22 Aralık 2022

Hepimizin NARDUGAN BAYRAMI kutlu olsun


Bolluk,bereket ve güzellikler bizimle olsun. Yıl sonu yaklaşıyor.

Türklerde çam süsleme geleneği…

Türklerin, tek Tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı bulunuyor.

Buna hayat ağacı diyorlar. 

Bu ağacı, imge olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde görebilirsiniz.

Türklerde güneş çok önemli. 

İnançlarına göre gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık’ta gece gündüzle savaşıyor.

Uzun bir savaştan sonra gün geceyi yenerek utku kazanıyor.

İşte bu güneşin utkusu, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle akçam ağacı altında kutluyorlar.

Güneşin yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor.

Bayramın adı
NARDUGAN

(nar=güneş, tugan, dugan=doğan) Doğan güneş.

Güneşi geri verdi diye Tanrı Ülgen’e dualar ediyorlar.

Duaları Tanrıya gitsin diye ağacın altına armağanlar koyuyorlar; dallarına alacalı ipler bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tanrıdan…

Bu bayram için, evler temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın çevresinde yırlar söyleyip oyunlar oynuyorlar.

Yaşlılar,büyük babalar, nineler görmeye gidiliyor; bir araya gelerek birlikte yiyip içiliyor.

Yedikleri; yaş ve kuru meyveler, özel yemek ve şekerleme…Bayram, yakınlarla bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır, uğur getirirmiş.

Akçam ağacı yalnız Orta Asya’da yetişiyormuş.
Araplar bu ağacı bilmezlermiş, bu yüzden olayın, Türklerden
Hıristiyanlara geçtiği, bunu da Hunların Avrupa’ya gelişlerinden sonra onlardan görerek aldıkları söyleniyor.

İsa’nın doğumu ile hiç bir ilgisi yok.

“Doğum, güneşin yeniden doğuşu”

 

Sümerolog
Muazzez İlmiye Çığ

 

08 Aralık 2022

Atatürk'ün din hakkında söylediği sözler

Ali kılıç anlatıyor ( İstiklal Mahkemeleri Savcısıdır) : “Meclise geldik bir müezzin geldi müezzin ezan okudu meclis kapısından içeri girdiğimiz zaman Atatürk'ün önüne sırmalı elbiseler giyinmiş bir imam dikildi Atatürk ne istediğini sordu.İmam ellerini kaldırarak “Dua etmeden girilmez” dedi.Atatürk “Bu yurt askerin süngüsü ile kurtarıldı ve bu meclis onun gayretiyle kuruldu.Yoksa senin duanla değil.Çekil oradan “ dedi. Ve imamı eliyle iterek meclise girdi.

— (Kemal Arıburnu, Atatürk ten Anekdotlar-Anılar)

Evet Karabekir Arapoğlunun (Muhammedin) yaveleri Türk oğullarına öğretmek için Kuranı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece okutturacağım ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler.

—(Atatürk- Kazım Karabekir- Paşaların Kavgası sayfa 159)

Benim bir dinim yok ve bazen bütün dinlerin denizin dibini boylamasını istiyorum hükümetini ayakta tutmak için dini kullanmaya gerek duyanlar zayıf yöneticilerdir adeta halkı bir kapana kıstırırlar. Benim halkım demokrasi ilkelerini gerçeğin emirlerini ve bilimin öğretilerini öğrenecektir. Batıl inançlardan vazgeçilmelidir. İsteyen istediği gibi ibadet edebilir. Herkes kendi vicdanının sesini dinler. Ama bu davranış ne sağduyulu mantıkla çelişmeli ne de başkalarının özgürlüğüne karşı çıkmasına yol açmalıdır. 

— Mustafa Kemal Atatürk

Kimi yerlerde kadınlar görüyorum ki, başına bir bez, ya da bir peştemal ya da benzer bir şeyler atarak yüzünü, gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir, ya da yere oturarak yumulur. Bu durumun anlamı, gösterdiği nedir? Efendiler uygar bir ulus anası, ulus kızı bu şaşırtıcı biçime, bu vahşi duruma girer mi? Bu durum ulusu çok gülünç gösteren bir görünüştür. Hemen düzeltilmesi gerekir. 

— M.Kemal Atatürk

₪ “Türk’ler Arap’ların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Arap dinini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de Mısırlıların vesairenin Türk’lerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiçbir şekilde tesir etmedi.. Bilakis, Türk milletinin milli rabıtalarını gevşetti, milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü Muhammed’in kurduğu dinin gayesi milliyetlerin fevkinde şamil bir Arap milliyeti siyasetine müncer oluyordu. Bu arap fikri ümmet kelimesi ile ifade olundu. Muhammed’in dinini kabul edenler, kendilerini unutmağa hayatlarını Allah kelimesinin her yerde yükseltilmesine hasr etmeğe mecburdular. Bununla beraber, Allah’a kendi lisanında değil Allah’ın Arap kavmine gönderdiği Arapça kitapla ibadet ve münacatta bulunacaktı. Arapça öğrenmedikçe Allah’a ne dediğini bilmeyecekti. Bu vaziyyet karşısında Türk Milleti bir çok asırlar ne yaptığını ne yapacağını bilmeksizin adeta bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kuran’ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüler.”  

– Kaynak: ATATÜRK, 1931, Lise için yazdığı Medeni Bilgiler kitabı

İlkel insanların, tabiatın her şeyinden, gökgürültüsünden, geceden, taşan bir nehirden ve vahşi hayvanlardan ve hatta birbirinden korktuklarını biliyoruz. İlkel insan kümelerinde ata korkusu ve büyük kabilelerde onun yerine geçen Allah korkusu insanların kafalarında ve hareketlerinde hesapsız yasaklar yarattı. Yasaklar ve hurafeler üstüne kurulu birçok adet ve ananeler, insanları düşünce ve harekette çok bağladı. O kadar ki, bireysel düşünce ve hareket özgürlüğü gibi bir hak anlayışı asla uygulanmadı. Cemaatlerin başına geçebilen adamlar, cemaati Allah adına idare ederdi. Bireyin hakkı, hürriyeti söz konusu değildi. İnsanlığın fikri gelişimi artıp tabiatın her şeyden büyük ve her şey olduğu anlaşıldıkça, tabiatın çocuğu olan insan kendinin de büyüklüğünü ve haysiyetini anlamaya başladı. Bundan sonra bireyle hükümdar ve devlet arasında hak davası ve hak mücadelesi başladı. 

– Mustafa Kemal Atatürk

Gerçekte dinleri konusunda halkın hiçbir beklentisi yoktur din dediği şey bilinmeyen inanç dizgelerine ve gizle karışık emellere kör bağlılıktan başka bir şey değildir.

— M. Kemal Atatürk ( Atatürk ün el yazmaları Medeni Bilgiler Afet İnan )

Tarih bize öğretir ki bütün dinler milletlerin cehaletleri yardımıyla utanmaksızın Tanrı tarafından gönderildiği söyleyen adamlar tarafından tesis olunmuştur .

— Atatürk ün el yazmaları ( Medeni Bilgiler Afet İnan )

Çünkü malumdur ki insan “ tabiatın mahlukudur”

— ( Prof Afet İnan , Medeni Bilgiler ve M.Kemal Atatürk ün el yazıları)

 Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.

— Mustafa Kemal Atatürk

Dünyaca malum olmuştur ki, bizim devlet idaresindeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, idarede ve siyasette bizi aydınlatıcı ana hatlardır. Fakat, bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen; içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk Milleti ve bir de milletler tarihinin bin bir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir. 

— Mustafa Kemal Atatürk

Bir takım şeyhlerin, dedelerin, seyyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasından sürüklenen ve falcılara, büyücülere, üfürükçülere, muskacılara talih ve hayatlarını emanet eden insanlardan mürekkep bir kütleye, medeni bir bir millet nazariyle bakılabilir mi?

— Mustafa Kemal Atatürk

 Zaman süratle ilerliyor. Milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümlerin geldiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişmesini inkar etmek olur. 

— Mustafa Kemal Atatürk

Dünyada herşey için, medeniyet için, hayat için, başarı için en gerçek yol gösterici ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cahilliktir, doğru yoldan sapmaktır. Yalnız ilmin ve fenin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişimini anlamak ve ilerlemeleri zamanında takip etmek şarttır. Bin, iki bin, binlerce yıl önceki ilim ve fen lisanının koyduğu kuralları, şu kadar bin yıl sonra bugün aynen uygulamaya kalkışmak elbette ilim ve fennin içinde bulunmak değildir. 

— Mustafa Kemal Atatürk

₪ “Muhammed’in koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kur’an denir. İslam ananesindebu ayetlerin Muhammed’e Cebrail adında bir melek vasıtasıyla Allah tarafından vahiy, yani ilham edildiği kabul olunur. Muhammed birdenbire Allah’ın Resulüyüm diyerek ortaya çıkmamıştır. O, Arapların ahlak ve adetlerinin pek fena ve iptidai ve islaha muhtaç olduğunu anlamış, bunları islah için tenha yerlere çekilerek senelerce düşünmüş ve yıllarca tefekkürden sonra kendisinde vahiy ve ilham fikri doğmuştur.”   

– Kaynak: ATATÜRK, 1931, Lise için yazdığı Tarih kitabı

₪ “Hırkasıdır diye bir palaspareyi hilafet alameti ve imtiyazı olarak altın sandıklara koydular halife oldular. Gah şarka, cenuba, gah garba veya her tarafa saldıra saldıra Türk Milletini Allah için, peygamber için, topraklarını, menfaatlerini benliğini unutturacak,Allah’a mütevekkil kılacak derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde uyuttular.”

– Kaynak: ATATÜRK, 1931, Lise için yazdığı Medeni Bilgiler kitabı

“Arabistan’ın muhtelif yerlerinde insan heykellerinden ve nebat resim ve suretlerinden ibaret ağaçtan ve taştan putların muhafazasına mahsup yerler vardı. Muhammed’in neş’et etmiş olduğu Mekke’de ki Kabe denilen mabet bu yerlerin en büyüklerinden idi. İbrahim oğlu İsmail ile birlikte Kabe’yi bina etmişlerdi. Cebrail kendilerine o zaman beyaz ve mücella olan Haceriesvedi getirmişti, bu taş sonradan günahkarların ellerini sürmelerinden dolayı kararmıştı. Bunların hepsi, bittabi sonradan uydurulmuş masallardır.”   

