21 Eylül 2016

Murathan Mungan - Kibrit Çöpleri

 

“İçinde yaşıyor olmanın bilgisiyle ne kadar tanıdık gelirse gelsin, ‘Fotoğrafta başka çıkıyor o,’ dediğimiz şeydir hayat.

Murathan Mungan’dan geçen ay, farklı bir deneme kitabı olan ve onun eserlerinin perde arkasını daha iyi tanımamızı sağlayan Stüdyo Kayıtları’nı okumuştuk. Bu ay ise bize bir öykü kitabı armağan ediyor. Stüdyo Kayıtları’nı okumuş olanlar bilir, Mungan orada her seferinde farklı bir yaratıcılık peşinde olduğunu anlatıyrodu. Kibrit Çöpleri de farklı bir hikaye kitabı...

Kitabın sırrı ise adında ve alt başlığında gizli biraz da... Kibrit Çöpleri –takribi ve vasati kıpkısa öyküler–. Gerçekten de kıpkısa öyküler bunlar, neredeyse bir kibrit çöpünün bir çakımlık ömrü kadar zaman diliminde okunup bitiveriyor. İçlerinde birkaç satırlık olan dahi var. En uzunu ise yalnızca bir buçuk sayfa uzunluğunda...

Her türlü süsten püsten uzak, olabilecek en yalın dil ve kurguyla yazılan bu öyküler de kısacık anlara yoğunlaşıyor zaten. Bu özelliğiyle de aslında sayfalar sürecek bir öyküden çok daha yoğun ve sarsıcı olmayı başarıyor. Çünkü yalnızca birkaç satırda, dikkatinizi tamamen anlatılan o ‘an’a yoğunlaştırmayı ve anlatılanı en yoğun ve derin biçimde duyumsamanızı başarıyor.

Dili ve kısalığıyla içerdiği yoğunluk bakımından şiire yakın duran bu öykülere ve onları okuma biçimimize dair ipuçlarını (yoksa öğüt mü demeliydim!) daha ilk öykü olan Duman İşaretleri’nde veriyor Mungan; “Ben ne yapmam, ne söylemem gerektiğini yalnızca kağıt üstünde bilen biriyim, der Hikâyeci. Söylediklerimi, gösterdiklerimi buna göre tartıp biçin. Sizden tek isteğim, hız yapmayın okurken. Göze az görünenler, hızda çabuk kaybedilirler.”

Yazarın kendi deyimiyle “azalmış sözün duruluğuna, kaynak suyunun berraklığına” ulaştırarak yazdığı bu öyküleri okumak, bir tür meditasyon etkisi yaratıyor adeta. Her türlü süsten uzak, en yalın biçimde anlatılanın esas kaynağına doğrudan varıyor ve anlık küçük aydınlanmalar yaşıyorsunuz bir anlamda.

Öykülerin kısacık anlara yoğunlaştığını söylemiştik. Mungan da doğrudan An adını verdiği bir hikayesinde, bizzat bu durumun altını şu sözleriyle çiziyor zaten: “En kısa hikaye parçasına an denir. Bazı anlar bütün yaşamımızı belirler. ‘Bütün yaşamımız’ dediğimiz de o birkaç ana bakar aslında... Bu yüzden yıllar sonra en çok hatırladıklarımız anlardır. Gerisi bulanıktır. Geçmişi anlar berraklaştırır. Niye hikâaye yazıyorum sanıyorsun?” ve hikâyecinin görevini de şu sözlerle tanımlıyor: “Eskiden kimi halklar ölülerin göz kapaklarına paralar, taşlar koyarlarmış uğurlarken... Anlar bizim göz kapaklarımızda kalandır. Hayatın dizinin dibine oturup hikâye söyleyenler, bizim sanatımız gözkapakları için anları parlatmaktır.”

