Anısına
"Düşünmek bir tuzaktır. Akıl dürter huzuru, mutlu yaşamak için aptal olmak gerekli."
Anısına
"Düşünmek bir tuzaktır. Akıl dürter huzuru, mutlu yaşamak için aptal olmak gerekli."
Edebiyat tarihinde hikâyeci olarak adıma rastlarsınız. Hikâye nedir? Yaşanmış ya da yaşanacak bir olayı anlatmaktır. Ben pek çok öykü yazdım. Çoğu uydurmadır, yani gerçekliği biraz azdır. Böyle deriz. Ama her hikâye yazarı gözlerini yaşadığı toplumdan hiç ayırmaz. Yazdıkları kendi hayalinden bile çıkmış olsa yaşantılarımızın bir yazıyla kâğıtlara dökülüşüdür. Hikâye yazanları küçümserler. Oturmuş masal anlatır gibi bir serüveni gözümüzün önüne getiriyor derler. Doğrusu hikâyeyi bir masal olmaktan kurtaran, hem toplumsal hem de ruhsal açıdan insanın iç yapısını zenginleştirmesidir. Ben çocukluğumdan beri hikâye yazarım. Birçok kitabım var. Nice yıllar sonra kalkar, bu eski kitaplarımdan birini alır okurum. Zaman diye bir acayip varlığın oluştuğunu görürüm. Hepsinde ben varım, bana benzeyen biri var. Aslında o çoktan yok olmuş, çekmiş gitmiş, ölmüş dememek için böyle diyorum. İyi yazılmış hikâyeler hiçbir zaman eskimez. Hep yeni kalır. “Ben mi yazmışım bunları?” diye hayret ettiğim çoktur.
Oysa kendim her hikâyeyi yaşamdan koparılarak alınmış bir ölümsüz yaşantı sayarım. Öyledir de, ölümsüzüz. Sen gidersin işini bitirmeden de olsa. Onlar kalır, bugünün gençlerine, geleceğine, insanlarına bir armağan olarak.
Şiir gibidir güzel hikâyeler. Türkçesiyle öyküler. Ben öykücüyüm derim kendime.
Önce Ekmekler Bozuldu, Aşksız İnsanlar, Bizans Definesi... Hepsi gündelik yaşamdan kopartılarak alınmış, bambaşka bir şey olmuştur. Öykü ile şiir akrabadırlar. Biri olmazsa öbürü yetim kalır. Onun için hikâyeyle şiiri birbiriyle kaynaştırmalıdır. Şiirsiz öykü olmaz, öyküsüz şiir de pek yoktur. Bu ikisini birleştirenlerin yazdıkları daha etkilidir. Bu da benim hikâyede şiir arayışım işte... 16 Mart 2014 Pazar
Her şey bir gece içinde oldu
Sabahleyin her şey tamamdı.
Bu gördüğünüz gökyüzü
İlk defa gelip yerini aldı
Gökyüzünün gelmesiyleydi
Dünyada büyük bir değişiklik oldu
Mesela, ovalar daha o gün
Yalnızlıklarını unutuverdiler
Bu şimdi elsiz ayaksız gibi duran gece
O zaman ağaca yürüyen bir su gibi geliyordu
Gökyüzünün hemen arkasındandı
Denizleri gördük
Baktım bir kuş ilk defa keyifli keyifli
Baktım uçuyordu
Akşama doğruydu
Bitkilerle, hayvanlarla merhabalaştık
Her şey yaşamaya hazırlanıyordu
Her şey gelir gelmez hayatlarını
Himalaya'lar, Ant'lar, Erciyeş'ler
Bir daha kımıldamamak üzere yerleşiyorlardı
Herkes aklından geçirdiği kadar bir yeri
Dünyada kolayca bulmuştu
Gökyüzünde, yerde
Her ağacın, her taşın bir yeri vardı
Hatırlarım küçük kirli bir bulut
Durmuş olup bitenleri seyrediyordu
Dünyaya niçin bu kadar geç geldiğini
Elinde olsa tutup soracaktı
Şimdi bu geceyi, bu yıldızları fevkalade buluyorsunuz ama
Bu hiç de kolay olmadı
En başta, başı boş atlar gibiydi nehirler
Bu şiire girmeden önce
Her şey yerini alıyordu sırası geldikçe
İlhan Berk bütün bunları görüyordu.
Bir kişi, yalnızca büyük hedefleri gerçekleştirerek güçlü karakterini ortaya koyar.
Özgür olmak hiçbir şeydir, özgürleşmek her şeydir.
Dünyada tutku olmaksızın gerçekleştirilmiş hiç bir büyük şey yoktur.
Bir fikir her zaman bir genellemedir ve genelleme düşünceye özgüdür. Genellemek, düşünmek anlamına gelir.
Hachiko: Bir Köpeğin Hikâyesi
Orijinal ismi Hachi: A Dog’s Tale olan film bir profesörün tren istasyonunda karşılaştığı bir köpeği evine almasıyla başlıyor. Gerçek bir hikayeden esinlenen film duygusal konusuyla izleyicilerden büyük övgü alan yapımlardan. Profesörle köpek arasında zamanla gelişen bağ izleyenleri şaşkına çeviriyor. Sahibini her gün uğurlayan, her akşam bekleyen film, sağlam dostlukların yalnızca insanlar arasında kurulmadığının da ispatı.
Dudaklarına dokunuyorum senin, kenarlarını çiziyorum tek parmağımla, sanki benim elimden çıkmış ağzın, ilk kez aralanıyor sanki; gözlerimi kapamam kâfi, her şey yeniden yeniden başlıyor, elimin altında, her seferinde bir başka ağız doğuyor istediğim türden, elimin seçip yüzüne yerleştirdiği nice ağız arasından seçilmiş bir ağız bu, seçen benim, kendi ellerimle yüzüne çizivermek için onca özgür ben seçtim, nasıl olduğunu anlayamadığım bir rastlantı sonucu olarak, elimin altında çiziktirdiğim ağza tıpa tıp uyan bir ağız oluyor seninki. Bana bakıyorsun, çok yakından, gitgide yaklaşıyor yüzün, seyrediyorsun beni, tepegözüz sanki, gözlerimiz büyüdükçe büyüyor, üst üste gelerek iki göz tek göz oluyor: tepegözler birbirine bakmakta, solukları karışmış birbirine, ağızlar buluyor yekdiğerini, dudaklar sıcacık, kavgada, dil düşlere henüz dokunmuş, bir sessizlik dil üzerinde, bir eski koku, mis gibi, ağır bir hava dolanıp duruyor. O an işte, ellerim dalıyor saçlarına, derinlerini okşuyor ağır ağır, ikimizin de ağzı çiçek ve balık dolu sanki, sarmaş dolaş, öpüşüyoruz, hızlı hızlı, derin duyumlarla. Isırıyorsak eğer, acısı tatlı, birbirine karışmış soluklarımız içerisinde, sönüp gidiyorsak eğer, dönüşüyorsak kısa ve korkunç bir boğuluşla, ölüme, bu anlık ölüm güzel. Tek bir tükürük tek bir olgun meyve tadı; yapışmışsın bana, duyuyorum titremelerini, suda titreşen ay gibi aynı...
Julio Cortázar, yüzyılımızın üzerinde en çok tartışılan ve çok okunan deneysel romanlarından Seksek’te, bu sorunun cevabını arıyor…Yazarın okuma planı ışığında, Seksek’in bölümleri arasında “ileri-geri” dolaşan okur, gerçekliğin dayattığı saçmalığın içinde biçimlenen bir dünyada, “sekseğin son halkası”na ulaşmaya çalışan bir grup insanın hikâyesine tanıklık ediyor…
Simgelerde Yüzler
Bir ışık üstünde gelir
Gelir o
Işırsın
Seversin yeri göğü
Uyanmış tutsaklar çağrısına dek.
Dolar da
Dolar da yüreğine tohumların davranışı
Uzarsın
Bir anıdan bir geleceğe gövermişçene.
Gelir de bir uykusuza su
Gelir bir orman uyanık yellerden.
Gider hele
Yıldızların
Gider hele göllerin yalnızlığı
Kalırsınız
Yaptıklarınızla yüz yüze, çırılçıplak.
Almıştınız
Vurmuştunuz
Ovalar başak çoğalımıyla doluydu,
Derelerde vardı bilinmez anıların gücü
Ağaçların yemişleri sizin ağırlığınızdaydı,
Çalmıştınız
Öldürmüştünüz çünkü.
Bir sorgu günü değil anlamak günü
Gözleriniz açılsa
Maviden
Açık kalsa ağzınız kandan şimdi
Sizi bağışlamaz yeraltı otları bile
Almaz yılan uykuları bile düşlerinizi sizin
Siz dikeysiniz, siz hamsınız.
Şimdi ne siz varsınız, ne o, ne öteki,
Yaban yeşili ev yeşilini kovmuştur.
Yine ıssız
Yeryüzü gökyüzü,
Yine ıssız
Ölüler unutulmuş gider
Ölülerin ardından bir köpek gider.
Kopmuşçasına sen şimdi
Karanlığın, yokluğun ardında sen
Bitersin yerden göğe;
Upuzun
Eğri uzun
Dar uzun.
Gider o
Gider
Gider bir ışık üstünde.
Yeryüzü Saygısı
Atalarıma bin saygı
Bin kutsama
Varmışım Budapeşte'ye Erivan'a Mısır'a ben
Sevmişim yalnız
Atalarıma bin saygı
Bin kutsama
Ayırdetmemişim
Kara deriliyi altın saçlıdan
Atalarıma bin saygı
Bin kutsama
Ben de ülkeler almışım Doğu'dan Batı'dan
Ama sömürmemişim.
Zaman Parıltısı
Karanlıklarda, gündüzlerin arkasındayım,
Bitmiş ikinci dünya savaşı, uğursuz ve kahraman,
Uzakta esir uluslar türkü söyler,
Türklüğümün farkındayım.
Bir soluk gelmekte karşı gezegenlerden,
Vakt içinden inmektedir gölgeler.
Toprak üzerinde, atmosferler üzerinde
Soğuyan gecemin farkındayım.
Biçimler, evlere, eşyalara rahatça sığmış,
Var olmuş var olmayan.
Biçimler sonsuzluğa yaklaşmış,
Aklımın farkındayım.
Ne ağaçlar uzanmış mevsimlerimce
Ne yıldızlar gerçek, aydınlığım kadar.