– Kaynak: ATATÜRK, 1931, Lise için yazdığı Tarih kitabı

₪ “Medineniler ile Mekkeliler arasında derin bir düşmanlık ta vardı. Muhammet te Mekke’den kalkıp Medine’ye kaçtı. Buna Hicret denildi.” 

Kaynak: ATATÜRK, 1931, Lise için yazdığı Medeni Bilgiler kitabı

₪ “Muhammet uzun bir devirdeki tefekkürlerin mahsulü olan ayetleri luzum ve ihtiyaçlara göre takrir ediyordu.”   

Kaynak: ATATÜRK, 1931, Lise için yazdığı Tarih kitabı

₪ “Prensiplerimiz, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutulmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz.” 

– Kaynak: ATATÜRK, Cumhuriyet Halk Partisi programı, Söylev ve Demeçleri / Cilt 1 / Syf. 389 1937 meclis konuşması

Ben manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır.

 — Mustafa Kemal Atatürk

ateistcanavar.wordpress

Araplaştırılarak Kaybolan Uygarlıklar


İnternetten alıntıdır.

Köklü bir kültürü olan Farslar Arap değildir…Araplaştı

Pakistanlılar Afganlar Arap değildir… Araplaştı

Iraklılar Arap değil Sümerlerin, Akadların, Babillilerin, Asurların, torunlarıdır...Araplaştı

Suriyeliler Arap değil Süryanidir…Araplaştı

Mısırlılar Arap değil Antik Mısır medeniyetinin mirasçılarıdır...Araplaştılar

Kürtler Arap değildir...Araplaştı

Savaşçı Çeçenler Arap değildir...Araplaştılar

Tunus Arap değil Kartacalı Anibal’in torunlarıdır...Araplaştılar

Cezayirliler, Libyalılar, Faslılar, Arap değildir Tuareg ya da Berberidir...Araplaştılar

Lübnanlılar Arap değil tarihin gördüğü en iyi denizciler olan Fenikelilerin torunlarıdır...Araplaştılar

Boşnaklar Arap değildir islamı kabul etmiş Sırplardır,...Araplaştılar

Osmanlılar Arap değildir…Araplaştılar

Türkler Arap değildir Atatürk özüne döndürdü ancak hızla Araplaşıyorlar.

Nursultan Nazarbayev

 

05 Aralık 2022

Kadın En Yüce Değerdir!



Yalnız - Talât Sait Halman


Yalnızlığı hiç bilmeyeceksin.
Kuytular, tanrılarındır.
Çağlar ve sınırlar ötesinden
Sana hep seslenecek can çekişen kurbanlar.
Hangi ıssızlığa varsan
Çağrışan açlar bulacaksın
Başaklar sallanırken tâ uzaklarda
Altın ve hayırsız,
Yaşamak yorgunu açlar
Bir kapkara iman gibi davet edecek
Seni görkemli beraberliğine.

Yalnızlığı hiç bilmeyeceksin
Korkular, tanrılarındır.
Bir ülkü uğruna kurban düşen yiğitler var:
Can yoldaşı, kan kardeşisin onlar için
Bir yaman türkü söylüyorlar sana.
Tarih
Kahraman sesleri hep boğmuş bir cellat
Dün, bugün ve yarın
En uzak güneşlere türküler yakanlar,
Bir coşkulu isyan gibi davet edecek
Seni görkemli beraberliğine.

Yalnızlığı hiç bilmeyeceksin.
Tenhadaki lanetli sular, tanrılarındır.
Ve bilir belki yaşlanan ırmak
Gölge olmak değil onun yazgısı,
Baş eğmemek, yiğitçe haykırmak;
Gölden göle, dağdan denize
Özgür akarak bentleri kırmak…
Kör kuyular, tanrılarındır.
Bilge olmaktır ırmağın yazgısı,
Sormağı bilmek yanıtsız soruyu.
Susmağı bilmek ve coşup durmağı.
Köhnemiş dağlara, ham meyvalara
Taze bir ses taşıyıp bir yeni çağ açtırmak.

Akıp giden bir akıldır ölüm,
Bilir bunu su.
Toprakta hep ezilse de aşkın uğultusu,
Çağıldayan o ölümsüz pınarlar, ummanlar
Davet edecek
Seni görkemli beraberliğine.

Yalnızlığı hiç bilmeyeceksin.
Aşkı sönük uykular, tanrılarındır.
Sen öyle soylu ve günseviler yarattın ki
Sevgililer, tek bir ağaç olmağa
Can atan güçlü bir orman gibi davet edecek
Sen görkemli beraberliğine.

Yalnızlığı hiç bilmeyeceksin
Bin gözle bakıp okşadığın
Açlar ve yiğitler, yoksullar ve sevenler
Sönmek diye bir yazgıya başkaldırarak,
Susarken yaman türküler söyleyen
Güneşler gibi
Davet edecek
Seni görkemli beraberliğine.

Ömer Hayyam’ın Kübik Denklem Çözümü


Ömer Hayyam’ın kübik denklemler üzerindeki çalışması, bir kübik denklemin tüm farklı biçimlerinin kapsamlı değerlendirmelerini içeriyordu. Örneğin, x3 + bx = a ve x3 + a = bx’in farklı çözüm yöntemlerine sahip farklı denklem türleri olduğunu düşündü. Bunun sonucunda, bir düzineden fazla farklı kübik denklem biçimine çözümler sağladı. Hayyam’ın bu denklemleri çözme yöntemine bir örnek, bir daire ve bir parabolün kesişimini bularak x3 + bx = a denklemini çözmesidir. Bu iki eğrinin kesişimi denklemin çözümüdür.

Ömer Hayyam bir çift kesişen konik kesiti kullanarak x+ a2x=b kübik denkleminin geometrik çözümünü görebilirsiniz. Önce x2 = ay  parabolünü oluşturdu. Daha sonra x ekseni üzerine AC=b/a2 yarıçaplı bir yarım çember çizdi ve yarım çember ile parabolün kesişim noktasına P dedi. Bir Q noktası oluşturmak için P’den x eksenine bir diklik indirdi. P noktasının x koordinatı (yani AQ doğru parçasının uzunluğu) verilen kübik denkleminin köküydü.

Kübik Denklemler Neden Geometri İle Çözüldü?

Ancak bir kübik denklemin üç çözümü olması gerektiğini hatırlayın. Diğer iki çözüm, yüzyıllar sonrasına kadar kabul edilmeyen bir kavram olan hayali sayılardır. Bu nedenle Hayyam sadece gerçek kökler ile ilgili çözümler bulabilmişti. Hayyam ve onun çağdaşları tarafından çözülen bu problemlerin geometrik çözümleri, günümüzde bizim için pek bir anlam taşımayacaktır. Ancak aslında bu problemler bizim sayı problemleri diye isimlendirdiğimiz problemlerin çözümleriydi.

Örneğin şu soruyu düşünün. On sayısını iki parçaya bölün. Öyle ki her iki parçanın kareleri ile büyük parçanın küçüğe bölümünün toplamı 72 olsun. Bu problemi denkleme dökerseniz karşınıza 3. dereceden bir denklem çıktığını göreceksiniz. Günümüzde cebir yardımı ile bu denklemi çözmemiz kolay. Ancak modern çağdan önce matematikçiler aynı Ömer Hayyam gibi bu soruyu geometrik bir yaklaşım ile çözmek zorundaydı.

Aykut Çelikel

03 Aralık 2022

Engelli insanlara saygı, insanlığa saygıdır.

 


 

 

Şiir ve Yaşam - Ahmet Telli

 

 I-
Yaşananı aşan sevda yorumu
Şiirin kanıyla yoğrulmamışsa
Gülün hevengini coşturan bengisu
Verilmemiştir çeliğin damarına

-II-
Şiirden söz açılınca
Diyor ki bana konuğum
- Başka söze gerek yok
Aşktır onun tarihçesi

 

Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı - Romain Gary

BİR

Bitti. Big Sur plajı bomboş, kuma uzanmış yatıyorum; tam düştüğüm yere. Denizin üstündeki yoğun sis çevremdeki bütün çizgileri yumuşatıyor. Ufukta tek bir gemi direği yok. Önümde koca bir kaya ve üstünde binlerce kuş... Bir başka kayada da kalabalık bir fok ailesi: Baba fok, ağzında bir balık, pırıl pırıl ve dipdiri sulara batıp çıkıyor. Deniz kırlangıçları bazen yere öyle yakın uçuyor ki soluğum kesiliyor, yıllar ötesinin özlemi uyanmış gibi içimde bir kıpırtı başlıyor: Biraz, biraz daha yaklaşsalar, yüzüme konsalar, koynuma, kollarıma sığınsalar, çepeçevre kuşatsalar beni... Kırk dört yaşındayım, ama hâlâ esas olarak sıcak şeyler düşlüyorum. Hanidir kumun üstünde kıpırtısız yatıyorum ve artık pelikanlarla karabataklar çember oluşturdu çevremde. Derken dalgalar ayaklarımın dibine bir fok bırakıp çekiliyor. Yüzgeçlerinin üstünde doğrulup, gözleri bende, bir an öyle kalıyor, sonra yine Okyanus’a dönüyor. Gülümsüyorum ona; biraz bilge, biraz ağırbaşlı ve biraz hüzünlü, hâlâ orada... 

Annem seferberlikte benimle vedalaşabilmek için tam beş saat taksi yolculuğu yapmıştı. O sırada Salon-De-Provence’ta, Hava Okulu’nda eğitim çavuşuydum. 

