"Hiç bir zafer gaye değildir. Zafer, ancak kendisinden daha büyük bir gayeyi elde etmek için gereken vasıtadır. Gaye, fikirdir. Zafer, bir fikrin elde edilişine hizmeti nispetinde kıymet ifade eder. Bir fikrin elde edilişine dayanmayan bir zafer ölümlü olmaz. O, boş bir gayrettir. Her büyük meydan muharebesinden, her büyük zaferin kazanılmasından sonra yeni bir âlem doğmalıdır, doğar. Yoksa başlı başına zafer, boşa gitmiş bir gayret olur. "
29 Ağustos 2016
30 Ağustos Zafer Bayramımız Kutlu Olsun!
"Hiç bir zafer gaye değildir. Zafer, ancak kendisinden daha büyük bir gayeyi elde etmek için gereken vasıtadır. Gaye, fikirdir. Zafer, bir fikrin elde edilişine hizmeti nispetinde kıymet ifade eder. Bir fikrin elde edilişine dayanmayan bir zafer ölümlü olmaz. O, boş bir gayrettir. Her büyük meydan muharebesinden, her büyük zaferin kazanılmasından sonra yeni bir âlem doğmalıdır, doğar. Yoksa başlı başına zafer, boşa gitmiş bir gayret olur. "
27 Ağustos 2016
Büyük Taarruz Sabahı Kocatepe
*
26 Ağustos 2016
Ağlamak, İnsana Özgüdür
Ali Fuat Cebesoy, Trablusgarp Savaşı başlarında Mustafa Kemal ile Selanik'te buluştuğunda ve Beyazkule'de birlikte oldukları gecelerden birinde:
"-...müteessirim. Doğup büyüdüğüm Selanik acaba Türkler'in elinde kalacak mı? Ben eğer Trablus'tan dönersem, yine buralara gelebilecek miyim?... Ah, Selanik, seni bir daha Türk olarak görebilecek miyim?" derken gözlerinden yaşlar süzülmesinin nedeni, hiç kuşkusuz, bir "zaafın değil, doğup büyüdüğü vatan parçasından ırak düşecek olmasının dayanılmaz kaygısıydı.
Ali Fuat Cebesoy, o gece arkadaşı Mustafa Kemal'in "o altın sarısı saçlarını" okşayarak onu teselli etmeye çalışmıştı ama bir de Cebesoy'un 1922 yılının Ağustos ayında Batı Cephesi'ni yanında Mehmet Akif olduğu halde denetlerken yaşadıklarını ve o günü Mustafa Kemal Paşa'ya anlattığında onun davranışını yine Cebesoy'dan izleyelim:
"Hatırladıkça hâlâ titrerim. Merasim nizamında dizilmiş bir tümenin kıtalarını teftiş ediyorduk. Hepsi aslanlar gibi idi. Mehmet Akif, kendinden geçmişti. Dudaklarından kendi yazdığı İstiklâl Marşı'nın mısraları dökülüyordu.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım,
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım, Kükremiş sel gibiyim bendimi çiğner aşarım, Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.
Beni solumdan takip eden Akif'e döndüm. Gözlerinde yaşlar tanelenmişti. Bu mehabetti manzara karşısında kendisini tutamıyordu.
-Akif Bey, siz ağlıyorsunuz, dedim.
-Ne yapayım heyecanımı zapt edemiyorum.
Cevabını verdi ve sonra ilave etti:
-Fakat sizin de gözleriniz yaşlı, paşam.
Arkadaşım doğru söylüyordu. Ben de çok heyecanlı idim. Gözlerimde tanelenenler sevinç gözyaşları idi....
Ankara'ya döndükten sonra Batı Cephesi'ndeki intihalarımı anlatırken, bu olaydan da bahsettim. Gazi'nin dinlerken o ışık saçan mavi gözlerinde tanelenen yaşlar birden yüzüne döküldü, ağlıyordu...
-Fuat Paşa, muzaffer olacağız. Dedi"
Bu kere, Mustafa Kemal Paşa'yı ağlatan, vatan aşkı ve zafere olan inancıydı, "zaaf" değil. O ağlayan insan, Yunan ordusunu denize dökecek, Birinci Dünya Savaşı'nın galiplerine diz çöktürecektü...