Aşkla kımıldayan küçücük ışıklar uçuşur içimde yön yön,
Yaşadığımın farkındayım.
Dal
Dal sallanır ya
Uçunca kuşlar
Sallandı içimdeki mavi çizgi
Konan bir sevgi var
Nasıl yağarsa yağsın
Yağmurla kar
Papatya dimdik
Direnişinde sevgim var
Yüreğim karmakarışık
Hem geniş hem dar
Sen uzakken bile
Seven yakınlığın var
Saklar çoğaltır seni
Bu küçücük nar
Bir tanesiydi sevmek
Şimdi bin tanesi var.
Çirkin
Çirkin, yavrum, dudaklarındaki kızıllık,
Kansız doğaya karşı.
Uyurken memleket ve evren uzaktan,
Uyurken bir hücre, hücreler içinde,
Ekşi.
Çirkin, bu satışlar,
Yüzde yirmi, yüzde otuz.
Geçer anların tadı içerden ;
Anılar ve sevgiler, çarşılar üstünde, uçar.
Yeniden var oluruz.
Sürünür ovalar yaşlı ve boşuna,
Çirkin şimdi, yükselmiş güzellik.
Ve kaçar yaşamanın ölçülerinde; yeni, uzun;
Bir avuçluk, bütün dokunduklarımız,
Bir ellik.
Okulumuz, bahçelere, hesaplara dönmüş,
Çirkin.
Sonsuz ormanlığı rahatlığın, yüce uzamışlığı erdemliliğin,
Dağlarda ve sokaklarda.
Tedirgin.
Yalanla, gerçeklerin sırrına varmış,
Oyunla karışmış, ölmüşlerin akıllarına;
Çirkin, mahkemelerde bir avukat.
Gelir bilinmeyen yönlerin namussuz hoşluğu,
Körlerden ve topallardan daha sakat.
Çirkindir, uzayan erkek vakitlere göre,
Gece yarısı.
Ağrıyan kemiklerle, uzaklıklara gizlenmiş,
Acımakla değil, korkunçluğuyla büyük,
Yıldızlar yıldızlar ve yukarısı.
Çirkin değil midir, dolarken nesillerin hayırsızlığına,
Yavaş yavaş.
Ninelerin çarpılmış yüzünde,
Kabul edilmemiş duasında gelinlerin,
Tarihlerden bir savaş?
Bir ekmek kavgası duyulur ta böceklerden,
Uluyan ağaçlar, susan makineler sesi.
İğrenç hendeseleri gövdenin, bürünür düşlere;
Gezegenler arasındaki uygarlığa karşı,
Çirkin, doymuşların ve doymamışların nefesi.
Nasıl kımıldamasın, nasıl uyusun,
Sabrımız ve ahmaklığımız, derinde ?
Güzel değildir avunmak, kuşlar çiçekler boşunadır;
Çirkindir, küçük mutluluğumuz,
Piç dünyalar üzerinde.
İnsan boyu kadar cüce, insan ömrü kadar kısa,
Güzel neymiş ki ulu çirkinin yanında?
Çirkin, bu, bardaklara sığmayan kederimiz,
Çirkin, bu ardı ve önü görünmeyen kader,
Karanlıkla ve soysuzlukla yaşar, vatanında.
Ölüm, karşılıksız gülümseme, çaresiz şey,
Uğruna efsaneler beyazlığında yürür nefis.
Çirkin, bin yıl önceki anam babam,
Koydukları her taş, inandıkları her masal,
Pis.
Tanrı duymaz, cenazeler duymaz,
Göklerde şehrimizin utanmayan sağırlığı,
Biter, aptalın türküleri, gömülerde,
Aşkın, havanın, yerin hafifliğinde ey dost,
Çirkindir ağırlığım, ağırlığın, ağırlığı.
Her bilimin insan doğasıyla az çok bir ilişkisi vardır; her ne kadar bazısı insanoğlundan çok uzaklarda gibi dursa da, bir yerde, bir geçitte mutlaka insan doğasına dönüş yapar. Matematik, Doğa Felsefesi ve Doğal Din bile bir ölçüde İnsan'ın bilimine bağlıdır; çünkü hepsinin yolu insanı tanımaktan geçer ve hepsi insanın güçleri ve yetileri ölçüsünde değerlendirilir... Öyleyse Matematik, Doğa Felsefesi ve Doğal Din insanı bilmeye bu şekilde bağımlıysa, insan doğasıyla daha yakınve sıkı ilişkileri olan diğer bilimlerden ne beklemeliyiz? Mantığın biricik amacı akıl yürütme yetimizin ilke ve işlemlerini ve tasarımlarımızın doğasını açıklamaktadır; ahlak ve eleştiri zevk ve duygularımızı değerlendirir; siyaset ise insanları toplumda birlik içinde ve birbirine bağımlı kabul eder. Bu dört bilimde, Mantık, Ahlak, Eleştiri ve Siyaset'te, insan aklını tanımamızı sağlayan veya bize insan aklının gelişimi ve donanımını veren hemen her şey kavranır.
Paulo Coelho, 1947 yılında Brezilya'da doğdu. Babası Pedro mühendis, annesi Lygia ise evhanımı olan Coelho, San Ignacio'da ilköğrenimine başladı. İlk edebi ödülünü okulundaki bir şiir yarışmasında aldı. Ablası Sonia'nın kendi ödevi olarak teslim ettiği denemesi, Coelho'ya ikinci ödülünü getiriyordu. Yazarlığa başlamadan önce ülkesinde tanınan bir şarkı sözü yazarıydı.
1986 yılında Hıristiyanların Batı Avrupa'dan başlayıp İspanya'da Santiago de Compostela kentinde sona eren geleneksel hac yolculuğunu yaptı. Bu deneyimini 1987 yılında yayınlanan Hac (özgün adı: "The Pilgrimage") adlı kitabında anlattı. 1988 yılında yayınlanan romanı Simyacı, Coelho'yu en çok okunan çağdaş yazarlardan biri yaptı. 42 ülkede yayınlanan, 26 dile çevrilen Simyacı, benzersiz bir başarıya ulaştı ve bu kitap sayesinde Gabriel Garcia Marquez'den sonra en çok okunan Latin Amerikalı yazar oldu.
1979 yılında tekrar karşılaştığı eski arkadaşı Christina Oiticica ile daha sonraki yıllarda evlendi ve Rio de Janeiro'da yaşamaya başladı. Edebi hayatının yanı sıra karısıyla birlikte kurdukları Paulo Coelho Enstitüsü'nde ülkesindeki yoksul çocuk ve yaşlılara yardım etti, 2002 yılında Brazilian Academy of Letters'a üye kabul edildi, 1979'daki İslami Devrim'den sonra İran'a fikir alışverişi için davet edilen ilk Müslüman olmayan yazar oldu.
Coelho'nun ünlü eserlerinden dünyanın en eski mesleği üzerine kurulu bir aşk masalı olan On Bir Dakika’nın film hakları Hollywood Gang Productions tarafından 2004 yılının Aralık ayında satın alındı. İlyas Peygamber’in romanlaştırılmış öyküsünün anlatıldığı Beşinci Dağ adlı kitabının film hakları ise Capistrano Productions tarafından 2004 yılında alındı. Senaryosu Antonio Soave tarafından uyarlanan filmde Joseph Finnes, Liam Neeson ve Julia Ormond rol alırken yönetmenliğini Le Var Burton üstlendi.
2005 itibari ile İsviçre'nin Davos kentindeki Dünya Ekonomik Forumu'nu düzenleyen Schwab Vakfı'nın yönetim kurulunda olan Paulo Coelho, aynı zamanda Unesco'nun "Kültürlerarası Diyaloglar" programında danışman olarak görev yapmakta.
Paulo Coelho'nun kurduğu Paulo Coelho Enstitüsü, ülkesindeki yoksul çocuk ve yaşlılara yardım etmektedir. Coelho, UNESCO'nun Kültürlerarası Diyaloglar programında danışman olarak görev yapmaktadır. Aynı zamanda İsviçre'nin Davos kentindeki Dünya Ekonomik Forumu'nu düzenleyen Schwab Vakfı'nın yönetim kurulundadır. Paulo Coelho pek çok saygın ödülün sahibi oldu; bunlar arasında Dünya Ekonomik Forumu'nun verdiği Crystal Award ve Fransız Légion d'Honneur nişanı da vardır. Pek çok saygın basın kuruluşu için haftalık köşe yazıları yazmaktadır. Paulo Coelho Rio de Janerio'da yaşamaktadır.
"Yaşamını konu alan belgesel film"
Howard Zinn: Hareketli Bir Trende Tarafsız Olamazsınız Matt Damon tarafından tarihçi, aktivist ve yazar Howard Zinn'in hayatı ve zamanları ve son elli yılın en önemli sosyal hareketlerine katılımı hakkında anlatılan 2004 belgesel filmidir. yıl. Filmin yönetmeni Deb Ellis ve Denis Mueller
Bu kitap, yalnız yazarın ve ailesinin özyaşam öyküsünü değil, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları'nın öncesinde ve sonrasında Türk ve Batı Toplum ve insanlarının yaşayış ve düşünüş yöntemlerini, komünist ve faşist diktatörlüklerin parça parça öykülerini, memleketimizde ve türlü ülkelerde yapılan kişisel gözlemlere dayanarak, bir roman üslubu içinde anlatıyor. Bu gözlemler aynı zamanda son 60 yılın ilginç tablolarıdır.
Borges Alef’te düş ile gerçek, eski ile yeni, Batı ile Doğu arasındaki ikiliklerde gidip gelen bir zenginliğin anlatısını sunuyor.