Taksi yaşlı, külüstür bir Renault’ydu. Bir ara arabanın önce yüzde ellisi, sonra da yüzde yirmi beşi bizimdi. Ama yıllar önceydi bu; şimdiyse taksinin tek sahibi öteki ortak olan şoför Rinaldi. Yumuşak başlı, çekingen, duygulu bir adamdı Rinaldi ve annem onun hoşgörüsünden de yararlanıp arabanın üstünde hâlâ bazı manevi hakları olduğuna inanıyordu. Şoför Rinaldi’yi Nice’in üç yüz kilometre ötesindeki Salon-De-Provence’a kadar, beş kuruş almadan yola düşüren de annemin işte bu “manevi hakları”ydı. Ve sevgili Rinaldi, savaşın üzerinden yıllar geçtikten sonra bile, elini iyiden iyiye kırlaşmış saçlarına götürüp biraz kızgın, biraz hayran, annemin “onun ayağını nasıl yerden kestiği”ni şöyle anlatır:

 “Taksiye bindi ve sadece şöyle dedi: ‘Salon-De-Provence’a çek. Oğluma güle güle diyeceğim!’ İtiraz edecek oldum: Yol git-gel on saatten fazla çekerdi... O berbat Fransızcasıyla derhal sözümü kesip beni polis çağırıp tutuklatmakla tehdit etti. Çünkü seferberlikteydik ve ben kaçmaya çalışıyordum! Size getirmek için hazırladığı paketlerle –neler yoktu içinde: Sucuklar, jambonlar, kavanoz kavanoz reçeller– arabama yerleşmiş, durmadan konuşuyordu. Oğlu bir kahramandı, onu son bir kez öpmek istiyordu ve artık tartışmamalıydım. Sonra biraz ağladı. Sizin yaşlı hanım sürekli çocuk gibi ağlardı. Ve ben yıllardır tanıdığım bu kadını dayak yemiş köpek gibi –özür dilerim Bay Romain ama annenizi siz de tanırsınız arabanın içinde sessiz sessiz ağlar görünce artık hayır diyemedim. Çoluk çocuk yok nasıl olsa, koyuver yakasını gitsin, diye düşündüm ve önümüzdeki beş yüz kilometreden fazla da olsa alt tarafı bir taksilik yola gidecektik. ‘Tamam,’ dedim, ‘gideriz, ama prensip gereği benzin parası sizden.’ ‘Ama yedi yıl önce ortak değil miydik biz?’ O halde arabada onun da söz hakkı vardı! Zararı yok, sizi çok sevdiğini, bu yüzden de yaptıklarının önemli olmadığını söyleyebilirsiniz isterseniz...” 

Elinde bastonu, ağzında Gauloise sigarası, çaylak erlerin alaycı bakışları arasında kantinin önünde arabadan inerken gördüm onu. Teatral bir tavırla kollarını bana açıp oğlunun ona koşmasını bekledi geleneğe uygun şekilde.

Kasketim kaşımın üstünde, omuzlarımı düşürerek, umursamaz bir tavırla yanına gittim. Üstümde delikanlıların askere havacı gitme sebebi olan deri bir ceket vardı, ellerim cebimdeydi. “Sert”, “sahici” ve “yiğit” olarak nam salmak için az ter dökmediğim bu sert erkekler dünyasına yaptığı yersiz ziyarete canım sıkılmış, kızmıştım. Becerebildiğim kadar alaycı ve soğuk öptüm onu ve çevredekilerin bakışlarından kurtulmak için onu usta bir çalımla arabanın arkasına çekmek üzere hamle ettim. Ama o beni daha iyi seyredebilmek için sadece bir adım geriledi. Bir eli göğsünde, gözleri gülüyor, yüzü neşeyle parlıyordu. Ha, bir de gürültülü gürültülü burnundan soluyordu. Eskiden de böyleydi; keyifli olduğunu anlamak için burnundan soluduğunu görmek yeterdi. Herkesin duyabileceği bir sesle ve güçlü bir Rus aksanıyla haykırdı: 

“Guynemer! İkinci bir Guynemer olacaksın sen! Görürsün bak,anneciğin hiç yanılmaz!” 

Yüzümü al bastığını hissettim, arkamda kahkahalar patlıyordu üst üste, ama o kahvenin önüne yığılan çaylaklara dönüp bastonunu tehditkâr bir tavırla sallayarak ikinci cümlesini patlattı bu defa ilham gelmiş gibi: 

“Kahraman olacaksın sen! General Gabriele d’Annunzio olacaksın! Fransız Büyükelçisi! Bu gerizekâlılar senin kim olduğunu bilmiyor!” 

Sanırım hiçbir oğul anasından o an benim kadar nefret etmemiştir. Kudurmuş bir öfkeyle mırıldanıp beni Hava Ordusu’na rezil ettiğini söylemeye çalışıyor, onu arabanın arkasına çekmek için yeni bir hamleye hazırlanıyordum ki yüzü anında değişti, dudakları titremeye başladı. Ve beni her defasında yenik düşüren o bağışlamasız sözler ağzından bir kez daha döküldü: 

“Ne o, yaşlı anandan utanıyor musun?” 

Sahte erkeklik, sertlik, kendimi uzun zamandır boyamaya çalıştığım o gösteriş sırmaları bir anda ayaklarımın dibine dökülüverdi. Fırlayıp kolumu omzuna attım, boştaki öteki kolumla da arkadaşlarıma daha sonra dünyanın bütün askerlerinin bildiğini öğreneceğim o çok tanıdık hareketi sarkıttım – hani kolunuzu dimdik ileri uzatır, orta parmağınızı başparmakla birleştirir yukarıdan aşağı sallarsınız ya, işte onu. Gerçi bu İngiltere’de biraz değişik uygulanırmış; Latin ülkelerinde tek parmak yeterliyken onlar bu işi iki parmakla yaparmış; eh, bu bir yapı, mizaç sorunu. 

 Çevirmen:Alev Er

Fransız edebiyatının en sıradışı ve üretken kalemlerinden, prestijli Goncourt ödülünü iki kez kazanmış Romain Gary, namı diğer Émile Ajar, aydınlık bilincini derin bir mizah duygusuyla harmanladığı ve şiirsel bir dille kaleme aldığı başyapıtı Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı'da, tek başına ayakta durmaya çalışırken biricik oğlunu da yetiştirip hayata hazırlamak için boğuşan göçmen bir kadının zorluklar karşısında verdiği amansız mücadeleyi, onun ihtişamlı bir yazgıya erişebilmesi adına seferber ettiği o büyük enerjiyi ve oğlunun "çok sevdiği o kadının naif hayallerinin yansımasını" yaşamına aktarabilmek için gösterdiği muazzam çabayı anlatır.

Ağıtlar - Refik Durbaş

 

Gözleri bir umudu, bir dalgınlığı yaşıyor
Ağzında kalabalık bir öpüşme ormanı
-Kalbindeki katiyyen ben değilim
yüzünde küçük inzal kuşları.

 

30 Kasım 2022

Uzaklıklar, Eski Denizler - Fernando Pessoa

Sayısız garip yüzler! Bütün yüzler biraz gariptir çünkü
Ve hiçbir şey insanları seyretmek kadar kutsallık duygusu vermez bize.
Kardeşlik devrimci bir kavram değildir ne de olsa.
Kardeşliği yaşamak öğretir bize, her şeyi hoş görmeyi öğrettiği gibi,
Ve insan şaşar ne kadar çok şeyi hoş görmek zorunda olduğuna,
Sonunda hoş gördüğü şeylere bakıp nerdeyse sevgiyle ağlamak gelir içinden!

Ah, ne kadar güzeldir bütün bunlar, ne kadar insanca
Ve duygularımıza sıkı sıkıya bağlı, ne kadar candan ve burjuva,
Öylesine karmaşık ve yalın, öylesine soyut ve hazin!
Bir o yana bir bu yana savurarak insan olmayı öğretir bize hayat.
Zavallı insanlar! Hepimiz, her yerdeki biz zavallılar! 

Şimdi veda ediyorum bu saatte yola çıkacak olan
Şu öbür geminin gövdesinde. Tarifesiz bir İngiliz yük vapuru bu,
Bir Fransız gemisi gibi çok pis,
Sevimli bir deniz emekçisi havasında,
Yola çıkacağı şüphesiz dünkü gazetenin son sayfasında ilan edilmiş.

Dokunuyor bana bu yoksul vapurun böyle doğal ve kendi halinde gidişi.
Bilmem neden, titizlenen bir havası var,
Görevini yerine getiren dürüst bir insan gibi.
İşte uzaklaşıyor bulunduğum rıhtımdan.
İşte yavaş yavaş ilerliyor eskiden, çok eskiden
Karavelaların geçtiği yerde…
Cardiff’e mi? Liverpool’a mı? Londra’ya mı? …
Ne önemi var?
O işini yapıyor. Bizim de yaptığımız gibi.…
Yaşamak güzel! 

İyi yolculuklar! İyi yolculuklar!
Yolun açık olsun, düşlerimin heyecanını
Ve acısını benimle paylaşma cömertliğini gösteren
Ve gidişini göreyim diye beni yeniden hayata bağlayan geçici dostum.

İyi yolculuklar! İyi yolculuklar! Hayat böyle işte…

Salınışın öyle doğal, öyle sabaha özgü ki,
Lizbon limanından çıkarken bugün,
Garip, bildik bir sevgiyle dolduruyor içimi…
Niçin mi? Nerden bileyim! ... Haydi… Git…
Hafif bir ürperişle
(T-t-t-t-t…)
Duruyor içimdeki volan.

Geç git, yavaş gemi, geç git, durma sakın…
Bırak beni, uzaklaş, kaybol gözden,
Git, uzaklaş kalbimden,
Uzakta kaybol, uzaklarda, Tanrının sisi,
Gözden kaybol, yazgını izle, beni bırak…
Ben kim oluyorum ağlayıp sızlayacak?
Ben kim oluyorum seninle konuşup seni sevecek?
Ben kim oluyorum sana bakıp aklı başından gidecek?

Gemi rıhtımdan ayrılıyor, güneş yükseliyor altın rengi,
Işımaya başlıyor rıhtımda damlar,
Kentin bütün bu yanı ışıl ışıl…
Git artık, bırak beni, nehrin ortasındaki
Gemi ol önce, orada açık seçik,
Sonra da sığ sulardan uzaklaşan küçük, siyah bir gemi,
Daha sonra ufukta belirsiz bir nokta (ah, çilem benim!)
Ufukta giderek belirsizleşen küçük bir nokta…
Sonra hiç, yalnız ben ve yokluğunun acısı
Ve artık güneşle ışıyan koca bir kent
Ve gemileri olmayan bir rıhtım gibi gerçek ve çıplak bu saat

Ve bir pusula gibi ağır ağır dönen vinç
Kimbilir hangi duyguyu izlercesine yarım daire çizen
Tedirgin ruhumun sessizliğinde…

Çeviri: Cevat Çapan 

“Daha derin bir kişiye dönüşmüş olmak, acı çekmiş olan kişilerin ayrıcalığıdır.”Oscar Wilde

 








Server Tanilli


Doğrudur veya yanlıştır, taraftar olunur veya olunmaz, bir bilim adamı olarak kabul ettiğim metot, görüş ve düşüncelerimden dolayı kime karşı sorumluyum? Yaşadığım çağa ve topluma karşı.

 


28 Kasım 2022

Troya Önünde Atlar - Melih Cevdet Anday


1. koşu

Kör bir ozan anlattı bunları,
Atların da ruhu vardı Troya önünde,
Ta Hades'ten duyulurdu kişnemeleri,
Atsız bu bu kişneme ölüleri ürpertir,
Köpeği deliye çevirirdi.
Kimi de Troya önünde nal sesleri gezinirdi,
Gömülmemiş bir atın erinçsiz ruhundan.