Ne var ki, son olarak 10 yıl süren bir savaş sonucunda yıkıntıya dönmüş, halkı ve doğal kaynakları sömürülmüş, insanları cahil bıraktırılmış, bitkin ve yorgun bir ülkede savaşı kazanmış olmak yetmeyecekti elbette. Ülkeyi kalkındırmak, bayındırlaştırmak gerekiyordu. Bu, düşmanı savaş alanlarında yenmekten de önemliydi. Üstelik, Osmanlı'nın borçları da ödeniyordu bu arada, yatırım yapacak para yokken. Bu da yetmezmiş gibi, Dünya Ekonomik Bunalımı! Bunalım, bir şeyler üreterek satmaya çabalayanları da yiyip bitirecekti. İşte bu koşullar altında kıvranan halkının sıkıntılarını doğrudan ondan dinlemek için yurt gezisine çıkacaktı Gazi. Yol boyunca dura dura, halkı dinleye dinleye 6 Mart 1930 günü Antalya'ya ulaşacak ve akşam üstü kaldığı evin bir odasına Hasan Rıza Soyak'la birlikte çekilecek, kapıyı kapatacak ve bir koltuğa yığılırcasına oturacak. Çok yorgun ve sinirli. Elleri titreyerek yakıyor sigarasını:
"Bunalıyorum çocuk, büyük bir ıstırap içinde bunalıyorum! Görüyorsun ya, gittiğimiz her yerde mütemadiyen dert, şikâyet dinliyoruz... Her taraf derin bir yokluk,maddî, manevî bir perişanlık içinde... Ferahlatıcı pek az şeye rastlıyoruz; Memleketin hakikî durumu bu işte!... Bunda bizim bir günahımız yoktur; uzun yıllar hatta asırlarca dünyanın gidişinden gafil, birtakım şuursuz idarecilerin elinde kalan bu cennet memleket; düşe düşe şu acınacak hale düşmüş. Memurlarımız henüz istenilen seviyede ve kalitede değil; çoğu görgüsüz, kifayetsiz ve şaşkın... Büyük istidatlara mâlik olan zavallı halkımız ise, kendisine mukaddes âkideler şeklinde telkin edilen bir sürü batıl görüş ve inanışların tesiri altında uyuşmuş, kalmış...
Bu arada beni en çok üzen şey nedir bilir misin? Halkımızın zihninde kökleştirilmiş olan, her şeyi başta bulunandan beklemek itiyadı... İşte bu zihniyetle; herkes büyük bir tevekkül ve rehavet içinde, bütün iyilikleri bir şahıstan, yani şimdi benden istiyor, benden bekliyor; fakat nihayet ben de bir insanım be birader, kutsî bir kuvvetim yoktur ki...
Münasebet düştükçe daima tekrar ediyorum; bütün bu dertlerin, bütün bu ihtiyaçların giderilmesi, her şeyden evvel, pek başka şartlar altında yetişmiş; bilgili, geniş düşünceli, azim, feragat ve ihtisas sahibi adam meselesidir, sonra da zaman ve imkân meselesi...Bu itibarla evvelâ kafaları ve vicdanları köhne, geri, uyuşturucu fikir ve inançlardan temizleyeceksin; işlerinin ehli, idealist ve enerjik insanlardan mürekkep, muntazam, her parçası yerli yerinde, modern bir devlet makinesi kuracaksın; sonra bu makine halkın başında ve halkla beraber durmadan çalışacak, maddî ve manevî her türlü istidat ve kaynaklarımızı faaliyete getirecek, işletecek, böylece memleket ileriye, refaha doğru yol alacak... Başka çaremiz yoktur, ileri milletler seviyesine erişmek işini; bir yılda, beş yılda, hatta bir nesilde tamamlamak da imkânsızdır.
Biz şimdi o yol üzerindeyiz; kafileyi hedefe doğru yürütmek için, beşer takatinin üstünde, gayret sarf ediyoruz; başka ne yapabiliriz ki?..."
Gazi, sözlerinin burasında duracaktı, gözleri dolmuştu, elleri titriyordu. Hasan Rıza'ya,
"-Kalk, bana bir kahve getirmelerini söyle de, gel..." diyecekti.
Hasan Rıza anlamıştı Gazi'nin gözlerinden yaşlar boşandığını kendisinin görmesini istemediğini. O da, kahve söylemek bahanesiyle dışarı çıktığında oyalanacak, hemen dönmeyecekti odaya.
1932 yılının 19 Şubat gecesi Faruk Nafiz Çamlıbel'in Tepebaşı Dram Tiyatrosu'nda Muhsin Ertuğrul'un sahneye koyduğu "Akın" piyesini izlediğinde, kıtlık karşısında hakanın umarsız kaldığı bölümde "Tanrı su vermezse hakan ne yapsın buna?" sözü geçtiğinde, Gazi'nin gözlerinin yaşarmasının nedeni de, iki yıl önce Hasan Rıza Soyak'a dert yanarken ağzından dökülen "bütün iyilikleri bir şahıstan, yani şimdi benden istiyor, benden bekliyor; fakat nihayet ben de bir insanım be birader, kutsî bir kuvvetim yoktur ki..." sözleriyle aynı olacaktı.
Halkının çektiği acıyı böylesine duyumsamak!... Ulusunu birey birey böylesine sevmek!...
Hele "Mehmetçik" söz konusu olursa... Güreş tutmuş erlerden birinin terini sildiği işlemeli mendilinin yavuklusundan geldiğini öğrendiğinde de elbette gözleri buğulanacak, göz pınarlarından yaşlar süzülecekti!...
Konya'da Kız muallim Mektebi'nin öğrencilerinin sahnelediği oyunu izlerken, savaştan sakat dönen delikanlı nişan yüzüğünü iade etmesine karşılık, kızın yüzüğü kabul etmeyerek malûl askeri bağrına bastığı sahnede, kimselere belli etmemeğe çalışarak mendiliyle gözyaşlarını sildiğinde o yaşlar vatan için şehit düşen, gazi olan Mehmetçik için dökülecekti.
