29 Şubat 2016

"Bir ulus kendi aptallığını yaşayabilir ve hatta iddialı bile olabilir. Ama ihanet içinde yaşayamaz." Cicero

"Bir ulus kendi aptallığını yaşayabilir ve hatta iddialı bile olabilir. Ama ihanet içinde yaşayamaz. Kapılarında daha üstün bir düşman, bilindiği üzere ve açıkça onun bayrağını taşıyor. Ama hain, bunların arasında, kapının içinde serbestçe hareket eder, onun sinsi fısıltıları tüm sokaklarda hışırdar, ve bu hükümetin kendi salonlarında duyulur. Hain kendisine hain olarak görünmez; kurbanlarının aksanına benzer bir aksanda konuşur, ve onların yüzünü ve savunmasını takınır, tüm o insanların kalplerinin derinlerinde yatan rezilliğe hitap eder. Ulusun ruhunda saçmalar, şehrin ayağını zayıflatmak için gece bilinmez şekilde ve gizlice çalışır, vücudun politikasını bozar ve böylece ona karşı koyamaz. Bir katilden daha az korkun. Hain; bir derttir."
 
Bu sözler yüzyıllar öncesinde yazılmış olmasına rağmen, bugün o güne nazaran daha çok konu ile ilgilidir. Bu sözler size yaptıklarını söyledikleri şeyin aslında tam tersini yapanları daha net görmenize yardımcı olacaktır. En önemlisi, tüm kanıtlar net bir şekilde aksinin doğruluğunu ispatladığında, size inanmanızın söylendiği şeylerin uyanışını yaşamanızdır. Siz bir BİZ ve ONLAR senaryosundasınız. Onlar sizi itaatkâr ve uykuda tutmak için ellerindeki tüm araçlarını kullanıyorlar. Siz istihbaratınızı kullanmak zorundasınız, kendi araştırmanıza güvenmek ve arkasında olmak zorundasınız. Sizi uzun vadede istemiyorlar ama şu anda sizi kaybetmeyi de göze alamazlar. Size onlar için her şeyi yerleştirmeniz için ihtiyaçları var ve böylece gezegeninizi ele geçirip sizi kullanmayı bırakacaklar. Bu şu anda olduğundan hiç daha belirgin olmamıştı. Birinin bunu görmemesi için komada olması gerekir.

Zihin kontrolcülerinizi ve televizyonlarınızı kapatın ve gazetelerinizden kurtulun; bunlar size gerçekte olanın yanlış bir resmini çizen kötüye kullanımdır. Hava durumunuz üzerinde istenen sonuçları üretmek için oynama yapılıyor. Onlar etrafınızdaki dünyayı yok ediyorlar. Sizi bunun için uyarmıştık. Şimdi, kendi gözlerinizle görebilirsiniz. Siz acı çektikçe, onlara daha fazla enerji üretmiş oluyorsunuz. Tam şu anda, onlar bu enerjiye hayatta kalmak için umutsuzca gerek duyuyorlar; sizi uyandıran ve dünya üzerine getirdiğiniz ışığa karşı mücadele veriyorlar.

Ley Hattı projesi harika bir enerji üretmek için hizmet etti. Tüm bunların şükranları zaman alan ve bunun bir parçası olmaya zahmet etmiş kişilere gitmelidir. Bu ley hatlarının önemini yeterince ifade edemem. Bu çalışma, düzenli aralıklarla devam edecek. Bu tabii ki, herhangi bir zamanda yapıla bilinir, ama siz enerjilerinizi ve çalışmalarınız birleştirir ve bir hale gelirseniz daha muhteşem sonuçlar elde edebilirsiniz. Sizin ilginize ihtiyacı olan bu ley hatları ile çevrilisiniz. Hayatta kalmanız bu zaman içerisindeki hareketlerinize bağlıdır. Gözlerinizin önündeki şeyi görmemezlikten gelemezsiniz. Gerçeklerle yüzleşmeniz gerek. Para size yardımcı olmaz. Bir araya gelmeniz lazım, sayının gücü gibi, siz %99 u oluşturuyorsunuz. Küçük kutularınızdan dışarı çıkın ve kalpten insanlığa ilgisi olan insanlarla anlaşmalar yapın.

Tüm bariyerlerin kaldırılması çok önemli. Birbirinizle konuşun ve araştırmalarınızı paylaşın. Sizi bağlayan projeler üzerinde birlikte çalışın. Bilgi paylaşımı ve zihinleri uyandırma önceliği 1. Sırada olmalı. Hazır olan insan sayısına şaşırabilirsiniz; sadece ışığa olan ilk bir kaç adımı atabilmeleri için biraz cesaretlendirilmeye ihtiyaçları var. İlk ışığı gördüğünüzde, gözlerinizi bir daha asla ona kapatamayacaksınız.
 
Dünya Gezegeninin evrenle temas etmesi için tayin edildi. Ruhların Dünyası’nın az bir yardımı ile buna erişilecek. İnsanlığı esir hale getiren ve yeryüzündeki yaşamın yok edilmesi için planlar yapan şeytani güçler artık daha fazla kontrol sahibi olamayacak. Bu gezegeninizin yaşadığı gelmiş geçmiş en büyük savaştır. Kabal bu oyunu 2000 yıldır oynuyor. Siz, diğer taraftan, buna sadece yeni uyandınız. Bu sebeple kaybedecek vaktiniz yok: hız unsurdur. Varlığınız için ve gezegeninizin geleceği için savaşıyorsunuz. Bundan daha önemli hiç bir şey olamaz. Sadece gerçeğin sizinle yankılanması için dua edin ve tüm bu propagandalar bariz ortaya çıksın. Yalanlarına artık kanılmadığını fark etsinler ve sadece bundan sonra bile yenilgiyi kabul edeceklerdir. Eski atasözünü hatırlayın, “ bir süre bazı insanları aptal yerine koyabilirsiniz ama tüm insanlar her zaman değil.”

Biz, Ruhumuzla, burada gerçekten meydana gelmiş olan Veronika’yı apaçık ortaya çıkarabiliyorduk ve onun önemini de. Yakında bir gün, bunu herkesle paylaşma imkânı olacak. Ruhunda biliyordu ki Tor un tepesine çıkmak zorundaydı ve yaptı da.. Şimdi bunun sonucu olarak zatürre olarak acı çekiyor. Bu tarihi ziyaretin videosunu görebilirsiniz, ve o günün ne kadar soğuk ve kasvetli olduğunu da kendiniz görebilirsiniz. Biz dinlenmesi için yalvarmamıza rağmen, bu iş onun hayatının zirvesiydi. Kendini görevini tamamlamaya adamıştı ve sizin yardımlarınızla böyle de yapacak.
Tüm iyi dileklerini sunanlara teşekkür ediyorum, tüm enerjisi yollayan ve iyi düşüncelere teşekkür ediyorum. Bu ley hatlarının önemini bir an olsun bile hafife almayın. Bu çalışma mümkünse olabildiğince çok kişi ile, rahat bir koltukta ya da gruplar halinde fiziksel olarak gidilerek yapılmalıdır. Bu bağlı olduğunuz büyük savaş, kalbinizin ve mantığınızın aynı anda çalışmasını gerektirir. Şimdi artık kendi hayatlarınızın kontrolünü ele alıyorsunuz ve bir koyun gibi güdülmeyi reddediyorsunuz.
 
 Ruh ile Biz sizi sevgi ve ışık ile sarıyoruz.
Her zaman seni seven Monty.
Çev: Melis Kıvrak
 

Birhan Keskin seçme şiirler

 

KARINCA  
Ruhumdaki sabır, kalbimdeki aşkla kurdum kor dantellerden bu yolu, ormanın altına yeter ki oku onu.Senin gördüğün ağzımın kenarında duran dua, ben ayaklarımın altındaki toprağa, döktüğüm gözyaşına inandım.Öyle uzun ki dünya; katlanmaya, kıvrılmaya, açılıp çarşaf olmaya.Mümkündür yol yapmaya bir ömür, yol almaya.Ah! yine de yolumdaki kederi kimse bilmesin, büyüsün, genişlesin, dolansın ömrümü; kapısı kapalı çoktandır, penceresi dargın.Kim anlayacak bu kor işaretleri? Kimsenin dilinden okunmasın içimde ufalan.Ovada ve dağda saklı bir mavi için düştümdü yola. Benim de yaban bir çığlığım vardı, çok zaman oldu, teslim ettim onu rüzgara.Kışa girdik kıştan çıktık. Ama değişmiyor insan karınca duası diyorlar ördüğüm yola
 
DERİN ZAMAN  
Ben senin sınırlı gövden ile beni sonsuz sarmanı diledim. Uykum seninle kışın kolları arasında devrilerek dönerek tamamlansın, içimde kuzeyin kuşları sussun istedim. Kışı ve kışın kalbimde ağırlaşan meyvesini, çiy düşmüş, soğumuş, donmuş bir dili hatırlamak için beni büyüleyen o kimyanın boşluğunda durup yalvardım: Beni bu siyah boşluğun içine bırakma, derin bir zaman istedim senden, ama bana onu verme! Ne kışa ne yaza uygun kalbim, çatlat aramızdaki donmuş dili, yokluğunun sebebini anlatamadım kendime, yokluğun ne vakittir karlı bir tepe gibi içimde. Ayağa kalk, yaklaş, dilini döndür ağzında de ki: Ben onunla denizin dövdüğü dilsizzz taşlar üstünde sustuydum.  
 
TAŞ 
İlk benim yüzüme rastladınız, en eskisiyim buranın. Karnıyım dünyanın. Yeryüzünün ağrısı bendedir. Kum ve kayaç benim. Issızlık bilgisiyim ben, sessizlik bilgisi. Durmanın ve kalmanın büyük planıyım. Her şeyi gördüm, her şeyi. Suyun gidişini, ağacın çiçeklenişini. Tekrar tekrar gördüm ben daha da görürüm. Büyük zaman, benim. Denizler dalgalar dövdü beni, sert rüzgarlar yurt bildi zirvelerimi. Kırıldım, söküldüm, ufalandım; döndüm bitiştim tekrar kendime açsan, kırsan, baksan; bütün yeryüzü, her zerremde. Taş taşıdım, içim kendimden yorgun benim, dilim çok uzun bir yankı. En eskisiyim ben buranın. 
 
ÖTEKİ  
Ama siz yükseleceksiniz hep bembeyaz, onlar aşağıda siyah kalacak! Sizin başınız bulutlarda dursun onlar balçıkta bacak! Siz tatlı rüyalarınızı görün, onlar terleyip sıçrayacak! Genişleyin siz merkezde onlar kenarda daralacak! Onlar seyrek bir fotoğrafta uzağa bakanlar. Onlar bir ömür taşlara su tutanlar. Onlar bir hatırada donmuş duranlar. Onlar bu dünyada yanmış da külde uyuyanlar. Siz nasıl da menekşe gözlüsünüz onlarsa hep aç gözlü! Ah siz ölümsüzsünüz dünya üstünde, onlar ölümlü. Ve siz nasıl da güzel kokuyorsunuz, insanın hası Onlar kenarda kirliler; onlar atık, onlar sası. Ah siz, nasıl da "Siz"siniz buram buram, onlar avam. Bu cahilin, yoksulun, barbarın ışık neyine, onlar ziyan! Siz "It was very amazing" derken "and fun" Onlar özür dileyenlerdi ağacın ruhundan. Balkonunuz çok yüksek sizin baş döndürüyor. Dünya pek alçak bir yer olacak yakında öyle görünüyor.

YAPRAK 
Yorgundum..köklerimdeki uğultuyla ölümü beklemekten…yaz bitmişti..bir deprem sesi geliyordu..yaprağını savuran ağacın köklerinden.Ben doğurdum seni..içimdeki kaynaktan, acı sudan..ben doğurdum seni, bir hayal için..ödünç bir bahardan. 
 
İZ  
acıyla geçtiğim yoldan geçiyorsun izlerime rastlıyorsun, bıraktıklarıma, orada o yolda çekmiştim ruhumu patlatan fitili benden savrulan parçalar kurusa da, izleri var hala yolun kenarında. izini sür yolun, acının ormanı büyütür insani vakit geniştir, ufuk sandığından daha yakın acıyla geçtiğim yoldan geçiyorsun, ustası olacaksın içine gerdiğin tellerin hangi sızıyla titrer içinde, hangi sesle büyük bir ask, hangi sesle ölür, bileceksin. ne zamandı bilmiyorum. yaşadıklarından sana kalan tortu, seni olduğun yere çakan, olduğun yerde fırtına koparan korku. kendi sarmalında döndün, döndün, sanma ki daha dönmeyeceksin kalsan da bir yer için, aslında hep gidiyorsun. şimdi, acının ormanından geçiyorsun her şey bir daha kanasa da ne geçtiğin yola ne sana dokunabilirim ben geç meleğim, senin de şarkıların olsun içindeki telleri titreten.
 
SU 
Konuşmam artık, ağır sözler söylemem bir düş için sabahları göğsüme sedeften bir çiçek işlerim Hiç bilmedim, konuştuklarımdan ne anladın, ormanın korkunçluğunu söyledim, ovanın serinliğini sustum, sen uzun bir uykuyu uyudun, ben düş gördüm Durmadan bir yoldan söz ettim: suyum ben, adımı unutmadım, dolanıp, bir gün yanına düştüğüm bir dağdan söz ettim; dünyanın işine karışmadım, beni avutmaz dünya, beni tutmaz da, dolanıp içinde kirinin yine temiz geldim. Göğsümde sedeften bir çiçek taşırım: bir büyü bu, hayata karşı yaptırdım konuşmam artık, kalbini kırdımsa senin bil ki yanına düştüm.
 
DUA 
Kederli ömrümün kısa açan çiçeği bahar işte tekrar sana çiçeklensin diye yüzüm noktalanma, çoğal! değiş! tekrar ol! sebebim ol! kederli ömrümde
 
AYRILIK 
kaç gecenin çölüdür bu ayrılık kaç şiirin dölüdür üstüme örttüğün bu ince sessizlik kalbim alış artık, kır kendini kendi duvarında, sesini kendi duvarına haykır. tesadüfen birbirine rastlamış başka başka aşklarsızın siz artık geceyle gündüz gibi birbirine ayrılmış. o ki rüzgar, bir zaman senin çölünde kumlar uçurmuş, o ki gece ve esmer, görmüyor sahrayı, sesi içinde karışmış. her ayrılıkta kendine saplanan bir hançer kendi sabrını deneyen taş, kendi uykusuzluğunda yatak oldun. kül koy şimdi yanına korunun seni kavuran onu da yakmasın. aşkla besle kendini, gül yetiştir, sardunya çoğalt. ki, sen aşktan ve ayrılıktan başka ne anlıyorsun.

Rıfat Ilgaz - Ormanız Biz

Yaşayıp gidiyoruz bir arada Meşe, çam, köknar, kayın? Bırakın kirli kentlerinizi, Biraz da aramızda yaşayın! Varsın derinde olsun köklerimiz Yükselmek için yarış bizde. Görülmüş mü ağacın ağaca kıydığı, Sevgiyle yaşamak barış bizde! Mutluyuz birlikte yaşamaktan Meşe, çam, köknar, kayın? Sarılın toprağınıza bir çınar gibi Bize de kendinize de kıymayın. Ne demiş en büyük ozanımız Neden kulak vermiyorsunuz sesine Bir ağaç gibi hür yaşayın dememiş mi, Ve bir orman gibi kardeşçesine? 
 

Rıfat Ilgaz - Dört Mevsim

YÜZYIL’ımı dörde böldüm? Her bölümü bir mevsim, Biri kaldı, üçü gitti? YAZ’ı gitti, GÜZ’ü gitti, Karlı, tipili KIŞ’ı gitti, Yemyeşil bir bahar kaldı!