O gün Akhalar başka biri için yarışsalardı
İlk ödülü Akhileus götürürdü barakasına.
Çünkü ölümsüz atları vardı,
Onları Poseidon vermişti babası Peleus'a,
Peleus da oğluna armağan etmişti.
Şimdi atlar  yas tutuyorlar Patroklos'a,
Yürekleri burkuk, toprağa değiyor yeleleri.

Diomedes Tros atlarını koştu arabasına
O atları savaşta Aineas' tan almıştı.
Bir tanrı kurtarmıştı Aineas'ı.
Sarı Menelaos kalktı sonra, Atreusoğlu,
Tanrısal yiğit koştu arabasına iki at,
Agamemnon'un kısrağı Aithe'yi, kendi atı  Podargos'u.
Antilokhos koşum taktı  Pyloslu atlarına.
Sonra Köroğlu kalktı, koştu Kır At'ı.
Her yanında çifte kanat
                              Bilmez yakını ırağı.
Kendini beğenmiş Tahta At'ı çıkardılar sonra,
Yayıldı ortalığa yanık sedre kokusu.
Huylandı öbür atlar bu büyülü kokudan.
Sonra göründü Muhammed'in damadı Ali'ye
Benzer iyi huylu Düldül, edep yeri kapalı,
Dolandı çok tanrılı atlar arasında ağır ağır,

Gözleri iyi görmüyordu.
Başını yana eğen İskender'in Bukephalus'u
Geldi sonra, Hint kızları gibi derin bakışlı
Güneyden yana bakayordu ikide bir,
Sezmiş gibi Granikos suyunun yakınlığını.
Elcid'in Babeica'sı, derken Rocinante çıktı
Ağlayarak.
                            Anlatma bana atları!
Bilirim, ana rahminden gelir, gece, karanlık
Bir ahırda lamba tutar biri, ışık titrer
Samanların üztünde, hayvanın öksürüğü ve soluğu...
Başını döndürür bakar, "Bana benziyor mu?"
"Sekili mi ayakları?"
                            Anlatma bana atları!
Sabahın yerden kesilmiş tarlaları ve çığlık
Çığlığa suları gibi gök yarığından atlayan
Kanatlı Pegassos! Gençliğim benim, oğlum!
Delirmiş bir zamandı, yas, ölünün öcü, gövdesiz kuş,
Kırılan yıldız, unutulmuş bir günün yarısı.
Tohumsuz küçük göller ölüm anıtı gibi yükselen,
Ve giysisiz boşluk, yılgın uzay, o bitmeyen
Koşu...Atlar, atlar.Yaşlananı görmedim hiç.
Kimi yelesiyle devirmek ister burçları,
Kiminin eşeler toprağı hala toynakları.
                         Anlatma bana atları!
Yüreğim kaldırmıyor düşündükçe vurulup
Vurulup yerlerde yattıklarını, anlatma,
Anlatma bana, görmedim Troya savaşını.

II. Ağu
                                     Duydun mu?
Bursalı oto tamircisi Mehmet'in duyduğunu?
Katran, balık ve çam tahtası kokulu,
Yatışmamış çayırsı kadın kokulu kentin
Önceden bildi diye yakılacağını,
Ağulu yılan sokmuş Laokoon'u.
Kıvranıp duruyorlarmış çoluk çocuk
Rüzgarlı İlion kıyısında.
Kıyılarda birikir ölümün artıkları,
Düşüncede yitirilen ve bulunan sözcük,
Sonsuzluk, aranan kırık bir yontu gibi
Kıyılarda birikir ün, yücelik ve düşman.
Çünkü deniz daha bitmemiştir, uykusuz
Ve yarı yarıyadır, çöker delikli fıçısında
Tortulanarak eski ölülerden.
             "İzmir fuarından otobüle dönerken
               Gördüm, bir bulut sarmıştı İlion'u."
Bütün kitapları gaz odalarına atmışlar,
Dresden'de, Köln'de, Münich'de.
Über allen Gipfeln ist Ruh
             "Gökte uçaklarla kuşlar çarpışıyor,
             Kanatlar, tüyler, gagalar yağıyormuş kente."
                      Duydun mu?
Hep yabancı kızlar çalışır bizim genelevlerde
Adları La, Li Lu...
                    "Pkei,
Dağa bırakılan çocuk ne oldu?
Şimdi herkesin ağzında bu konu.
Kurda kuşa yem mi oldu dersin ormanda?
Parçalarını olsun bulamaz mıyız?
Parçalardan bir insan çıkmaz mı ortaya?
Hem ne olur, olmaz mı, gövdesiz olsa?
Olur, olmaz, olsa?"

III. Düş

                                     "Sabaha karşı, 
Gecenin kırıntılarını bir anda toplayıveren
Güvercin gibi aç bir saatta,
Doğmamış çocuklar kurar düşlerin yayını,
Kadın düşünde gördü çocuğu ve yangını."
"Demek çocuğu dağa bıraktılar, düş ve yangın
Kaldı. Keşke düşü bıraksalardı."

"Evet korktuk düşten, gereği buydu,
Elimizde değildi düşü yorumlamamak,
Yorumun gereğini yapmamak da öyle.
Çocuk büyüyünceye dek bekler yangın,
Beklesin gelecek günün kötürüm yazıtı,
Beklesin kuş gagalarının yaraladığı ayna,
Şarap her zaman içilir ve bekletilir,
Çünkü kırmızıdır sıçrayan kanın rengi,
Gidip gelen günün ve uzayan şarkının rengi.
Bölmedik mi günü yediye geceyi beşe?
Bu uykusuz direncin suyunu mühürlemedik mi?
Biz  atmadık mı ayı bunca uzağa doğumdan?
Biz uzatmadık mı uykunun ağır bacasını?
Beklesin gizemli suda bekleyen kamış,
Ve ayın kuru eteğinden bakan göz kuşu,
Kent kurulmadan taşı kör eden kar bıçak,
Ah beklesin bekleyecek olan alın bekler,
Tut gelgitin ucundan derim tutar ve bekler,
Sürer gider su, toprak, usun arsız otu,
Atlı karınca, örtüler, tapınak ve merdiven,
Sürer ölümsüz mutluluk , iç sıkıntısı,
Bekleriz bize verilmiş olanı yaşayarak."

                                "Ah çok çekmiş yorumcu!
Taşıyabilecek miyiz dersin birlikte
Kim bilir kaç yıl sürecek kaygımızı?
Yarınımızın ne olacağını bilmiyorduk
Gene de bilmiyoruz, ama bir umut bu çocuk,
Umutsuzluğumuzun umudu.
                        Git bul ormanda onu."
IV. Dönü

Orman, çıplak yerlilerin attığı büyülü
Bir ağdır ve sanki avlanmış, şaşkın
Bir at gibi dağ, kurtarmak ister başını,
Tırmandıkça tırmanır çukur sulara
Göklerin.
                    Aşağıda,
Surlarla deniz arasında, dokuz kez yıkılmış
Surlarla, yedi kez ıssız kalmış deniz arasında,
Düşle yangının iki kanadı arasında,
Hiçliğin tek kurşunu zamanı uzatan
Ve acele söğütleri ölümün dilinden
Konuşturan dayanıklı ırmak horonu ile
Bitişin komşu duvarı Boğaz arasında
Dönüyordu atlar...Yaşlananı görmedim hiç.
Kimi yelesiyle devirmek ister burçları,
Kiminin eşeler toprağı hala toynakları.
Bir yanda armağanlar bekliyordu : Bir kadın,
Kulplu bir üçayak, altı yaşında bir kısrak,
Ateşe değmemiş bir kazan, iki kulplu bir kap.
Bağırmalar, nal sesleri, toz duman...
Über allen Gipfeln ist Ruh
                                    "Peki,
Dağa bırakılan çocuk ne oldu?"

V. Fal
"Şu mavi boncuğu gördün mü? Bir deveci
Tuttu onu geçende. Tuhaf adamdı doğrusu,
Hem fal baktırır, hem dövüşürdü yılmadan
Falına karşı. Anlamam ben. Boğulmuş
Geçerken Fırat'ı. Aç bir köpektir fal,
Kovalarsın, döner gelir, bulur seni.
Şu önümdeki kurşun ne bileyim kimin falı?
Macbeth'e kral olcağını söyledim,
Ama öldüreceğini söylemedim kralı.
Zamanı uzatmak da elimde değil,
Kısaltnak da. Yat sat tat ksanikam.
Bak, gözümü kırptım, her şey geçti gitti,
Yarın dündür, dünse daha gelmed,.
Şu bakla, tuttuğun çocuk olsun, itiyorum,
İniyor dağdan aşağı...Ne kadar zaman geçti?
Bilemem. O mu, değil mi bilemem gene.
Bir lamba yak, akşam başkadır ışığı,
Gece yarısı başka, bambaşka sabaha karşı.
Ama lamba aynı lamba.
Santana ksana dbarmas.İnan, inanma."

VI. Sevi
Orman sen elimi tutunca başlardı,
Yarılırdı bir incir gibi ortasından.
Koşardıkyukarı iki büklüm, soluk soluğa.
Alabalıklarla düşe kalka, çam pürleri
Keserdi hızımız, Elimi Bırakma, Elimi 
Bırakma...
                   Sonra kayardık ta aşağılara.
Ve alçalırdı sessizlik bir ağaç gibi
Kök salardı sende ve bende, arayarak
Toprağın sıraya dizilmiş suyunu.
Ayçiçeğinden göğüslerin döner ışığa,
Yürürdüm göğsünde öğle saatleri gibi,
Yürürdüm bir anıt kemeri gibi iki yanında.
             Sonra gene başlardık koşmağa,
Yukarı, daha yukarı, çukur sularına
Göklerin. Öperdim seni, titrerdin, parçalanmış
Anları birleştiren sevi düş görmez. Ey orman,
Ey avlanmış atın falı, ey yeniden başlamanın
Aç güvercini! Falımız yok bizim.

Yaktık onu göçmen kuşların gözlerindeki
Benek, gagalarındaki tekçil dane gibi
Daha gün doğarken. Falımız yok bizim. 