Dostlarının ölümü de ona hep acı verecek, arkalarından gözyaşı döktürecektir. Cumhuriyet'in eşsiz Millî Eğitim Bakanı Mustafa Necati öldüğünde, bu kere mendiliyle gözyaşlarını gizlemeye gerek de görmeyecek, Falih Rıfkı'nın deyişiyle, "âdeta hüngür hüngür" ağlayacaktır. Çocuklukları, gençlik yılları hep birlikte geçen, her cephede omuz omuza oldukları ve herkesin içinde bile Atatürk'e "Kemal" ya da "Sen" diyebilen, ölüm haberi üzerine gelen başsağlıkları üzerine Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği'nden yayınlanan resmî bildiride bile Atatürk'ün "aziz arkadaşı" diye nitelendiren Nuri Conker'in ölümü de onu derinden sarsacaktı. Trablusgarp'a giderken Urla'dan Salih Bozok'a yazdığı mektubunda Nuri Conker'den söz ederken kullandığı sözcükler, bu arkadaşına olan bağlılığının ve sevgisinin derinliğini gösteriyordu:
"...Benim için hatırası kalp ve vicdanımdan bir an çıkmayacak bir öz kardeş varsa Nuri'dir."
Conker'in ölümü üzerine de o sırada yurt dışında olan Afet İnan'a yazdığı 16 Ocak 1937 günlü mektubunda şu satırlar yer alacaktır:
"...Hatay'ın üzüntüsüne, Conker'in ölümü acısı karıştı; bu acının açtığı yaranın derinliğini tahmin edemezsin."
Atatürk, hıçkırıklarını güçlükle tutarak,
"Hey koca dost, koca adam! Demek sonunda kadere sen de boyun eğdin! Demek kader seni de aramızdan alıp götürdü... Seni çok arayacağız elbet.. Tokalaşmanı, dertlerini, şikâyetlerini, soframızdaki yerini hep arayacağız... Ölüm de savaşın bir başka türlüsü! Beklenmedik bir anda, bir şarapnel parçası gibi en sevdiğini alıp götürüyor insanın... Böyle olduğu halde, hayat çok kısa olduğu halde niçin birbirimizi sevmeyiz yeterince? Niçin birbirimizin aleyhinde bulunur, birbirimizi yemeğe çalışırız? İşte nitekim bir can daha eksildi meclisimizden, bir nefes daha kesildi" diyecekti.
Sevinç gözyaşlan da olurdu Gazi'nin. Örneğin 1928 yazında Boğaziçi'nde yaptığı bir yat gezintisinde kıyıdaki halkın teknede Gazi'nin bulunduğunu anlamaları üzerine yapılan sevinç gösterileri de onu duygulandıracak, gözyaşlarını mendiliyle usulca silmeye çalışacaktı.
Dedim ya, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, duygusal bir "insan". Onun bu duygusallığı, "vatan", "bağımsızlık", "özgürlük" kavramlarını sözlüklerdeki anlamlarının çok ötesine taşıyarak "tutkulu" bir "aşk"a dönüştürmüş. Ama duygulu insan, yaşamının tüm anlarında da öyledir. Gazi'nin yaşamının böyle bir "an"ına tanık olalım şimdi de...
Florya deniz köşkünün yeni yapıldığı günler. Hafız Yaşar, Salâhaddin Pınar o gecenin sanatçı konukları. Salâhaddin Pınar, "Gel gitme kadın" şarkısını okuyor. Şarkının "Karşında esirim, bana düşman gibi bakma!..." bölümüne geldiğinde Mustafa Kemal ağlamaya başlayacak. Burada sözü o gecenin bir başka tanığına, Sabiha Gökçen'e, bırakalım:
"Ve Atatürk ağlıyordu... Mavi gözlerinden bir sıralı yaş o çetin yüzünü yalayarak aşağıya süzülüyor, göğsünü ıslatıyordu... Dudakları bir bıçak kadar incelmiş, dişleri kenetlenmişti..."
Ertesi sabah Sabiha Gökçen, Atatürk'e dün gece neden ağladığını sormadan edemeyecektir. O ise, önce sigarasından derin nefesler çekecek, bir açıklamada bulunmadan yaveri Cevat Abbas'a otomobili hazırlatmasını söyleyecek. Yanına Cevat Abbas'ı ve Sabiha Gökçen'i alarak birlikte yola koyulacaklar. Doğayı seyredecek, kuş seslerini dinleyecek, başka konulardan konuştuktan sonra, birdenbire:
"-Cevat, diyecek, Biz Anadolu'ya çıktığımızda hep bir ağızdan bir marş söylerdik, hatırlıyor musun?"
"-Hatırlamaz olur muyum Paşam, Dağ Başını Duman almış..."
Ve Atatürk, Sabiha Gökçen, Cevat Abbas, hep birlikte bu marşı söylemeye başlayacaklar. Ama en coşkulu söyleyeni Atatürk. Hele "Bu ağaçlar, güzel kuşlar..." derken... Marş bitince yine hüzünlenecek ve Sabiha Gökçen'e diyecek ki:
"Gökçen, ben bu toprakları seviyorum, yurdumun topraklarını, dağlarını, taşlarını...Göğünü, havasını seviyorum... İnsanlarını seviyorum memleketimin... Köylüsünü, çiftçisini, ırgatını, işçisini, balıkçısını, çobanını, sanatçısını, askerlerini, gencini, ihtiyarını tüm insanlarını seviyorum memleketimin... Kadınlarını, erkeklerini. Bazı şarkılar bana bu insanlardan bir gün kopacağımı hatırlatıyor. Onlardan uzak düşeceğimi... Bir gün onlarla olamayacağımı... İşte o zaman, şarkının sözleri ne olursa olsun içime bir ateş düşüyor... Ve sonradan gözyaşı olarak akıp gidiyor... Unutma Mustafa Kemal'ler de insandır ve onlar da zaman zaman şu ya da bu nedenlerle ağlamak isterler..."