Sakarya Meydan Muharebesi, Türk milleti için bir ölüm kalım mücadelesi olmuştur. Bu meydan muharebesi, Türk ordusunun taktik geri çekilmeleri bırakıp büyük çaptaki bir geri çekilme sonunda stratejik savunmayı uygulamaya koymasının en güzel örneklerinden birisidir. Birinci ve İkinci İnönü Muharebelerinde yenik duruma düşen Yunanlılar, Kütahya-Eskişehir Muharebelerindeki (10 – 24 Temmuz 1921) başarılarından elde ettikleri moral ve İngilizlerin de teşvikiyle Anadolu’da ilerlemelerine devam etmek ve Ankara Hükûmeti zor duruma sokmak istemişlerdir. Esasen İngiliz Başbakanı Lloyd George’un İngiltere Parlamentosunda “Millî Türk Kuvvetlerini yenmiş bulunan Yunanistan’ın Sevr Anlaşması esaslarıyla yetinemeyeceği” şeklindeki kışkırtıcı vaatleri de Yunanistan’ı bu konuda cesaretlendirir ve barışa değil taarruza teşvik eder. Yunan Genelkurmayı, Sakarya Nehri’nin doğusuna çekilen Türk ordusuna son darbeyi vurmak için bütün hazırlıklarını tamamlayıp harekete geçer. Öte yandan, Kütahya-Eskişehir Muharebelerinden sonra askerî mevcudunun ve silah gücünün önemli bir kısmını kaybetmiş olan Türk ordusu da kesin sonuç alınabilecek bir meydan muharebesi için tüm birliklerini Sakarya Nehri’nin doğusunda, yaklaşık olarak 100 km genişliğinde bir cephe hattında toplar.
Batı Cephesi Komutanlığı birliklerinin Kütahya, Eskişehir ve Afyonkarahisar gibi önemli şehirlerimizle birlikte geniş bir arazi kesimini düşmana bırakarak Sakarya Nehri’nin doğusuna çekilmesi, kamuoyunda ciddi bir moral bozukluğu yaratır ve bu durum TBMM’de de çok sert tartışmalara neden olur. 23 Temmuz – 5 Ağustos 1921 tarihleri arasında oldukça sıkıntılı bir dönem geçiren Türk tarafı, Mustafa Kemal Paşa’yı 5 Ağustos 1921’de TBMM’de kabul edilen 144 sayılı kanunla ve geniş yetkilerle üç ay süre ile Başkomutanlık görevine getirir. (bk. Başkomutanlık Kanunu) Mustafa Kemal Paşa, verilen bu geniş yetkilere dayanarak 7-8 Ağustos 1921’de “Tekâlifi Milliye Emirleri”ni yayımlayarak orduyu personel, silah, malzeme ve araç-gereç bakımından güçlendirmeye çalışır. Zira Türk ordusu Sakarya Meydan Muharebesi öncesinde bir yokluk ve yoksulluk savaşı da vermektedir. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Sakarya Meydan Muharebesi öncesinde cephe faaliyetleriyle ilgilenirken üzücü bir kaza geçirir. Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ile 12 Ağustos 1921’de cephe durumunu yakından görmek, sevk ve idarede daha etkili olmak gayesiyle Ankara’dan Polatlı’ya hareket eder, cepheye varınca savunma mevzisinin rahatça görüldüğü Polatlı güneyindeki Karadağ’a çıkar. Buradan arazi ve mevzi durumunu görüp inceledikten sonra geri dönmek üzere atına bindiği sırada, atın ürkmesi nedeniyle düşerek bir kaburga kemiğini kırar. Tedavi olmak üzere Ankara’ya dönmek zorunda kalır. Doktorların istirahat tavsiye etmelerine rağmen çok kısa bir süre sonra 17 Ağustos 1921’de görevinin başına döner. Mustafa Kemal Paşa hemen Başkomutanlık karargâhını kurar. Ağustos ayı ortalarına doğru yapılan yeni düzenlemeye göre Türk Ordusunun konuş ve kuruluş durumu şu şekildedir: Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’dır. Başkomutanlık Karargâhı Ankara’dadır. Batı Cephesi Komutanlığı, Yunan taarruzuna karşı, kuvvetlerini Sakarya Nehri doğusunda yedi grup (kolordu) hâlinde konuşlandırır. Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’dır ve karargâhı Ankara-Polatlı arasında yer alan Alagöz’dedir. Savaşın hemen öncesinde Türk kuvvetlerinin durumu şöyledir: 96.326 er, 5.401 subay, 54.572 tüfek, 825 makinalı tüfek, 196 top, 1.309 kılıç, 32.137 hayvan, 1.284 araba ve 2 uçak
Yunan kuvvetlerinin durumu da şu şekildedir: 120.000 er, 3.780 subay, 57.000 tüfek, 2.768 makinalı tüfek, 386 top, 1.350 kılç, 3.800 hayvan, 600 adet 3 tonluk kamyon, 240 adet 1 tonluk kamyon, 18 uçak.
Mustafa Kemal Paşa’nın Başkomutanlık görevine getirilmesinden sonra Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa ile Kolordu Komutanları arasında 15 Ağustos 1921 tarihinde bir durum değerlendirmesi yapılarak sonuç Başkomutana sunulmuş, böylelikle bir harekât planı ortaya çıkmıştır. Türk ordusu, 100 km’ye ulaşan cephe genişliği ve 25 km’ye yakın bir derinlik içerisinde arazinin önemli noktalarına yerleşerek ve Sakarya’yı bir engel hâlinde önüne alarak savunmayı oynak olarak idare etme kararını almıştır. Bu savaşa kadar savunmalar; orduların bir hat üzerinde yerleştirilmesi, bu hatta başarılı olunamazsa hep birlikte geride başka bir hatta çekilinmesi biçiminde cereyan etmiştir. Ancak Mustafa Kemal Paşa, 26 Ağustos 1921’de “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır.” emrini verir. Böylece hat taktiği bırakılarak çekilmek zorunda kalan birliklerin tutunabildikleri ilk yerde savunmaya devam etmeleri, diğerlerinin ise bulundukları mevzileri bırakmamaları sağlanmıştır. Gerçekten de bu safhada verilen mücadele olağanüstüdür. Açılan her gediği kapatmak için 70 km’yi bulan zorlu yürüyüşlerle birlik kaydırmaları yapılır. Her gelen asker, ertesi sabah çelikten bir kale hâlinde düşman karşısına çıkar, vuruşur, şehit olur fakat vatanın savunulmasına devam edilir. Mustafa Kemal Paşa bu muharebe için “Sakarya melhame-i kübrası” yani kan gölü, kan deryası demiştir. Yunanlar, Türk kuvvetlerini 23-30 Ağustos 1921 tarihleri arasında bütün imkânlarıyla zorlamalarına rağmen kuşatıp imha edemeyince kuvvetlerinin büyük kısmıyla Türk cephesini merkezden Haymana istikametinde yarmak istemişlerdir. 6 Eylül 1921 tarihine kadar da bunun için uğraşmışlar fakat başaramayınca bulundukları hatlarda savunmaya karar vermişlerdir. Ancak 10 Eylül’de başlatılan genel karşı taarruzla buna da engel olunmuştur. Bu muharebeler sırasında Meclisin de taşınması gündeme gelir. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Millî Savunma Bakanı Refet Paşa’ya 26 Ağustos akşamı gönderdiği telgrafta; muharebelerin Ankara’ya kadar intikal etmesi ihtimali olduğunu, her türlü ihtimale karşı Meclisin ve Bakanlar Kurulu’nun ilk merhale olarak Yahşihan üzerinden Keskin’e, oradan da zorunluluk hâlinde Kayseri’ye naklinin gerekli olabileceğini bildirir. Ertesi gün çekilen başka bir telgrafla da bu taşınma emri durdurulmuştur. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın yönetiminde, Türk milletinin kanıyla yazılan ve dünya harp tarihine “en uzun meydan muharebesi”, Türk İstiklal Harbi tarihine de “subay muharebesi” diye geçen Sakarya Meydan Muharebesi aralıksız 22 gün geceli gündüzlü devam etmiş ve 13 Eylül günü Yunanlıların Sakarya Nehri’nin batısına atılmasıyla sona ermiştir. Bundan sonra takip harekâtı başlamıştır. Sakarya Meydan Muharebesi’nin askerî sonuçları bakımından Türk tarafına çok önemli katkıları olmuştur. Sakarya Zaferi ile inisiyatif Türk ordusuna geçmiştir. Sakarya Muharebeleri, Türk ordusunun moralini ne kadar yükseltmiş ise Yunan ordusunun moralini de o derece bozmuştur. Önce Sakarya Nehri’nin doğusu, sonra da Afyonkarahisar – Eskişehir hattına kadar olan vatan toprakları Yunanlılardan temizlenmiştir.
Savaş sonunda tarafların kayıpları da şu şekildedir:
Türkler: 5.713 şehit, 18.480 yaralı, 828 esir ve 14.268 kayıp.
Yunanlılar: 3.758 can kaybı, 18.955 yaralı, 354 kayıp.
Sakarya Meydan Muharebesi sonucu, askerî harekât yön değiştirmiştir. Sakarya Muharebesi sonuna kadar stratejik savunma yapılırken Sakarya’dan sonra stratejik taarruza dönülmüştür. Zira Yunan ordusu stratejik saldırı yapma gücünü kaybetmiştir. Sakarya Zaferi, Büyük Taarruz (26 Ağustos 1922) ve Başkomutan Meydan Muharebesi’nin (30 Ağustos 1922) hazırlıkları için gerekli zamanı kazandırmıştır. Sakarya Zaferi’nden sonra vefa duygusu ile dolu olan Türk milleti, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’ya TBMM aracılığıyla 19 Eylül 1921 tarihinde Gazi unvanı ve Mareşal rütbesini vermiştir. Sakarya Meydan Muharebesi’nin askerî sonuçları yanında siyasî sonuçları da Türk milleti için çok önemli kazanımlar sağlamıştır. Sakarya Zaferi’nden bir ay sonra, 13 Ekim 1921 günü Sovyetler Birliği Hükûmeti’nin aracılığıyla Ankara Hükûmeti ile Güney Kafkas Cumhuriyetleri arasında Kars Anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşmayla; Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan daha önce yapılan Moskova Anlaşması’nı kendileri için de geçerli saymışlardır. Böylece Türkiye’nin doğu sınırları kesinlikle güvenlik altına alınmıştır. Fransa, Sakarya Zaferi’nden sonra bekle – gör tutumunu bırakarak İtilaf Devletlerinden kopmuş ve TBMM Hükûmeti ile 20 Ekim 1921’de Ankara Anlaşması‘nı imzalamıştır. Bu anlaşma ile Fransa tarafından Hatay-İskenderun dışında bugünkü güney sınırımız tanınmıştır. Güney Cephesi güvenlik altına alındığından oradaki Türk birlikleri de Batı Cephesi’ne kaydırılmıştır. Batı Anadolu’daki Yunan egemenliğini hiçbir zaman kabullenemeyen İtalyanlar ise Sakarya Zaferi’nden sonra 1921 yılı sonuna kadar işgal ettikleri yerleri boşaltmışlardır. Sakarya Zaferi, İngiltere’yi de TBMM Hükûmeti’ni tanımaya zorlamış ve 23 Ekim 1921’de “Tutsakların Serbest Bırakılması Anlaşması” yapılmıştır. Anlaşmaya göre; İngilizler ellerinde bulunan Birinci Dünya Savaşı tutsağı Türk komutanları ile Malta Adası’na sürdükleri Türk devlet adamları ve aydınlarını, Türkler de Mustafa Kemal Paşa’nın tutuklattırdığı Anadolu’da bulunan İngiliz uyrukluları serbest bırakmışlardır. Sakarya Zaferi, İtilaf Devletlerinin Yunanlılara güvenini azaltmış, bu devletler Sevr Anlaşması ile kendilerine sağlanan çıkarları tekrar silahlı çatışmalara girmeden diplomasi yoluyla koruma çabası içine düşmüşlerdir. İtilaf Devletleriyle yapılan bu siyasî anlaşmalar Sevr Anlaşması’nın da geçerliliğini yitirmesi sonucunu doğurmuştur. Türk ordusunun Sakarya Meydan Muharebesi’ni kazanması, Yunan dış politikalarında da köklü değişikliklere sebep olmuştur. Sakarya’dan sonra, Yunanlıların “Ankara’nın alınması” ve “Büyük Bizans’ın kurulması” gibi düşleri Sakarya’nın bulanık sularına gömülecektir. Hatta, Batı Anadolu’daki isteklerini bile unutmuş görünüp bu kez yerli Rumların kuracağı bağımsız bir “İyonya Devleti” görüşüne ağırlık vererek, Avrupa’da da bu görüşe destek arayacaklardır. Sonuç olarak Sakarya Zaferi, 1683 yılında Osmanlı Devleti’nin Viyana önlerinde yenilmesiyle başlayan bozgunu durdurmuş, haçlı düşüncesini ve gücünü kırmıştır.