Dönüp dönüp okunacak, derin derin yudumlanacak bu öykülerde, kimi zaman da çeşitli insan portrelerine yoğunlaşıyor Mungan. Yazar bir öyküsünde oturduğu kafeden dışarıyı izleyen bir adamın bir anlık zaman diliminde gözlemlediği köpekli bir adamı anlatırken, bir diğer öyküsünde bu kez de kafede yalnız başına oturan öfkeli bir adamın bir anını anlatabiliyor. Yazarın bir psikolog titizliğiyle derinliğine çözümleyip önümüze koyduğu bu portrelerin yalnızca birkaç satırda anlatılmış olduğunu fark ediyorsunuz sonra ve Mungan’ın “gözkapakları için anları parlatmak”la neyi kastettiğini anlayıveriyorsunuz. Bir tür fotoğraf makinesi gibi hayatın içinden anların ve (tüm ilginçlikleri aslında sıradanlıklarında yatan) portrelerin, en yalın hallerini yakalayıp birkaç satırda, bir çeşit fotoğraf karesine dönüştüren Mungan; kitap sayfalarındaki hikâyelerin bize neden gerçek hayattan daha büyüleyici geldiğini ise Saat Kulesi’nde şu sözleriyle dile getiriyor: “Burnumuzun dibindeki hayatlar, küçük taşra şehirlerinde, kasabalarında yaşanan uzak hayatlar, yanımızdan geçip giden hayatlar ancak kitaplarda rastlanabilecek nice tuhaflıklar barındırır. Oysa biz onları yanı başımızdayken değil, kitaplarda gördüğümüzde fark eder, şaşırırız. Tuhaflıklar konusunda kitaplarda yazan hikayeler nedense hayattan daha ikna edici gelir bize.”

Mungan, Kibrit Çöpleri’nde yalnızca kısa öyküler anlatmıyor, bir noktadan sonra yine öykü sanatı üstüne kafa yormaya devam ediyor, öyküleri ve öykü kişilerini okumaktan neden mutlu olduğumuza dair yorumlarda bulunuyor: “Kimsenin giymek istemediği türden kaba örülmüş hırkalar, kazaklar giyen; kapağını açtığı tencereden yüzüne vuran buhardan başına ilk kez böyle bir şey geliyormuş gibi irkilen kadın ya da... Gün içinde yaşadığınız, üzerinde durmaya değmez sandığınız, hemen herkese önemsiz görünen onca ayrıntının, gündelik tekrarın, alışkanlığın bir öykü cümlesinde tam da sizin düşündüğünüz gibi capcanlı ifade edildiğini okuduğunuzda, hayata ilişkin bir mutluluğa kapıldığınız olur mu sizin de?”

Evet, işte bu kitabın sırrı tam da burada saklı. İşte tam da o tencere buharından irkilen kadın benzeri tanıdık durumları, kaba örgülü kazaklar giymek misali alışkanlıkları hayatın içinden çekip çıkarıp anlattığı için bu denli tanıdık, sıcak ve güzel geliyor bu kitap. Tam da bu duyguları üstümüzde yaratmayı başardığı için hikayecilik sanatını uygulamış oluyor.

Kitabın manasını, hikayecinin derdini ve benim uzun uzun anlatmaya çalıştığım sırrı ise Duvargeçenler’in sonunda birkaç satırda özetliyor Mungan; “İçinde yaşıyor olmanın bilgisiyle ne kadar tanıdık gelirse gelsin, ‘Fotoğrafta başka çıkıyor o,’ dediğimiz şeydir hayat. Bu nedenle yaşamdan ödünç alınmış birileri, edebiyatın gerçek kahramanlarıdır. Hayatta onların benzerlerini görmüşlüğünüz çok olabilir, ama kendileriyle asla karşılaşmazsınız. Yaşadıkları suların sayfalarından çıkarıldıklarında ölürler çünkü... Bizi onlardan sayfalar ayırır. Birbirimizin duvarlarından hikâyelerle geçeriz.”