25 Ağustos 2016
Atatürk "Bizim toplumumuzun uğradığı başarısızlıkların sebebi, kadınlarımıza karşı ihmal ve kusurdur."
Bir toplum, cinslerden yalnız birinin yüzyılımızın gerektirdiklerini elde etmesiyle yetinirse, o toplum yarı yarıya zayıflamış olur. Bizim toplumumuzun uğradığı başarısızlıkların sebebi, kadınlarımıza karşı ihmal ve kusurdur.
Refik Durbaş - İklim
uyanınca da görebilseydin
Düş ile uykularını
birbirine ekleyebilseydin
Gece ile gündüzü
yalnızlık ile hüznü
ay ışığı ile rüzgârı
sevda ile karasevdayı
ekleyebilseydin birbirine
O zaman açılır mıydı
kapıları düş ile uykunun?
Keder ile kaderin
neşe ile sevincin
ruh ile bedenin
ırmak ile dağların
gurbet ile sılanın
aşk ile yalnızlığın
sevda ile karasevdanın
kilitsiz kapıları?
Ki ömür, görünmez bedeniyle
göğünde bir bulut olarak
kim bilir kaç yıldır, dolaşmakta?
Düşleri kayıp bir akarsu dehlizi
uykusu bir dağ kovuğu …
Ah! Düş gücünün esareti hayat
kim bilebilir yaşadıklarını?
Gecenin alfabesini kim okuyabilir
gündüzün denklemini kim?
Sen ki Musa’yı ve İsa’yı
ve Muhammed’i gördün
Beethoven’i, Mozart’ı,
Dede Efendi’yi dinledin
Yedi denizler aştın ve yedi dağlar
ruhunu yedi nehirler
aynasında seyrettin
Yazının münkirliğine,
ayın ve güneşin
icadına tanık oldun
baruta ve engizisyona
savaş ve barışa
aspirine ve yalnızlığa
sevda ve zelzeleye
sellere ve karasevdaya
şiire ve internete
aşina kıldın kendini
Ne kaldı öyleyse
alfabesi ezbere bilinen
o ruh ve bedenin
iskeletinden başka?
Öyleyse zaman
azat olsun mekândan
mekân zamandan münezzeh…
Başlasın mazinin sararan rengi
ve gelecek günlerin ahengiyle
Murathan Mungan "İyi bir kitap yalnızca okuma hazzınızı beslemez, aynı zamanda sizde uyandırdığı duyguyu başkalarına aktarma arzusu verir size. Yaşamın döngüsü mirası devretmek üzerine kuruludur."
Şairin Romanı...Kendi boşluğunuzla yüzleşmeden varlığınızı dolduramazsınız. Şiir bizim kendimiz olmaya açılan kapımızdır. Ama bazen kendi kapımızı yüzümüze kapatırız. Kim olursanız olun, nasıl olursanız olun, ama kendinize girip çıktığınız bir kapınız olsun çocuklar. Az olun, ama hakiki olun! Bir gün kendi kapınızı çalacak yüzünüz olsun.
"huzurluyum. Mutluluk benim için hiçbir zaman önemli olmadı. Daha cok raslantı gibi yaşadım mutluluğu. Kısa anların hediyesi gibi. Yaşamın karşıma çıkardığı bazı anlar benim için mutluluk demekti, o kadar.
Bakışlarınızda da.
Eskisi kadar sevemeyecekti, belki de hiç sevemeyecekti. Çünkü arada o orman, o karanlık, o geçitvermez, o yeşermekten kararmış orman olmayacaktı artık. Duman inceliğinde bir boşluk dolanıyordu yüreğini.
Bazı umutlar başka zamanlarındır
Bir deniz ülkesinde... ve belki de
birbirine aktardığım defterlerin hepsinde
bu şiir vardı:
Senelerce, senelerce evveldi;
Biz seninle orada, o deniz ülkesinde tanıştık
uzak denizler, uzak yakınlıklar içinde
bir Kadırgada iki korsan
tarih, yarın, ütopya dolu sandıklar arasında
birbirimizi yaralarından tanıdık
dışı korsan, içi iç denizlerde yaşayan çocuklardık
konuşamadıklarımız bir bulut kalınlığında
duruyordu aramızda
oysa konuşsak yada dokunsak birbirimize
çekip gidecekti içimizdeki o korkunç noksanlık
batık gemilerin deniz diplerini saran
umutsuzluğu vurmuştu yüzümüze
birbirimizden ve aşkın keşfedilmemiş gizlerinden
ürküyorduk
bir definenin ikiye paylaştırılmış haritasında
bilmeden
birbirimize doğru ilerliyorduk.