Yeni şiirimizin anlaşılması, anlaşılır olması (güçlüğünden ötürü değil, yeniliğinden ötürü) yolunda ozanların ve eleştirmecilerin ödevleri olduğunu söyleyenler var. Doğru elbet. Ama bunu ozandan, özellikle ozandan bekleyenler de var, yani yeni şiirin anlaşılmasını sağlamak için, şiirlerini veya şiir anlayışını açıklamasını bekleyenler, isteyenler, hatta bunu bir ödev olarak yükleyenler var ona. Bunun önemini, şiire ve ozana kazandıracaklarını yadsımıyorum, küçümsemiyorum. Yalnız ozanın buna zorunlu tutulmasını fazla buluyorum. Benim sandığım, ozan, şiire, şiirine değgin yazısını da ancak şiir yazdığı zamanda olduğu gibi, öznel bir zorunluluk, bir iç zorunluluğu duyduğunda yazar. Bu bakımdan ozanı bu açıklamaya zorunlu tutmanın zararlı olduğunu sanıyorum. Asıl iş, eleştirmecilerimize düşüyor. Üstelik onun, şiirleri yazmayan kişi olarak, daha dıştan, daha özel, ozana göre daha elverişli bir durumu da vardır. Onun birtakım karşılaştırmalar yapması daha kolay, daha dedikodusuz sayılır. Bir ozana iyi, bir ozana kötü derken, ondan bir ozandan olduğu kadar şüphelenilmez. Duygularına kapıldığı söylenemez. Ozana yahut eleştirmeciye düşsün, bu işin tek şartı var galiba. Ülkemizde sevilmiş, tutulmuş, çoğunluğa yayılmış, tanınmış, iyi yahut kötü bellenmiş ve en önemlisi, bu saydıklarımı hak etmiş veya etmemiş birçok ozan var. Ama yenisi, eskisi bir potada. İlkin cesaretle ad sayarak bir ayrım yapmak gerek diyorum. Bir şiirin, bir şiir akımının tanınması, öbürlerinden ayrılması ancak o akımın ozanlarını tek tek incelemekle, tanımakla mümkün olur diye geliyor aklıma da ondan. Bizim bugün şiir üstüne yazdıklarımızın çoğu, okuyup geçiverdiğimiz şiirlerin anılarına ve bunun yanında birtakım çok kişisel buluşlara dayanıyor.
İç siyasetin günden güne kısırlaşan havası, insanın yüreği ile beyni arasındaki
yolları tıkıyor.
İnsan boğucu bir havadan kurtulup dağlara, kırlara doğru koşmak ister.. Ben de
bugün sizleri ünlü ressam Avni Arbaş'ın Ankara'da Artiza'n Sanat Galerisi'nde
açtığı sergiye götürmek istiyorum.
Kapalı zarf usulü ile ihaleye çıkmış anayasanın bu 175. maddesi ile bugün
dilerseniz hiç ilgilenmeyelim.. Yıllar yılı insanların yüreklerine ve
beyinlerine takılmış kelepçeleri görmezlikten gelip yalnızca anayasanın «geçici
4. maddesi»ne takılı bencil yürekleri ve ipotekli beyinleri de hiç konu
etmeyelim.
Avni Arbaş'ın fırçasından süzülen ve o renk cümbüşü içinde sanki dörtnala koşan
atlara bakalım.. Nâzım Hik-met'in deyişi ile «Bu atlar Avni'nin atları/Kuvvayı
Milliye atları..» Bu atlara bakalım..
Ne 175. madde, ne anayasa kefaleti, ne geçici 4. madde, ne şu, ne bu..
— Bu atlar Avni'nin atları Kuvvayı Milliye atları
Kara yamçı altında ak sağrı dolgun Titrer burun kanatları Bu atlar Avni'nin
atları..
Abidin Dino gibi, Avni Arbaş gibi sanatçıları çıkaran bu halk, kimi devlet
yöneticilerince IMF'ye, OECD'ye milyarlık borç yükleri altına sökulsa da
insanlıktan hep alacaklı kalacaktır.
— Kuvvayı Milliye gelecek yine Şahin atlar aşarak yeli Çiğneyerek gâvuru da
Anzavur'u da Kuvvay: Milliye gelecek yine.
Kafalarında seçim sandığı taşıyan siyasetçiler unutulacak; aydınlara,
sanatçılara en acımasız cezaları verenler unutulacak; devlet adına yol kesen
eşkiya unutulacak, beyinlere dikenli teller dolayanlar unutulacak, devlet
başkanları unutulacak, kırmızı plâkalı arabalara tırmanmış başbakanlar
unutulacak; bakanlar unutulacak..
. Resimleri ile Dinolar, Arbaşlar; romanları, öyküleri ve yazıları ile Yaşar
Kemaller, Aziz Nesinler, Rıfat llgazlar, Sabahattin Aliler; şiirleri ile Nâzım
Hikmetler, Ceyhun Atuf-lar, Hasan Hüseyinler, Ahmet Arifler hep yaşayacaklar..
Yasak üstüne yasak konsa da yaşayacaklar; adları okul kitaplarından çıkarılsa da
yaşayacaklar, şiirlerinden, yapıtlarından devlet televizyonunda, radyosunda tek
sözcük bile olsun söz edilmese bile yaşayacaklar..
«Türküler söylendikçe Türk diliyle/Seni seviyorum, gülüm dendikçe Türk diliyle»
bu ressamlar, bu yazarlar, bu şairler hep anılacak..
Yasak olsa da anılacak..
Yasak olmasa da anılacak..
Bugün salonlarda anılacak..
Yarın alanlarda anılacak..
«Devletlüler» unutulacak ve yarınlara, ilkellikleri dışında bir iz bırakmadan
unutulup gidecekler bir bir. . «Avni'nin atları» kalacak yarınlara..
— Gülüm Kuvvayı Milliye atları, Gözüm Kuvvayı Milliye atları..
Bugün ne 175. madde, ne dönen dolaplar, ne arabesk oyunlar, ne geçici 4. madde..
— Bu atlar Avni'nin atları. Kuvvayı Milliye atları
Kara yamçı altında ak sağrı dolgun Titrer burun kanatları Bu atlar Avni'nin
atları..
(3 Mayıs 1987)
*
"Türkiye, bir İslamcı devlet değildir; laiktir, laik kalmalıdır. Ve laik kalacaktır. Amerikancı bütün etkilere karşın Türkiye, kendi bağımsız siyasetini kendisi çizecek ve bu siyaseti yine kendisi uygulacaktır.
Müslümanlığı, bir antikomünist ideoloji olarak Türkiye’nin komşularına karşı kullanmak, hem İslâm dinine saygısızlıktır hem de Türkiye Cumhuriyeti’ni sonu gelmez bir serüvene itmek demektir."
"Tarikat - Siyaset - Ticaret"
Uğur Mumcu
Prof. Dr. Gazi Yaşargil, dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in oğlu Can Yücel yerine kendisine burs vererek yurt dışına gönderdiği bilgisini düzeltti. Yaşargil, “Ne bana burs verildi ne Can’a” dedi.
Gazi Yaşargil meslektaşlarıyla gerçekleştirdiği buluşmada çok sık paylaşılan tarihi bir anekdotla ilgili de düzeltme yaptı. “Can Yücel yerine bana burs verildiği çok söyleniyor” diyen Yaşargil şöyle devam etti:
“Ama ne bana burs verildi ne de Can’a. Hasan Ali Yücel, Temmuz 1943’te yanıma gelerek ‘Gazi Bey, Can bana söyledi Viyana’ya gitmeye karar vermişsiniz. Ben de Can’ı İngiltere’ye göndereceğim. Lütfen onu ikna edin’ dedi. Ben de ikna ettim, yol gösterdim sadece. Ama ikimize de burs verilmedi. İkimizde ailemizin imkânlarıyla yurtdışına çıktık. Can çok iyi arkadaşımdı.”
Her insanın beyninin 150-200 odacıktan oluştuğunu ve her odacığın başka düşünceler ürettiğini anlatan Yaşargil şöyle devam etti:
“Beyin hastalıkları da bir odayı vuruyor. Geri kalanı yerinde duruyor. Beyin hem uzayı algılamaya çalışıyor hem de atomu parçalamaya çalışıyor. Her kararımızı yüzde 51 ile veririz. Sadece aşık olduğumuz zaman yüzde 100 karar veririz. Yani kimyevi anlaşma. Bazen bir bakış, şimşek çakar. O zaman nasıl oluyor ki koca beyin, yüz milyar hücre birden şaşırıveriyor. İnsan her şeyi unutuyor. Bir hücre gidiyor milyarlarca hücre arkasından gidiyor.”