28 Şubat 2016

Türk Edebiyatı'nın usta kalemi Yaşar Kemal

Şu insanlar, şu dünyada var oldukça her şeye akıl erdirecekler, kartalın uçuşuna, karıncanın yuvasına, ayın, günün doğuşuna, batışına, ölüme, kalıma, her şeye akıl sır erdirecekler. Karanlığa ışığa, her şeye, her şeye akıl erdirecekler, tek insanoğluna güçleri yetmeyecek. Onun sırrına ulaşamayacaklar...Ağrıdağı Efsanesi 
 
Bizi düşünmeye alıştırmamışlar. Üstelik de düşünmeyelim diye ellerinden geleni yapmışlar. Allah beterin beterinden saklasın derler, bir de düşünenleri, gelin şuna düşünenleri demeyelim, düşünmeye çabalayanları hep öldürmüşler. Düşünmek, kişiliği olmak demektir. Düşünmek, en küçük anlamda, var olmak demektir. Ve insanlar düşünmeyi öğrendikleri zaman, dünyayı tarttıkları, ölçtükleri biçtikleri zaman, birtakım çıkarcıların, insanları yüzyıllardan bu yana köle olarak kullananların, ya bu çeşit, ya da şu çeşit, çanlarına ok tıkandı, demektir. Bizim çıkarcılarımız, çok kurnaz davranmışlar. Bilmişler ki, düşünen adam arayan adamdır. Arayan adam birtakım yenilikler bulan adamdır. Donmuş bir durumu parçalayan adamdır. Durumu olduğu gibi tutmak için insanları düşündürmemişler. İşte bizim tarihimiz aşağı yukarı bu. Bakar mısınız Osmanlı, İslam tarihine, kaç kişinin derisini yüzmüşler? Bu derisi yüzülenlerin birçoğunu tanıyoruz. O kadar da masumca, o kadar da az aykırı düşünmüşler ki, gene de düşünceye önderlik ettiklerinden dolayı yakalarını, derilerini zalimlerin ellerinden kurtaramamışlar...Zulmün Artsın

Kendine güvendiğin için yalancı değilsin. Yalan dolan bilmediğin için yalan karşısında yenileceksin. Yalanın gücü doğrunun güçsüzlüğünden değildir. Yalan teşkilat kurmuş, doğru yalnızdır. Yalanın geleneği var, senin doğrunun her gün yeniden yaratılması gerek. Her gün bir şafak çiçeği gibi yeniden açması gerek. Sen yenileceksin. Yenilmenin tadına varacaksın. Doğru yenilmeli. Yenilmeyen doğru yenmiş sayılmaz. Doğru yenile yenile öyle keskin bir hale gelmeli ki… Yüz bin yıl su altında, yıkanmış, düzelmiş çakıltaşı gibi ...Teneke

Kim bilir, bir insanın iyilik mi kötülük mü, dostluk mu düşmanlık mı düşündüğünü şöyle yüzüne bakınca, Kim bilir? Tanışmadan, konuşup görüşmeden bir insan korkuludur, başka bir şeydir. Yani herhangi bir şeydir. Konuşup görüşüncedir ki işte o zaman insan insan olur. Tanışmadan görüşmeden bir insan bir ıssız ada gibidir. Tehlikelerle doludur...Tek Kanatlı Kuş

"Dağlar, insanlar ve hatta ölüm bile yorulduysa, şimdi en güzel şiir, barıştır."

"Dünyanın bütün kötülüklerine baş kaldır. Bazen senin iyiliğin başkasının kötülüğüne de olabilir. Kendi iyiliğine de baş kaldır."

"İnsan, evrende gövdesi kadar değil, yüreği kadar yer kaplar."

Belki kuşlar çok derin, eski bir içgüdüyle buraya, o zaman kesilmiş olacak olan şu ulu çınarın üstüne, göğüne uğrayacaklar, bir an duraklayıp bir şeyler arayacak, bir şeyleri anımsamaya çalışacak, beton yığını evlerin üstünde küme küme dolaşacak, konacak bir yer bulamayıp bir uzak keder gibi başlarını alıp çekip gidecekler...Kuşlar da Gitti
 
O mavi kuştan, yanar döner kuştan... hani, su kıyılarındaki yarları yılan deliği gibi deler, çok derinlere kadar deler, ta dibine, toprağın altına gider, oraya yuvasını yapar. yuvalarının ağzında da her zaman bir çiçek biter. ya bir yoğurt çiçeği, ya bir pampal, ya ağınağacı çiçeği, ya bir su püreni. o kuş çiçeksiz edemez, işte o kuştan bir tane tutmalı...Yer Demir Gök Bakır

Şu dünyada her bir yaratığın tutunacak bir dalı var, insanın yok. Şu dünyada yalnız kalan, kimsesiz çaresiz olan yalnız be yalnız insandır. Herkesin, her şeyin yaşaması, ölümsüzlüğü var, insanın yok. Ağaç, kuş, otlar, böcekler, yılanlar çiyanlar, hiç birisi, hiç birisi yok olmuyor. Ama insan yok oluyor. Çünkü insan kendinde başlayıp, kendinde bitiyor...Çukurova'da Kaybolmak
 
İnsanı yürek değil, düşünce yürekli yapar. Koşullar yürekli yapar...Bindiler de çektiler gittiler, o iyi insanlar , o dünya güzeli atlara ...
Çukurova'da Kaybolmak
 
O yiğitler , o her birisi kaplan örneği şahinler, o ceren gibi atlara bindiler de başlarını aldılar gittiler. Bir daha, bir daha hiç gelmeyecekler. Hiç hiç hiç! Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık.Şu dünyanın yaşaması müşkül hal ilen. Bin iyiyi bir kötüye kul eden...Demirciler Çarşısı Cinayeti 

“Ben diyorum ki size

Bir dil bulacağız her şeye varan

Bir şeyleri anlatabilen

Böyle dilsiz, böyle düşmanca,

Böyle bölük pörçük

Dolaşmayacağız bu dünyada”...Bugünlerde Bahar İndi

 

Yaşar Kemal’i  28 Mart 2011 tarihinde Çağdaş Gazeteciler Derneği’nin ödülünde, konuştuğu o cümleleriYazarları, gazetecileri, gazeteleri satın almak, batan Osmanlıdan kalma bir gelenektir. Daha da yoğunlaşarak sürüyor. Özgürlük düşüncesi sınırsızdır. Basın, dünyamızdaki pek çok kötülüğün bilinmesini, duyulmasını sağlayarak önemli savaşımlar vermiş, kahramanlar yetiştirmiştir. Düşünceyle uğraşmak, düşünceye önem vermek baskıcı düzenlerde her insanın başını belaya sokuyor. Bugüne kadar basın şöyle bir doyasıya özgürlük yüzü göremedi. Hep baskı, hep baskı, hep satın alma…Yargı mekanizması adalet yerine öfke ve korku kaynağı olursa işte bir ülke böyle olur. Hapishane kötüdür, ölüm gibi. Bilincine varınca düzleşir, olağanlaşır. İnsan soyunu zulüm kadar hiçbir şey küçültmez. Ne derler, zulmün artsın ki tez zeval bulasın… Zulüm aşağılık, insanlık dışı bir şeydir, ölümden de beterdir. Bilincine varınca olağanlaşır. Hepsinden beteri de insan soyunun yakasına yapışmış korkudur. İnsan, insan soyu korkuda çürümez. Zulüm aslında korkudur! Diyorum ki, korkulmasın, bugünkü, bu gelip geçici duruma bakıp umutsuzluğa düşmenin bir gereği yok… Bugün hapishanelerde veya mahkeme kapılarına gitmeyi beklerken mesleğinin ve insanlık onurunun hakkını verenler var. Onlar ve onların hakları için omuz omuza yürüyen, sesini yükseltenler insanlığımızın daha bitmediğini, vurdumduymazlığımızın bizi öldürücü hale getirmediğini kanıtlıyorlar. İnsanoğlu umutsuzluktan umut yaratandır. Demokrasiyi yaratmak insanlığın büyük gücü olmuştur. Çok söyledim, tekrar söylüyorum. Ya demokrasi ya hiç…Ve Türkiye hiçe layık değildir. Selam olsun düşünce özgürlüğü ve insan hakları için direnen meslektaşlarıma. Selam olsun insanlık toptan tükenmedikçe umudun da tükenmeyeceğini gösterenlere!”   Yaşar Kemal



"Evrende iki sonsuz doğurgan yaratıcı güç vardır. Biri insan, öbürü doğa. İnsan, yaratıcılığını yitirdiği gün, doğa yaratıcılığını bitirdiği gün her şey bitecektir."
 

26 Şubat 2016

Bertolt Brecht - Demişsiniz Öğrenmek İstemem Hiçbir Şey


Duyduğuma göre,
hiçbir şey öğrenmek istemem, demişsiniz.
Siz bir milyonersiniz öyleyse.

Korkunuz yok geleceğinizden,
pırıl pırıl önünüz, aydınlık.
Ne güzel kader hazırlamış ananız babanız size,
takılmayacak ayaklarınız hiçbir taşa.
Kalın isterseniz olduğunuz gibi,
ne olacak sanki öğreneceksiniz de.

Bazı zorluklar çıksa da karşınıza,
boş yere üzmeyin kendinizi;
Gösterirler size önderleriniz
yapmanız gereken şeyi.
Öğrenmişlerdir onlar nasıl olsa
bütün engelleri aşmanın yolunu,
bilirler nedir her devirde geçer akça.

İşte her şey önünüzde hazır, ne isterseniz,
gerek yok parmağınızı bile oynatmanıza.
Kurulmuş olsaydı düzen başka türlü,
o zaman gerekirdi bir şeyler öğrenmeniz.

Türkçesi: A.Kadir

24 Şubat 2016

Ugur Gökbulut - Beni İyi Dinle Kızım

Bak kızım; yol arkadaşını, hayat arkadaşını iyi seç.
Sevgiyle büyüdün ve sadece sevgiye alışık senin yüreğin.
bil ki; içinin ısınmadığı herkes incitebilir seni.
Ve seni üzgün görmek benim de nefesimi keser.
Bir adamı seveceksen, sadece sana iyi gelen sözlerine, seni alıp götüren gözlerine takılma, ayrıntılara da takıl kızım.
Gözleri değişebilir, sözleri değişebilir, seni sevdiğini söyleyen adam bir anda hiç de görmek istemediğin bir hale dönüşebilir.
Şimdiyi düşünme hep, ara sıra kaldır gözündeki perdeyi de, biraz da onunla yaşamayı düşündüğün geleceğine bak.
İhanetini, yalanını, saygısızlığını ve benim sende görmeye dayanamayacağım hiçbir davranışını sakın affetme kızım.
Kazancına değil, adamlığına bak. para kazanılır, kaybedilir, ama adam dediğin öyle kolay bulunmaz kızım.
Kolay büyümedin, kolay gelmedin sen bugünlere.
Hayatın seni hırpaladığı zamanlarda da, öyle kolay pes etme kızım. Çünkü yüzünün her halini ezbere bilirim ben.
Seni herkes sevebilir, ama ben seni bir başka severim.
Ne demek istediğimi sen de bir kızın olduğunda anlayacaksın.
Ve bil ki; ömrüm yettiğince yanındayım her zaman.
Sen benim, hep o minik kızım olarak kalacaksın.


21 Şubat 2016

Tolstoy şu cevabı verir : Gorki! Ben ispinoz kuşu değilim ki her zaman aynı türküyü söyleyeyim. İnsan kalbinin bin türlü nağmesi var. Bugün de başka bir nağmemi terennüm ediyorum…

Bir gün Tolstoy ile Maksim Gorki Kırım’da gezinirlerken Tolstoy bir kuşun ötüşünü duyar. Kuşu merak ettiğini hisseden Gorki, Tolstoy’a daha bu ne kuşudur dedirtmeden ispinoz olduğunu söyler. İspinozun hep aynı öttüğünü de sözüne ilave eder...Sonra filozofiye dalıverirler. Tolstoy bir husustaki görüşlerine muhalif şeyler söyler. Oysa daha önce farklı düşünmüş farklı söylemiştir. Bu farklılığı gören Gorki hemen soruverir; Üstad! Önceleri böyle düşünmüyordun, farklı düşünüyordun. Oysa görüyorum ki şimdi yeni şeyler söylüyorsun. Kendinle çelişmiyor musun? 

Tolstoy şu cevabı verir : Gorki! Ben ispinoz kuşu değilim ki her zaman aynı türküyü söyleyeyim. İnsan kalbinin bin türlü nağmesi var. Bugün de başka bir nağmemi terennüm ediyorum… 

 

Frida Kahlo "Kendi portremi resmediyorum çünkü çoğunluklukla yalnızım, çünkü en iyi tanıdığım insanım."

 
- Ayaklar, uçmak için kanatlarım varken sizi neden arayayım?
- Kendi tenimden daha çok seviyorum seni.
- Kendi portremi resmediyorum çünkü çoğunluklukla yalnızım, çünkü en iyi tanıdığım insanım.
- Başıma gelen en iyi şey, acı çekmeye alışmaya başlamam.
 - Rüyaları ya da kâbusları asla resmetmedim. Resmettiklerim benim kendi gerçeklerimdi.
 
 

Cemal Süreya'nın kendisini anlattığı yazı

Bütün çocuklar anlar da Okul kitaplarına girmez benim şiirim. Hayatım alev halidir Çiçek tozudur Kırılmış dalın türküsüdür.

Bir de kendi kendime sesli konuşmam var. Ben asıl ordayım işte. Duygulu bir adamım ben. Öfkem belli olur, coşkum ortaya çıkar da, sevincim, üzüncüm dibe akar, orda büyür. 

Dikkat ! Okul Var

Şanssız mıydık? haksızlık olur şimdi
Düşünsene nasıl geçmiştik hızla
Birleşen iki güvercinin arasından
Hiç dokunmaksızın onlara


Bende tarçın sende ıhlamur kokusu
Az mı dolandık Başkentin sokaklarında
Ama işte şölenin kaçınılmaz acısı
Bizim payımıza düştü sonunda


Aşkımız şimdi görklü bir hayatın
Yabancaya berbat bir çevirisi
Sen metinde üç beş satır atladın
Ben geçmiş zamanda dondurdum fiilleri


Sen ki özenle katlanmış bir mendil gibiydin
Düşünür müsün zaman zaman acaba
Nelerle ödedik şu mevsimi
Ve gün nasıl vuruyor topuklarımıza


Şanssızım diyemem ben kendi payıma
Oluyor böyle şeyler ara sıra
Sözgelimi okul kitaplarına girmez şiirim
Bütün çocuklar anlar da


20 Şubat 2016

Ünlü yazar Tezer Özlü…


Hangi Ünlü Yazarın Gizli Defteri Ortaya Çıktı?
Ünlü yazar Tezer Özlü…
18 Şubat 1986 yılında kanserden kaybettik onu. Türk edebiyatının nostaljik prensesi olarak tanır sevenleri…

1985 yılının aralık ayında ünlü yazarın kızı Deniz Kıral, annesine bir dizi sorular yöneltir.

Tezer Özlü kızının sorduğu soruları duyarlılık ve içtenlikle yanıtlar. Borges Defteri adı altında bir grubun tartıştığı ve gün yüzüne çıkan işte o soru ve yanıtlar:

Deniz Kıral: Hasret nedir?
Tezer Özlü: Hasret, eğer kavuşulmazsa en güç duygudur.

- Aşk nedir?
 Aşk birisinin gece ve gündüz " sinirlenmeden " yanında olmak istemek, ayrılınca özlemek ve sadık olabilmektir.

-İdeal Kadın ?
İdeal kadın, hoşnut olan kadındır.Sevinç, hayatı sevmek, geçen yaşanan an ve olaylardan mutluluk duymaktır.

- İdeal erkek?
 İdeal erkek bence Hans- Peter'dir. Hem para kazanmayı, hem ev işini sever. Hem konuşkandır, hem de yardımsever.

- Şu anda ne isterdin ?
 Şu an ve hep, deniz kenarı ile güneş ve bahçe isterim.

- Çocukken ne ile oynardın ? (oynuyorsun? )

Çocukken elma ağaçları, su, toprak ile oynardım.