Kadından Kentler...Sonradan çok düşündüm: Madem insanların gerçekleri değişiyordu, neden içinde yaşadıkları değil, yaşamayı seçtikleri geçmiş zaman parçası kendi gerçekleri olmasındı? Vazgeçmenin mutluluğu yok muydu? Bütün bu soruların derinleştiği, gerçeğe ve zamana açılan kapılar benim içimde de açıldığında, artık o yoktu. Bunları konuşabileceğim kimse yoktu. Bana kendi kendime konuştuğum geniş bir zaman kaldı.
Hayatın eski günlere benzediği zamanlar neşelendirirdi onu. Bir koşu komşuya seğirtircesine eski zamanlara gidip gelir; gözleri o günlerin buğulu ışığıyla parlar, konuşurken sesi incelirdi. Belki de hayat herkes için gençlik demekti.
Yeter ki sonu iyi bitsin - W. Shakespeare
400 yıldır bütün dünya okur ve seyircilerini etkilemeyi sürdüren efsanevi yazar, Yeter ki Sonu İyi Bitsin’de farklı sınıflardan iki gencin aşk öyküsünü konu alır. Oyun bir aşk serüveni ile taşlama arasında gidip gelir. Yazarın öteki komedyalarındaki neşeli çıkışlar, eğlendirici ezgiler, danslar, duygulu aşk sahneleri, oyun içinde oyun ve cümbüşlü geçişlere rastlanmaz. Kişilerin tutum ve davranışları da alışılagelenden farklıdır. Bu eserin Shakespeare oyunları arasında bir sorun komedyası olarak ayrı ve önemli bir yeri vardır.
Herkesi sev, azına güven, haksızlık etme hiç kimseye.
Kaba güçle değil, zekanla çık düşmanının karşısına
Kendininmiş gibi savun dostunun hayatını.
Benim için herşey bitti artık.
Bertram'la birlikte hayatım da gitti.
Onunla evlenmeyi düşünmek gibi.
Oysa o kadar yukarılarda ki o.
Onun dünyasına giremediğime göre,
Yetinmeliyim uzaklardan gelen parlak ışığıyla.
Kendi kendinin işkancecisi oldu sevgimin istekleri:
Bir aslanla çiftleşmek isteyen dişi geyik,
Sevgisi uğruna ölmek zorundadır.
Her an, her saat onu görmek güzeldi, ama işkenceydi
Ne güzeldi onun kemerli kaşlarını,
Şahin gözlerini, dalgalı saçlarını gönlümün tuvaline çizmek.
Ne kadar başarılıydı yüreğim,
Kaydederken yüzündeki her çizgiyi, her anlamı.
Ama şimdi gittiğine göre,
Benin tapınan hayalim kutsamalıdır ondan yadigar kalanı.
Çoğu kez kendimizdedir derdimizin devası,
Oysa göklerde ararız hep yerde bulacaklarımızı.
Göklerdeki yazgımız bir fırsat verir her zaman,
Ama biz akılsızsak geri çeker planlarımızı.
Aşkımı bu kadar yükseklere çeken hangi güçtür?
Onu hayalimde canlandırırım her an.
Ne yazık, hoş görülmez onu görmem kanıyla canıyla!
Doğa herşeyi birbirinden farklı yaptığı halde,
Sanki bizler eşit yaratılmışız gibi,
Birleştiriyor sarmaş dolaş ediyor bizleri.
Mutsuzlukların bedelini ince eleyip sık dokumak için.
Alışılmadık şeyler yapmak imkansız olurdu.
Ve heralde yaparlardı yapılması gerekeni.
Değerini göstermek için çabalayıp da,
Sevdiğini kaçıran kimse var mı acaba?
Unvanı yok diye sevmezlik etme!
En umulmadık yerden erdem yeşerirse,
Onu yapan çıktığı yeri de yüceltir.
Erdem yoksa eğer, unvanlarla şişindiğimiz yerde
Sabun köpüğüdür onur dediğimiz şey de.
İyi olan için unvana gerek yoktur;
Nitelik unvanla gelmez, ama kötülük gelebilir.
Soyluluk hemen he an mezar taşına yazılan,
Bizleri tutsak eden akıl çelen bir sözcüktür sadece,
Aldatıcı ölü bir ganimettir.
Karanlık bir yuva, sevilmeyen bir eş yanında,
Savaş hiç de zor bir iş değil.
Yabancılar ve düşmanlar ayırmayı sever,
Öpmeyi değil.
Yitirdiği onuru kazanamaz asla kılıcı.
Güllerimiz bir kez topladınız mı,
Bize batsın diye dikenlerimiz kalacak yalnızca
Ve kayıtsızca alay edeceksiniz çorak çıplaklığımızla.
Bazen yüzlerce yemin gerçeği var edemez,
Ama bazen de tek bir yemin gerçeğin kendisidir.
Birbirine benzermiş erkeklerin yemini.
Bazen kaybettiklerimizle ne kadar büyük bir rahata kavuşabiliyoruz!
Yeter ki sonu iyi bitsin;
Her şey kralın huzurunda sonuçlanacak.
Nasıl biterse bitsin,inceldiği yerden kopsun,
Şan şöhret getirecek bu son.
Önemsiz bir fiyat biçeriz sahip olduğumuz ciddi şeylere,
Onları tamamen kaybetmeden anlamayız değerlerini.