Cep telefonlarının beyne etkisi konusunda henüz kesin bir çalışmanın
olmadığını da belirten Yaşargil, cep telefonu kullanmadığını ve cep
telefonlarının çocuklardan uzak tutulması gerektiğini söyledi.
Yaşargil, çevre kirliliğinin genlerimizi olumsuz etkileyeceği uyarısında da bulundu.
Şiir yer altı nehirleri gibi oluşur şairin iç dünyasında. Bir gün yeryüzüne çıkmak için bir çıkış noktası arar. O nokta ilhamdır işte! O noktada var olur şiir.
Birinci Bölüm:
Kader Kapıyı Çalıyor
(Andante)
Gelme diyorsun
Bu gel demektir
Birazdan güneş doğacak
Dolu dizgin atlılar geçecek yüreğimden
Seni düşüneceğim
Gümüş mahmuzların parlaklığında
Yağmur nal izlerini örtmeden
Sana geleceğim
Bekle beni
Hindistan ‘da Banaras şehrinde seni aradım
Ganj ‘ın sularında lanetlenmiş insanlar yıkanıyordu
Ganj ‘ın suları pisti bulanıktı
İçtim
Bir kadın tanıdım Haydarabat ‘da
Cüzamlıydı güzeldi üstelik
Sana benziyordu
Etli dudakları vardı
Brahman mabetlerinde seviştik üç gün üç gece
Taşların üstünde yattık
Bir hayvan tarafımız vardı alımlı
Bir Tanrı tarafımız vardı iğrenç
Bir insan tarafımız olacaktı
Aradık üç gün üç gece
Bulamadık
Bir Tanrı tarafımız vardı korkunç
Sevemedik
Sonra Nijerya ‘da Mozambik ‘te Altınsahillerinde
Kulaklarımda ulu ormanların uğultusu
Vahşetin musikisini dinledim yeşil yeşil
Zifir gibi bir yalnızlıktı içimde yokluğun
İri bir memeydin kalçaydın avuçlarımda
Belki bir tutam tuzdun kirli
Seni düşündükçe susuyordum
Nehirler göller kandırmıyordu beni
O kadınlara gidiyordum
O bakır tenli kadınlara
O kadınlarla da yattım
Adam boyu yaprakların üzerinde
Boyanıp boyanıp yeryüzüne çıkıyorduk derinlerden
Yorgundum
Kuşkuluydum
İliklerime kadar bendim
Bir yeşildim
Bir beyazdım
Karanlıktım
İnsan eti yiyenler anladı beni
Kanarya adalarında
Bir kamış kulübede iki ayna buldum
Birinde ellerim vardı kemik kemik
Parmaklarım beni çağırıyordu sana
Birinde gözlerim vardı
Ağlıyordum
Çiğnenmiş otlara döndüm
Ağlamaklı denizlere
Köpek balıklarının azı dişleri avutmaz beni
Bir gemiydim
Battım
Santa – İsabelle adasının önünde
Şimdi 3200 metre derindeyim
Sana ahtapot gözleri topluyorum
Sana mürekkep balıklarının gözyaşlarını getireceğim
Bırak beni
Yosunlarla bir çeşmeden su içiyorum
O derinliklerde bir mağarada buldum kendimi
Önce garipsedim çıplaklığımı
Utandım
Sonraları alıştım güzelliğime
Bir elim sendin
Bir elim ben
Ayaklarımı göremezdin
Öyle uzaktaydı
Sağ kolumu Mekke ‘de kestiler şafak vakti
Utanmaz yalnızlığımla kaldım çaresiz
Bitmez
Haçlı seferleri boyunca anlatsam maceramı
Yakına gel
Dört yanımız iri ıstakozlarla dolu
Yalnız değiliz
Tuk ki bu tuzlu balıklarda benim yüreklerim çarpıyor
Tut ki gözümün yarısı elmada yarısı kapanık
Tut ki ben beyaz peynirim ben zeytinim
Al
Ekmeğine katık et beni
Dufy ‘nin bir sokağı vardı bilir misin
İlkin seni o mor sokakta gördüm
Temmuzun ondördüydü
Bütün itliği üzerindeydi güneşin
Bir yeşil elbisen vardı
Bir siyah ayakkabın vardı
Bir gözlerin vardı
Bir dudakların vardı
Ama ben yoktum o sokakta
Tahiti adalarında
Gaugin ‘le seni düşünüyordum
Absent kadehlerinde ellerini içiyordum yudum yudum
Dufy ‘nin sokağı aklıma nereden geldi
Bir çift zar aldım
Attım gökyüzüne
Adis-Ababa şehrine düştü
Adis-Ababa şehrinde kadınlar
Hepyek bakıyordu yüzüme
Yüzümde cinayetler işleniyordu her gece
Kadmiyum kırmızısından kanlar akıyordu nehir nehir
Sen baksan görürdün
Her gözüme bir düşeş oturmuştu
Sen görsen anlardın
Titanyum beyazı yalnızlığımı
Budapeşte köprüsünün üzerinde
Bir çingene falıma baktı
Dedi üç günde öleceksin
Ben üçbin yıldır seni arıyorum
Kapılara sığmıyor umutsuzluğum
Lağım kokuları gibi çirkef gibi kederliyim
İçimden dünyayı ipe çekmek geliyor
Cümle yıldızlar şahidim olsun
Yapmazsam adam değilim
Şanghay ‘da orospular benimle yatmadı
Çirkinsin dediler
Pissin dediler
Yıkandım arındım
Afyon yüklü mavnalar geçiyordu Çin denizinden
Birisi geçmişime küfretti
Tuttum öldürdüm
Geçmişim seninle güzeldi temizdi aktı
Kirlettim
Affet beni
Hamamatsu ‘da bir geyşa kızı yüzüme tükürdü
Pyong-Yang ‘da kurşuna dizdiler beni
Tiz bir boru sesi üç defa ti çekti
Trampetler başımda zonkluyordu
Kederliydim
Çaresizdim
Canım Tchaikovski ‘yi dinlemek istiyordu
Ah o keman konçertoları öldürdü beni
Dinsizdim İstanbul ‘da minareler üstüme yıkıldı
Yoksuldum Kudüs ‘te kiliseler kabul etmedi beni
Gelme diyorsun
Bu gel demektir
Birazdan akşam olacak
Rachmaninof ‘la bir meyhanede içmeliyim bu gece
Sonra sana gelmeliyim
Rachmaninof nereye giderse gitsin
Şimdi bir derin mavide akşam oluyor
Gök mavi deniz mavi
Mor dağlar yeşil ağaçlar mavi
Bozuk düzen mavi gecelerden sesleniyorum sana
Ne opera aryaları
Ne beşinci senfonisi Beethoven ‘in
Bir yalnızlık marşıdır çalınıyor uzakta
Gün ışığı arkamızda kaldı bak
Tanyerinde unuttuk gözlerimizi
Gel artık
Hayata yeniden baçlayalım
Gel artık
Bu mavilerde kimseler görmez bizi
Solfej anahtarlarını kaldıralım
Do ‘ların mi ‘lerin önünden
Bırakalım bu dünyayı alabildiğine dönsün
Ölmekse daha kolay ne var
Yaşamaksa sensiz mümkün değil
İskender adam edemedi bu dünyayı
Biz mi edeceğiz
Eflatun çözemedi yaşamanın sırrını
Biz mi çözeceğiz
Bütün yataklar bir kişilik
Git diyorsun
Nereye gideyim
Birazdan gece olacak
Ağır kılıçlar parçalayacak yüreğimi
Pis bir koku gibi çökecek üstüme yalnızlığım
Seni düşüneceğim stepler ortasında yorgun kimsesiz
Dolu dizgin atlılar geçmeyecek yüreğimden
Bir gözümde gümüş mahmuzların pırıltısı hazin
Bir gözümde bozulmuş nal izleri
Durup durup ağlayacağım
Sen bu ayrılıklar için mi yaratıldın söyle
Bu zehir zemberek kederler için mi
Bak bütün orkestralar sustu
Bütün ışıkları söndü dünyanın
Korkma
Haydi uzat ellerini
Geçmiş yılları yeniden yaşayalım bir bir
Bak dinle
Bir seslenen var uzaklardan
Bak dinle
Kader kapıyı çalıyor
Gelme diyorsun
Gelme diyorsun
Bu gel demektir.