               

Dr. Necip Hablemitoğlu (28 Kasım 1954 – 18 Aralık 2002 )


1954 yılında Ankara’da doğan HABLEMİTOĞLU, Ankara Atatürk Lisesi’ni bitirdikten sonra, üniversite eğitimine Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın-Yayın Yüksek Okulu’nda devam ederek, 1977 yılında mezun oldu. 1977 ve 1978 yıllarında Türkiye dışında yaşayan Türklerin sorunlarını irdeleyen “Dilde, Fikirde, İşde Birlik“ adlı aylık bir dergi yayınladı. Uzun yıllar çeşitli kuruluşlarda basın müşaviri olarak çalıştı, 1980 askeri darbesinden sonra YÖK’te basın müşaviri olarak görev yaptı. 1982 yılında YÖK yasası ile birlikte kurulan Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde Araştırma Görevlisi olarak çalışmaya başladı. HABLEMİTOĞLU, yüksek lisans ve doktora programlarını burada tamamlayarak, 1990 yılında öğretim görevlisi oldu. Çalışma yaşamı boyunca, 25 yılı aşkın bir süre Türkiye dışındaki Türk topluluklarının yakın tarihi ile ilgili olarak araştırmalar yapan HABLEMİTOĞLU, Orta Avrupa ve Balkanlar’da Türk eserleri, Türk azınlıkları ve şehitliklerimiz konularında alan araştırmaları yürüttü. Bu çalışmaları çeşitli günlük gazete ve dergilerde yazı dizisi olarak yayınladı. 1995-1996 yılları arasında Birleşmiş Milletler Örgütü Kalkınma Programı (UNDP)’nın TİKA (Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı) ile yürüttüğü bir projesinde görev alarak Moldovya’da Gagauz Türkleri’nin Latin Alfabesine geçişi ile ilgili olarak danışmanlık hizmeti verdi. Buradaki çalışmaları sırasında, Cumhuriyet döneminin başında bölgede Atatürk tarafından görevlendirilen öğretmenlerin bulunduğunu belirleyerek, bir sözlü tarih çalışması yaptı. Bu kapsamda dönemin öğretmenlerinin bugün yaşayan öğrencilerinin anılarını derledi ve bunların bir kısmını ‘’Kemal’in Öğretmenleri’’ adı altında yayınladı. Çalışma alanına ilişkin çok sayıda kitap ve makalesi bulunan HABLEMİTOĞLU, üniversitedeki dersinden döndükten sonra evininin önünde suikaste uğradığı 18 Aralık 2002 tarihine kadar Ankara Üniversitesi’nde Doktor Öğretim Görevlisi olarak yirmi yıl boyunca Atatürk İlkeleri ve Devrim Tarihi derslerini yürüttü.

İlk kitabı daha 19 yaşındayken yazdığı ve 1974 yılında yayınlanan; Sovyet Rusya’daki komünist rejimin halka yönelik baskılarını, sürgünleri ve etnik soykırımı ele alan “ Sovyet Rusya’da Ölüm Kampları “dır. Bu kitabı 2004 yılında “Sovyet Rusya’da Devlet Terörü” adı altında yeniden hiç bir değişiklik yapılmadan yayınlanmıştır. Ayrıca yine 1974 yılında, II. Dünya Savaşı sırasında Sovyet Rusya tarafından Kırım Türkleri’nin kendi topraklarından zorunlu göç ettirilişini, bir anlamda Türklere yönelik en önemli soykırımlardan birini anlatan “Türksüz Kırım: Yüzbinlerin Sürgünü“ kitabı yayınlanmıştır. Diğer kitapları, “Çarlık Rusyası’nda Türk Kongreleri (1905-1917), “Şefika Gaspıralı ve Rusya’da Türk Kadın Hareketi (1893-1920), Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası, Kırım’da Türk Soykırımı, Köstebek, Şeriatçı Terörün ve Batının Kıskacındaki Ülke: Türkiye, Milli Mücadelede Yeşil Ordu Cemiyeti ve Gaspıralı İsmail Bey” isimli çalışmalarıdır. HABLEMİTOĞLU’nun özellikle Türkiye dışında yaşayan Türk toplulukları ve Kırım Türkleri konusunda yayınlanmış tarihi belgelere dayalı çok sayıda makalesi bulunmaktadır. Anne ve baba tarafından Kırım Türkü olan Dr. Necip HABLEMİTOĞLU, Kırım Türkleri’nin Türkçü lideri İsmail Gaspıralı Bey’le kızı Şefika Gaspıralı’ya ait tarihi belgelerden oluşan bir arşive de sahipti. Bugün, araştırmacıların yararlanabilmeleri için bu arşivin bir kısmı, Kırım Bahçesaray Müzesi’ne, önemli bir bölümü de Türkocağı Bursa Şubesi’ne devredilmiştir. HABLEMİTOĞLU, bu çalışmalarının yanısıra, Türkiye’de ve yurt dışında faaliyet gösteren bölücü ve radikal dinsel terör örgütleri ve Alman Vakıfları ile Avrupa Birliği uyum yasaları içinde yer alan vakıflar yasası, Türkiye’nin Ermeni meselesi, Türkiye’de sivil toplum olgusu gibi pek çok sosyo-politik konuda çeşitli araştırmalar yapmıştır. Suikaste uğradığı 18 Aralık 2002 tarihine kadar bitmeyen bir enerji ile çalışma alanına ilişkin Türkiye’de ve yabancı ülkelerde sempozyum, panel gibi bilimsel etkinliklere katılarak, sayısız konferanslar vermiş, çeşitli ulusal ve uluslararası televizyon, radyo programlarına katılmıştır. Necip HABLEMİTOĞLU, kendisi gibi öğretim üyesi olan Prof. Dr. Şengül HABLEMİTOĞLU ile evli, Kanije ve Uyvar adında iki kız çocuk babası idi. 30 Mayıs 2015 yılında anısını yaşatmak, Necip HABLEMİTOĞLU’nu genç bireylere anlatmak ve yeni çalışmalar yapmak amacıyla ailesi ve öğrencilerinin girişimleri sonucunda; Hablemitoğlu Ankara Enstitüsü-HaE faaliyete geçmiştir. Ayrıca aynı yıl Enstitü tarafından ‘’Necip Hablemitoğlu Toplumsal Duyarlılık Ödülleri’’ adı altında bir anma etkinliği düzenlenmiştir. Bu etkinliğin her yıl düzenli olarak yapılmasına çalışılacaktır.

 

Değişim Rüzgarı* Merhamet* Bir Kadının Yaşamından 24 Saat - Stefan Zweig

Stefan Zweig’ın Değişim Rüzgarı adlı kitabı, sınıf farklılıklarını ve hiyerarşinin hümanizm üzerindeki negatif etkisini içermektedir. Bu eserdeki fakir insanlar, savaş sonrası zor yaşam koşullarına sahip iken varlıklı insanların yüksek hayat standartları vardır ve hiçbir zaman da yokluğu tatmamışlardır. 
 
Diğer bir eser olan Merhamet adlı eserde, fakir ve varlıklı insanların davranışları arasında büyük bir farklılık söz konusudur. Bu söz konusu eserlerdeki hiyerarşiyi savunan insanların hümanizm anlayışına aykırı davrandıkları görülmektedir. 
 
Ancak üçüncü incelenen eser olan Bir Kadının Yaşamından 24 Saat adlı esere bakıldığında, eserdeki karakterlerin sınıf farklılıklarına aldırış etmeden birbirlerine yardım ettikleri görülmektedir. Burada vurgulanmak istenen nokta, insanların hiyerarşiye ihtiyaç duymadıklarıdır. Sonuç olarak incelenen yazarın, sınıf farklılıklarını reddeden hümanizm anlayışını benimsediği görülmektedir çünkü, ona göre hiyerarşi gereksizdir.
 

Friedrich Engels ve tarihi maddeciliğin temel taşları

Engels, 1820 yılında, Renanya eyaletinin Barmen (bugünkü Wuppertal) şehrinde, bir tekstil fabrikatörünün oğlu olarak dünyaya geldi.(1) Babası, Marx’ın babasının aksine Aydınlanma esprisine kapalı, sofu ve otoriter bir kişiliğe sahipti. Buna karşılık, Engels, canlı esprisi ve çok yönlü tecessüsü ile daha lise yıllarında despot babaya ters düşecekti. Bu baba-oğul kavgası, sonunda Engels’in eğitimine mal oldu ve genç öğrenci liseden alınarak Bremen’deki bir ticarethanede çalışmaya gönderildi. Ne var ki Engels’in sadece “resmi” öğretimi bitmişti ve kendisi Bremen’de, daha da özgür olarak, tüm boş zamanlarını tarih, felsefe ve edebiyat okumalarına ayırıyor, yabancı diller öğreniyordu. Yazı hayatı da, Bremen’de, henüz on sekiz yaşındayken bir gazeteye takma adla yolladığı edebi makalelerle başladı. Aynı tarihlerde, Engels, yakınları ve dostları ile yazışıyor; özellikle de eski sınıf arkadaşları –ve de rahip çocukları- olan Graeber’lere yolladığı mektuplarda dini dogmaları sorguluyordu.(2)

Engels Bremen’de o sıralarda Almanya’da demokrat bir akım olan Genç Almanya (Das Junge Deutschland) akımının (özellikle de Heine ile birlikte akımın önde gelen figürlerinde K. L. Börse’nin) etkisi altında kalmıştı. 1841’de askerlik göreviyle Berlin’e gidince orada ufuklarını çok daha zenginleştirecek bir ortamla karşılaştı. Bir yıl kadar kaldığı Berlin’de, Üniversite’de derslere devam ediyor, Genç Hegelcilerle tanışıyor, Marx’ın yönettiği Renanya Gazetesi’ne yazılar gönderiyordu. Bu arada Üniversite’deki Hegel etkilerini yok etmesi amacıyla felsefe kürsüsü başkanlığına getirilen Schelling’in de ilk dersine girmiş ve hakkında bir gazeteye ağır bir yazı yazmıştı. 1842 Kasım sonlarında İngiltere’ye geçerken, Köln’de Renanya Gazetesi’ne uğradı ve Marx’la ilk kez tanışma fırsatını buldu. Engels ile Marx’ın bu ilk tanışmaları pek de başarılı olmamış, Engels günlüğüne, Marx ile ilgili, “Trier’li babacan esmer, cezbe dolu bir ruha sahip”(3) diye bir not düşmüştü.

Engels’in 1842’de Manchester’da, babasının hisse sahibi olduğu bir tekstil fabrikasında çalışmaya başlaması düşünce hayatında bir dönüm noktası olmuştur. Sanayileşmenin en ileri düzeyde olduğu, teknolojide dev adımların atıldığı bir ülkede, kapitalistleşme sürecini bizzat bu sürecin motor gücü olan tekstil sanayinin içinden izlemek kuşkusuz bulunmaz bir fırsattı. Engels burada sadece fabrika sisteminin gerçek niteliğini öğrenmekle kalmadı, iktisat kuramlarını da eleştirel bir gözle inceledi.