Gönül kırmak daha çok kendimize haksızlıktır,
Önce sevdiklerimizi yok eder,
Sonra da ağlatır bizi küllerinin ardından.
Sonra sevgimizin aklı başına gelir geç de olsa,
Feryat eder görünce neler olduğunu;
Utanç verici nefret, aşkımız uyurken bastırır bizi,
Sevdiğimizi yok ederek doyurur kendisini.
yeter ki sonu iyi bitsin (w.shakespeare)
24 Ağustos 2016
Haydar Ergülen - İzmir Radyosu Konuşması
kimin yağdığı belli olmasa karışsak birbirimize
sırılsıklam olsak birbirimizden hangimiz yağmur
hangimiz çocuk, hangimiz mavi, hangimiz şair
belli olmasa da bir şiir çıksa hepimizden
şimdi ne iyi gelir ne iyi gelir ne iyi gelir!
Dün radyodan bir yağmur söylediler,
İstanbul Radyosundan değil, Ankara sen çıkma aradan,
hep kal Ankara kal sisli kal, fakat bu yağmur
İzmir Radyosundan. Geçenlerde bulut olmuştum,
şimdi yağmur olma sıram gelmiş, olurum
dedim, madem bulutluğumu bilmişler, bana
gökyüzü kadar bir yer göstermişler, hem
oldum, hem de usul usul yağmur olsam
yeridir, dedim, oldum, uslandım.
Şiire faydam yok, bari ağaçlara… olurum, olur
hem bende yazılı, sözlü, yaşlı gözlü,
gözü yolda, gönlü bulutta yağmur da çoktur,
eski gözyaşları bile bulunur:
Hepimizin çekmecesi var, gözyaşı çekmecesi,
acı çekmecesi, simli, keder çekmecesi, işli,
çocukluk çekmecesi, gözlüklü, çocukluğumdan mı
desem ilkgençliğimden mi? Galiba en çok
iki şeyden biriktirdim: Biri sessizlik, diğeri ses
ya da şöyle, biri iç yağmur, öteki yağmur
gençliğin sonuna doğru ikisini de harvurdum
savurdum, kendi sustuklarım da
içinde her söze kandım ve her yağmuru
üstüme alındım, bana yağıyor benim için
yağıyor sandım.
Söz uğruna şiir, şemsiye uğruna çok yağmur
yitirmişliğim vardır, bunu, bir daha aklımdan hiç
çıkmayacak kadar unuttum. Söz yağmurunda da
ıslandım güz yağmurunda da. Böylece
bazı günlerim gibi bazı sözlerim de üşüdü,
ıslandı ve kalbe soğukluk verdi.
Yağmurdan roman çıkmaz, ustasının eline
düşerse her yağmurun bir hikâyesi olur.
Yağmur dediğin şiire ve filme yağar.
Yağmurdan çok şiir çıkar, şiirden yağan
yağmursa unutulmaz. Yağmur ile şiir:
Sanki ikisi de aynı göğün mavisidir,
gönlü mavi bir anneden olma iki kardeş,
ve bence biri de mutlaka, hangisi olur mu,
elbette şiir kızkardeş.
Yağmur, siyah-beyaz filmlere yağıyorsa
renklidir. Yağmur mu film mi orasını
artık körkütük izleyen bilir.
Ortasında değil ama bir filmin
başında ve sonunda yağmur gereklidir,
(az kaldı söyleyip susmayı unutuyordum:
yağmur şiirde boşluk olarak durur)
yağmurlu filmlerde ne söz gerekir ne müzik
yağmurun yağdığı bazen ses olur bazen sessizlik
yağmurun ruha değdiğinde çıkardığı ses
yağmurun sözcüklerini ararken kaybolduğu şiir
“velhasıl her şey yerli yerinde” dediği gibi şairin
yağmur yerli yerinde yağar eski filmde…
Ahmed Hâşim - Akşam
23 Ağustos 2016
Şükran Kurdakul - Sevgi Ormanı
Ağaçlar gözlerimin içine güldüler
Soluğumda yeşiller çiçeklendi.
Bunca yıl özümsediğim güzel şeyler
Kirlenmiş suları arıttı denizlerimde
Garipliğimin gökyüzüne yeni maviler geldi.
Ve acıdan çatlayan damarlarıma inat
Yeni soluk yatakları yarattı yüreğimde
Sevecenliğin yarattığı hayat.
Herman Hesse
Audrey Hepburn "Gerçek arkadaşlar seçebildiğiniz ailenizdir."
Stefano D'Anna - Düşleme Sanatı
21 Ağustos 2016
Carl Rogers "Psikolojik olarak sağlıklı veya kendini tam olarak onaya koyan insanın özellikleri."
2- her anı dolu dolu yaşama eğilimi,
3- kişinin başkalarının düşünceleri veya mantığı yerine kendi içgüdüleriyle davranabilmesi yeteneği,
4- düşünce ve davranışta özgürlük duygusu,
5- yüksek düzeyde yaratıcılık.