- Sevinç nedir?
 3 insan : Sen , Sezen, Hans- Peter

- Üzüntü nedir?
 Üzüntü acı'dır. En üzücü olay, başkalarını üzmektir.

- Bir adaya yalnız gitmeye karar versen neleri alırdın? Kitap, TV… (Sadece yedi eşya üç insan [canlı] yanına alabilirsin.)
 Adaya : 1.TV, radyo, kitap, bisiklet, kuş tüyü yastık, warmeflashke, wolkman alırdım.

- Nerede yaşamak isterdin?
 Antalya, Kaş tarafında.

- Nerede tatil yapıyorsun ?

İtalya'da.

- Şu an kaç TL cebinde var?
 110 TL var.

- Evde ne tür müzik dinliyorsun?

 Senin dinlediğin müziği mecburen dinlerken, bir de bakıyorum sevmişim.

- Ne biriktiriyorsunuz?
Hiçbir şey biriktirmiyorum.

- Hayatında kimi tanımak istersin?
Tanıdıklarımdan memnunum.

- Yanında çok para var (diyelim ) ve alışveriş yapman lazım (mutlaka !!), ne alırdın? (Ev için değil kendin için)
Etek kaşmir ve kazak kaşmir ve beyaz bluz.

- Nena'yı tanıyor musun?
Bir yıldır her gün Nena dinliyoruz.

- Ne düşünüyorsun Nena hakkında?
Nena canlı, seksi ve şarkılarının sözleri güzel.

-Madonna (Amerika'da şarkıcı!) nasıl bir tip?
Madonna çılgın.

-Allah'a inanıyor musun?
Allah'a inanıyorum.

- Nelere gülersin?
En çok Hüseyin Baş'ın esprilerine ( o da hapiste )

- Başından inanılmayacak, garip ya da komik bir olay geçti mi? Anlatır mısın ? (Yazar mısın demek istedim )
Başımdan çok garip olaylar geçti. En garip olay, sevdiğim halde, Erdem'den severek boşanmam.

- Nasıl tip insanları sevmezsin?
Para düşkünü, şöhret hırslı insanları sevmem.

- Beni seviyor musun?
Seni dünyada en çok seviyorum.

- Eee şey bu defteri nasıl buldun ?
Defteri güzel buldum.

- Doğum gününde ne istersin?
Doğum günümde sevdiklerimle olmak isterim.

- Ne iş yapıyorsun?
Ev kadınıyım şimdi.

- Deftere bir resim çizer misin ( hatırım için lütfen)?
Resim çizemediğimi bilirsin.

- Bir fıkra yazmayı da unutma LÜTFEN !
Fıkra da bilmem.

- Canın sıkılırsa, boş zamanın olursa, yağmur da yağıyorsa, uykun da yoksa… ne yaparsın?
Uyumadan uyanır yatarım, okurum, ya da telefon ederim, ya da meyva atıştırırım.

- Spor yapıyor musun, neee?
Hayır, spor yapmıyorum.

- Aya gitmek ister miydin?
İstemem, hiç istemem.

- Ne tür kitap okuyorsun?
Roman okuyorum.

- Rüya görüyor musun, neee?
Bazen güzel, rüyalar görüyorum. Deniz, yaz, sevdiğim, özlediğim insanlar.

- Birisi seni bıçakla tehdit ediyor diyelim, ne yaparsın?
Dostça konuşmaya çalışırım.

- Başbakan olsaydın… (nerde) ne yapardın ?
Ülkeyi kalkındırır, herkese refahlı ve eşitlik getirmeye çalışırım.


- Picasso'yu nasıl buluyorsun?
Picasso resimde devrim.

- Yemek pişiriyor musun ? Seviyor musun ?
Pişiriyorum, baya severek pişiriyorum.

- Şimdiye kadar bir şey kazandın mı ? (para hariç )
Seni ve yazdığım üç kitabı, bir de İsviçre pasaportu.

Kızı ünlü yazara sormaya devam eder:

Renk : Beyaz.
Film : Tarkowski Nostalgia, Erdem Kıral Hakkari'de Bir Mevsim.
Seri : Yok
Yapı : Süleymaniye Camii
Hayvan : Victoria
Bitki : ( Gül ) Çınar Ağacı
İnsan : SEN
Çiçek : Gül
Kitap : Pavese'nin " Genç Ay " romanı
Dergi : Edebiyat Dergileri ( hepsi battı, çıkmıyor )
Ders: dersleri sevmem
Bilgin: Bilginlerin hepsi ( atomu yapanlar hariç)
Ressam : Picasso
Rejisör : Erdem Kıral
Artist : Gian Maria Volonte
Tiyatro Oyuncusu : Genco Erkal
Yazar : Cesare Pavese Peter Weiss
Mimar : Mimar Sinan, Marcello Morandini
Heykeltıraş : Heykelden pek anlamam
Şarkıcı : Eglesias
Şarkıcı : Nena
Müzik Grubu : Los Paraguaos ve diğer Latin Amerika grupları
Besteci : Mozart
Söz Yazarı : Tanımıyorum
İçecek: Limonlu Çay

Sevmediğin :Domuz Eti, Ekmek Kadayıfı, Anadolu, Gri, Dallas Serisi
Yapı: Odakule
Hayvan : Av Köpeği ( beni ısırdı )
Rejisör : yeni Fransız rejisörleri
Tiyatro oyuncusu bilmiyorum
Bitki : diken
İnsan : bütün faşistler
Çiçek : hepsini severim
Kitap : Simmel'in kitapları
Dergi : Quik
Ders: hepsi, matematik
Bilgin: Nobel
Ressam : Birçok ressamı sevmem
Artist : Sophia Loren ( belki haksızlık ettim )

- Sence ben neyim?

Benim en değerli varlığımsın.

- Niçin ? Neden ?
Tatlısın,Akıllısın, Güzelsin, olumlu bir insansın.

- Beni nerede tanıdın ?
Karnımda


6 Aralık 1985

15 Şubat 2016

Bir Ozan Bir Devlet Adamını Sorguluyor - Bülent Ecevit

yıldızlı bir gecede / göğe bakmayalı / kaç ay geçti / anımsar mısın / yıldızlı bir gecede / ya da güpegündüz / canevinde duymadan / sonsuzluğunu göğün / ya da bir sabah / çiçek açtığını ansızın / farketmeden / bahçendeki ağacın / hele bir de işitmeden / işine giderken / bilmeden ezdiğin / karıncanın sesini / nasıl bilesin / evrendeki yerini de / nasıl yönetirsin / ülkeni


Francis Bacon 'Kuşku'

Kuşlar arasında yarasa ne ise, düşünceler arasında kuşku da odur: ikisi de hep alacakaranlıkta uçarlar. Kuşkularımızı baskı altına almak, hiç değilse göz altında bulundurmak zorundayız çünkü kafamızı bulandırır, arkadaşlarımızı yitirmemize yol açar, işimizi alt üst edip çığırından çıkarır. Kralları zorbalığa, kocaları kıskançlığa, bilgin kişileri bocalamalara, kara düşüncelere sürükler kuşku. Gönlümüzün değil, kafamızın bir yetersizliğidir kuşkular. Yiğit yaratılışta kişilere kuşkunun pek zararı dokunmaz çünkü böyleleri çoğunlukla enine boyuna düşünür, haklı bir neden bulmadıkça bir konuda kuşkuya kapılmazlar; korkak yaradılışlarda ise kuşku çok kolay kök salar. İnsanı, az bilmek kadar kuşkulandıran hiçbir şey yoktur, onun için kuşkuyu bilgimizi arttırmakla yenmeye çalışmalıyız, sürekli içimizde taşımakla değil. Ne istiyor insan? Çalıştırdığı ya da birlikte iş gördüğü kimseleri birer ermiş mi sanıyor? Onların da kendi çıkarlarına bakacaklarını bilmiyor mu? Bu bakımdan kuşkularımızı gidermenin en iyi yolu, bu kuşkular gerçekleşmiş gibi işlerimizi görmek, yanlışmış gibi de dizginlemektir. Kuşkularımızdan, kuşku duyduğumuz şey gerçekmişçesine tetikte olmaktan yararlanmalı ancak bundan zarar da görmemeliyiz. İnsanın içinde kendiliğinden doğan kuşkular çok can yakar. Gerçekte böyle kuşku ormanına düşen insanın yolunu bulabilmek için başvuracağı en doğru şey, kuşkulandığı kişi ile açıkça konuşmaktır. Böylece, insan hem gerçeğin iç yüzünü eskisinden daha iyi öğrenmiş olur hem de karşısındakinin kuşku uyandırabilecek davranışlardan bundan böyle sakınmasını sağlar. Ama, bayağı yaradılışta kimselere bu yol uygulanamaz, çünkü onlar kendilerinden bir kez kuşku duyuldu mu bir daha hiçbir zaman içtenlik göstermezler, İtalyanlar, "Sospetto licentia fede"1, derler, kuşku inancı başından savarmış sanki. Oysa gerçekte kendini haklı çıkarabilmek için, inancı körüklemesi gerekir...Francis Bacon
 

13 Şubat 2016

Adalet Öldü!

Çok eski yıllarda İngiltere’de bir gelenek varmış. Sıradan bir vatandaş öldüğünde kilisenin çanı bir kez çalınıp herkese duyurulurmuş. Bir asil öldüğünde iki kez, kralın bir yakını öldüğünde üç kez, kral öldüğü takdirde ise dört kez çalınırmış. Günün birinde herkesin hak aramak için sığındığı mahkeme, bir vatandaşı haksız yere mahkum etmiş…
 
Ve kilisenin çanı tam beş kez çalmış. Ahali merak içinde kalkıp papaza koşmuş; -“Ey papaz efendi, kraldan daha önemli biri var mı ki o ölünce çan beş kez çalınsın?
 
” Papaz yanıt vermiş: -“Kraldan daha önemli bir şey var!” 
 
ADALET ÖLDÜ… 
 
 


Murathan Mungan - Şairin Romanı

Bütün zamanlar birbirine benzer, birbirine benzemeyen anlardır… Hafızamız bütün yaşadıklarımız değil sadece unutamadığımız anlardır. Ortak yaşanılanı bile herkes zamanla başka türlü hatırlar. Bir gün belki siz de şu içinde yaşadığınız anı farklı hatırlayacaksınız.

Güneş herkese doğar ama herkes eriyen kardan aynı dersleri çıkarmaz.

Ne tuhaf! İnsanoğlunun yaşamda en geç keşfettiği şey şimdiki zamandı. İnsan içinde yaşadığı ânı derinleştirmeyi zamanla, yani zamanı azaldıkça öğreniyordu.

Yazık, bazı şeyleri kaybolmadan öğrenemez ki insan.

Kimse sandığı kadar dayanıklı değildir. Herkes bir gün incitilir.

Bilmek hayatta kalmaktır. Unutmayın ne kadar çok şey bilirseniz yaşama şansınız artar. Hem sonra öğrenmeyi bir sanat, bir yaşama biçimi haline getirmeniz gerekir, bunu sırrıysa öğrenmenin aynı zamanda bir haz, bir zevk olduğunu anlamaktan geçer. Öğrenmenin hazzı olmadan insan tamamlanmaz. Bakın çevremizdeki birçok insanın yarım kalması bu yüzdendir.

Aklın kurallarına çok teslim olmamak gerek. Bizim yanılgımız tüm evreni aklımıza sığdırmaya çalışmamız bence. Aklımızla açıklayabildiklerimizin tüm evreni anlamaya yeteceğini sanıyoruz.

Ayrılık da tane tane birikir.

Sıradan şeyler hakkında yalan söyleyenler yalnızca yalancıdır, önemli şeyler hakkında yalan söyleyenler ise şair olur, bu yüzden hakikatler şairlerin en iyi konusudur.

Boşluk hep vardır. Boşluk bir tür yoğunluktur aslında. Biz içini göremediğimiz için boşluk diyoruz ona.

En büyük çaresizlik varoluştur. Niye var olduğunu anlamadan var olursun çünkü.

Geleceğimizi yapan şey, yazgımızdan, bize tanınan olanaklardan, karşımıza çıkan fırsatlardan çok, ruhumuzun şiiridir. Bizde olan bir şeydir.

Gerçek dediğin inandıklarından yapılır zamanla.

Çocukken çok büyük diye anımsadığımız bahçeleri, evleri, avluları yıllar sonra ziyafet ettiğimizde çoğu kez çocukluk imgelemimizin bizi yanıltmış olduğunu görür, gördüklerimiz karşısında hayal kırıklığına kapılırız. Hiçbir şey bizim hatırladığımız ve sandığımız kadar büyük ya da geniş değildir. Bizi yanıltan çocukluktur diye düşünürüz. Belki de büyümemiş çocukların hayatları boyunca yanılmamaları bu yüzdendir.

Her şey topraktan geliyor ve toprağa dönüyor aslında.

Akıl oyunlarını hangi çeşidi olursa olsun, kâinatın ve insanlığın birçok gizini berraklaştırırken, bir yandan da tabiatı ve yaşamı yeniden bulandıran tuzaklar kurabilir insana. Akıl, asıl kendisine oyun oynamaya başladığında tehlikeli olmaya başlar.

İnsan, yalnızca giderken değil, dönerken de kaçabilirdi.

Güven kazanılan bir şey değil, inşa edilen bir şeydir.

Hayat boştur! Herkesin her zaman dediği gibi boş! Onu dolduran anlamdır yalnızca. Bizim ona verdiğimiz çeşitli anlamlar. Bazıları hayat anlamından boşaldığında, onun gerçek yüzünü gördüğünü sanır; hayatın görülecek bir yüzü bile yoktur oysa. … O kadar boştur işte hayat, sen bir an önce onu kendi anlamlarınla doldurup güzelleştirmeye bak! Ömrünü ancak böyle hayat yapabilirsin.

İnsanın kaderi, karakteridir. Bilinci artan kişinin kaderi de artar.

Bir insan kalabalıklar arasında kendini saklamak istediğinde görünürlüğün derinlerinde kaybolarak da yapabilir. Hep orada durduğu halde hiç kimse farkına varmayabilir onun. Saklanmanın bir yolu da budur.

Bir insan yaşamı boyunca, en eski anısını arar.

İnsanların yüzüne değil, tabiatına baka baka felsefeci olunur.

Görünmez bağların sahiplerine ettiği oyunlar tükenmezdi. Yaşam bağ oyunlarından oluşuyordu. Her şeyin birbirine bağlı olduğu söylenen bağ oyunlarından. Hayat bir bağlılık yemini idi.

Bazı insanlar meşe ağacı gibidirler, eğilip bükülmezler sadece kırılırlar.

Değişmezliklerin insanda kimi zaman ümit, kimi zaman ümitsizlik uyandırdığını bilmiyor değildi. Zamanın en büyük aldatıcılığı, nelerin değişip nelerin değişmediğini insanlardan saklamaktaki hüneriydi; belki de değişenleri değişmeyenler sayesinde gözden kaçırabiliyordu.

Dilin ilk var oluş biçimi şiir aslında.

Şiirin göğünde tesadüf kuşları uçar.

Bir şairi rüzgârından tanırsınız.

Doğada sözcük yoktur derim ya hep, evet doğada sözcük yoktur ama doğada şiir vardır. İnsan doğada olmayan bir şeyin yardımıyla doğada olan bir şeyi yeniden yapar yaratır.

Bazı mevsimler bir günde gelir.

Matematik doğanın dilidir; bizimle böyle iletişim kurar. Sözcükler gibi rakamlar da doğada yoktur, ama doğanın düzeninde matematik vardır. Bize düşen rakamlar yoluyla düzenin işleyişini bulmaktır. Doğayı, evreni anlamamızı sağlayan şey, aynı yasalarla kurulmuş olan zekâmızın işleyiş biçimidir.

Suyun konduğu kabın şeklini alması gibi bazı ruhlar da içine kondukları bedenin özelliklerini alırlar. Bazı insanların çirkinliğinde aynı zamanda onları görebilmemiz bundandır.