Engels İngiltere’ye Chartist hareketin öncülük yaptığı bir genel grevden sadece iki hafta sonra ayak basmıştı. Hareketin merkezi Manchester’dı ve grev başarısızlıkla sonuçlansa bile işçi sınıfının gücünü ortaya koymuştu. Manchester bir göçmen işçi şehriydi ve çevreyi kuşatan varoşlarda korkunç şartlar altında çalışan emekçilerin büyük bir kısmı (ve şehir nüfusunun dörtte biri) İrlandalı göçmenlerden oluşuyordu. Chartist hareket İngiltere’de bu koşullarda başlamış ve o dönemde en disiplinli şekilde örgütlenen işçi sınıfı bu koşullarda pamuk, demir ve kömür sanayilerinde ağırlığını koymuştu. Engels Chartist hareketin bazı öncüleriyle tanıştı, hareketi destekledi ve Chartist’lerin yayın organında (Northern Star) yazılar yazdı.

Engels’in İngiltere’de geçirdiği yirmi bir ayın en büyük kazancı kuşkusuz insanlık tarihinde tayin edici bir rol oynayan sanayileşme hareketini bizzat merkezinde izlemek olmuştu. Yıllar sonra, Engels, İngiltere tecrübesini şu şekilde anlatacaktır: “Manchester’da en açık şekilde şunu fark ettim: Tarihçilerin bugüne kadar rol vermedikleri; verirlerse de ancak ikinci derecede bir rol atfettikleri iktisadi olgular, en azından modern dünyada belirleyici bir güç teşkil ediyorlar; bunlar bugünkü sınıf çelişkilerinin üstünde yükseldiği bir temel oluşturuyorlar; bu sınıf çelişkileri de, özellikle İngiltere gibi büyük sanayinin tam gelişmesine elverişli olduğu ülkelerde siyasal partilerin, siyasal kavgaların ve sonuç olarak da siyasal tarihin temelini teşkil ediyorlar.”(4)

Engels Manchester’de kaldığı sürede çığır açıcı nitelikleri bugün dahi yeterince anlaşılmamış iki çalışma yapmıştı. Bunlardan birincisi Marx’ın çıkardığı Alman-Fransız Yıllığı’na yolladığı, liberal iktisat kuramını kıyasıya eleştiren makalesiydi. İkincisi ise İngiliz işçi sınıfının yaşam koşulları hakkında yaptığı somut araştırmalardı. Engels bu araştırmaların sonuçlarını Barmen’e döndükten sonra kaleme alacak ve ortaya çıkan eser 1845’de Leipzig’de yayınlanacaktır.

O yıllarda Engels’in hayatı açısından en az bu çalışmalar kadar önemli başka bir olay daha cereyan etti; o da şuydu: Genç düşünür Manchester’den Barmen’e, oradaki artık manen de uzaklaşmış olduğu aile ocağına dönerken, Paris’e de uğramış ve orada Marx’la ikinci kez görüşmüştü. Birinci buluşmalarının aksine bu ikinci görüşme çok hararetli geçti ve iki düşünür ömür boyu sürecek bir dostluk ve işbirliğinin temellerini bu görüşmede attılar. Hegel’in felsefesinden etkilenmiş, Genç-Hegelcilerle tanışmış, Feuerbach’ı okumuş bu iki genç düşünür, bu kez çok farklı iki tecrübeden geçmiş olarak karşı karşıya geliyorlardı. Marx bir süredir çalışmalarını tarihin, siyasetin ve devrimin damgasını taşıyan bir şehirde, Avrupa’nın kültür başkenti Paris’te yürütmekteydi; aylardır da derinlemesine Fransız Devrimi’ni inceliyordu. Buna karşılık Engels de sanayileşme devriminin merkezinden, her yıl yeni bir teknolojik buluşun emekçilerin yaşamını allak bullak ettiği Manchester’dan geliyordu. Böylece bu buluşma Alman felsefesi, Fransız devrim tarihi ve İngiliz iktisatçılığının buluşması şeklini aldı. Kısa bir süre sonra tarihi maddeci kuram bu buluşmanın ürünü olarak ortaya çıkacaktır. Engels bu buluşmaya Marx’ı şaşırtan ve büyüleyen bir çalışmayla, ekonomi politiğin eleştirisiyle gelmişti.

Tarihi maddeciliğin inşasında temel taşlarından biri olan bu makalede, Engels, hangi saptamaları yapıyor, neleri eleştiriyordu? Aşağıdaki satırlarda genç âlimin çağının çok ilerisinde olan düşüncelerini özetlemeye çalışacağım.

***

Engels, “taslak” olarak nitelediği incelemesinde, 1840’larda İngiltere’de egemen olan “iktisat bilimi”ni eleştiriyordu. Ne var ki, düşünür, makalesinde sadece bunu yapmakla kalmıyor, henüz doğmamış olan tarihi maddeciliğin esprisine uygun bir şekilde, liberal iktisat kuramının ideolojik ve sınıfsal temellerini de açıklıyordu.

Engels’e göre, Ekonomi Politik, “ticaretin artmasının doğal bir sonucu olarak doğmuş ve böylece bilimsel nitelikten yoksun, ilkel, işportacı bir iktisat anlayışı, yerini gelişmiş bir ruhsatlı hile ve zenginleşme ilmine terk etmişti”.(5) Başlangıçta tüm amaç, ulusların tek zenginlik kaynağı olarak görülen kıymetli madenler birikimine yardımcı olmaktı. Devletler birbirine hasetle, açgözlülükle yaklaşıyor; birbirinden mümkün olduğu kadar fazla altın ve gümüş koparmaya çalışıyordu. Bu zihniyet doğal olarak altın ve gümüşün yurt dışına çıkmasının yasaklanmasına götürüyor ve mallar ancak likit para (altın ve gümüş) karşılığı satılıyordu. Ne var ki böyle bir siyaset tutarlı ve karşılıklı bir şekilde uygulanamazdı; çünkü bu uygulama ticaretin sonu olurdu. Bunun yerine, “merkantilizm” adı verilen siyaset, kıymetli madenleri ticaret ve tekellerle artırma ilkesini koydu. Artık amaç ticareti geliştirmek, ihracat fazlası yaratmak ve bunu kıymetli madenlere dönüştürmekti. Bunun için de devletlerin birbirine “en avantajlı” ticaret anlaşmaları empoze etmeye çalıştıkları kanlı merkantil savaşlar yapıldı.

Bir devrim ve Aydınlanma yüzyılı olan 18. yüzyılda, iktisatta da bir devrim yaşandı ve yeni bir iktisat anlayışı doğdu. Yeni iktisat devletlerin egoizmine ve “merkantil sistemin yarattığı kanlı teröre” karşı duyulan “tiksinti”den kaynaklanmıştı. İlhamını Adam Smith’in Milletlerin Zenginliği’nden alan bu sistem ticaret serbestliğini, milletlerin dostluğunu ve insanların kardeşliğini ön plana çıkarıyordu. İktisatçıların ilgisi üretimden tüketime yönelmiş, iktisat ilmi, yüzyılın “hümanist” esprisi içinde adeta bir “hayırseverlik” etkinliği halini almıştı. Oysa değişen sadece görüntüydü ve hümanizm perdesi arkasında eski gerçekler (“tutarsızlık, riyakârlık ve ahlaksızlık”) varlıklarını artırarak sürdürüyordu. Özel mülkiyet ve rekabete dayanan yeni sistem feodal kölelik yerine “modern köleliği” getirmiş, sözde eski sistemin ahlaksızlığını yadsırken daha da ahlaksız bir sistem yaratmıştı. Yine de ortada bir ilerleme vardı ve o da şuydu: Merkantil sistemlerin kurduğu hukuki tekellerin yıkılması ile küçük, yerel çıkarlar arka plana itiliyor ve o dönemin kavgasını “evrensel insan kavgası” düzeyine getiriliyordu. Bu noktada Engels bir itirafta bulunuyor ve “memnuniyetle teslim edebiliriz ki, diyor, ancak serbest ticaretin gerçekleşmesi ve meşrulaşması bizlerin özel mülkiyet iktisadının ötesine gidebilmesini sağladı; fakat bu, aynı zamanda bizlere serbest ticaretin teorik ve pratik hiçliğini sergileme hakkı da vermelidir”.  Engels’in sosyalizmin hangi koşullarda doğduğunu anlatan bu cümlelerinde burjuva devrimciliğinin ve bunun ötesinde de mülkiyet düzenine karşı işçi enternasyonalizminin ilk işaretlerini görüyoruz. Dört yıl sonra kaleme alacakları Manifesto’da Marx ve Engels burjuva devrimciliğini bir ilerleme aşaması olarak çok daha hararetli bir şekilde öveceklerdir.

Liberal iktisadın temel kategorilerinden biri de “değer” sorunuydu ve iktisatçılar malların “maliyet değeri” ile fiyatlar arasındaki ilişkiyi araştırıyordu. Liberal kurama göre bir malın maliyet değeri, 1) toprak sahibinin rantı, 2) sermayedarın kârı ve 3) işçinin ücreti olmak üzere üç öğeden oluşuyordu. Fakat piyasada alıcıların karşılaştığı fiyat bunların toplamı anlamına gelmiyordu. Ricardo maliyet masrafları ile ulaşılan değeri “soyut değer” olarak nitelemişti. Bu değer soyuttu; çünkü yapılan masraf ne olursa olsun, eğer ürün bir yarar sağlamıyorsa bir “değer” de taşıyamazdı. Buna karşılık J. B. Say’ın altını çizdiği “yarar” öğesi de tek başına “soyut” ve sübjektif kalıyor, gerçekte bir anlam ifade etmiyordu. Çünkü doğada yarar sağlayan, fakat çok bol olduğu için hiçbir değere sahip olmayan maddeler vardı. Bu karışıklığı iktisatçılar şöyle çözümlediler: Fiyatı asıl belirleyen, “üretim masraflarının yararlılığa oranıydı”. Bu durumda eğer iki malın üretim masrafları eşit ise fiyatı belirleyen öğe “yararlılık” olacaktı. Yararlılığı da piyasada mallara olan talep tayin edecekti. Bir mala talebin fazlalığı o malın fiyatını yükseltiyor; bu da aynı malın üretimini ve arzını artırıyordu. Arz artışı ise, reaktif bir etkiyle tekrar fiyatları düşürüyor ve sonuç olarak da üretim daralıyor, işsizlik artıyordu. Kısaca piyasa arz ile talep arasında denge sağlayamıyor ve bunlar arasındaki dalgalanma beş-yedi yıl arasında değişen ticaret krizleri yaratıyordu.