İkinci Bölüm :
Seninle Kardeş Değiliz
(Allegro)
Tanrının bıraktığı yerden biz başlıyalım
Üç milyar insanın yarısını sen öldür yarısını ben
Üç kişi kalsak yetişir yeryüzünde
Yaklaş bana
Seninle kardeş değiliz
Hüzünle karışık sevinçlerden kurtul artık
Arzuların o belli belirsiz sıcaklığını sev
Biliyorsun
Önce Tanrı insanı yarattı
Sonra insan sevgiyi
Ne yapsak boş
Ne kadar çabalasak faydasız
Geriye dönemeyiz
Olanlar oldu iş işten geçti
Çamurumuza sevgi katılmış bir kere
Kim bu şarkıları söyleyen
Karcığar faslından düm tek üzere
Aklım bir yere erişti durdu
Susun
Şimdi üçgenlerle oynuyorum
Kaldırın bu daireleri
Bir model kız geldi soyundu karşımda
Saçlarından üç fırça yaptım
Üç tüp boyan vardı
Verenoz yeşili zümrüt yeşili krom yeşili
Hepsini kattım birbirine
Senin yeşilini buldum
Senin yeşilinde orkestralar Debussy ‘den çalıyordu
Senin yeşilinde unuttum siyahlığımı
Bu deli eden uğultu nerden geliyor
Kim kırdı bu aynaları
Toplayın yüzümüzü görelim
Çirkin değiliz artık
Bir kapı açılda önümüzde ölümsüzlüğe
Güzeliz
Sabahlar bizimle dolu
Işık diyordun al işte
Kör kiyilara kadar isidi yeryüzü
Renk diyordun iste bak
Buram buram mavi
Çarsilar dolusu kirmizi
Süt beyazindan geceler
Sari günesler ortasinda turuncu bir gün
Yitirilmis saadetlerin bahçesinde mor çiçekler
Kardes degiliz diyorum inanmiyorsun
Yalan bunca faziletler yalan
Bizi bu cigeri bes para etmez insanlar mahvediyor
Aldirma diyorum sana
Dünya ikimiz için yaratildi
Üç milyar insan is olsun diye geldi yeryüzüne
Verdigin her kederin yüregimde yeri var
Hangi kitabi açtiysam seni okudum yillardir
Hangi aynaya baktiysam seni gördüm
Gel desen gelemem
Git desen gidemem
Öl desen kanim akmaz
Anladim artik seni sevmek yüce bir sey
Anladim seni sevmek Tanri'ya yaklasmak gibi
Insanlar içinde bir sana inandim
Bir seni sevdim kendimden baska
Uykularimin bölündügü saatlerde
Sendin düsündügüm soluk soluk
Sivri biçaklar gibiydin karanligimda
Gözümü yumsam seni görüyordum
Oynak türkülere benzeyen yürüyüsünle
Sen çikiyordun karsima
Karanligimda
Iki yildizdi ellerin görülmedik
Karanligimda
Bir orman yanginiydi dudaklarin
Istesen hayat verirdim bu karanliklara
Istersen gökyüzünü bir mendil gibi yirtardim
Denizlerden göllerden nehirlerden
Sana görmedigin renkler yaratirdim
Zamanin ötesinde
Yeni bir dünya kurardim sana
Insansiz Tanrisiz kedersiz
Severdin
Dag rüzgarlarinin serinligince
Yasardin
Bu sefil dünyamizdan uzak
Bir yanip bir sönen isiklar gibiyim
Yumruk kadar yüregimde sen varsin
Kutsal kederler içinde seninleyim artik
Sari badanali evlerde basbasayiz
Bütün duvarlara gölgen kazinmis
Kokun sinmis bütün perdelere
Kapilarda parmaklarin beyaz beyaz
Sokaklarda ayaklarinin izi
Ben bu sokaklarda ölsem
Kaldirimlar çekmez agirligimi
Söylesem askimi asirlar boyunca
Bu iki yüzlü insanlar anlamaz beni
Desem ki yeryüzüne bes peygamber geldi
Besincisi sensin
Desem ki iki kisi kaldik dünyada
Ikincisi sensin
Desem ki biri var yeri gögü var eden
O da sen olurdun
Sana tapmak için
Kilden bir heykel yapardim güzelligince
Bilsem ki sen Tanri'dan iyisin
Bilsem ki Tanri senden güzel degil
Senin o kocaman kocaman gözlerin yok mu
Nasil duruyor boslugunda arzularin anlamiyorum
Nasil nasil bakiyor bana
Böyle merhametten uzak
Git diyorsun
Nereye gideyim
Ümitlerim ne olacak
Bunca siirleri kim söyleyecek sana
Kim anlatacak dünyaya sigmayan güzelligini
Gitmek mümkün olsa da gitsem uzaklara
Sevmesem seni bir daha
Paramparça etsem yüregimi cam gibi
Sonra yaksam
Savursam küllerini karli daglardan açik denizlerden
Yine seni severdim toz toz
Yine sana tapardim küllerimin agirliginca
Bu oksijen gazi olmasa da olurdu
Ama Beethoven gelmeseydi dünyaya
Seni bu kadar sevemezdim
Ikimizin ortasinda o duruyor
Sagimizda birinci keman
Solumuzda ikinci keman
Karsimizda üçüncü keman
Sonra orglar flütler kontrbaslar
Sustur su orkestrayi Beethoven
Simdi dokuzuncu senfoninin sirasi mi
Bunca yalnizliklar bunca yokluklar benim isim degil
Bu çirkinligi ben yaratmadim
Ne de bu kahpe güzellikleri
Bende sevmedigin ne varsa senden türedi
Su karanlik bakislar
Su ellerimin pisligi
Su dudaklarimdan çikan igrenç sözler
Besbelli senin eserin
Ne buldumsa sende buldum kötülükten yana
Ne ögrendimse senden ögrendim
Seni sevdikten sonra basladim yasamaga
Seni Tanri yarattiysa beni kim yaratti
Bu azabi kim verdi bana
Çingirakli yilanlarin zehirini içtim
Balinalarin kusmuklarini
Kükürt kokulu imkansizliklar içindeyim
Oysa güzeldim tarihin ilk çaglarinda
Görsen sasardin
Öyle aydinliktim
Öyle iyiydim
Kobalt mavileriyle doluydu yüregim
Kursun beyazlariyla
Severdin beni
Midye kabuklarinin yesilligince
Sonunda dedigim çikti iste
Samanyolundan bir yildiz düstü dünyaya
Sinekler gibi eziliverdi insanlar
Her sey bir anda olup bitti
Yapayalniz kaldik
Ne radyo aktivite ne mantar seklinde bulutlar
Ne yasamak sevinci ne ölüm korkusu
Sonunda üç kisi kaldik dünyada
Sen
Ben
Bir de Jiro'nun Manon Lesko'su
Yine bana bakarken yüzün kizariyor
Toplum kurallarindan kurtulamadin daha
Bütün çayirlar bombos
Görmüyor musun
Al basini daglara çik
Avaz avaz sarki söyle sokaklarda
Bir kibrit çak
Bütün evler yansin
Yüzbin yilin öcünü al bu serefsiz dünyadan
Sonra kaldir kendini denize at
Biraz serinle
Sevebildigim kadar insanim ben
On gram arsenik yeter canima
Beni düsünme
Uzun mistral rüzgarlarinin üzerine
Nimbüs bulutlari geliyor kaç
Uykumuz bölündü çiril çiplagiz
Kum firtinalari basladi
Çin seddinin ötesinde
Gölgemizi bir Asya sehrinde unuttuk
Taklamakan çöllerinde kaldi rüyalarimiz
Haydi git
Yok olduk iki oldugumuz yerde
Haydi git
Bir kalirsak yine var olacagiz.
Besyüz borazan birden çaliyor
Bin davul birden vuruyor basimda
Gök gürültüleri
Çekiç sesleri makine sesleri
Daglardan kopan kocaman çiglar
Taslar
Kayalar
Ey üstüme üstüme gelen deniz
Ey cam kiriklarindan kader
Yeter artik
Nerdeyse çildiracagim
Bir yesil ötesine geldim durdum iste
Merdivenin son basamagindayim
Bir adim daha atsam
Kimseler tutamaz beni
Bir adim daha atsam karanliktayim
Kaç kere söyledik
Su potpuriyi çalmayin diye
Anlamiyor musunuz
Fa diyez bemol çaresizlikler içindeyi
Bir duvar yikiliyor altinda kaliyoruz
Bir adam ölüyor bizi gömüyorlar
Susturun su kemanlari
Biraz da ilahlar aglasin yoklugumuza
Kirli gözyaslari kirik iskemleler
Basi bozuk Çigan havalari
Yeminler notalar akortsuz teller
Ve sakat çocuklari Nagazaki'nin
Biz bunun için mi geldik yeryüzüne
Devirin su putlari
Mukaddes kitaplar bize göre degil artik
Sinemaskop rezaletler içindeyiz
Café Chantant'larda dua ediyoruz
Mabetlerde çiftlesiyoruz artik
Mesuduz
Dokunmayin keyfimize
Saint Pierre'in doksandokuzuncu göbekten torunu
Strip tease yapiyor
Foli Bergere revüsünde her gece
Gelsin arkasindan sampanya siseleri
Kauçuk gögüslü kizlarda bir naz bir çalim
On derste ask
On derste güzellik
On derste cinsiyet
Ve tam onbin yildir arayip bulamadigimiz fazilet
Sonra mezarliklar dolusu günah
Genelevler dolusu namus
Velhasil ailece rock'n roll dansi ögrendik
Tepinip duruyoruz
Pirinç tanelerine çizdigimiz kral resimleri bizi kurtarmadi
Ne de Babil'in asma bahçeleri
Hakkini veremedik alin terimizin suçluyuz
Har vurup harman savurduk ömrümüzü
Akilli bir maymun olmaktan öteye gidemedik
Simdi bu kördögüsünde yenildikse suç bizim
Geç anladik zavalliligimizi
Her seyi bu sagir göklerden bekledik yillardir
Bizi kimseler inandiramadi ölüme
Bize kimseler ögretmedi insanligimizi
Kim kurdu bu düzeni nerdeyiz
Bu tekerlekler nasil dönüyor boslukta
Bu umutlar bu dualar bu kahrolasi hayaller
Nasil bunca yildir barindirdi bizi
Bu kati yürekli topraklar
Bu gülünç mezartaslari
Ölümler ölümler ölümler
Ölümlerden beter yalnizligimiz
Bu macera ne zaman bitecek söyleyin