Şairlerin ortalığa hâkim olacağı saatler herkesin uykuda olduğu saatlerdir. Gece yarısından sonradır ve sabahın ilk saatleridir. Herkesin uykuda olduğu saatleri kullanır şairler. Çünkü zaman hırsızıdırlar. Başkalarının zamanlarını çalarlar. Yeryüzünün saklı zamanlarını, uykulu zamanlarını kullanırlar.

Bazı mektuplar vicdan yerine geçer.

Ölülerimiz yaşayan bir parçamızdır biz yaşadıkça.

İyi şiir doğa gibidir… En çok kullanılan kelimelerle bile şaşırtmayı başarır.Şiir önce kelimelerle kurulan ilişkide başlar, kelimelerin kullanılışında değil.

Bazen şiir yazılmaz, şiir uyandırılır. Taze yağmur sonrası yapraklarda kalan su nasıl umulmadık bir şeyi uyandırırsa.

Zümrüdü Anka Kuşu Hikayesi

 
Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg Anka, Bilgi Ağacı' nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş...Kuşlar Simurg' a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg' u bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler. Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg'un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg' un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg' un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler. Ancak Simurg'un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı'nın tepesindeymiş. Oraya varmak için yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş.

Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. Yorulanlar ve düşenler olmuş. Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp; papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş (oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış); kartal; yükseklerdeki krallığını bırakamamış; baykuş yıkıntılarını özlemiş, balıkçıl kuşu bataklığını.

Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış. Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen Altıncı Vadi "şaşkınlık" ve sonuncusu Yedinci Vadi "yokoluş" ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş...

Kaf Dağı'na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış. Simurg'un yuvasını bulunca ögrenmişler ki; "SİMURG ANKA - Otuz Kuş" demekmiş. Onların hepsi Simurg'muş. Her biri de Simurg' muş.

Simurg Anka'yı beklemekten vazgeçerek, şaşkınlık ve yokoluşu da yaşadıktan sonra bile uçmayı sürdürerek, kendi küllerimiz üzerinden yeniden doğabilmek için kendimizi yakmadıkça, her birimiz birer Simurg olmayı göze almadıkça bataklığımızda, tüneklerimizde ve kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayacağız.


Echo & Narkissos

Bir Çiçeğin Öyküsü... 
Narkissos adında genç ve çok yakışıklı bir çoban vardı. O ormanlarda dolaşırken, bir peri kızı tarafından fark edilir. Peri kızının adı çok güzel olan Ekho'dur. Ekho bu yakışıklı çobana delicesine aşık olur. Ancak Narkissos Ekho'yla hiç ilgilenmez, sadece kendini görür ve kendiyle ilgilenir. Bu durumda aşk ateşleri içinde yanan Ekho kahır olur ve içine kapanır. Günden güne erir ve sonunda ölür. Öldükten sonra bedeni etraftaki dağlar içinde yok olur ve sadece sesi kalır. Bu sesin adına da Ekho, yani yankı deriz bugün. Ancak Olimpos dağında oturan büyük tanrılar Ekho'nun yaşadığı drama seyirci kalmazlar, Narkissos'u cezalandırırlar. Bir gün yine koyun sürüsüyle dolaşırken çok susamış. Berrak bir pınarın başına geldiğinde eğilir ve ilk defa suyun yansıttığı kendi yüzüne çok dikkatli bakmaya başlar. Ne kadar yakışıklı olduğunu farkeder ve kendi resmine aşık olmaya başlar. Kendini öylesine sevmeye başlar ki, başka bir şey görmez. Yemeden ve içmeden tamamen kesilir, sadece kendi yansımasına bakar durur. Bu sefer Narkissos'da Ekho'nun kaderine ortak olur, günden güne erir, zayıf düşer ve sonunda ölür. Ancak o da Ekho gibi bir iz bırakarak gider: Ölü bedeni Narkissos çiçeğine, veya bizim dilimizde Nergise dönüşür. 


10 Şubat 2016

Bertolt Brecht - Sevgililer

 
 Bak! Gökte yay gibi uçan şu turnalara
Uçarlarken bir yaşamdan bir başkasına
Bulutlar da birlikte gidiyor onlarla.
Bulut ve turnalar
İkisi de aynı yükseklik ve aynı telaş içinde
Yerlerinde duramadan
Yan yana, kısacık uçtukları o güzel göğü
İkiye bölüyorlar.
Her biri öbürünün salınışından
başka bir şey görmeden
Aynı rüzgârı duyuyor.
Şimdi yan yana yatan bu çifti
Rüzgar boşlukta öylece sürükleyebilir.
Bu uyum bozulmadıkça
Uzun süre kimse onları ayıramaz.
Yağmurlardan ve kurşunların vızıldadığı
Her yerden uzaklaşabilirler
Güneşin ve ayın altında küçücük hareketlerle
Birbirlerine sevdalı, uçarlar sonsuza.
Hey sizler, nereye?
- Hiçbir yere.
- Nereden?
- Her yerden.
Soruyorsunuz, ne zamandır birliktesiniz?
Çok olmadı.
- Ne zaman ayrılacaksınız?
- Hemen.
İşte böyle bir anlık birlikteliktir,
sevenler için sevda.
 
 

Film: Buster Keaton & Samuel Beckett [1965]

 


Film, Samuel Beckett'in yazdığı tek senaryodan çekilen 1965 ABD yapımı filmdir. 


09 Şubat 2016

Atatürk'ün Son 100 Günü

31 Temmuz 1938 / "Sonuç, ciddi ve vahimdir."
Avrupa'dan doktor getirildiğinde iş işten geçmiş olacaktı, Mustafa Kemal, yaşamının son günlerine giriyordu.

31 Temmuz 1938 / "Sonuç, ciddi ve vahimdir." 

1 Temmuz günü önce Dr. Eppinger İstanbul'a geldi ve diğer meslektaşını beklemeden hemen Atatürk'ü muayene etti. İlk tepkisi, kötü bir Fransızca'yla "Un cas triste (Güç bir vaka)" demek oldu.

Almanya'dan davet edilen Prof. Bergmann, Avusturyalı meslektaşından bir gün sonra geldi ve o da, hastayı muayeneyle işe koyuldu.

Sonunda Türk ve yabancı hekimler bir arada toplanıp, son bir rapor yazmaya koyuldular. Adeta her kafadan bir ses çıkıyordu. Doktorlar o günkü raporda "Atatürk'te bir siroz vardır" ifadesini ilk kez bu netlikte yazdılar. Raporun sonundaki ifade ise aynen şöyleydi:"Sonuç, ciddi ve vahimdir."

O gece Atatürk'ün Yaveri Salih Bozok, bir mektupla, bu sırrı, Ankara'ya İsmet Paşa'ya duyurdu: "Aziz ve Muhterem Büyüğüm İnönü, Ben bu mektubu sonuna kadar yazmaya, siz de okumaya bilmem muvaffak olabilecek miyiz? Parmaklarım kırık, gözlerim kör olsaydı da ben size böyle acı bir mektup yazmaya muktedir olmasaydım. Fakat vatan aşkı, millet ve memleket sevgisi ile işittiklerimi, gördüklerimi acı ve feci de olsa size bildirmeyi bir vazife, bir borç bildim ve bu mektubu yazmak mecburiyetini hissettim. Sevgili Paşam, Büyük kurtarıcımız Atatürk'ümüz dün, ecnebi profesörlerin de bulunduğu bir sıhhî heyet tarafından muayene edildi. Konsültasyon neticesinde icap edenler yapıldı. Fakat bu konsültasyonda bulunan bazı doktor arkadaşlar tarafından bana mahrem olarak söylenenlere ve benim de görüp anladığıma göre Atatürk'ümüzün bugünkü sıhhî vaziyeti korkulacak kadar vahimdir. Kalbim parçalanarak size bu elim haberi vermek mecburiyetinde kaldığım için ayrıca acı duymaktayım. Artık buna göre ne yapmak ve nasıl bir tedbir almak lazımdır, bilemem. Ankara'da bulunduğunuz için buradaki vaziyetten sizi, memleket ve milletimin büyüğü, kıymetli İnönü'müzü haberdar etmekle vicdanî vazifemi yapmak istedim. Gözyaşlarımla ve derin saygılarımla ellerinizden öperim."

Bozok, bu mektubu oğlu Cemil'le Ankara'ya gönderdi.

3 Ağustos 1938 / ''Atatürk'ü gördüğün zaman, benim tarafımdan ellerini, yüzünü hasretle öper misin?''

3 Ağustos 1938 / ''Atatürk'ü gördüğün zaman, benim tarafımdan ellerini, yüzünü hasretle öper misin?''
İsmet Pasa, mektubu okuduktan sonra şu cevabı yazdı: "Kardeşim Salih, Mektubunuzu büyük teessürle okudum. Dayanılmaz bir surette yüreğim bir daha sızladı. Acılı duygularımı nasıl ifade edeceğimi bilemiyorum. Vefalı, vatanperver kalbinizin elemlerini anlıyorum. Elimden geldiği kadar vaziyeti takip ettim. Hastalığın ciddi olduğu görülüyor. Ben, kuvvetli ümidimi muhafaza ediyorum. Hastalığın tevakkuf haline geçmesi ve vücudun kuvvetlenmesi ihtimali daima vardır. Son alınan sıhhî tedbirlerin de canımızdan sevgili hastamızın afiyeti için yeni bir ümit şulesi olduğuna inanıyorum. Kardeşim Bozok, Sevgili Atatürk'ü gördükçe, onun ümidinin sarsılmamasına ve mümkün olduğu kadar neşeli kalmasına çalışmalıyız. Yine en büyük sıhhî iyilik, onun maddî ve manevî kuvvetinden gelecektir. Beni haberdar etmek lütfunuza çok minnettarım Bozok. Teessürlü, ümitli olarak ve candan dua ederek takip ediyorum. Bergmann (Alman doktor) tecrübeli, şöhretli bir doktorimiş. Bu hastalığın seyrinde birdenbire iyilik, tevakkuf devresi husule geldiği vakimiş. Bu ihtimaller, çok ümit bağladığımız ışıklardır. Atatürk'ü gördüğün zaman, yormayarak, benim tarafımdan ellerini, yüzünü hasretle öper misin? Mektuplarını daima beklerim. Gözlerim yaşlı olarak, muhabbetle gözlerinden tekrar tekrar öperim sevgili kardeşim."
Salih Bozok neden durumu acilen İnönü'ye haber vermişti? "Ne tedbir alınır, bilemem" derken muhtemel bir iktidar boşluğunu mu kastediyordu?
Bu soruları yanıtlayabilmek için o günlerde Atatürk'ün Ankara ve İstanbul'daki arkadaşları arasında alttan alta süren bir iktidar mücadelesinin filizlendiğini kabul etmek gerekir.

2 Eylül 1938 / "Atam, siz müsterih olunuz. Bu, daha önceki ameliyatlarınızdan da basittir"

2 Eylül 1938 / "Atam, siz müsterih olunuz. Bu, daha önceki ameliyatlarınızdan da basittir"
Ağustos ayı boyunca Atatürk'ün hastalığı ilerlemesini sürdüşmüş, eylül ayı başında ise karnındaki suyun şırıngayla alınması artık zorunlu hale gelmişti. Biriken suyun miktarı 10-12 litreyi bulmuştu. Bu yüzden Atatürk'ün nefesi daralıyor, sıkıntısı dayanılmaz bir hal alıyordu. Doktorları, Fissenger'nin üçüncü kez çağrılmasını ve onun huzurunda şırıngayla karından su alınmasını kararlaştırdılar.
Karındaki suyun çıkarılması için yataktaki konumunu biraz değiştirmek, vücudu sola döndürmek gerekecekti. Bu sayede alınacak su, karnın en altında toplanacak ve dışarı alınması kolaylaşmış olacaktı. Sonra da karın duvarı özel bir iğneyle delinecek ve içerideki su şırıngayla çıkarılacaktı.
Operasyonu yapacak olan Mim Kemal Öke, "Atam, siz müsterih olunuz. Bu, daha önceki ameliyatlarınızdan da basittir" dedi.
Atatürk düşündü ve uzun zamandır yapmayı düşündüğü bir iş için vaktin geldiğine hükmetti. Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak'ı çağırttı. "Bu yolda konuşmak, benim için de, senin için de ağır bir şey, ama başka çaremiz yoktur. Konuşmaya mecburuz çocuk... Hani seninle ara sıra bir işimizden bahsederdik; hatta bunun için bir de hususî kanun çıkarılmıştı. Su vasiyetname meselesi... Bugün yarın o işi bitirmeliyiz. Ne olur ne olmaz. İhtiyatlı olalım. Mal olarak nemiz varsa derhal bir listesini yap, bana getir."
Hasan Rıza sarsıldı. Ama bu, Atatürk'ün emriydi. Bürosuna inip, kayıtları dökmeye başladı. Ata'nın tüm malvarlığının bir listesini yaptı. İş Bankası'nda 1,5 milyon liraya yakın parası, hisse senetleri ve gayrimenkulleri vardı. Listeyi yanına alıp yeniden yukarı çıktı.
Hasan Rıza Soyak (genel sekreteri): "Atatürk listeyi aldı, tetkik etti. 'Bunları ikiye ayıracağız' dedi, 'Bir kısmı hayatta bulunduğumuz müddetçe üzerimizde kalması lazım gelenlerdir: para, hisse senetleri, Çankaya'da köşkle eşyaları gibi... Yapacağımız vesikaya işte bunları koyacağız; diğerlerini, yani Çankaya'dan başka yerdeki evleri ve emlaki, Ankara'ya avdet eder etmez, mahallî belediyelerine veya diğer kurumlara verir, muamelesini de yaptırırız'."
Atatürk, sahip olduğu bütün para ve hisse senetleri ile Çankaya'daki menkul ve gayrimenkullerini Cumhuriyet Halk Partisi'ne devretme kararındaydı. Ama bazı şartlan vardı.
Atatürk bu genel çerçeveyi çizdikten sonra ayrıntılara geçti. Soyak da bu ayrıntılara göre bir hukukçunun yardımıyla bir taslak metin hazırladı.

3 Eylül 1938 / "Eski dost'a sıcak bir jest"

3 Eylül 1938 / "Eski dost'a sıcak bir jest"
Ertesi sabah odanın kapılarını kapatıp, taslağın ayrıntıları üzerinde çalışmaya başladılar. İş Bankası'ndaki para ve hisse senetleri yine İş Bankası tarafından gelirlendirilecekti. Atatürk, "Çünkü" dedi, "İş Bankası Celal (Bayar) Bey'in nezareti altında çok iyi çalıştı ve başarılı neticeler aldı."
Sonra kız kardeşi ve manevî kızlarına ait maddelere geçti. Makbule, Afet, Sabiha, Ülkü, Rukiye ve Nebile, mirastan pay alacaklardı.
Hasan Rıza Soyak (genel sekreteri) : "Ben, yatağın sağ yanında ayakta duruyor, kendisini müthiş bir heyecan ve teessür içinde seyrediyordum. Çok sakindi. Arada bir, yazdıklarına da göz atıyordum. Hem yazıyor, hem de bazı kelimeleri değiştiriyor, cümleleri, manalarına hiç halel getirmeden kısaltıyor, sadeleştiriyordu. Eşsiz muhakeme ve zarafeti burada da kendini göstermişti. Çok ince düşünüyordu. Mesela bir maddede, kendisine aylık bağlanmasını vasiyet ettiği hanımlardan beşinin soyadları yazılıydı; yalnız Bayan Afet'in soyadı yoktu; o, ailesinin soyadını kullanmıyordu. Henüz başka bir ad da almamıştı; bunu görünce diğerlerinin de soyadlarını yazmadı. Yine aynı maddede 'Vefatlarına kadar' ibaresi vardı; bunun yerine, 'yaşadıkları müddetçe' kaydını koydu; ona göre yaşamak esastı. Bir vasiyetnamede dahi olsa, bir insanın ölümünden bahsetmeyi nezakete uygun bulmuyordu. Dakikalar geçtikçe heyecanım artıyordu. Bu tarihî hadisenin tek şahidi olmak düşüncesi beni sarsıyordu."
Vasiyette, banka gelirlerinden bir kısmının Türk Tarih ve Türk Dil kurumları arasında bölüştürülmesi de isteniyordu.
Ve nihayet vasiyetin 5. maddesi İnönü'yle, daha doğrusu İnönü'nün çocuklarıyla ilgiliydi. Atatürk, İnönü'nün çocuklarına yüksek öğrenimleri için yardım yapmak istiyordu. Soyak'a "Kendisine (İsmet İnönü'ye) bir hal olursa kardeşi (Hasan Rıza Temelli) çocuklarına bakmaz" dedi.
Bu madde, Atatürk'ün bir 'eski dost'a sıcak bir jestiydi belki. Mustafa Kemal, onca yıllık silah arkadaşına, iki satırlık bir mesaj yolluyordu. "İnce ve anlamlı bir mesaj..."
Ama o günlerde bu madde üzerine yoğun spekülasyonlar yapıldı. "Yakın çevresinin Atatürk'e İnönü'nün ölmüş, hatta öldürülmüş olduğunu söyledikleri, Ata'nın da bunun üzüntüsüyle vasiyetine böyle bir madde koyduğu" söylendi. Bu söylenti İstanbul veAnkara'yı karştırdı. Bir sır kalması istenen vasiyet böylece birden gündemin baş maddesi haline geliverdi.

