir adamı anlatırken, bir diğer öyküsünde bu kez de kafede yalnız başına oturan öfkeli bir adamın bir anını anlatabiliyor. Yazarın bir psikolog titizliğiyle derinliğine çözümleyip önümüze koyduğu bu portrelerin yalnızca birkaç satırda anlatılmış olduğunu fark ediyorsunuz sonra ve Mungan’ın “gözkapakları için anları parlatmak”la neyi kastettiğini anlayıveriyorsunuz. Bir tür fotoğraf makinesi gibi hayatın içinden anların ve (tüm ilginçlikleri aslında sıradanlıklarında yatan) portrelerin, en yalın hallerini yakalayıp birkaç satırda, bir çeşit fotoğraf karesine dönüştüren Mungan; kitap sayfalarındaki hikâyelerin bize neden gerçek hayattan daha büyüleyici geldiğini ise Saat Kulesi’nde şu sözleriyle dile getiriyor: “Burnumuzun dibindeki hayatlar, küçük taşra şehirlerinde, kasabalarında yaşanan uzak hayatlar, yanımızdan geçip giden hayatlar ancak kitaplarda rastlanabilecek nice tuhaflıklar barındırır. Oysa biz onları yanı başımızdayken değil, kitaplarda gördüğümüzde fark eder, şaşırırız. Tuhaflıklar konusunda kitaplarda yazan hikayeler nedense hayattan daha ikna edici gelir bize.”
Mungan, Kibrit Çöpleri’nde yalnızca kısa öyküler anlatmıyor, bir noktadan sonra yine öykü sanatı üstüne kafa yormaya devam ediyor, öyküleri ve öykü kişilerini okumaktan neden mutlu olduğumuza dair yorumlarda bulunuyor: “Kimsenin giymek istemediği türden kaba örülmüş hırkalar, kazaklar giyen; kapağını açtığı tencereden yüzüne vuran buhardan başına ilk kez böyle bir şey geliyormuş gibi irkilen kadın ya da... Gün içinde yaşadığınız, üzerinde durmaya değmez sandığınız, hemen herkese önemsiz görünen onca ayrıntının, gündelik tekrarın, alışkanlığın bir öykü cümlesinde tam da sizin düşündüğünüz gibi capcanlı ifade edildiğini okuduğunuzda, hayata ilişkin bir mutluluğa kapıldığınız olur mu sizin de?”
Evet, işte bu kitabın sırrı tam da burada saklı. İşte tam da o tencere buharından irkilen kadın benzeri tanıdık durumları, kaba örgülü kazaklar giymek misali alışkanlıkları hayatın içinden çekip çıkarıp anlattığı için bu denli tanıdık, sıcak ve güzel geliyor bu kitap. Tam da bu duyguları üstümüzde yaratmayı başardığı için hikayecilik sanatını uygulamış oluyor.
Kitabın manasını, hikayecinin derdini ve benim uzun uzun anlatmaya çalıştığım sırrı ise Duvargeçenler’in sonunda birkaç satırda özetliyor Mungan; “İçinde yaşıyor olmanın bilgisiyle ne kadar tanıdık gelirse gelsin, ‘Fotoğrafta başka çıkıyor o,’ dediğimiz şeydir hayat. Bu nedenle yaşamdan ödünç alınmış birileri, edebiyatın gerçek kahramanlarıdır. Hayatta onların benzerlerini görmüşlüğünüz çok olabilir, ama kendileriyle asla karşılaşmazsınız. Yaşadıkları suların sayfalarından çıkarıldıklarında ölürler çünkü... Bizi onlardan sayfalar ayırır. Birbirimizin duvarlarından hikâyelerle geçeriz.”
Cesaret - Tehlikeli Yaşamanın Coşkusu - Osho
Eğer cesur değilsen samimi olamazsın.Eğer cesur değilsen sevemezsin.Eğer cesur değilsen güvenemezsin.Eğer cesur değilsen, gerçeğin peşine düşemezsin.O yüzden önce cesaret gelir.Ve diğer her şey onu izler.
Gülten Akın - Uzun Yağmurlardan Sonra
17 Eylül 2016
Aziz Nesin - Geriye Kalan
Hasta, başını eğer,
Fyodor Dostoyevski
Behçet Necatigil - Düzyazılar II
14 Eylül 2016
Murathan Mungan - Yüksek Topuklar
Bilirsiniz, insanları heyecanları yaşatır.