Söyleyin ne zaman aydinlanacak
Bu karanlik alin yazimiz
Harun-er Residin gazabina ugradik cümlemiz
Basparmaklarimizin birinci bogumundan vurdular bizi
Bir düsüs düstük Eiffel kulesinden
Sersefil oldu ölümüz caddelerde
Nice evlerin nice apartmanlarin bütün agirligi üzerimize kursun gibi çöktü
Sokak köpekleri isedi kanli gömlegimize
Yedi yildiz senesi bagirdik agladik
Kimseler duymadi sesimizi Lili Marlen
Besyüz sene sonra anlasildi yoklugumuz
Iste biz böyle yitirdik inancimizi Tanriya
Keyfimize dokunmayin
Adamakilli sarhosuz
Ya bir gül koparin bahçenizden
Koklayalim
Ya bir yudum su doldurun taslarimiza
Içelim
Ya da bir dilim ekmek verin
Sükredelim yasadigimiz
Karanliklar içinde
Çamurlar içindeyiz
Tutun kaldirin bizi
O yalanci sevginiz sizin olsun
Biz yasamak için geldik yeryüzüne
Alin basiniza çalin merhametinizi
Körsünüz ya da sagirsiniz
Beyaz çorap giydi diye
Ku Klux Klan derneginin adamlari
Bir zenciyi linç ettiler
Görmediniz
Ibni Mansurun besinci karisini topraga gömdüler beline kadar
Sabahtan aksama dek yedibin kisi tasladi
Yedibin kisi tükürdü yüzüne görmediniz
Su gökkubbenin altinda
Bosa gitti nice bonjour'larimiz
Sonra üç kere good night dedik
Duyan olmadi
Ya savas meydanlarinda yitirip bulamadigimiz gerçek
Engizisyon iskenceleri yirminci yüzyilin
Firinlar
Gaz odalari
Kitle halinde ölümler
Kara sineklerin kondugu çürümüs et yiginlari
Yaylim ateslerile delik desik olmus insanligimiz
O azgin atlarin çignedigi kollar bacaklar
O kan çanagi gözler
O süngü uçlarinda yükselen kesik baslarimiz
Bizi alçaltan bu kanli zafer taçlari iste
Öptügümüz o pis eller
O maymun maskara soytarilar
Küçük orospular
Kirli zevklerimiz
Yatagimiza giren frengili kadinlar
Aldigini geri vermez bir karanlik dört yanimizda
Hangi perdeyi aralasak gece
Hangi tasi kaldirsak çaresizlik
Ölüm isli bir fener isigi bu karanliklarda
Ölüm yorgun askerlerin tek umudu sicak
Biz bu ölümlerle yakiniz ölümsüzlüge
Bu karanliklarla uzak
Siz dilediginiz sarkiyi söyleyin yine
Yine karamelalarla kandirin küçük kizlari
Irzina geçin torunlarinizin
O sapik arzulariniz yükseltecek sizi
O karanlik odalarin basibos rahatligi
Varin dilediginiz gibi yasayin artik
Bir gün bütün günahlariniz bagislanacak Tanri katinda
Ne cehennem atesleri ne o köprüler kildan ince
Sizin için degil
Siz öyle Tanrilarin böyle kullarisiniz iste
Simdi de oturmus tuz biber ekiyorsunuz yaramiza
Kiliselerde camilerde ögütler veriyorsunuz Tanri adina
Sonra her gece bir cinayet isliyorsunuz
Temiz çarsaflarda pis kaniniz
Uykularimizda gölgeniz korkunç belali
Sizi sayiyla mi verdiler bize
Defolun karsimizdan
Bize kendi derdimiz yeter
Kaninizi bulastirmayin ellerimize
Yüzsüzlügün bu kadarina pes dogrusu
Haydi biraz egin basinizi
Bizden af dileyin
Kederimizi anlayin artik
Saygi gösterin sevgimize
Belki sizi affedebiliriz
Ne de olsa insaniz biz de
Bir zayif tarafimiz vardir
Nasil aldandik bunca zamandir
Nasil inandik güzelligine hayatin
Bize ne dogan günesten
Büyüyen bugdaydan akan sudan bize ne
Alabildigine kederliyiz yorgunuz
Bize dostlugu ögrettiniz
Bize sevmesini ögrettiniz böyle delicesine
Sevdikse günahlarimiz Tanri ‘nin boynuna
Sevilmedikse insanlar utansin kederimizden
Ne aradik ne bulduk dünyanizda söyleyin
Bir sevgiyi bile çok gördünüz bize
Öpüstük uykularimizda ayipladiniz
Kara kara yengeçleri saldiniz üstümüze
Simdi de bir yasamaktir tutturmussunuz
Rahat birakin bizi
Gögüyle deniziyle
Tasiyla topragiyla
O yoktan var ettiginiz Tanri'siyla
Dünyaniz sizin olsun.
Bogaz tokluguna yasamalar bizi kurtarmaz artik
Biz oldum olasi kör dogmusuz
Brakisefal kafalarimiz bir ise yaramiyor
Hele su bizimsiz ayaklarimizin haline bakin
Aptalligimiz yüzümüzden belli
Aynaya bakip gülüyoruz
Oysa bütün çirkinligimiz asikar ayna gibi
Söyleyin bir Shakespeare mi akilliydi içimizde
To be or not to be
To be or not to be bir sey degil yine
Sen olmasan benim varligimdan ne çikar
Ama sen yoksun iste
Bense bütün insanlar gibi ha varim ha yogum
Yine sana çikiyor bütün yollar
Yine bütün iki kere ikiler dört ediyor
Dönüp dolasip ayni yere geliyorum.
Hani o iki kişilik dünyalar bizimdi
Hani sen iyiydin
Halden anlardın
Hani sen git demiyecektin bana
Ve ben herşeye rağmen gelecektim
İçimde bir umut
Ellerimde olgun meyvalar
Dünya nimetleri
Gözlerimde yanıp yanıp sönen bir pırıltı
Ama ne sen gel dedin
Ne de ben gelebildim herşeye rağmen
Aşkımız ayrılıklarla başladı
Deli dolu akan nehirlerden tas tas sular içtik
Öyle ateşlerle doluydu yüreklerimiz öyle tutkundu
Karlı dağların serinliğinde uyurduk geceleri
Deniz fenerinin ışığında yıkanırdık
Köpükten bir çalkantıydı içimizde zaman
Ne yana baksak denizdi maviydi ışıktı
Sonra bir çaresizlikti zifir
Akıntıya kapılmış gemiler gibiydik
Bir org çalınır gibi yanıbaşımızda
Öyle kendinden geçmiş öyle başıboş
Öyle derin duygular içindeydik anlatılmaz
Sarhoş rüzgarlara bıraktık kendimizi
Aldığını geri vermez dalgalara
Görmediğimiz ülkeler gördük gün doğusunda
Tatmadığımız yemişlerden tattık günahkar olduk
Alevden bir tasta eridi günler
Bir cehennem ateşiydi aşk içimizde
Hiç sönmeyecekmiş gibi yanıyorduk
Tutsaklığımız nasıl başladı bilinmez
Paslı demir kapılar kapandı üstümüze
Taş duvarlarda kayboldu boğuk seslerimiz
Çaresizliğimizi bize aynalar söyledi inanmadık
Kuşatıldık ansızın kederle ayrılıkla
Aman vermez karanlıklar sardı dört yanımızı
Yalnızlık bir ağrı gibi çöktü başımıza
Uyuduk bir daha uyanamadık
Şimdi bir kutup var sana çeker beni
Bir kutup var senden öteye
Ben onun için böyle ortalıklarda kaldım
Dağ yollarında caddelerde sokaklarda
Onun için bulup bulup yitirdim seni
Hangi kapıyı çaldıysam sen açtın bana
Hangi gözümü yumduysam seni gördüm
Zamandın zamandan öte bir şeydin
Yıllarca bir meşale gibi yandın uzaklarda
Bu manyetik alanda boğulmam senin yüzünden
Bu zincirleri sen vurdun ellerime
Sen getirdin bunca karanlıkları
Al şunu mum yak
Korkuyorum
Bir taş aldım attım denize
Günahlarımdan kurtuldum
Alfabenin yirmisekizinci harfindeyim
Öteye gidemem
İtme beni
Benim de bir insan tarafım vardı
Bakma böyle kötü olduğuma
Benim de dileklerim vardı
Benim de bir beklediğim vardı yaşamaktan
Yeter artık vurma yüzüme çirkinliğimi
Hergün bir kadın ağlar benim yüzümde
Büyük dertler için benim ellerim
Anlamıyor musun
Sen sevildiğin için güzelsin bu kadar
Ben sevilmediğimden böyle çirkinim
Bütün kötü yerlerde ben korkarım
Biliyorum
Bir hayvan leşiyim öleli kırk gün olmuş
Fabrika bacalarında bir kara dumanım
Zehirim akrep kuyruklarında
Kötüyüm sevemediğin kadar
Öyle fenayım
Kapanmış bıçak yaralarında
Bu pis çöp tenekelerinde unut beni
Unut artık
Bayat bir ekmek gibi
Çürümüş bir elma gibi
Sarı badanalı evlerde kazanlar kaynar
Sarı badanalı evlerde günahlar işlenir her gece
Sarı badanalı evlerde ölüler yıkanır
Sarı badanalı evleri sev biraz
Bu evlerde zaman benim akşamlarımdır yitirilmiş
Bu kazanlarda benim gözbebeklerimdir kaynayan
Bu sarılarda benim yüreğim bir ölür bir dirilir
Anladım
Bu dünyada benden başka kimse yok beni anlayan
Tosca' dan bir arya hatırlıyorum şimdi
Sus biraz
Ensemde bir akrep yürüyor
Bırak yürüsün
Sabaha asacaklar beni
Dokunma
Yedi canım vardı ikisi gitsin
Bunca ölümler az gelir bana
Kalbimi yardım
Bir damla kan aktı
Kutuplara kar yağıyordu
Üşüdüm
Failatun vezniyle seni çağırıyorum
Bana imbiklenmiş yeşilliğini getir
Dur gitme
Beş kuruşum vardı kaybettim
Dur gitme
Isırgan otlarından kurtar beni
Deniz analarının gözlerini çaldım
Sana bakmak için
Güneşi üçe böldüm
Al biri senin olsun
Yüzümde beş bıçak yarası var
Bir de sen vur
Barut kokusunu severim
Bir portakalı dilim dilim soy
Acıktım
Tut ki ben yoğum artık yeryüzünde
Tut ki bir marul yaprağıydım
Öldüm
Al şu serçe parmağım sende kalsın.