5 Eylül 1938 / ''Vasiyet''

5 Eylül 1938 / ''Vasiyet''
Ata'nın 6 maddeden olusan vasiyeti aynen söyleydi:

"Dolmabahçe 5 Eylül 1938, Pazartesi

Malik olduğum bütün nukut ve hisse senetleri ile Çankaya'daki menkul ve gayrimenkul emvalimi Halk Partisi'ne aşağıdaki şartlarla terk ve vasiyet ediyorum: 1-Nukut ve hisse senetleri, şimdiki İş Bankası tarafından nemalandırılacaktır 2- Her seneki nemadan bana nispetten serefi mahfuz kaldıkça, yaşadıkları müddetçe, Makbule'ye ayda 1.000, Afet'e 800, Sabiha Gökçen'e 600, Ülkü'ye 200 lira ve Rukiye ile Nebile'ye şimdiki 100'er lira verilecektir.+

3- Sabiha Gökçen'e bir ev de alınabilecek para verilecektir.

4- Makbule'nin yasadığı müddetçe Çankaya'da oturduğu evde emirlerinde kalacaktır. 5- İsmet İnönü'nün çocuklarına yüksek tahsillerini ikmal için muhtaç oldukları yardım yapılacaktır. 6- Her sene nemadan mütebaki miktar, yarı yarıya Türk Tarih ve Dil kurumlarına tahsis edilecektir."
Atatürk, vasiyetini bitirdikten sonra bir zarfa koydu, zarfın ağzını kapadı ve başucundaki komodinin çekmecesine yerleştirdi.

6 Eylül 1938 / ''Siyasi Miras''

6 Eylül 1938 / ''Siyasi Miras''
Ertesi gün yataktan kalktı, tıras oldu, yıkandı. İpek pijamasının üzerine kırmızı ropdösambr giydi, boynuna vişne renginde bir eşarp bağladı ve denize bakan pencerelerin önündeki şezlonga kuruldu.
Genel Sekreteri Soyak noteri getirince, vasiyetinin bulunduğu zarfı ona uzattı ve "Bu, benim vasiyetimdir" dedi.
"İcap ettiği zaman lütfen kanunî muamelesini yaparsınız." İşte son görevini de tamamlamıştı.
Vasiyet işi bittikten sonra Hasan Rıza'yla konuşurlarken konu, asıl siyasî mirasın nasıl paylaştırılacağı sorununa geldi. Öyle ya Ata'nın "siyasî miras"ı neydi? Tahtını boşaltırsa böyle bir karizmanın yerini kim, nasıl doldurabilirdi?
Daha doğrusu, doldurabilir miydi?
Hasan Rıza'nın aktardığına göre Atatürk bu soruya aynen su yanıtı verdi: "Elbette bunda söz ve intihap hakkı sadece milletin ve onun mümessili olan Türkiye Büyük Millet Meclis'inindir; yalnız ben bu meseledeki mütalaamı ifade edeceğim. Evvela akla İsmet Paşa gelir. Evet! O, memlekete büyük hizmetler ifa etmiştir. Fakat nedense umumun sempatisini kazanamadığı görülüyor; bu yüzden durumu pek de cazip olmasa gerek. Bir de Mareşal Fevzi Çakmak var. O, hem memlekete büyük metler etmiş, hem de herkesle iyi geçinmiş, selahiyet sahiplerinin mütalaalarına daima kıymet vermiştir. Kimse ile münazaa halinde değildir. Bu itibarla bence devlet başkanlığı için en münasip arkadaş odur. Filhakika kendisi ordu işleriyle uğraşmaktan çok hazzeder, belki ordudan ayrılmak istemez. Ama cumhurreisliğinde, aynı zamanda başkomutanlık mevkiinde de olacağı için bu meşguliyetine devam imkânı daima mevcut demektir. Binaenaleyh, kanunî bir yol bulup kendisi namzet gösterilir ve seçilirse çok iyi olur zannederim."

7 Eylül 1938 / "Aziz hastamı daha iyi bulacağımı tahmin ederek çok neşeli gelmiştim"

7 Eylül 1938 / "Aziz hastamı daha iyi bulacağımı tahmin ederek çok neşeli gelmiştim"
7 Eylül günü Doktor Fissenger, üçüncü kez İstanbul'a geldi ve Dolmabahçe Sarayı'nda Atatürk'ü muayene etti. Ama durumunu hiç beğenmedi, "Aziz hastamı daha iyi bulacağımı tahmin ederek çok neşeli gelmiştim" dedi.
Artık Atatürk ıstıraba dayanamaz hale gelmişti. Karında toplanan suyun derhal alınmasını istiyordu. O güne kadar bu işlemi mümkün olduğunca geciktirmeye çalışan doktorları sonunda boyun eğdiler.

8 Eylül 1938 / "Son Nöbet Başlamıştı"

8 Eylül 1938 / "Son Nöbet Başlamıştı"
"Ponksiyon", yani karından su çekme işlemi hemen ertesi gün Dr. Mim Kemal Öke tarafından yapıldı. Dr. Fissenger ile Dr. Neset Ömer İrdelp de operasyon sırasında nezaret ettiler. Sonralan, Dr. İrdelp, Mim Kemal Öke'nin o gün "Bu müdahaleyi uygun olmayan koşullarda yaptık" dediğini aktaracak ve onu sorumluluktan kaçmakla suçlayacaktı. Fissenger'nin de Öke için "İsleri güçleştiriyor" şeklindeki sözlerini aktaracaktı.
Bu tartışmalar arasında karından tam 12 litre kadar su çekildi. Çıkan suyun neredeyse bir tenekeyi dolduracak kadar olması herkesi şaşkına çevirmişti. Ama Atatürk rahatlamış, günlerdir ilk kez derin bir "ohh" çekmişti.
Kılıç Ali, anılarında o ponksiyondan sonra yanma girdiğinde Atatürk'ü bir anda çok çökmüş bulduğunu nakleder:
Kılıç Ali (silah arkadaşı):"Adeta birdenbire zayıflamıstı. İki kolunu basının altına alarak arkaüstü yatıyordu. Karnını büyük bir sargıyla sarmışlardı. Odadan içeri girer girmez yanma koştum: 'Geçmiş olsun Paşam' diyerek başının altına aldığı kollarının pazusunu öptüm. Bana, doktorların duyamayacağı kadar yavaş bir sesle; 'Çıkan suyu gördün mü' dedi. 'Bu kadar bir su kabı insanın karnı üzerine konsa nasıl tahammül eder? Bak ben ne haldeyim, nasıl tahammül etmişim? ''Geçmiş olsun Paşam, bunların hepsi geçecek' dedim ve gözyaşlarımı kendisine göstermeden ve teessürümü hissettirmemek için bir fırsat bularak doktorların arkasından sıyrılıp hemen odadan dışarı çıktım."
O geceden itibaren doktorlar, Atatürk'ün mutlak bir istirahate ihtiyaç duyduğunu belirterek ziyaretleri yasakladılar. Çok zorunlu haller dışında hastanın yanına kimse alınmayacak, Ata fazla konuşturulmayacak, sınırlı ziyaretler de çok kısa tutulacaktı.
Bu tavsiyelere harfiyen uyulması için de en yakınındaki 5 kişi o geceden itibaren yan odada nöbet tutmaya başladılar. Yaverleri Salih Bozok ve Celal Öner, Kılıç Ali, Muhafız Komutanı İsmail Hakkı Tekçe ve Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak artık gece gündüz sırayla nöbette olacaklardı.
Onun başucundaki bu "son nöbet", 10 Kasım'a dek aralıksız sürecekti.

12 Eylül 1938 / "Atatürk gülmeye başladı. Bu, onun son gülüşü idi"

12 Eylül 1938 / "Atatürk gülmeye başladı. Bu, onun son gülüşü idi"
Salih Bozok (yaveri)
"Yapılan ponksiyon nispeten rahatlık vermekle beraber ahvali umumiyelerinde derhal dermansızlık husule getirdi. O büyük adam yatak içinde sanki saatten saate küçülür gibi bir hal almıştı. Günler geçtikçe adeta bir deri bir kemik kalmakta idi. Fakat o halde bile yine muntazaman tıraş oluyor, muntazaman sabah gazetelerini takip ediyor ve devlet işlerini görüyor, kararnameleri imzalıyorlardı.
Istırabına, dermansızlığına rağmen gramofon muntazaman çalmıyor, radyo dinleniyor, üzüntülerini hissettirmemek için yanma her girdiğimiz zaman eski neşesini göstermeye ve latife yapmaya çalışıyordu.
Geceleri uykusu kaçtığı zaman zile basar, hademesine; 'Beylerden nöbette kim var' diye sorar, hangimiz varsak yanına çağırır, uykusu gelinceye kadar şuradan buradan konuşur ve konuştururdu. Uykusu geldiğini hissettiğimiz zaman usulcacık kalkar ve nöbet odasına çekilirdik.
Yine böyle bir gün beni yanına çağırmıştı. Garip rüyadan ötürü uyandığını söyledi ve gördüğü rüyayı bana şöyle anlattı;
Büyük bir otelin salonunda Atatürk oturuyormuş. Ben de yanında imişim. Salonun köşesinde bir bilardo masası varmış. Masanın başında arkası kendisine dönük olan bir zat oturuyormuş. Tam bu sırada odanın kapısı açılmış ve iri yarı 30 kadar adam içeri girmişler.
Bunlardan biri, eline bilardo masasından bir ıstaka alarak masanın önünde oturan, Atatürk'ün teşhis edemediği zatın omzuna bütün kuvvetiyle indirmeye başlamış. Omzu vurulan zat ayağa kalkarak, kendini müdafaa etmekte ve 'Bana niye vuruyorsun' diye hiddetle haykırmakta iken ben bu meçhul mütecavize karşı ne yapmak lazım geleceğini Atatürk'ten göz ucu ile sormuşum. Atatürk ise 'Sakın kıpırdama' manasına gelen bir işaretle sükût ve sükûna davet etmiş. Bu sırada eli ıstakalı adam, bize doğru yaklaşarak karşımızda tehditkâr bir vaziyet almış. Bu sefer ben yine müdahale etmek istemişim. Ve aynı sessiz işaretle 'Ne yapalım' diye sormuşum. Atatürk, bana tekrar 'sus' işareti verdikten sonra o azılı herife dönerek
'Sen kimsin, ne istiyorsun' diye sormuş. Fakat adam bu suale cevap vereceği yerde, cebinden bir tabanca çıkararak iki kurşun sıkmış, biri Atatürk'e, öteki bana. Sonra bu adam bize, 'Kalkın dans edelim' emrini vermiş. İkimiz de kalkıp onun huzurunda dans etmişiz.
Bu karışık rüya Atatürk'ün yine buhranlı bir gece geçirdiğine delalet ediyordu. Kendisine:
'Bu bir şey değil' dedim, 'Ben daha korkunç rüyalar görmüşümdür. Hele bir tanesini hiç unutmam. Müsaade ederseniz anlatayım.'
'Anlat bakalım.'
'Efendim, beni bir gece rüyamda korkunç bir öküz kovalamıştı. Alabildiğine kaçıyordum. Fakat öküz bana gitgide yaklaştı. Biraz sonra da bir yarın dibine yaklaştırarak boynuzları ile tartaklamaya basladı. Bir yandan haykırıyordun!, bir yandan da yatağımı kirletmiştim.
Ben daha rüyamı bitirmeden Atatürk gülmeye başladı. Bu, onun son gülüşü idi. O günden sonra tebessüm ettiğini bile görmek kısmet olmadı."

18 Eylül 1938 / "Umumî harp gelecek yıl"

18 Eylül 1938 / "Umumî harp gelecek yıl"
18 Eylül günü Dolmabahçe Sarayı'na Bayar geldi. Koltuğunun altında 4 yıllık yeni ekonomik plan dosyası vardı.
Atatürk'e sunmak istiyordu. Doktorlar endişelendiler. Ancak Atatürk sunusu dinlemek için sabırsızlanıyordu. Zile basıp, hizmetlisini çağırdı ve yüzü Bayar'ın karşısına gelecek şekilde yerinin değiştirilmesini emretti.
Hiçbir ziyaretin 10 dakikayı geçmemesi konusunda doktorlardan kesin talimat almış olan Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak, kapıda görünüp, yalvaran gözlerle bakınca onu da çağırdı, "Otur, dinle. Mühim şeyler konuşacağız" dedi.
Ve Bayar anlatmaya başladı. Denizbank'a, 28 vapur alınması için sipariş verilmişti. Bunların bir kısmı soğuk havalıydı. Kütahya'da bir elektrik santralı inşa edilecekti. Buradan elektriğin kilovat saatinin Anadolukavağı'na 35 paraya mal olacağı hesap ediliyordu. Yine Kütahya'da 25.000 ton sentetik benzin istihsal edecek yetenekte bir fabrika kurulması planlanıyordu. Sakarya Nehri üzerinde sulama tesisleri yapılacak ve kömür üretimi senede 5 milyon tona çıkarılacaktı.
Atatürk, Bayar'ın anlattıklarını yüzünde büyük bir memnuniyet ifadesiyle dinleyip konuşmanın sonunda şunları söyledi :''Elinizi çabuk tutun çocuk, umumî harp gelecek yıl. Anlattıklarını yapmaya zamanımız olmayabilir."

20 Eylül 1938 / "Ankara'ya gidelim. Ne olacaksam orada olayım"

20 Eylül 1938 / "Ankara'ya gidelim. Ne olacaksam orada olayım"
Artık bir tek isteği vardı:                          
29 Ekim'de Ankara'da olmak...
Geçen yıl nasıl da coşkuyla kutlanmıştı. Gerçi o zaman da hüzünlü yüzü, yorgun bedeni dikkati çekmişti, ama alandaki coşku ona taze kan vermişti.
Simdi, kurduğu Cumhuriyet'in 15. yılı yaklaşıyordu. Bütün arzusu bu törenlerde Ankara'da olmak, Başkentiyle son bir kez kucaklaşmaktı. Ankara da o günlerde onun için hazırlanıyordu. Stadyum merdivenlerini çıkamayacağı düşünülerek alelacele bir merdiven yaptırılmıştı. Hatta bir de özel kürsü hazırlanmış, bir yere yaslanırken, ayakta gibi görünebileceği şekilde hazırlık yapılmıştı.
Kılıç Ali (silah arkadaşı) :  "Bir sabah erkenden Salih'le beni çağırdı. Yanındaki komodinin üzerine uzun yünlü çorap ve baldır sargısı koydurmuştu. Bunları göstererek: 'Ankara'ya giderken hangisini giyeyim' diye fikrimizi soruyordu. Salih, 'Paşam' dedi, 'bende varis çorapları var. Onları getireyim. Onlar bacaklarınızı daha sıkı tutar.'
Atatürk derhal Salih'in söylediği çorapları getirtip bir kenara koymuştu. O ağır günlerinde her nedense bir an evvel Ankara'ya gitmeyi çok arzu ediyordu.