Buraya kadar söylediklerimden benim bir yazar olduğumu düşünmüş olmalısınız; hayır, değilim, ama öyle zannedilmek hoşuma gidiyor. Aslında yazıya gönül vermiş olduğumu, boş zamanlarımda, nasıl derler, "kendi çapımda" öyküler, öykücükler, çeşitli denemeler yazdığımı, ne yazık ki, ancak birkaç yakınım biliyor. Onların da pek ciddiye aldığını sanmıyorum. Başarılı bir grafikerim, işime çok asılmamakla birlikte fena para kazanmıyorum; bunların bana yettiğini düşünüyor olmalılar. Yazdıklarımdan, yazmaya çalıştıklarımdan kimselere pek söz etmem; hem kendimi sahiden bir yazar olarak görmeyişimden kaynaklanıyor bu -insan kendini bir yazar gibi hissetmezse, başkaları için nasıl ikna edici olabilir?-; hem de heyecanlarıma kapılıp birkaç kez anlatacak gibi olduğumda, karşılaştığım genel bir kayıtsızlık, umursamaz tavırlar ya da anlattıklarımın başkaları tarafından inançsız gözlerle dinlenmesi, beni bu konuda iyice ürkek yaptı. Ben de bu arzumu kendime saklamaya karar verdim. Eğer günün birinde iyi bir kitap yazabilirsem, hepsinden öcümü almış olacağım.
“Bir can var canında o canı ara! Beden dağındaki gizli mücevheri ara! Ey yürüyüp giden dost, bütün gücünle ara! Ama dışarıda değil, aradığını kendi içinde ara! "Mevlana
Kendindendir çektiklerin gölgenden değil...Ne yaptın da sana dönüşünü görmedin? Ne ektin de ektiğini biçmedin? Eylemlerin ruhundan ve bedeninden doğar...Sonra da çocuğun gibi gelip eteğinden tutar..
Acı suda tatlı suda berraktır. Sakın görünüşe aldanma...Görünüşte herkes insandır ama gerçek insan hal ehli olandır!
Haydi şu benlikten kurtul, herkesle anlaş, herkesle hoş geçin. Sen kendine kaldıkça bir habbesin, bir zerresin, fakat herkesle birleştin kaynaştın mı, bir ummansın, bir madensin!
Sen benim gönlümde oldukça, Yemen'de de olsan benim yanımdasın. Eğer sen benim gönlümde değilsen, yanımda da olsan Yemen'de sayılırsın.
Olumsuzlukları hoş görmek ne iyidir. Zira bütün ırmaklara su veren deniz bile her çöpü başının üstünde taşır, ama deniz bu kereminden dolayı eksilmez. Zaten sevgi ve hoşgörü insanlık, hiddet ve şehvet hayvanlık vasfıdır.
İnsan, büyük bir şeydir ve içinde her şey yazılıdır. Fakat karanlıklar ve perdeler bırakmaz ki insan içindeki o ilmi okuyabilsin. Bu perdeler ve karanlıklar; bu dünyadaki türlü türlü meşguliyetler, insanın dünya işlerinde aldığı çeşitli tedbirler ve gönlün sonsuz arzularıdır.
Kardeşim, sen düşünceden ibaretsin... Diken düşünürsün dikenlik olursun. Gül düşünürsün gülistan olursun.
Aşık sevdiğinin kapısını çalar, içerdeki ses "kim o!" der. Aşık: "BEN" der. İçerdeki ses:'' aşkta BEN yok'' der. Yıllar geçer sonra aşık yine aynı kapıyı çalar içerideki yine "kim o!" der. Bu sefer aşık "SEN" der ve kapı sonuna kadar açılır...
Üzülme, kaybettiğin herşey başka bir surette geri döner...
Güçlük, kolaylıkla beraberdir; kendine gel, umidi sakın bırakma! Akıllı insan bilir ki ölümün arkasında bile daha güçlü bir hayat beklemektedir..
Sen yine sükutu giyin! Dilersen hiç konuşma. Ben kelamlarımı çürüttüm yolunda.Çarpsada bir tokat gibi yüzüme, her harfi yoluna heceledim. Ve bilesin üstüne aşkı giydirdiğim, Söz verdim ben bu yüreğe, Hiçbir harfi sensiz bir cümleye kurban etmedim.