Virginia Woolf - Dışa yolculuk
Londra’nın dış mahallelerinden birinde halalarının yanında kapalı bir yaşam süren genç ve masum Rachel Vinrace, babasının gemisiyle ve küçük bir grupla birlikte Güney Amerika’ya yolculuk eder. Siyaset dünyasına da toplum yaşamına da uzak olan genç kız, gemide tanıştığı yazar Terence Hewet’le nişanlanır; bu ilginç yolculuk Rachel için aynı zamanda bir içsel yolculuk da olacak, girdiği entelektüel ortamda özgürlüğü tanıyacaktır. Edward dönemindeki yaşam tarzını eleştiren ve satire eden Woolf’un sonraki romanı Mrs. Dalloway’in Clarissa Dalloway’i de ilk kez burada ortaya çıkar. Woolf’un başka hiçbir romanında olmadığı ölçüde gençliğin, hayatın heyecanını yansıtan, kadın bakış açısını güçlü bir şekilde öne çıkaran Dışa Yolculuk, İngiliz toplumunun yapısını, inançlarını ve önyargılarını, ayrıca kadın-erkek ilişkilerini, dini ve ölümü de irdeler. Otobiyografik öğeler de taşıyan roman Woolf’un iç dünyasının, aşklarının, tutkularının, inançlarının ve özyaşamının izlerini görmek mümkündür. Dışa Yolculuk belli bir zamanda yer alsa da insanlar arasındaki ilişkileri ele alışı evrenseldir.
Audrey Hepburn "Biz kimseye ait değiliz, kimse bize ait değil. Birbirimize bile ait değiliz. "
Sofie'nin Dünyası - Jostein Gaarder
"Benzer insanların", yüzeysel bilgilerin geçerli olduğu çağımızda, "3000 yıllık geçmişinin hesabını yapamayan insan günübirlik yaşayan insandır" diyen Goethe'nin günübirlik insanlarından olmama yolunda ciddi bir adım.
15. yaşgününü kutlamaya hazırlanan Sofi, bir gün posta kutusunda "Kimsin" yazılı bir not bulur. Bu sorudan hareketle, bütün bir felsefe tarihinde sorulmuş soruları ve cevapları, sürükleyici bir roman kurgusu içinde anlatan Jostein Gaarder, Umberto Eco'nun "Gülün Adı"nda Ortaçağ teolojisini romanlaştırma gücünü bu kitabında felsefede gösteriyor.
Gaarder (1952) özellikle gençliğe yönelik kitaplarıyla tanınan Norveçli bir felsefe öğretmeni.
Sofie’nin Dünyası
Norveçli yazar Jostein Gaarder’in 1991 yılında okuruyla buluşan ölümsüz eseri Sofie’nin Dünyası, felsefi konulara getirdiği yeni soluk ve yaratıcı bakış açısıyla, yayımlandığı günden bugüne ders vermeye devam ediyor. Norveç’teki başarısından sonra 1995 yılından itibaren tüm dünyayı kasıp kavuran eser, sizi felsefe tarihinin en çekici haliyle tanışmaya davet ediyor. İngilizceden Rusçaya, Arapçadan Japoncaya ve Türk dillerine kadar çeşitli dillere çevrilen ve tüm ülkelerde “Çok Satanlar” listelerinin zirvesine oturan Sofie’nin Dünyası, 30 milyondan fazla kopya ile tüm Norveç edebiyatı eserlerinden daha fazla okunma özelliğine sahip.
Felsefi Kuramlar ve Ekoller ile Güçlü Kurgu Bir Arada
Sofie’nin Dünyası; 3 bin yıllık felsefe geçmişini, öyküsel düzleme çekerek didaktik ve bir o kadar da akıcı bir anlatımla ele alıyor. Gaarder’in bu kitapta yakaladığı başarı, yazarın Oslo Üniversitesi’nde felsefe eğitimi alması ve daha da önemlisi bu alanda öğretmenlik yapıyor olmasından ileri geliyor.
Gaarder; Sofie’nin Dünyası’nda felsefenin temellerini, gelişimini ve yüzyıllar içinde geldiği konumu Sophie adlı bir genç kız ve onun hocası Alberto Knox’ın diyalogları şeklinde işliyor. Eserini okullarda verilen felsefe eğitiminin gerekli düzeyde olmadığından hareketle kaleme alan yazar, felsefe hakkında çok daha fazlasının peşinde olanlar için eşsiz bir kaynak olma özelliği taşıyor. Bu kitabı okurken, siz de Sofie’nin her yaştan insanı kucaklayan bilgi dolu dünyasını keşfetmenin tadına varacaksınız.
En Sevilen Kitaplara Hemen Şimdi Sahip Olun!
Felsefe öğretileri, günümüzde felsefe tarihinden ayrı düşünülemez. Bu durum, felsefenin özellikle de erken yaşlarda öğrenimini zorlaştıran bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Felsefe öğretmenliği sırasında bunu bizzat deneyimleyen Jostein Gaarder, felsefeyi eğlenceli hale getirerek anlatmak için çözüm yolunu, Sofie’nin Dünyası’nı kaleme almakta buluyor.
Asırlardır süregelen felsefe öğretilerinin özümsenmesini sağlayan Sofie’nin Dünyası, okurları için hem eğlenceli hem de verimli bir ders olma niteliği taşıyor. Felsefe derslerinin ana materyallerinden biri haline gelen Sofie’nin Dünyası’nı siz hala okumadınız mı? Öyleyse bu kitabı hemen siz de sipariş verin, Sofie ile birlikte felsefenin derinliklerine doğru keyifli bir yolculuğa çıkmaya hazırlanın!