Salih'le bana:

'Bunları ayağıma çekerim, yakama da bir eşarp sararım...'

O sıralar Romanya kraliçesi trende siroz hastalığından vefat etmişti. Gazetelerde bu havadisin görülmesi doktorları da tesir altında bırakmıştı. Bu sebeple doktorlar, Atatürk'ün Ankara'ya nakline taraftar olmuyorlar ve bu mesuliyeti üzerlerine alamıyorlardı. Atatürk ise isyan edercesine: 'Ankara'ya gidelim. Ne olacaksam orada olayım' diyordu.
Doktorların mümanaatini kendisine anlatınca da:
'Budalalar' diye söyleniyordu. Mütemadiyen 'Ankara'da yapılacak mühim işler var' diyordu. Ne yazık ki, yapmayı düşündüğü ne idiyse bunları yapamamış ve kendisinde bir hicran olarak kalmış, kendisiyle beraber gitmiştir."
Doktorlarına göre Ankara'ya sağ gitmesi şüpheliydi. Tren sarsıntısı çok tehlikeli olabilirdi. Sonunda değil Ankara'ya gitmek, yerinden bile kalkamayacağını anlayınca teslim oldu:
"... Bu zayıf halimle Ankara'ya gitmekte bir fayda görmüyorum. Gidersem hiç olmazsa kimsenin yardımı olmadan otomobile kadar yürüyebilmen', arkadaşlarımla selamlaşabilmeliyim. Bunu yapamayacağımı anlıyorum" dedi. Ve Bayar'ı, meclisin açılış konuşmasını hazırlamakla görevlendirdi. Bu yıl Atatürk'ün nutkunu Bayar okuyacaktı.

21 Eylül 1938 / "Öldürücü Darbe"

21 Eylül 1938 / "Öldürücü Darbe"
21 Eylül günü Dr. Mim Öke Atatürk'ün karnından ikinci kez su aldı. Bu kez de 12 litre su çıktı. Bu operasyon onun için asıl öldürücü darbeydi.
Doktorları yeniden 4 gün kesin istirahat verdiler. Bu süre içinde yanına kimse alınmayacaktı. O günleri yaveri Salih Bozok'un tuttuğu günlükten okuyalım:

24 Eylül 1938 / "Atatürk, yan odada sükûnetle uyuyor"

24 Eylül 1938 / "Atatürk, yan odada sükûnetle uyuyor"
Salih Bozok'un günlüğünden: Muhafız Alayı Kumandanı İsmail Hakkı Tekçe'den nöbeti teslim aldım. Saat gecenin dört buçuğu. Atatürk, yan odada sükûnetle uyuyor. Geceyarısı alınmış hararetini önümdeki cetvelden okuyorum. Harareti: 36,8. Nabız: 84. Doktorların verdiği 4 günlük mutlak istirahat yarın bitiyor. Dört gündür arkadaşlarla münavebe suretiyle beklediğimiz nöbet de yarın nihayete erecek.

25-26 Eylül 1938 / "İştahı ve neşesi yerinde."

25-26 Eylül 1938 / "İştahı ve neşesi yerinde."
Saat tam 5. Atatürk uyuyor. Dünden beri iştahı ve neşesi yerinde. Dün akşam beni yanına çağırdı ve artık kendisini beklemeye hacet kalmadığını söyleyerek nöbet usulünün kaldırılmasını emretti. Fakat doktorların tavsiyelerini yerine getirmiş olmak için bir akşam daha nöbet bekledik. Yarın öğleden itibaren nöbet kalkıyor, İnşallah ilerde buna hacet kalmayacak.

27 Eylül 1938 / "Değiştim Salih... Artık o eski adam değilim."

27 Eylül 1938 / "Değiştim Salih... Artık o eski adam değilim."
Bu sabah 7'de evimde uykudan uyandım. Banyoda bulunduğum sırada telefon çaldı. Atatürk geceyi biraz rahatsız geçirmiş. Hemen saraya koştum.  Meğer dün Atatürk dört günlük mutlak istirahatten sonra Makbule, Afet ve Sabiha Gökçen'in ziyaretlerini kabul etmiş, kendileriyle uzun uzun görüşmüş, sonra da radyoda İbrahim Necmi'nin dil hakkında verdiği konferansı dinlediği için fazlaca yorulmuş. Ve gece yarısı birden rahatsızlanmış. Doktor, nöbet usulüne yeniden başvurmuş.  Nöbeti devraldım. Bu sırada Atatürk odasında uyuyordu. Salonun denize nazır penceresi önüne oturdum. Sancaklarla donatılmış kotraları, motorları seyrediyordum. Çok acı şeyler düşünüyordum ki Atatürk çağırdı.  İçeri girdiğim zaman yatağının içinde sigara içiyordu. Beni görünce gayet kesik ve güçlükle isitilen bir sesle; 'Salih' dedi, 'Dün akşam büyük bir sıkıntı geçirdim. Çok fena idim. Kustum. Hafızam tamamen kaybolmuştu.' Bunları söylerken dikkatli dikkatli yüzüme bakıyordu. Gözlerini biraz daha açarak ilave etti:

'Sanırım yediğim nohutlu yemek dokundu.'

Ben kendisini teselli için tekrar ettim: 'Evet, muhakkak nohutlu yemek dokunmuştur. Madem ki çıkardınız, inşallah rahat edersiniz.' Karyolanın yanındaki sandalyeyi göstererek 'Şuraya otur' dedi. Oturdum. Atatürk tekrar söze basladı:

'Şimdi yine rüya görüyordum. Bana bir çift kundura getirmişler. Beğenemedim. Binbir'i çağırdım. Böyle "Binbir!" diye çağırırken odaya Rıdvan girdi. Bunun üzerine uyandım. Rüya gördüğümü anladım.'

Sonra başını sallayarak sözüne devam etti:

'Çok dermansızım Salih, büsbütün başka bir adam oldum. Su ellerimin haline bak.'

Bana uzattığı o güzel eller şimdi deri ile kemikten ibaretti. Parmakları o kadar titriyordu ki, sigarayı tutamayarak yorganın üzerine düşürdü. Hemen alıp attım. O hâlâ kesik kesik tekrar ediyordu: 

'Ben büsbütün başka bir adam oldum. Hiç hafızam kalmadı. Değiştim Salih... Artık o eski adam değilim.'

O gece koma gecesiydi.
Atatürk'ü yatırdılar. Sayıklamaya başladı. Yaverleri, yakınları başucunda endişeyle beklemeye başladılar. Salih Bozok, bir yandan ağlıyor, bir yandan da "Allahım ya Atatürk'ü kurtar ya benim canımı al" diye dua ediyordu.
Az sonra doktoru Neşet Ömer Bey yetişti. Hastayı muayene etti. Kendisinde hazımsızlıktan kaynaklanan hafif bir zehirlenme olduğunu saptadı. İlaçlar verdi. Atatürk hafif ateşle uykuya daldı.

28 Eylül 1938 / "Gidelim Afet... Bir orman kenarına gidelim. Her şeyi bırakalım. Şöyle basit bir ev, ocaklı bir oda...

28 Eylül 1938 / "Gidelim Afet... Bir orman kenarına gidelim. Her şeyi bırakalım. Şöyle basit bir ev, ocaklı bir oda...''
Ertesi sabah gözlerim açtığında başucunda Afet İnan vardı: "Bana ne oldu? Bana bir şey oldu" dedi.
Sonra da Afet İnan'ın kulağına gizlice fısıldadı:

"Ölüm demek böyle olacak kızım..."

Odasında yatağının tam karşısındaki duvarda o zaman Moskova'da büyükelçi olan Zekai Apaydın'ın Rusya'dan gönderdiği bir tablo asılıydı. Tabloda kır çiçekleriyle bezeli yemyeşil bir yamaç alabildiğine uzanıyor, bu yamacı çiçek açmış meyve ağaçlan süslüyor, arka planda ise heybetli, karlı dağlar manzarayı tamamlıyordu. Tablonun adı "Dört Mevsim"di. Atatürk, sıkıntılı, ateşli koma gecelerinin sabahında gözlerini açtığında bu tabloyla karşılaşır, bu tabloya bakınca memleketin 4 köşesini görebildiğini söylerdi.
Bazen, sıkıntısının iyice arttığı anlarda bu tabloya dalıp gidiyordu. Böyle gecelerde savaşlar, devrimler, isyanlarla geçmiş ömrüne inat, alıp başını gitme özlemiyle yanıyordu. Her şeyden çekilip, engin bir ormanın sonsuzluğunda huzur bulma hayali, düşlerini süslüyordu. Bazen Rumeli yaylalarını, bazen camından görünen "karşı yaka"yı, Anadolu'yu özlüyordu. Yanma Afet İnan'ı alıp, gözlerini tabloya dikince dudaklarından su sözcükler dökülüyordu: "Gidelim Afet... Bir orman kenarına gidelim. Her şeyi bırakalım. Şöyle basit bir ev, ocaklı bir oda... Evet... Evet... Hemen çekip gidelim ormanlara... Hele ben bir iyi olayım da..."

Eylül Sonu / "Sıhhatim için bir müddet orada yaşarım."

Eylül Sonu / "Sıhhatim için bir müddet orada yaşarım."
Ata'nın bu arzusu Eylül sonlarında o kadar arttı ki, sonunda yanındakiler belki de "son arzu"su olacak bu küçük isteği karşılama telaşına girdiler. Afet İnan'ın babası ormancıydı. O çocukluğunun geçtiği Sündiken ormanlarını tavsiye etti. Doktorlar, İstanbul'a daha yakın bir yerin, örneğin Alemdağ'ın daha uygun olduğunu söylediler.
Orada Sultan Abdülaziz'in biraz harapça bir av köşkü vardı. Hemen tamir edilebilir ve Atatürk için hazırlanabilirdi. Derhal Doktor Nihat Reşat Belger bu işle görevlendirildi. Atatürk Belger'e, "Doktor" dedi, "anlaşılıyor ki ben bundan sonra biraz Yalova da, bir müddet Florya da, bir müddet de Ankara da böyle dikkatli tedavi ile yaşayacağım. Fakat sen şu Alemdağ'a bir git bak bakalım. Oranın havası suyu meşhurdur. İklim şartlan bakımından ikamete elverişli bir yer seçin. Sıhhatim için bir müddet orada yaşarım."
Belger, hastasının ömrünün bu taşınmaya yetmeyeceğim biliyordu. Ama bunu o an söyleyemedi. Yanına Genel Sekreter Soyak'ı ve İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Muhittin Üstündağ'ı da alarak Alemdağ'a gitti. Sultan Aziz'in köşkü pek iyi durumda değildi, ama yeri harikaydı. Etrafını çeviren çam ağaçları köşkü kuzey rüzgârlarından koruyordu. Güneş içinde pırıl pırıldı.
Akşam, yemekten sonra Atatürk, Dr. Belger'i çağırttı. Belger Ata'yı bu taşınma fikrinden nasıl vazgeçireceğini düşünüyordu ki Atatürk hemen Alemdağ'daki köşkü sordu. Anlattılar. Haritayı getirterek köşkün yerini inceledi.
"Münasiptir" dedi. Ama binanın bakıma muhtaç olduğunu öğrenince üzüldü. Belki o kadar yaşayamayacağını artık kendisi de tahmin ediyordu. Sonunda "Hele şimdilik dursun bakalım" dedi. "İlerde tekrar görüşür, bir karar veririz."
Bir daha o konu hiç açılmadı...
Dışarı çıktıklarında Doktor Belger, kendisinden bir umut kırıntısı bekleyen Kılıç Ali ve Salih Bozok'a şunları söylüyordu:"Hastalık süratle ilerliyor. İkinci defa su almadan önce, hayatının hiç olmazsa bir iki sene idamesine imkân bulunacağı ümidinde idik. Fakat bugün, kurtulması için ancak yüzde 3 ihtimal vardır. Bu hastalıkta, Atatürk'ün öbür işlerindeki gibi talihi yardım etmemiştir. Su alalı 7 gün olduğu halde kanımda tekrar 7 kilo su toplandı. Karaciğer artık vazifesini yapmıyor. Zehirlenme başlamıştır. Vücudundaki yağlar tamamen eridi. Vaziyet vahim ve ümitsizdir."
Bu sözleri dinleyen Kılıç Ali ve Salih Bozok büsbütün sarsıldılar. Artık içlerinde en ufak bir ümit ışığı bile kalmamıştı.
Atatürk, ölüyordu...

1-11 Ekim 1938 / "Doktorlar bana doğruyu söylemiyorlar"

1-11 Ekim 1938 / "Doktorlar bana doğruyu söylemiyorlar"
Artık kritik günlere girilmişti. Her an bir sürpriz bekleniyordu. Bu yüzden Ata'nın her hareketi izleniyor, ateşi, nabzı sürekli ölçülüp, kaydediliyor, kapısında nöbet tutuluyor, yakınları başucundan ayrılmıyorlardı.
Ekim'e girilirken Atatürk, hâlâ ilk hafif komanın etkisindeydi. Derin uykular uyuyor, sabahları bitkin uyanıyordu. Artık gece inlemelerini, sayıklamaları, hafıza kayıplarını kendisine söylemiyorlardı.
Yine bir sabah, derin bir uykunun ardından gözlerini açıp karsısında Celal Bayar'ı görünce şaşırdı:
"Sen cuma günü gelecektin? Neden daha evvel geldin? Benim sıhhatimde üzülecek bir şey mi var" diye sordu. Kendisinden bir şeyler saklandığından endişe ediyordu.
Bayar üzgün ve şaşkındı. Yıllardır tanıdığı Atatürk'ü o gün ilk kez tıraşsız, "beyaz sakalları fırça gibi uzamış" halde görüyordu. "Vahim bir şey değil" dedi, "fakat uykunuz her vakitten 4-5 saat fazla sürdü de merak ettik. Doktorlar uykunuzda bir gayri tabiîlik gördüklerini söylediler."

"Neymiş uykumdaki gayri tabiîlik?"

"Derin ve fazla miktarda uyumuşsunuz."

"Kaç saat uyumuşum?"

"12 saat kadar uyumuşsunuz."Ata, bunun üzerine üzgün bir edayla: "Doktorlar bana doğruyu söylemiyorlar" diye yakındı.
Artık çok sıkı kontrol altındaydı. 1 Ekim'den itibaren yapılan her tedavi bir deftere kaydedilmeye başlandı. O defterdeki kayıtlara göre Atatürk'ün o haftaki programı şöyleydi:
"1 Ekim, Cumartesi:
İhtiyaç duydukça gliserinli lavman yapıldı. Buz yutturuldu. Ağızdan elma suyu, çilek suyu ve çay verildi.

2 Ekim, Pazar:

Bazı yatıştırıcı ilaçlara gerek duyularak verildi. 4 Ekim, Salı:
Saat 3.00'te bir fincan çay içirildi. Saat 5.30'da uykusundan hafif bir üşüme ile uyandı. Çeşitli aralarla meyve suları içti. Yakınlarından bazı bayanlar da 40 dakika kadar yanında kaldılar.

5 Ekim, Çarsamba:

İdrarda ürobilin ve ürobüinojen artmaya başladı.

11 Ekim, Salı:

Dr. Neşet Ömer İrdelp, Atatürk'ü 30 dakika muayene etti. Bugünden başlayarak her gün lavmana gerek görüldü ve yapıldı. Afet Hanım 10 dakika, Sabiha Gökçen 5 dakika, Fethi Okyar ile Salih Bozok 45 dakika süre ile ziyarette bulundular."