Kırılmış, iki yüz parça olmuş gönlü tamir etmek, Allah katında birçok hayır hasenâttan daha yeğdir... Sus! Her kılında iki yüz dil olsa da söylesen, gönül, yine de anlatılamaz.
Taş yeşermez, geçmiş olsa da nevbahar, Toprak olda bak, nasıl güller açar Taş gibi idin çok gönül kırdın! Yeter! Toprak ol, üstünde hoş güller biter.
Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşıdakinin anladığı kadardır.
Her zorluğun sonunda doğan bir ışık vardır. Eğer elleriniz diken yaralarıyla kan revan içinde kaldıysa, güle dokunmanıza çok az kalmış demektir.
Her gün bir yerden göçmek ne iyi.
Her gün bir yere konmak ne güzel.
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş.
Dünle beraber gitti, cancağızım,
Ne kadar söz varsa düne ait.
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.
Rıfat Ilgaz - Sularda Güneş Olmak
Kral ve Dilenci
11 Eylül 2016
Aziz Nesin Bayram Tebriği
Buyrun efendim.
Tebrik kartları hazır mı evladım?
Hangi tebrik kartları efendim?
Eyvahlar olsun, Şükrü sana söylemedi mi? Bayram geldi, tebrik kartı göndermeli. Şimdiye çoktan postaya vermiş olmamız gerekirdi.
Hiç haberim olmadı efendim
Hemen, hemen hemen ! Yarına istiyorum üç bin adet kartı sabaha kadar yaz ve postaya ver.
Emredersiniz efendim! dedim ve odadan çıktım. Ancak üç bin adet bayram tebrik kartını tek tek nasıl yazacağım? Genel müdür, kartların çini mürekkeple ve güzel bir yazıyla yazılmasını isterdi. Üç bin adet kartın iki bin tanesi makamca kendinden aşağıda olanlara şu şekilde yazacaktım:
Bayramını kutlar, gözlerinden öperim.
Kalan bin tanesi de, daha üst makamdakilere:
Sizin ve eşinizin bayramını saygıyla kutlarken, sıhhatli ve başarılı günler niyaz ederim şeklinde yazılacaktı
Hiç vakit geçirmeden masamın başına geçip kolları sıvadım. Önümde davetiyelerden oluşan irili ufaklı pek çok dağ duruyordu. Ben mesaim bitiyor, az sonra çıkar evime giderim derken, sabaha kadar burada kalıp üçbin kartı yazmak zorunda kaldım. Sızlanmanın faydası yok, işe başlayım:
Bayramını kutlar, gözlerinden öperim.
Bayramını kutlar, gözlerinden öperim.
5,10,20,50,100,750,875. Yazıyorum yazıyorum bitmiyor! Vakit gece yarısını geçti gitti bana öyle bir sıkıntı bastı ki, tarif edemem.
Yazıyorum, yazıyorum, yazıyorum.. bitmiyor.
En nihayetinde alt makam kartları bitti. Ama ben de bittim. Şafak sökmek üzereydi. İşi biten kartları masamın üzerinden alıp başka bir yere koydum. Ama önümde hâlâ bin adetlik bir kart yığını durmaktaydı. Sizin ve eşinizin bayramını saygıyla kutlarken, sıhhatli ve başarılı günler niyaz ederime başladım..
Durmadan yazıyordum. Göz kapaklarIm öyle ağırlaşmıştı ki, gözlerimi açık tutmam her bir karttan sonra daha da zor bir hale gelmişti. Resmen işkence çekiyordum.
125,279,400, 689 yazdım yazdım yazdım. Bir vakit sonra, artık ben kaleme değil o bana hakim olmaya başladı. Ama hâlâ yazıyordum:
Sizin ve eşinizin bayramını saygıyla kutlarken, sıhhatli ve başarılı günler niyaz ederim.
Sizin ve eşinizin bayramını saygıyla kutlarken, sıhhatli ve başarılı günler niyaz ederim.
Niyaz ederim başarılı günler sizinle eşinizin bayramını kutlarken…
Kutlarken eşinizin bayramını saygıyla sıhhatli günler diler Niyazi ile beraber ederim…
Niyazi ile birlikte sizin ve eşinizin bayramını kutlarken ayrIca sıhhatle ederim…
Önce bayramınızı eder, sonra eşinizle Niyazi’ye başarılı günler dilerim…
Sizin de eşinizin de Niyazi’nin de bayramını saygıyla eder, sıhhat dilerim..