Görüntü buydu, fakat bu görüntünün arkasında bambaşka gerçekler yatıyordu. Aslında bu krizlerin gerçek nedeni özel mülkiyet sistemiydi ve liberal iktisat “özel mülkiyet sistemini sorgulamayı hiç aklına getirmemişti”. Oysa üretimi oluşturan üç öğe de (toprak, sermaye, emek) evrensel planda tekelci, bu kez hukuki değil, iktisadi anlamda tekelci bir potansiyel taşıyan bir rekabet içindeydiler.

Liberal iktisatçılar, “merkantilizmin tekelcilik barbarlığına son vermedik mi?” diye zafer çığlıkları atıyorlardı.  Oysa yaptıkları şey, küçük ve yerel tekellere son verirken, özel mülkiyetin, Engels’in deyimiyle “çok daha özgür ve kayıtsız bir biçimde işleyecek tek büyük ve temel tekelini” kurmuşlardı. Fakat bu sürecin yine de bir olumlu yönü vardı ve iktisatçılar buna bilinçsiz bir şekilde katkıda bulunmuşlardı: “Aslında iktisatçılar hangi davaya hizmet ettiklerinin farkında değildiler; tüm egoist muhakeme tarzları ile yine de insanlığın evrensel ilerlemesinde bir halka teşkil ettiklerini bilmiyorlardı; kısmî çıkarların çözülmesi ile yüzyılın yürüdüğü büyük dönüşüme, insanoğlunun hem doğa hem de kendisiyle barışması dönüşümüne yol açtıklarını göremiyorlardı.” Engels bu satırları yazdıktan elli bir yıl sonra, sözünü ettiği barışmaya çok uzak bir dünyaya veda etti.

Engels, devrimler çağında yaşadı ve kapitalizmin günümüzde de geçerli gizli yasalarını keşfetmeyi başardı; fakat bu küresel potansiyelli üretim biçiminin daha egemenliğini bile kuramadan bitişine elbette tanık olamazdı.(6) Aslında çağdaşı olan iktisatçılarla temel bir noktada anlaşma halindeydi: Yaratılan tüm değerlerin kökeninde emek vardı ve sermaye de “yoğunlaşmış emek”ten başka bir şey değildi. Bu bakımdan toprak, sermaye ve emek birbirinden ayrı düşünülemezdi. Fakat liberal iktisatçılar özel mülkiyet sisteminin bu öğeleri birbirinden ayırdığını ve bunları hem kendi içlerinde hem de diğer öğelere karşı rekabet haline soktuklarını görmüyor ya da görmek istemiyorlardı. Böylece mülk sahibi olmayanların tek sermayesi olan emek güçleri de (Arbeitskraft) mal haline geliyor ve piyasada “rekabetle saptanan” ücret karşılığı satılıyordu. Bu koşullarda yarattığı değer de kendisine “yabancılaşıyor”du ve bu doğaya aykırı ayrışma (emek sermaye ayrışması) ancak özel mülkiyet sistemine son verilmesiyle “ortadan kalkacaktı.” Bu temel farklılaşmayı gizler biçimde iktisatçılar “ulusal zenginlik”ten söz ediyorlardı. Oysa örneğin, “İngilizler, ulusal zenginliği çok büyük, fakat kendileri güneşin altında yaşayan en fakir ulus” idiler ve Engels bunu Manchester’de yaşarken, İngiliz işçi sınıfını tüm yaşam koşulları ve sefaletleri içinde incelerken söylüyordu.

Görüldüğü gibi, liberal iktisatla beraber temelde bir şey değişmemişti; fakat iktisat bilimi gün geçtikçe daha “sofistike” oluyor, buna karşılık iktisatçılar da dürüstlükten daha çok uzaklaşıyorlardı. Adam Smith ve David Ricardo mekantilistlerden, J. Mill ve J. R. McCulloch da onlardan daha sofistike, fakat daha az dürüst idiler. Bu durum en çarpıcı örneğini Malthus’un nüfus kuramında buluyordu. “Nasıl teoloji zamanla ya kör inanç haline geliyor ya da özgür felsefeye dönüşüyorsa, serbest ekonomi de ya tekelleşmeye yol açacak ya da özel mülkiyet sistemini ortadan kaldıracaktı”. Engels, rekabetin nasıl spekülasyonu kızıştırdığını, spekülasyonun da nasıl felaketleri bile borsada kâra çevirdiğini New York yangını (Aralık 1835) örneğiyle anlatıyor.

Salt iktisat kuramı çerçevesinde krizlere çözüm bulamayan liberal iktisatçılar bu konuda Malthus’un nüfus kuramına sarıldılar. Arz ve talep kanunun çözemediği, aksine tahrik ettiği döngüsel krizler belli bir nüfus politikası ile çözülebilirdi. Bu politika Anglikan rahibin basit bir gözlemine dayanıyordu: Yaşamı sağlayan temel ihtiyaç maddeleri aritmetik dizi ile artarken, nüfus geometrik diziyle artıyordu. Açlık ve sefalet bu oransızlıktan doğuyordu. O halde yapılacak şey de nüfus kontrolü olmalıydı.

Bu yolla arzla talep arasında denge kurulabilir, krizler önlenebilir miydi?

Aslında Malthus da krizi yaratan temel nedene, mülkiyet sisteminin yarattığı haksızlık ve eşitsizliklere inmiyor, bunları daha da artırabilecek bir çözüm öneriyordu. Fazla nüfusu önlemek düşüncesi her türlü vahşete yol açabilirdi. Örneğin Engels’in makalesinden birkaç yıl önce (1838’de) piyasaya, “Marcus” imzalı ve fakirlerin çocuklarının “acı vermeden öldürülmesini sağlayacak bir devlet kurumu” kurulmasını savunan broşürler sürülmüştü.(7) Kuşkusuz böyle bir amaç bir din adamı olan Malthus’a mal edilemezdi. Hatta Engels Malthus’un nüfus kuramında olumlu bir yön de buluyordu. İngiliz rahip bu kuramıyla dikkatleri tüketimden üretime, yani maddi alana çekmişti. Makalesinde bir kez bile “diyalektik” sözcüğü geçmeyen, fakat her soruna diyalektik yöntemle yaklaşan Engels için, bu, kötü bir kuramın iyi tarafıydı. Ne var ki Malthus, ihtiyaç maddelerinin artışının yavaşlığını vurgularken temel bir hataya düşmüş, bilim ve teknolojinin hızla ilerlediği bir çağda bunların emek gücünü, dolayısıyla da üretimi artırıcı rolünü görememişti: “Malthus için zenginliğin koşulu toprak, sermaye ve emekti; başka bir şeye ihtiyacı yoktu; bilim, Malthus’un ilgi alanına girmiyordu”.  Oysa o tarihlerde, başta İngiltere olmak üzere hızla sanayileşen ülkelerde sık sık emeğin verimliliğini ve üretimi artıran buluşlar yapılıyor, milletlerin değilse bile sermaye sahiplerinin zenginliği hızla artıyordu. Engels sanayileşmeyi hızlandıran bu buluşlarla ilgili isimler veriyor ve “1770’ten itibaren İngiltere tarihinin gösterdiği gibi, diyor, emek talebinde her yükseliş, emek verimliliğini hatırı sayılır derecede artıran ve emek talebini saptıran bir icada yol açtı.”(8) Özel mülkiyet sisteminde bunun sonucu krizlerin, işsizliğin, sefaletin  -ve sefaletle birlikte ahlaksızlığın ve cürümlerin- artması şeklinde ortaya çıkıyordu. Oysa A. Alison’un Engels’in makalesinden dört yıl önce yayınlanan bir eserinde gösterdiği gibi, “nüfus fazlası” olduğu iddia edilen İngiltere, bilim ve teknoloji sayesinde “on yıl içinde nüfusunun altı katına yetecek kadar hububat üretebilirdi.”(9)  Malthus ve izleyicileri bu gerçeği görmezden gelerek, nedenleri değil sonuçları ortadan kaldırmaya çalışıyorlardı.

***

Engels’in makalesindeki temel fikirler bunlardı. Görülüyor ki, Genç-Hegel’ci Alman düşünürler daha çok Hegel’ci ve Feuerbach’çı soyutlamalar içinde tartışırken ve en fazla “sivil toplum”u çözümlemeye çalışırken, genç Engels, daha sonra Marx’ın derinleştireceği “sivil toplumun anatomisi”ni yapmaya başlamış ve tarihi materyalizme giden yolun ilk taşlarını döşemişti. Bunların başında işçinin emek gücünün (Arbeitskraft), fiyatı piyasada belirlenen bir mal haline geldiğini; böylece emek gücünün üretilmesinin de rekabete bağlı bir statü kazandığını (ve bunda “temel ihtiyaç maddeleri”ne dikkat çeken Malthus’un kuramının olumlu bir rol oynadığını) görmesi geliyor. Böylece daha 1844’te, sonradan Marx’ın kapitalizm çözümlemesinde anahtar kavram olacak “artı-değer” (Mehrwert) kavramı yönünde önemli bir adım atılmış oluyordu.

Engels’in makalesinde tarihi maddeciliğin oluşmasına önemli bir katkı daha vardı. Genç düşünür daha o tarihlerde bilim ve teknolojinin bir “üretim gücü” haline geldiğini görmüştü. Daha sonra Marx’ın da Kapital’de ifade ettiği (10) bu gerçek, farklı perspektiflerde, günümüzün Marksist tartışma konuları arasına girmiş bulunuyor.