13 Ekim 1938 / "Bu kadar su aşağı yukarı bir gaz tenekesi doldurur. Bu, karnın içinde taşınabilir mi?"

13 Ekim 1938 / "Bu kadar su aşağı yukarı bir gaz tenekesi doldurur. Bu, karnın içinde taşınabilir mi?"
13 Ekim Perşembe günü yeni bir karından su alma operasyonu kapıya dayandı. Doktorları toplu olarak muayene ettiler ve ponksiyona karar verdiler.
Ancak bu operasyon da doktorların tartışmasına sahne oldu. Suyu alacak olan cerrah, M. Kemal Öke'ydi. Tartışma anestezi meselesinden çıktı. Dr. İrdelp, tedavi eden hekim olarak karaciğer yetersizliğinden ötürü hastanın herhangi bir zehirli maddeye dayanamayacağı görüşündeydi. Bu yüzden lokal anestezi yapılmadan az miktarda su alınmasını savunuyordu. Prof. Dr. Mim Kemal Öke ise vaktiyle Atatürk'e başka cerrahî müdahaleler de yaptığını söylüyor, onun ağrıya karsı çok duyarlı olduğunu hatırlatıyor ve lokal anestezide ısrar ediyordu. Öke,
"Deri ve deri altını çok ince bir iğne ile uyuşturursak hiçbir sakıncası olmaz, suyu da çok rahat alırız" diyordu. Sonunda bu görüşe Fissenger de katıldı. Ve lokal anestezi fikri benimsendi.
Bu tartışmaların sonunda Atatürk'e herkese kullanılan kalın iğne yerine daha ince bir iğneyle şırınga yapıldı ve karnından 10,5 litre kadar su alındı.
Çekilen su şişelere boşaltıldıkça Atatürk:
"Bu kadar su aşağı yukarı bir gaz tenekesi doldurur. Bu, karnın içinde taşınabilir mi?"diye soruyordu.
Operasyon sırasında Dr. İrdelp ve Dr. Belger de nabız ve tansiyonu kontrol altında tutuyorlardı.
Nihayet operasyon bitince Atatürk derin bir soluk aldı ve:
"Ohhh.. çok rahat ettim" dedi. "Şimdi bana bir sigarayla bir kahve verin."
İşte sağlıklı döneminin bir eski âdetine göz kırpıyordu. Yaşam ile ölüm arasında bir dirhem mutluluk, bir küçük ağız tadı...
Sigara ve kahve getirildi. Ata, bu iki eski dosta, hasretle sarıldı, keyifle içti. Sonra kendisine yapılan iğneyi görmek istedi. Bunun üzerine Mim Kemal Öke, ponksiyon iğnesinden daha ince bir iğne gösterdi. İğneyi görünce:
"Aman, bu kazma anestezisiz nasıl batınlır? Birkaç defa anestezi yapılmadan bu yapılamaz. Fakat bir daha icap ederse rica ederim daha incesini seçelim" dedi.
Bu operasyondan sonraki bir iki gün Atatürk rahat etti ve geceleri sakin uyudu. Ama ardından ilk ağır koma geldi.

16 Ekim 1938 / "Aman dil... Aman dil..."

16 Ekim 1938 / "Aman dil... Aman dil..."
16 Ekim Pazar günü öğleden sonra Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak saraya geldiğinde tablo şöyleydi: Hasan Rıza Soyak (genel sekreteri): "Hususî dairesine girdiğimde Prof. İrdelp ile Operatör Mim Kemal Öke koridorda birtakım ilaçlar hazırlamakla meşguldüler. Kendisi yatağının içinde oturmuş, şiddetli bir bulantı ile mütemadiyen öğürmekte, ağzından pek az miktarda sarı bir mayi çıkarmakta idi."
Doktorlar kendisine bir enjeksiyon yapmakla beraber, küçük buz parçaları da yutturmaya başladılar. Biraz sonra öğürtü kesilmişti.
'Beni kaldırınız' dedi. Halbuki tam aksine 'yatırınız' demek istiyordu. Yatırdık. Ben, baş ucuna sokularak, 'Buz iyi geldi mi efendim' diye sordum; 'Evet' cevabını verdi ve akabinde kendisini kaybetti. "Vücudunda bir takım asabî araz belirmişti. Sık sık başını iki tarafa çeviriyor, mütemadiyen ve 'aman' kelimesini uzatarak, 'aman dil, aman' diye söylenip duruyordu. Acaba bu sözleriyle neyi kastediyordu? Dilinden bir sıkıntı çekiyordu da onu mu ifade etmek istiyordu; yoksa şuuru altındaki dil meselesinden mi bahsediyordu; bunu ne doktorlar, ne de biz bir türlü anlayamadık."
Birkaç hafta önce Dil Bayramı kutlanmıştı ve Atatürk son yıllarını vakfettiği bu konuya yine yakın ilgi göstermiş, hatta bir geceyarısı Dolmabahçe Sarayı'nda kalmakta olan Türk Dil Kurumu ve Tarih Kurumu üyesi Prof. Dr. Hasan Reşit Tankut'u çağırtarak ona:
"Arkadaşlara söyle, dil çalışmalarını gevşetmesinler." demişti.
İste o yüzden Atatürk'ün, "Aman dil... Aman dil..." diye sayıklaması yakın çevresinde bilinçaltındaki dil sorununa atfediliyordu. Bu sözcükler, koma süresince Atatürk'ün dilinden düşmedi. Nadiren gözlerini açıp kapatıyor, bu arada da sık sık "Dil efendim dil... Aman yarabbi... aman dil..." diye sayıklıyordu.
Durum ağırlaşınca hemen yetkililer alarma geçirildi. Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Aras bir konsültasyon yapılmasını önerdi. Hemen doktorları saraya çağrıldılar. Önce Dr. Neşet Ömer İrdelp, meslektaşlarına hastanın geceyi sıkıntılı ve uykusuz geçirdiğini, bazen hiddet ve şiddet gösterdiğini anlattı.
"Sabah yatağından defi hacet için oturağa indiğinde arkaya doğru yatak tarafına düştü. Lakin kendinde değildi. Günü çırpınmayla geçirdi. Birkaç kez kustu. Nihayet aksam 18.50'de tamamen kendinden geçti" dedi.
Atatürk yatağında bilinçsiz yatıyordu. Sürekli olarak sağ bacağını çekiyor, kollarını oynatıyor, başının konumunu değiştiriyordu. Gözleri açık, ama bakışları manasızdı. Dili kuru ve kırmızıydı. Karnındaki asit çoğalmış, karın damarları genişlemişti. Asit göğüs altına kadar çıkıyordu.Söylenen şeyleri yapamayacak durumdaydı.
Bu, tam bir koma haliydi.
Vaziyet ciddiydi.

17 Ekim 1938 / "Ülkenin üstüne adeta bir ölü toprağı serpildi."

17 Ekim 1938 / "Ülkenin üstüne adeta bir ölü toprağı serpildi."
Ertesi sabah da Atatürk komadan çıkamayınca hükümet, artık milleti Büyük Şef'in durumundan haberdar etmeyi kararlaştırdı ve ilk olarak 17 Ekim günü Anadolu Ajansı aracılığıyla su bildiri yayımlandı: "Riyaseti Cumhur Umumî Kâtipliği'nden 1- Reisicumhur Atatürk'ün sıhhî vaziyeti hakkında müdavi tabipleri tarafından bugün verilen rapor ikinci maddededir. 2- Reisicumhur Atatürk'ün duçar olduğu karaciğer hastalığı normal seyrini takip ederken 16 birinci tesrin 1938 tarihine tesadüf eden pazar günü birdenbire aşağıdaki arazı göstermiştir: a) Saat 14.30'dan 22.00'ye kadar gittikçe artarak devam eden umumî zaaf ile birlikte hazmî ve asabî araz. Bu saate kadar nabız, dakikada 116 ve teneffüs 22 ve hararet derecesi 36,5'idi. b) Saat 22.00'den bu sabah saat 10.00'a kadar yukarıda ismi geçen araz kısmen hafiflemiş ve nabız dakikada 104 ve teneffüs 20 ve hararet derecesi 37 olmustur. c) Yapılan muayene ve müsavere neticesinde tespit ve tatbik edilen müdavattan sonra umumî ahvalde hafif bir salah görülmekle beraber vaziyet ciddiyetini muhafaza etmektedir. 3- Müteakip sıhhî vaziyet raporları neşredilecektir. Müdavi ve müşavir tabiplerin imzaları..."
Bu bildiriyle ülke ayağa kalktı. Endişe içinde radyo basına koşanlar, dinledikleri sözlerden durumun vahametini ve önderin ölüm anının gelip çattığını sezinlediler. Ülkenin üstüne adeta bir ölü toprağı serpildi. Bütün Türkiye nefesini tutup, değerli hastanın iyiliği için çaresizce dua etmeye başladı. Herkes günü radyo basında yeni bir bildiri bekleyerek tüketti.
Beklenen yeni haber, akşam yayımlanan ikinci bildiriyle geldi:
"Riyaseti Cumhur Umumî Kâtipliği'nden Bugün, dün akşama nispetle daha iyi geçmiştir. Asabî arazlarda bir değişiklik yoktur. Nabız muntazam ve 116, teneffüs 20, hararet derecesi 37'dir."

19 Ekim 1938 / "Ölüm, ondan korktu''

19 Ekim 1938 / "Ölüm, ondan korktu''
Herkes korkunç finali bekliyordu.
Ama korkulan olmadı. 4. gün Ata'nın durumunda nispî bir iyileşme gözlendi. 19 Ekim Çarşamba günü, yatmakta olduğu büyük karyola, çarşaflarıyla birlikte, küçük bir karyolayla değiştirildi. Aynı gün öğleden sonra kendisinden istenen bazı hareketleri yapabildiği görüldü. Dilini göstermesi istenince dilini gösterdi. Mucizeydi. Bir doktorunun deyişiyle "ölüm, ondan korktu."
O aksam kamuoyuna su açıklama yapıldı: "Asabı arazlarda hafif, fakat aşikâr bir iyilik vardır. Umumî hal daha iyi; nabız muntazam..."

21 Ekim 1938 / "Ben kaç saat uyudum?"

21 Ekim 1938 / "Ben kaç saat uyudum?"
Nihayet 21 ekim sabahı kız kardeşi Makbule Hanım başucunda Kuran okurken Atatürk, bir pencerenin rüzgârdan gürültüyle kapanması sonucu gözlerini açtı. Karsısında bassofracısı İbrahim Ergüven'i gördü: "İbrahim sen burada mısın? Bu yatağı ne zaman değiştirdiniz?'' diye sordu.
Odada bir sevinç dalgası gezindi. Ergüven, bazı durumlardan dolayı yatağı sık sık değiştirdiklerini söyledi. Bu değiştirme sırasında battaniyeyle taşınırken, yatağın üzerine çıkılması sonucu karyolanın kırıldığını ve bunun üzerine bu küçük karyolayla değiştirildiğini anlattı.
Atatürk bunları dinledikten sonra:
"Ben kaç saat uyudum? Saat kaç? Gazeteler geldi mi" diye sordu.
Doktoru Neşet Ömer Bey, bir gün kadar uyuduğunu söyledi. Bu da doktorlar arasında tartışma konusu olmuştu. Kimi doktorlar hastanın moralinin bozulmaması için yalan söylemeyi savunurlarken, kimileri de her ne olursa olsun işin aslının saklanmaması gerektiği görüşündeydiler. Sonunda "yalan"cılar baskın çıktı ve Atatürk'ten bir haftaya yakın zamandır komada olduğu gizlendi.
Bu konuşmalar sırasında koşup içeri giren Mim Kemal Öke'yi görünce Ata, kuşkulandı:
"Kemal Bey niçin burada? Burada mı yatıyor?" diye sordu. "Vapuru kaçırmış da ondan" diye yanıtladılar.
Atatürk yeniden uykuya daldı. Akşam şu bildiri yayımlandı:
"Bugünü çok iyi geçirdiler. Umumî ahvaldeki iyilik devam etmektedir."

22 Ekim 1938 / "Her şeyi, bu küçük gözyaşları anlatmış oldu"

22 Ekim 1938 / "Her şeyi, bu küçük gözyaşları anlatmış oldu"
Ertesi sabah normal vaktinde ve hiçbir şey olmamış gibi uyandı. Yanına ilk giren, Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak oldu. Atatürk: "Gel bakalım" dedi. "Biz gittik geldik. Bu doktorlar adeta insana can veriyorlar."
Sonra da sorguya başladı:
"Bana ne oldu?" Önceden bu soruya karsı standart bir yanıt, daha doğrusu tek tip bir yalan hazırlanmıştı:"Biraz fazlaca ve derince uyudunuz efendim."

"Ya bu karyola niye değistirilmiş?"

"Temizlik yapmak lazımdı, aynı zamanda bir değişiklik olur diye de düşündük."
Atatürk bu kısa ve kaçamak yanıtlardan neler olup bittiğini tahmin etmişti. Genel sekreterini bu sıkıntıdan kurtarmak için:
"Ne ise..." dedi, " gerisini sormayacağım."
Gerisini herkes gizledi, ama ''büyük sırrı'', küçük Ülkü ele verdi. Ata'nın yanına girince, bütün tembihlere rağmen gözyaşlarını koyuverdi. Her şeyi, bu küçük gözyaşları anlatmış oldu.

29 Ekim 1938 / "Bayram ve Gözyaşı"

29 Ekim 1938 / "Bayram ve Gözyaşı"
Nihayet 29 Ekim geldi. O gün Cumhuriyetin 15. yaş günüydü.
Ankara Hipodromu'ndaki törenler öncesinde Celal Bayar Ata'nın orduya mesajını okurken, O, sarayda kısılıp kaldığı yatağında Salih Bozok'a durup durup, "Ah Ankara... Ah Ankara'ya gidemedik..."diye yakınıyordu. Akşam olunca havaî fişekler gökyüzünü aydınlatmaya ve patırtıları duyulmaya başlandı. Atatürk bu gürültüyle uyandı ve zile basıp sofracı Kâmil'i çağırdı.
"Bu patırtılar nedir?" diye sordu.
Sofracı Kâmil, Atatürk'ü üzmemiş olmak için:
"Gök gürlüyor Paşam" diye yanıtladı.
Atatürk, yanıtın amacını ve saflığını anlayınca dudağının kenarıyla gülümsedi ve:
"Hadi, enayi..." dedi.
Yaverleri ilgililere telefon edip, havaî fişek gösterisinin durdurulmasını istediler. O sırada hiç beklenmedik bir şey oldu. 29 Ekim törenlerinden dönen Kuleli Askerî Lisesi öğrencilerini taşıyan vapur Dolmabahçe önünden geçiyordu. Öğrenciler vapurdan,"Atamızı görmek istiyoruz" diye bağırdılar. Ardından da İstiklal Marşı'nı ve 10. Yıl Marşı'nı söylemeye basladılar. "Çıktık açık alınla/10 yılda her savaştan" dizeleri Dolmabahçe'nin hüzünlü duvarlarında çınladı.
Kılıç Ali, hemen pencereye koştu
Kılıç Ali (silah arkadaşı): "Atatürk'ün mütees ki 'Varol... Yaşa...' sesleri göklere çıkıyor, gençlerin bu coşkun tezahüratı etrafı çınlatıyordu. Geri çekildim. Kapının önündeki paravanın arkasından Atatürk'e baktım. Yatağında doğrulmuş, oturuyordu. Atatürk, gözyaşlarını daha fazla tutamadı. Yanındakiler, son düşmanı ölümle savaşan bu kudretli adamın ilk kez o gün ağladığını gördüler.''