Sıhhatli eşinizin bayramını saygıyla kutlarken, Niyazi’ye başarılar diler aynı zamanda ederim…
Bayramınıza etmeden önce eşinizi saygıyla kutlar Niyazi’nin gözlerinden öperim…
Sizin de, eşinizin de, Niyazi’nin de, bayramını da, tatilini de, gelmişini de, geçmişini de.. saygıyla ederim…
Sabah tam mesai saatinde, gözlerim kan çanağı bir halde kartları yetiştirdim.. Genel müdür bir-ikisine şöyle bir baktı: Aferin dedi. Bitirmen iyi olmuş. Hemen postalayın!
Hemen postaladık.
Üç gün sonra da önce bizim genel müdürü, ardından bendenizi postaladılar.
Melih Cevdet Anday - Görünü
Server Tanilli - Uygarlık Tarihi
“Yaşadığımız çağa ve topluma, bir bilim adamı gözüyle, yani objektif olarak baktım. Öyle olduğu için de tarafsız kalmadım,”
“Emperyalizme ve faşizme karşıyım. Tam bağımsız ve gerçekten demokratik bir Türkiye’den yanayım;
Kapitalizme karşıyım; Bugünkü geri ve bağımlı kapitalizmin devamında yarar gören güçlere karşıyım.”
“Gençlik, kendine göre nitelikleri ve görece bağımsızlığı olan sosyal bir gruptur. Gençliğin bu kendine özgü nitelikleri, belli bir ölçüde, yaşının özelliklerine bağlıdır. Ne var ki, gençliğin bu özelliklerini, genç kuşağın sosyal ve ekonomik yaşamının nesnel koşulları ile bağlantılı olarak incelemedikçe, gençliğin sosyal yaşamdaki rolünü aydınlatmak olası değildir.”
“Sömürülen bir ülke olarak Türkiye’nin tekelci dünya kapitalizminin sömürü alanını savunmak gibi bir görevi, böyle bir görevi yerine getirmekte hiçbir çıkarı yoktur. Tersine zararı vardır. Bizim için yaşamsal olan, bir yandan ulusal savunmamızı güvence altına almak; öte yandan, emperyalizmin sınırlamalarından kurtulup -istediğimiz gibi- bir kalkınma yoluna kavuşmaktır.”
“Söz konusu olan, demokrasinin kurallarına, Anayasanın ruhuna ve rejimin özüne sahip çıkmaktır. Türkiye halkının çıkarı, zaten kuralları zedelenmiş çoğulcu ve sivil özelliğini kaybetmiş olan demokrasiyi büsbütün kuraldışına zorlamakta değildir. Benzer çözümle, demokrasiden çekinen kimi çıkar çevresinin özlemine yanıt verebilir ya da bir bölüm aydın taslağının zümreci yeğlemelerine denk düşebilir ama, halk kitlelerinin çıkarları -dün olduğu gibi bugün de- demokraside saklıdır.”
Kültürel planda, Batılılaşmanın yarattığı çoğu edebiyat ve düşünce ürünleri de, topluma yabancı kalmışlığın ve taklitçiliğin belgeleridir.Türk düşünce dünyası, tam anlamıyla bu yabancılaşmayı aşabilmiş, giderek taklitçilikten kurtulabilmiş değildir henüz. Doğrunun araştırılması, yerini, Batı’ya uygunluğa bırakmıştır. Hiçbir gerçek felsefi gereksinmenin karşılığı olmayan ve sadece taklitçilikle şu ya da bu düşünceyi Türkiye’de tanıtmakla yetinmek, yani fikir ithalatçılığı yapmak bizim kültür yaşamımızın temel özelliklerinden biridir. Batılılaşma hareketi içinde, gerçek bir felsefe okulundan ve filozoftan bahsedilemez. Ancak, Osmanlı toplumunun eski ideolojik yapısının yerine konmak üzere, Batı’dan aktarılmış ve sadece günümüz gereksinmelerine yanıt verir yalınkat düşünceler ileri süren ideologlardan ya da dayanıksız bazı fantezilerden bahsedilebilir.”