***

1844’te Engels, bir yandan Fransız-Alman Yıllığı’nda ekonomi politiğin kuramsal temellerini eleştirirken öte yandan da oturmakta olduğu Manchester’le yetinmeyip, Londra, Leeds, Bradford, Sheffield gibi hızla sanayileşen şehirlere de ziyaretler yapıyor ve İngiliz işçi sınıfının somut yaşam koşullarıyla ilgili veriler topluyordu. Bu çalışmanın ürünü de 1845’te Leipzig’te yayınlandı. Eserin önsözünde, Engels, “Eğer sosyalist kuramlara ve bunların meşruluğuna sağlam bir temel sağlamak, lehte ve aleyhteki tüm fantastik masallara ve uydurmalara son vermek isteniyorsa, diyordu, proletaryanın yaşam koşullarının bilinmesi mutlak bir zorunluluktur.”(11)

Aslında o tarihte Engels’in işçi sınıfıyla ilgili çalışması, teorik yaklaşımı farklı olsa bile, tek ve izole bir arayışın ifadesi değildi. “1830’larda her akıllı gözlemcinin nazarında, Avrupa’nın iktisaden ileri bölgelerinde yepyeni sorunların ortaya çıktığı; artık sadece ‘fakirler’in değil yeni bir sınıfın, proletaryanın söz konusu olduğu açıktı”.(12) Bu ortam Aydınlanma çağından itibaren gelişmekte olan insan ve toplum bilimlerini de sarsmış, bu genç bilimlerin sınıfsal çıkarlarla ilişkilerini daha geniş bir planda tartışma konusu yapmıştı. 19. yüzyılın başlarından itibaren Batı Avrupa’da sınıfsal hareketlerle sosyal bilimleri birbiriyle işbirliği halinde olan, birbirini besleyen ve yansıtan iki etkinlik olarak görme eğilimi hayli yaygınlaşmıştı. Napolyon savaşlarını hemen izleyen dönemde “işçi sınıfı basınında ekonomi politiğe karşı değişen tutumu” inceleyen N. W. Thompson, 1816-1834 arasında “işçiler arasında klasik doktrinlerden farklı ve onlara karşı bir işçi sınıfı ekonomi politiğinin ortaya çıkarıldığını” saptamıştır. Başlangıçta anti-entelektüalist eğilimler taşıyan bu akım içinde bazıları da, 1830’larda, “(mevcut düzeni) övücü bir şekilde kullanılan” klasik doktrinleri bu yönlerinden temizlemek ve onları işçi sınıfının durumunu düzeltmek için kullanmak istemişlerdi.(13)

1840’lara gelindiğinde sanayileşmede belli bir aşamaya ulaşmış tüm ülkelerde işçi sınıfının durumuyla ilgili ayrıntılı araştırmalar bir hayli ilerlemiş bulunuyordu. Hatta E. Buret’nin 1840’da yayınlanan eserinde olduğu gibi Fransız ve İngiliz emekçi sınıflarının “sefaletini” karşılaştırmalı bir biçimde ele alan çalışmalar da vardı.(14) Yine de fazla abartmadan diyebiliriz ki Friedrich Engels’in henüz yirmi dört yaşındayken kaleme aldığı ve 1845’de yayınlanan eseri bu konuda bir dönüm noktası oldu. (15)

Engels, eserinin önsözünde söylediği gibi, “yirmi bir ay boyunca” yakından gözlediği İngiliz işçi sınıfını ilk defa olarak “bütünüyle” ele alıyor ve yaşam koşullarını bütün yönleriyle inceliyordu. Bu çalışmanın teorik temelleri biraz önce özetlediğimiz makalesinde mevcuttu. Engels, Paris’te Marx’la randevusuna bu çalışmaların kendisinde yarattığı özgüvenle gidiyordu. Bu görüşmeden düşünce tarihinin en yaratıcı dostluğu ve işbirliği çıkacaktır.

***

Marx ve Engels, Paris’te, 1844 Ağustos sonunda, Rejans kahvesinde buluştular.(16) Bu görüşmeye hâkim olan atmosfer iki genç düşünürün iki yıl önceki görüşmelerinde esen soğuk havalardan çok farklıydı. Bunun en önemli nedeni ise kuşkusuz Engels’in Alman-Fransız Yıllığı’na göndermiş olduğu makaleydi. Manchester’de, işverenlerin arasında ve onların olanaklarına sahip olarak, fakat işçilere patronlardan çok farklı bir biçimde yaklaşan Engels, iki yıl içinde iktisat alanında Marx’ın henüz sahip olmadığı bir tecrübe kazanmıştı. Gerçekten de o sırada Marx’la görüşmesinde, Engels, iktisat alanında “alıcı olmaktan çok verici” idi. Daha sonraları Engels’in büyük bir tevazuyla yadsımalarına rağmen, çağdaşı F. Mehring “gerçek şudur ki, diyordu, son tahlilde belirleyici kavganın verileceği alanda (yani ekonomi politik alanında, T. T.), başlangıçta, veren Engels, alan da Marx idi” (17) Paris’te o ana kadar daha çok felsefe ve tarih üzerinde çalışmış olan Marx,  daha çok bu makalenin etkisiyle iktisat okumalarını yoğunlaştırdı ve klasik iktisatçılardan alıntılar için kullandığı defterin başına da Engels’in “dâhiyane” olarak nitelediği makalesinden aldığı notları yerleştirdi.(18) 1844 El Yazmaları’nın iktisatla ilgili kısımları Marx’ın Engels’ten aldığı ilhamla yaptığı okumaların izlerini taşımaktadır.    

***

Aslında 1844’te bir Paris kahvesinde buluşan iki düşünür birbirini tamamlayan iki farklı tecrübeyi temsil ediyorlardı. Yine Mehring’in yazdığı gibi, “Engels’in İngiltere’de geçirdiği yirmi bir ay, Marx’ın Paris’te geçirdiği yılla aynı anlamı taşıyordu. Yurt dışında aynı sonuca ulaşırken ikisi de Alman felsefe okulundan hareket etmişlerdi; fakat Marx çağın kavgalarını ve gereklerini Fransız Devrimi temelinde kavrarken, Engels aynı kavrayışa İngiliz sanayi temelinde ulaşmıştı”.(19) Böylece iki düşünür Paris’te her konuda anlaştılar ve yaşam boyu sürecek bir dostluğun ve işbirliğinin temellerini attılar. Yıllarca sonra Engels, Köln Komünist Birliği’yle ilgili anılarını yazarken bu buluşmayı şöyle anlatacaktır: “1844 yazında Paris’e Marx’ı görmeye gittiğimde tüm teorik sorunlar üzerinde tam bir anlaşma içinde olduğumuzu gördük ve işbirliğimiz bu tarihte başladı. 1845 ilkbaharında Brüksel’de tekrar buluştuğumuz zaman, Marx, anlaştığımız ilkeler üzerine tarihi materyalist kuramını inşa etmişti bile! Ve beraberce bu yeni anlayışı ayrıntılı bir şekilde, her yönde geliştirmeye koyulduk”.(20)

 Prof. Dr. Taner TİMUR

 bilimveutopya.com.tr

Acımak - Reşat Nuri Güntekin

 
“Ben zannediyordum ki ömürlerimizin teknesini istediğimiz,sahile götürmek için yalnız onun dümenini ele almak kafidir…Şimdi anlıyorum ki değilmiş… Yollar, görünmez kayalarla doluymuş…Onlara çarpmamak lazımmış…Daha fenası gizli cereyanlar varmış ki insan onlara kapıldığı zaman yolun değiştiğini, gittikçe uzaklaştığını fark edemezmiş…Ta kendisini başka sahillere düşmüş görünceye kadar…” 
 
 

Şu dil meselesine dönelim, isterseniz. Ben o olayın tanıklarından biriyim ama günümüz okurları yaşlarından dolayı hatırlamayacaklardır. Neydi o olay?

Bir gün Nazlı Ilıcak Hanım beni arayıp dille ilgili bir konuşma yapıp yapamayacağımı sordu. Uzmanlık alanım olmadığı için yapmayacağımı söyledim. Haldun Taner ya da Vasfi Rıza Bey’i (Zobu) önerdim kendisine. Meğer zaten bu isimlerden red cevabı almışlar. Ben tabii arayanların siyasi çizgilerinin ne olduğunu da bilmiyorum, “Size farklı dönemlerde yapılmış çevirilerden bölümler okuyabilirim ama onlar üzerine konuşamam,” dedim. Kabul ettiler. Sonrasında, sırf orada bulunmamdan ötürü kıyamet koptu, hakkımda çok kötü yazılar çıktı.

Dildeki anlaşmayı savunmadığınız, eski dile dönüşü tercih ettiğiniz gibi bir izlenim yaratıldı. 

Bu olayla ilgili en gücüme giden şeylerden biri de hocam Cahit Külebi’nim bana tavır koymasıydı. Biraz zaman geçip bu olay unutulur gibi olmuştu ki İzmir’de bir turne sırasında karşılaştık; Cumhuriyet gazetesi ekibiyle birlikte oturuyordu, hemen yanına gidip elini öpmek istedim. “Hadi oradan, pis Osmanlıcı” dedi bana. Böyle kalakaldım, gözümün dokuz yerinden yaş boşaldı. Düşünebiliyor musunuz, iş bu raddeye kadar geldi. Cahit Bey dört yıl hocam olmuştu; beni tanır, bilirdi. Bir telefon edip “Ne yaptın sen, nasıl gittin oraya” demesini beklerdim.

Tabii Cahit Bey’in de bir dramı vardı. Kendisi yıllarca sağ kesimin şairi olarak bilindi. Sonradan Cumhuriyet gazetesinde ilk öldürülen çocuklardan birisinin anısına yazdığı unutulmaz bir şiiri yayımlanınca, sol tarafta bir kez daha saygınlık kazandı. Demek o ekibin içinde tekrar kendini tescil etmek için size böyle davrandı.

Benim o dönem Tercüman gazetesi çevresinin düzenlediği o toplantıya gitmem bir hata zincirinin sonucuydu; başka da hiçbir şey değildi. Yalnızca metinlerden örnekler verdim, ki onları bugün de veriyorum.

Yıldız Kenter, Selim İleri

İdeallerin Yenilgisi - Dr. Ali Şeriati

Tarihin bütün nesillerinden daha çok eziyet çekmemize rağmen, sevinerek söyleyeyim ki biz çok mesut bir nesiliz. İnsanın dert ve yenilgisi dönemlerini gördüğümüz için mesut bir nesiliz. Acaba gerçek dert ve yenilgi, yalancı ümit ve sevinçten daha iyi değil midir? Şuurdan doğan dert, akılsızlıktan doğan dertsizlikten daha iyi değil midir? Ben yirminci asrın ikinci yarısında olduğum için çok seviniyorum, eğer on dokuzuncu asırda olsaydım burjuvazinin yirminci ve yirmi birinci asırda yeryüzünde yapmak istediği cennet için ahmakça slogan atardım. Şimdi burjuvazi cennetinin yapılmış olduğu bir zamanda, gözlerimle üç asırdır ilmin, Samiri'nin paradan buzağası olduğunu görüyorum. Altından yapılmış ve aldatıcı bir şekilde, ama ruhsuz, ruhaniyetsiz, maneviyatsız, yalancı, sahte banka parası ortaya çıktı ve ahmakları kendine secde ettiriyor.