7 Kasım 1938 / "Son İsteği; Enginar"

7 Kasım 1938 / "Son İsteği; Enginar"
İste son 3 güne girilmişti.
Hastalık, artık son aşamasındaydı.
Atatürk 29 Ekim'den 7 Kasım'a kadarki 10 günü yarı uyur, yarı uyanık vaziyette geçirdi. Genellikle kendinde değildi. Uyku arasında bazı kelimeleri belli belirsiz tekrar ediyor, ayıldıkça da süt, pirinç suyu ve meyve sularından oluşan mönüsüyle karnını doyurmaya çalışıyordu.
O günlerde canı enginar yemeği istedi. Fakat o zaman İstanbul'da enginar bulunmadığından Hatay'a ısmarlandı. Enginarlar geldiğinde o ölüm döşeğinde, derin bir uykudaydı.
Yemek kısmet olmadı.
5 Kasım Cumartesi hafif kendine gelir gibi olunca başucundaki Makbule Hanım, Afet Hanım ve Sabiha Hanım, ince, kemikli elini son kez öperek onunla vedalaştılar.
Karnındaki su iyice artmış ve göğsüne ve kalbine baskı yapmaya baslamıştı. Bu yüzden boğulur gibi oluyor, zor nefes alıyor, ıstırabı, yüzünden okunuyordu.
Sonunda 7 Kasım Pazartesi sabahı arkaüstü yatarken tükürmeye basladı. Tükürüğünde kan vardı. Hemen doktorlar geldiler. Atatürk, Nihat Reşat Belger'e:
"Doktor" dedi, "karnımdan bu suyu çekmek zamanı geldi. Çünkü bu mayi benim nefesime dokunuyor. Soluk almamı güçleştiriyor. Bunu çekip alın."
Belger "Emri devletinizi yarın ifa ederim" diyecek oldu. Çünkü su çekme işlemi öncesi kalbi takviye edecek önlemler almak istiyordu. Üstelik ilk üç ponksiyonu yapan Mim Kemal Öke sarayda değildi. Ama Atatürk de dayanacak halde değildi:
"Emrediyorum, bunu bugün çekin" dedi.
Bu, onun son buyruğuydu ve odadaki doktorların hiçbiri bu emre direnemedi.
Hasan Rıza Soyak (genel sekreteri):
"Çaresiz kalan doktorlar hazırlık yapmak üzere odadan çıktıktan sonra kaşlarını çattı. Hiddetli bir sesle:
'Niçin tereddüt ediyorlar? Olacak olur' dedi. Sonra da karnını işaret ederek: 'Bu, insuportable'dır (dayanılmaz)' diye ekledi."
7 Kasım günü saat 12.20'de üçüncü ponksiyon başladı. Bu kez operasyonu Mim Kemal Öke yerine Dr. Mehmet Kâmil Berk yapıyordu.
Dr. Nihat Reşat Belger (doktoru):
"Atatürk su çekme esnasında suyun hepsinin çekilmesini ısrarla emrediyordu. Bizlere 'Kaç litre var? Sayın' diyordu. Sayan bendim. Ve her yarım litreyi bir sayarak '12 litre' dedim. Hakikatte 6 litre su çekmiş bulunuyorduk."
Bu operasyondan sonra Atatürk'ün ateşi hafif yükseldi. Fakat rahatlamıştı. Aksam 20.00'den geceyarısına kadar sakin uyudu. Geceyarısı uyandı.
8 Kasım'a girilirken, kendini bilmiyordu.

8 Kasım 1938 / "Son sözünü söyledi ve ikinci ağır komaya girdi. Bu komadan bir daha çıkamayacaktı"

8 Kasım 1938 / "Son sözünü söyledi ve ikinci ağır komaya girdi. Bu komadan bir daha çıkamayacaktı"
Atatürk'ün "Müsahade Defteri"nden 7 Kasım'ı 8 Kasım'a bağlayan gece: "Geceyarısı etrafındakileri tanımıyor. Saat 02.10'da uyanıyor. Bay Rıdvan'ı çağırıyor, uyuyamadığından şikâyet ediyor: "Hayret Monşer" diyor. Bir sigara istiyor, içiyor. Daha bu bitmeden ikinci bir sigara daha istiyor. Onun da yarısını içiyor. Evvela: "Beni gezdir" diyor, sonra: "Beni sağ tarafıma yatır" diyor. "Ört... ört..." diye emrediyor. Rıdvan çıkmak istiyor: "Nereye gidiyorsun..? Off.. beni kaldır, belki bir şey olur" diyor. Yatırılıyor, uykuya dalıyor. 06.00'da uyanıyor. Süt veriliyor. "Denizde bir motor sesi var. Bu nedir?" diye soruyor ve tekrar uyuyor. 07.40'ta: "Rıdvan!" diye çağırıyor. Bir şey ister gibi bir jest yapıyor. Lakin istediğini ifade edemiyor. Nihayet çay istiyor. Ördek getiriliyor. O esnada: "Beni kaldır" diye ısrar ediyor.
"Ördek var" deniyor.
"Off... off..." diyor, bir şey söylemek istiyor. Lakin kelimeleri bulamıyor. Gözleri açık. Ama dalgın. Derece almıyor: 36,5 deniyor. Bir şey söylemiyor. 08.20'de Bay Rıdvan giriyor. Sütlü çay getiriyor, istemediğini anlatmak istiyor. Sözleri bulamıyor. Başka bir şey istiyor, adını bulamıyor. Birçok maddelerin ismi söyleniyor. Nihayet poriçte duruyor. Saat 10.00'da verileceği söyleniyor." Hasan Rıza Soyak (genel sekreteri): "O gün gıda olarak saat 06.00'da altı kaşık sütlü kahve, 08.30'da beş kaşık sütlü çay, 11.00'de bir miktar yulaf unundan poriç, 13.00'te altı kaşık süt, 15.10'da biraz çorba ve 17.15'te dört kaşık elma suyu almıştı. Saat 18.35'te telefonla fenalaştığını bildirdiler. Telasla hususî daireye koştum. Yatak odasının iç içe olan iki kapısı arasındaki boşlukta Kılıç Ali duruyordu. Odaya girdiğim zaman Atatürk yatağın ortasında oturmuş, iki elini yanlarına dayamış mütemadiyen öğürüyor ve: 'Allah kahretsin' diye söyleniyordu. Ara sıra da hizmetçilerin tuttukları tasa koyu kahverengi pıhtılaşmış kan çıkarıyordu. "Nöbetçi doktor Abravaya ile o sırada yetişen Prof. Neşet Ömer İrdelp kendisine yine bir taraftan bazı ilaçlar enjekte etmeye, bir taraftan da buz parçaları yutturmaya başladılar. Bir aralık sağında bulunan tuvalet masası üzerindeki saate baktı; herhalde iyi göremiyordu ki bana sordu:

'Saat kaç?'

'07.00 efendim.' Aynı suali bir iki defa daha tekrar etti, aynı cevabı verdim. Biraz sükûnet bulunca yatağa yatırdık. Başucuna sokuldum: 'Biraz rahat ettiniz, değil mi efendim' diye sordum. 'Evet...' dedi. Arkamdan Neşet Ömer İrdelp yanaşıp rica etti: 'Dilinizi çıkarır mısınız efendim?' Dilini ancak yarısına kadar çıkardı. Dr. İrdelp tekrar seslendi: 'Lütfen biraz daha uzatınız.' Nafile. Artık söyleneni anlamıyordu. Dilini uzatacağı yerde tekrar tamamen çekti. Başını biraz sağa çevirerek Dr. İrdelp'e dikkatle baktı ve: 'Aleykümselam' dedi. Son sözü bu oldu."
8 Kasım Salı aksamı saat 19.00'da, yani dördüncü ponksiyondan tam 30 saat sonra Atatürk son sözünü söyledi ve ikinci ağır komaya girdi.
Bu komadan bir daha çıkamayacaktı.

9 Kasım 1938 / "Son 24 Saat"

9 Kasım 1938 / "Son 24 Saat"
9 Kasım çarşamba sabahı Atatürk'te adale kasılmalarıyla istenç dışı hareketler ve inlemeler görüldü. Bunun üzerine bromürlü lavman yapıldı. Bu hareketler azaldı. Bir ara sık sık öksürdü. Terledi.
Öğle üzeri saat 11.00'den sonra 3 dakika süreyle oksijen verildi. 13.10'da bu, tekrarlandı. Bayar ve Dr. Arar, saraya geldiklerinde karşılaştıkları manzara suydu:
Dr. Asım İsmail Arar (doktoru): "Atatürk derin bir uyku içinde idi. Nefes alma ve kan deveranı faaliyetleri muntazamdı. Etrafındaki doktorlar son tıbbî vazifelerini yapmak için feragat ve gayretle çalışıyorlar ve her çareye başvuruyorlardı. Bu doktorlar, her iki saatte bir değişmek üzere ikişer ikişer nöbet bekliyorlar ve hastalığın seyrine ait müsahadeleri ve tatbik edilen tedbirleri ve ilaçları kayıt ederek vazifelerini kendilerinden sonra nöbete girecek olan arkadaşlarına terk ediyorlardı. Hastanın halini görünce her şeyin bitmiş olduğuna kani oldum. Yalnız bütün hayatı bitmez tükenmez mücadeleler ve Türk vatanım kurtarmak için icabında katlandığı mahrumiyetler ve heyecanlar içinde geçen ve bir seneye yakın bir zamandan beri en ağır bir hastalığın pençesinde ıstırap çeken bu büyük adamın kalbi o kadar sükûn ve intizam içinde çalışıyordu ki, devam edip giden komaya rağmen artık önü alınması kabil olmayacak kötü akıbetin ne vakit gelip çatacağını tayin etmek mümkün olamıyordu. Akşama doğru Atatürk yeni bir komaya girdi. Gözbebekleri ışığa cevap verse de tabandan artık refleks alınamıyordu. Nefes borusundan hırıltılar işitilmeye başlandı. Başucundaki doktorlar Müşahade Defteri'ne 'Agoni' diye not düştüler." "Agoni", "can çekişme" demekti. 9 Kasım - Saat 20.00... Resmî tebliğ: "Bugünü yorgun ve dalgın geçirdiler. Umumî ahvaldeki ciddiyet biraz daha ilerlemiştir."
Artık tıbbın yapabileceği bir şey kalmamıştı. Dr. Akil Muhtar Özden bu resmî tebliğin yayımlandığı saatlerde Atatürk'ün başucunda onun ölüm döşeğinin karakalem resmini çiziyordu.
9 Kasım - Saat 24.00... Resmî tebliğ: "Saat 20.00'den itibaren dalgınlık artmıştır. Umumî ahval vahamete doğru seyretmektedir."
Atatürk güpegündüz fani hayata veda edip gidiyor, herkes ellerini kavuşturmuş, büyük bir acz içinde duruyor, kimsenin elinden bir şey gelmiyordu.

10 Kasım 1938 Perşembe / "Bir Tarih Göçüyor"

 10 Kasım 1938 Perşembe / "Bir Tarih Göçüyor"

9 Kasım'ı 10 Kasım'a bağlayan gece oldukça sıkıntılı geçti. Atatürk'e kısa aralıklarla oksijen verildi. Sabaha doğru boğazındaki hırıltılar azaldı.
Şafak doğarken sarayın dışında İstanbul, parlak ve güneşli bir sonbahar sabahına hazırlanıyordu. İçeride ise, kutsal nöbettekilerin içindeki son umut ışıkları sönmek üzereydi.
Saat 08.00'de Dr. Mehmet Kâmil Berk ve Dr. Nihat Reşat Belger Atatürk'e glikozlu serum verdiler. O sırada yüzünün daha da solduğu ve birden gırtlağından "Hiii... hiii..."diye sesler çıkarmaya basladığı görüldü.
Saat 09.00 olduğunda göğsü hızla inip çıkmaya basladı.
Dünyadaki son 5 dakikasına gözleri kapalı giriyordu.
Dışarıda bütün bir ulus, endişe içinde radyo basında bekliyordu.
Savarona, son bir saygı duruşu için Dolmabahçe önüne demirlemişti.
İçeride saray tam bir sessizliğe gömülmüştü.
Odada başucunda Mehmet Kâmil Berk, bir elini karyolaya yaslamış, diğer elindeki ıslatılmış pamukla Atatürk'ün ağzına su vermeye çalışıyordu. Bu arada akan gözyaşları, ak bıyıklarını ıslatıyordu. Arada bir başını Operatör Mim Kemal Öke'nin omzuna dayayıp, hıçkırıyordu. Ayakucunda üzüntüsünden sapsarı kesilmiş bir çehreyle Prof.Dr. Süreyya Hidayet Serter ile Dr. Abravaya Marmaralı taban reflekslerini kontrol ediyorlardı.
Prof. Dr. Akil Muhtar Özden kendinden geçmiş, odanın içinde telaşlı adımlarla durmadan dolaşıyor; hem ağlıyor, hem de mütmadiyen:
"Aman yarabbi...." diye mırıldanıyordu.
Muhafız Komutanı İsmail Hakkı Tekçe ve Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak da yatağın sol tarafında ayakta bekleşiyorlardı Uyuşmuş, donmuş gibiydiler.
Hizmetlilerden Mehmet Mete, Rıdvan Gurari ve Rıza Tığlı ile Binbir Hanım bir kenara büzüşmüşlerdi.
Kılıç Ali ellerini kavuşturmuş, son saygı duruşundaydı:
Kılıç Ali (silah arkadaşı):

"Hayatına kastedilmemesi için icabında canımızı fedaya azmetmiş olduğumuz büyük Atatürk gözümüzün önünde güpegündüz fani hayata veda edip gidiyor, herkes ellerini kavuşturmuş, büyük bir acz içinde tazimkârane bir vaziyet almış duruyor ve kimsenin elinden bir şey yapmak gelmiyordu. Aman yarabbi... Adeta dehşet içindeydik.

Bir ara Hasan Rıza dayanamadı, büyük bir teessür içinde bana: 'Kılıç bak, koca bir tarih göçüyor' dedi.

Saat tam 9'u 5 geçiyordu."

Hasan Rıza Soyak (genel sekreteri) :"Birdenbire gök mavisi gözleri açıldı ve sert bir hareketle başını sağa çevirdi. Ben de artık hıçkırıklarımı zapt edemedim. Diz çöktüm. Sağ elini ellerimin içine aldım. Öptüm ve yüzüme sürdüm."
Soyak'ın ardından Muhafız Komutanı İsmail Hakkı Tekçe de aynı eli öptü ve yorganın altına koydu. Bu arada Prof. Dr. Mim Kemal Öke Atatürk'ün açık gözlerini kapattı. Dr. Kâmil Berk de "G.M.K." (Gazi Mustafa Kemal) markalı beyaz bir mendille çenesini bağladı.
Salih Bozok (yaveri) : "Hekimler büyük ölünün odasından çıktıkları zaman yüzüm kim bilir nasıl korkunç bir hal almıştı ki operatörü Mim Kemal Bey telaşlanarak:' Nereye gidiyorsun' diye sormaya mecbur oldu. 'Hiç' dedim, 'gidiyorum. îşim bitti artık. 'Fakat Mim Kemal Bey bırakmadı. Kolumdan tutarak aşağı kadar indirdi. Kalbim, iki değirmen taşı arasına düşmüş bir buğday tanesi olsa ancak bu kadar ezilirdi. Ne ağlayabiliyor, ne konuşabiliyor, ne de konuşulanları anlıyordum. Bir ara büsbütün kendimden geçmişim. Odadan deli gibi fırladım.' Nereye?' diye arkamdan koştular. 'Şimdi geliyorum' dedim. Bundan sonrasını hiç, ama hiç hatırlamıyorum."
Atatürk'ün Yaveri Salih Bozok, şuursuzca sarayın merdivenlerinden aşağı koştu. Alt katta boş bulduğu bir odaya dalıp kapıyı kapattı. Az sonra içeriden tek el silah sesi duyuldu. Sesi duyup odaya koşanlar içeride onu kanlar içinde buldular. Tabancasından kalbine sıktığı bir kurşunla devrilmişti.
Bir Solukta Boğazınızda Yumruyla Okuyacağınız Atatürk'ün Son 100 Günü
onedio.com