“90’lı yılların başında Sovyetler Birliği ve halk demokrasileri çökünce sosyalist eleştirinin saygınlığına da bir darbe oldu bu. Sosyalist düşünce ölmese de, kanıt olarak etkisi azaldı. Doğan büyük boşluğu ise, en başta dinci gericilik, Türkiye’de onun aşrı milliyetçi bulamaca batmış biçimi, yani Türk-İslam Sentezi doldurmaya başladı. Zaten iktidar da arkasındaydı.
Aydınlanmacı görüşün yeniden revaç bulması böyle bir ortamda olur. En başta çağdaş tarihimizin kimliği üzerinde durup ona bir yorum getirilir. Şu anlaşılır ki, bizim çağdaş tarihimiz aslında bir Aydınlanma tarihidir. Batının çok daha önce yaşadığı bir süreci, biz -şu ya da bu nedenle- gecikerek yaşarız, ama yaşarız. Aklın ve bilimin öne geçmesi ve ölçüt olması; despotluğa karşı bireyin ve özgürlüğün vazgeçilmezliği; bütün dogmalara, bu arada dinin dogmalarına karşı amansız mücadele; demokrasi, laiklik, insan kakları, hoşgörü, barış...
1923 Devrimi, bu değerlerin yaşama geçirilmesinden başka nedir ki?”
Erich Fromm "Bütün ağır psikolojik hastalıkların temelinde narsizm yatar."
İlhan Berk - Harf Şair İlişkisi
07 Eylül 2016
Mevlana "Aşık sevdiğinin KAPISINI çalar, içerdeki ses "kim o!" der.
Aşık sevdiğinin KAPISINI çalar, içerdeki ses "kim o!" der. Aşık: "BEN" der. İçerdeki ses:'' aşkta BEN yok'' der. Yıllar geçer sonra aşık yine aynı kapıyı çalar içerideki yine "kim o!" der. Bu sefer aşık "SEN" der ve kapı sonuna kadar açılır...
Bir güneş saatinin üstündeki yazı: "Serius est quam cogitas." "Vakit sandığından da geç."
"Vakit sandığından da geç."
Bob Dylan - Savaşın Efendileri
siz büyük silahlar yapan
ölüm uçakları inşa eden
bütün bombaları yapan
duvarların arkasında saklanan
masalarının gerisinde saklananlar
maskelerinizin arkasında sizi görebildiğimi bilmenizi istiyorum.
siz yok etmek haricinde asla hiçbir şey yapmamış olanlar
siz oyuncağınızmış gibi benim dünyamla oynayanlar
elime bir silah verip sonra gözlerimden saklananlar
ve sonra dönüp en hızlı kurşunlardan koşarak kaçanlar
judas gibi yalan söyleyerek ihanet edenler
inanmamı istiyorsunuz ama bir dünya savaşı kazanılamaz.
damarımdan akan suyu gördüğüm gibi
sizin gözlerinizden görüp beyninizi okuyorum
siz diğerlerinin ateşlemesi için tetikleri çekenler
sonra koltuklarına kurulup ölüm sayısının artmasını seyredenler
genç insanların vücutlarından kan fışkırıp çamurun içine gömülürken
malikanelerinde saklananlar
siz var olabilecek en kötü korkuyu üzerimize salanlar
dünyaya bir bebek getirme korkusunu
doğmamış ve ismi konmamış bebeğimi tehdit ettiniz
damarlarınızda akan kanı hak etmiyorsunuz.
böyle haybeden konuşabilecek ne biliyorum ki
genç olduğumu daha bir şey bilmediğimi söyleyebilirsiniz
ama bildiğim tek bir şey var sizden genç olmama rağmen
isa bile yaptığınızı asla bağışlamayacak.
durun size bir soru sorayım; paranız bu kadar iyi mi?
size bağışlanmayı satın alabilecek mi? alabileceğini mi düşünüyorsunuz?
cenazenizin ölüm çanları çalarken anlayacaksınız
kazandığınız onca para ile ruhunuzu asla geri satın alamayacaksınız.
ve umarım ölürsünüz ve ölümünüz yakın olur
soluk bir öğle sonrasında tabutunuzu seyredeceğim
ve mezarınıza indirilirken sizi izleyeceğim
ve öldüğünüzden emin olana kadar mezarınızın üzerinde duracağım.