* * *
Jostein Gaarder tarafından kaleme alınan Sofie'nin Dünyası kitabı, 1991 yılında yayımlanmasıyla birlikte kırktan fazla dile çevrilmiş ve yayımlandığı her ülkede çok satan kitaplar listesine girmiştir. Sofie'nin Dünyası kitabının konusu, Sofie'nin '' kimsin? '' yazılı bir not bulması üzerine tüm felsefe tarihinde sorulmuş soru ve cevaplarıdır. Bu soru ve cevaplar sürükleyici kurgusal bir roman içerisinde okura aktarılmaktadır. Sofie'nin Dünyası kitabını okuyarak felsefi düşüncenin ne olduğunu ve insanlar için neden gerekli olduğunu anlayabilirsiniz.
Çünkü yalnızca erkek değildi kadını ezen. Kadın kendi hayatından sorumlu olmaktan vazgeçerek kendi kendini de eziyordu.
Her şeye rağmen içimizde bir ses, yaşamın büyük bir sır olduğunu fısıldar. Bu bizim bir zamanlar, daha düşünmeyi öğrenmeden önce yaşadığımız bir duygudur.
Çocuklar okulda önce arzularına gem vurmayı öğrenmelidir; bunun ardından cesaret geliştirilmeli ve son olarak da akıl bilgelik edinmelidir.
Her zaman en korkulan kişiler soru soran kişilerdir. Sorulara cevap vermek o kadar sakıncalı değildir. Tek bir soru bin cevaptan daha güçlü olabilir.
İyi bir filozof olmak için gereksindiğimiz tek şey hayret etme yeteneğimizdir.
Kendi çıkarlarına zarar vermek pahasına bile olsa kötülük etmemeye karar verdiğinde, özgür bir şekilde davranıyorsun.
Senden önce yaşamış insanlardan gelenek yoluyla ‘dalga dalga’ sana ulaşan düşünceler ve kendi yaşadığın çağdaki yaşam koşulları, senin düşünce biçimini etkiler. Bu yüzden herhangi bir düşüncenin sonsuza dek ve daima doğru kalacağı söylenemez.
İnsan bir şeyi anlamadığını anlamışsa bir kez, artık her şeyi anlamanın eşiğine gelmiş demektir.
Olanaksızı hayal etmenin özel bir ismi var. Biz ona "ümit" deriz.
Şimdiyi hiç yaşamayan, hiç yaşamaz. Sen Ne yapıyorsun?
İnsan beyni onu anlayabileceğimiz kadar basit olsaydı, o zamanda biz onu anlayamayacak kadar aptal olurduk.
Cinselliği çok fazla düşündüğünü kendine itiraf etmek istemeyen biri, başkalarının cinsellik takıntısını kınamakta çoğu kez acele eder.
Derinlerimizde bir yerde bir şey bize hayatın büyük bir sır olduğunu söyler. Bu, düşünmeyi öğrenmeden çok önce yaşadığımız bir duygudur.
Gitanjali - İlahiler - Rabindranath Tagore
- Tanrım, sen benim memleketimi, işte bu hürriyet cennetinde uyandır.
- Ölüm kapını çaldığı gün ona ne ikram edeceksin? Misafirimin önüne hayatımın dolu kabını koyacağım, onu hiçbir zaman elleri boş çeviremem.
- karanlıkta bekleyeceğim; ve sen ne zaman istersen, Tanrım, sessizce gel ve otur burada.
- Ve şimdi ben, ölümsüzlüğe gitmek için ölmeye hasretim.
- Bir kimse seni bildi mi, artık yabancılık yoktur, artık hiçbir kapı kapalı değildir.
- Ne şen şarkılar söyledik, ne de oynadık ;ne bir kelime konuştuk ne de gülümsedik; yolda hiç yavaşlamadık. Zaman ilerledikçe adımlarımızı sıklaştırdık.
- İşte senin taliin böyledir kalbim! Senin için ölüm çok daha hayırlıydı.
- Ey sen, hayatımın son tezahürü olan ölüm, benim ölümüm, gel ve bana fısılda... Birbiri üstüne her gün seni bekledim ;ben senin için hayatın neş'e ve ızdıraplarını taşıdım.
- Kırık bir ümitle onu odamın her köşesinde arıyorum. Bulamıyorum
- Senin sözlerin, benim kuş yuvalarımın her birinden şarkı kanatları takacak ve senin nağmelerin benim bütün koruluklarımda çiçek halinde açacak.
- Biliyorum ki bu dünyayı bir daha hiç görmeyeceğim gün gelecek ve hayat, gözlerime son perdesini çekerek sessizlik içinde ayrılacak. Fakat hala yıldızlar geceleri bakışacaklar, sabah, eskisi gibi doğacak ve saatler, neş'e ve ıztırap saçarak deniz dalgaları gibi kabaracak.
- Sana her şeyimsin diyebilecek kadar bırak bir zerre bende ben kalsın.
- ne bir kelime konuştuk ne de gülümsedik
Romain Gary - Onca Yoksulluk Varken
Don Miguel Ruiz - Dört Anlaşma
Amin.
Amin