Ben kötüyüm
Allahsızım
Korkunç çirkinim
Ben seksensekizinci tul dairesiyim
Sağ gözümün üç kirpiğini kestim
Al
Ben lanetlendim
Chopin' in cenaze marşı çalınıyor
Ölüler ayağa kalktı
Görüyor musun
Şu soldan ikinci benim
Senin yüzünden öldüm
Şimdi seni getiriyorlar karanlığıma
Ağlıyorum
Biraz sev beni
Gül biraz
Yaklaş biraz
Seni affediyorum
Kuşkonmaz dallarına astım kendimi
Sedir ağaçlarına gül yapraklarına
Başımı taşlara vurdum
Gözbebeklerimde büyük camlar parçalandı
Tanrısal duygular içindeydim
Bütün tanrısızlığımdan uzakta
Bir kemiklerinin sertliğini aldım
Bir teninin aklığını
Sonra sıcaklığını dudaklarının
Gel bak
sana bir tanrı getirdim
Gel bak
bir tanrı yarattım senden
Afganistan, Avrasya bölgesinin güneydoğusunu oluşturan, Orta Asya ile Orta Doğu ve güneydoğu Asya ülkeleri arasında bir geçit konumundadır. Jeopolitik öneminden dolayı bölgesel ve küresel güçler bu bölgede hakim olmak istemişlerdir. Avrasya bölgesindeki yeni gelişmeler, Afganistan’ı yeniden önemli bir hale getirmiş dolayısıyla bölgesel ve küresel güçlerin mücadele sahasına dönüştürmüştür. İpek yolu güzergahında bulunan Afganistan, Kuşanlar, Gurlular, Gazneliler, ve Selçuklular döneminde bir Türk yurdu olmuştur. Günümüzde ise ülkede önemli bir Türk nüfusu yaşamaktadır. 1919 yılında İngilizlerden bağımsızlığını aldıktan sonra, Afganistan ile Türkiye arasında 1 Mart 1921 yılında ilk Türk – Afgan ittifakı Moskova’da imzalanmıştır. Sadece askeri düzeyde olmayan anlaşmaya göre Türkiye, Afganistan’a eğitim ve modernleşme konusunda yardımcı olacaktır. Mayıs 1928 yılında Afgan Kralı Emanullah Han Türkiye’yi ziyaret etmiş, kendi ülkesine döndükten sonra, Türkiye’yi bir model ülke olarak almıştır. Afgan Kralı Türkiye’deki yapılanları kendi ülkesinde yapmaya çalışmıştır. Türkiye’den bir uzman grup da Afganistan’ın modernleşme çabalarını destek vermek amacıyla Afganistan’a gitmiştir. Atatürk döneminde Türkiye, Afganistan’ın modernleşmesi ve yeniden yapılandırılması sürecinde aktif bir şekilde rol almıştır. Türkiye ile Afganistan arasındaki din birliği, nispeten ırk birliği ve iki ülke arasındaki ortak bölgesel menfaatler her iki ülke açısından büyük önem arz etmektedir. Türkiye Müslüman bir NATO ülkesi ve Afganistan idarecileri nezdinde güvenilir bir devlet konumunda olduğundan dolayı, bölgenin önemli belirleyicilerinden biri durumundadır. Şu anda barış gücü adı altında Afganistan’da 1840 Türk askeri görev yapmaktadır. Bunun yanında Türkiye’nin, Afganistan’ın iki kentinde imar çalışmalarının devam ettiğini görmekteyiz. Türkiye eğitim alanında da Afganistan’ın çeşitli kentlerinde faaliyet göstermektedir. Türkiye uluslararası arenada da, Afganistan meselesi konusunda önemli bir ülke konumundadır. Son zamanlarda Afganistan’da artan şiddet olayların ardından, Afganistan – Pakistan ilişkileri kötüye giderken, iki ülke arasındaki sorunları gidermek amacıyla İstanbul’da 6. İstanbul Konferansı düzenlenmiştir. Türkiye’nin eskiden olduğu gibi günümüzde de Afganistan’ın modernleşme çabalarına yaptığı katkılar bu bildirinin konusunu teşkil edecektir... Abdullah Mohammadi
Giriş
Afganistan, Kuzeyden Türkmenistan, Güneyden eski Hint yarımadası ve Batıdan İran’la çevrilmiştir. Bölge, Hindistan, Çin ve İran’da oluşan imparatorlukların ve uygarlıkların karşılaşma noktası olmuştur. Özellikle İpek Yolunun bu ülkeden geçmesi hasebiyle her türlü etkiye açık duruma gelmiştir. Afganistan Budizm dininin doğuya ve İslam dininin Hindistan’a taşıyıcısı olmuştur.
Türk unsurları Türkistan ve Afganistan’da M.Ö. VII. Yüzyılda Sakalar ve daha sonra Kuşanilerle yerleşmeye başlamıştır. Bölgede İslam dininin yayılmasıyla ve bölgede Türk asılları devletlerin kurulmasıyla birlikte Türk nüfusunun iyice arttığını görmekteyiz.
Afganistan eski Horasan bölgesidir. 1801 yılında ilk defa Afganistan adı İngilizler tarafından tüm bölge için kullanılmıştır. Afganistan bölge olarak önemli bir noktada durmaktadır.
Afganistan, jeopolitik öneminden dolayı her zaman dış güçlerin mücadele ettiği bir alan olmuştur. Afganistan’ın eski adı olan Horasan M.Ö II. yüzyıldan XIX. yüzyıla kadar zaman zaman ülkenin hepsini veya çoğunluğunu içine alan bir bölgenin adı olmuştur. Afganistan’da devlet kurmuş olan Yefteli hükümdarlarının bastırdıkları paraların üzerinde “Horasan Şahı” yazısı yer almıştır.
Hatta Afgan Devletinin kurucusu olan Ahmet Şah Dürrani bile kendini “Horasan Şahı” olarak nitelendirmiştir. Afganistan adı resmi antlaşmalarda kullanılmamıştır. Bu isim ilk defa 1801 yılında İran ve İngiltere arasındaki antlaşmada geçmiştir.
Peştun kabilelerin bölgeye hakim olmalarından sonra Horasan yerine Afganistan ismi yavaş yavaş tüm bölge için yerleşmeye ve kullanmaya başlamıştır. Abdurrahman Han ve oğlu Habibullah Han zamanına kadar ülkenin kuzey ve merkez (Hazaracat) vilayetleri Afganistan olarak tanınmamaktaydı. Fakat 1919 yılından sonra Afganistan adı tüm ülke için geçerlilik kazanmıştır. İngilizlerin de Afganistan adını tüm ülke için kullandıkları görülmektedir.
1747 yılında Nadir Şah’ın öldürülmesi üzerine Dürraniler’in Sadozey kolunun reisi olan Muhammed Zaman Han’ın oğlu olan Ahmet Şah bunu fırsat bilip Dürrani kabilesinin reislerini toplayarak ilk Afgan Devleti’ni kurmuştur. Ahmet Şah, kurmuş olduğu devletin sınırlarını genişletmek amacıyla (1748–1760) yılları arasında Hindistan’da hâkim olan Babürlülere karşı dört sefer yapmıştır. Ahmet Şah’ın 1772 yılında ölümü üzerine oğlu Timur Şah (1772–1793) başa geçmiştir.
1793 yılında Timur Şah’ın ölümünden sonra oğlu Zaman Han tahta geçmiştir. Mahmut Şah, kardeşini yenerek onun yerine geçmiştir. Mahmut Şah döneminde Fetih Han ve kardeşlerinin nüfuzları her gün artmaktaydı. Bunun üzerine Mahmut Şah’ın emriyle 1818 yılında Fetih Han öldürülmüştür. Fetih Han’ın kardeşi olan Dost Muhammed, kardeşinin intikamını almak için Mahmut Şah ile giriştiği savaşta galip gelmiştir. Böylece yönetim Dürraniler’in Sadozey kolundan el değiştirerek Barekzeyler’in (Muhammedzey) eline geçmiştir. Dost Muhammed Han’ın 1839 yılında ölümü üzerine oğulları arasında başlayan saltanat kavgası beş yıl sürmüştür. 1868 yılında büyük oğlu olan Şir Ali kardeşlerini yenerek tahta geçmiştir. Şir Ali Han Rus yönetimindeki Türkistan’a kaçmak zorunda kalmıştır. Şir Ali Han’ın amcası olan Abdurrahman Han Afganistan tahtına geçmiştir.
Abdurrahman Han’ın izlediği iç ve dış politikalar ülkeyi bir çıkmaza sürüklemiştir. O, Peştun olmayan diğer etnik gruplarını ortadan kaldırmak için her türlü insanlık dışı uygulamalarda bulunmaktan geri kalmamıştır.
Abdurrahman Han’dan sonra oğlu Habibullah Han, Afgan tahtına geçmiştir. O, babasının sürgüne gönderdiği insanları geri çağırmış ve bu insanlardan aldıkları toprakları geri vererek babasının yaptığı zulümleri az da olsa kapatmaya çalışmıştır.
19 Şubat 1919 yılında Habibullah Han’ın ölümü üzerine oğlu Emanullah Han, Afgan tahtına geçmiştir. Emanullah Han, başa geçtikten sonra ilk düşüncesi ülkenin bağımsızlığını ilan etmek ve yeni reformları getirmek olmuştur. Afganistan’ın bağımsızlığını tanımayan İngilizler ile Afganistanlılar arasında üçüncü Afgan-İngiliz savaşı patlak vermiştir. Bu savaşta başarı elde edemeyen İngilizler 8 Ağustos 1919 yılında Afganistan’ın bağımsızlığını kabul etmiş ve Ravulpindi Antlaşması’nı imzalamıştır.
Emanullah Han gezdiği birçok ülkelerde antlaşma imzalayarak 1 Mart 1921 yılında uzman öğretmen ve subay gönderme konusunda Türkiye ile antlaşma imzalamıştır. Bu antlaşmaya ek olarak “Türkiye ve Afganistan Arasındaki Dostluk ve Teşrik-i Mesai Muahedenamesi” adıyla başka bir antlaşma daha imzalanmıştır. Emanullah Han, getirdiği yenilikleri uygulamaya çalışmışsa da halkın tepkisini çekmiş ve bu tepkiler sonucunda 1929 yılında İtalya’ya gitmek zorunda kalmıştır.
Emanullah Han’ın daha önce Fransa’ya sürgüne gönderdiği Nadir Şah, kardeşleriyle birlikte Peşaver üzerinden Afganistan’a girerek kısa bir zamanda Kabil’i kontrol altına almayı başarmıştır. Nadir Şah’ın Kasım 1933 yılında Abdulhalik13 tarafından öldürülmesinden sonra oğlu Zahir Şah Afganistan tahtına geçmiştir.
Davut Han, Zahir Şah’ı 1973 yılında kansız bir darbe ile devirmiştir. Davut Han Ordudaki Marksist subayların giriştiği bir darbeyle Davut Han ve ailesi başbakanlık sarayında öldürülmüştür. Muhammed Tereki, Sovyetler Birliği’nin desteğini alarak Nisan 1978 yılında Afganistan’ın başbakanı olmuştur. Hafizullah Emin, Sovyetler Birliği’nin istediğinin hilafına Eylül 1979 yılında Muhammed Tereki’yi öldürterek Afganistan başbakanı olmuştur. Ama bu iktidar fazla sürmeyip Sovyetler Birliği Afganistan’a askeri bir müdahalede bulunarak Hafizullah Emin’i öldürdükten sonra Babrek Karmel’i başa geçirmiştir. Karmel’den sonra Necibullah başa geçince en büyük destekleyicisi olan Sovyetler Birliği’nin yardımlarını da kaybetmiştir. Necibullah’ın ilk attığı adım, direniş güçleriyle ateşkes ilan etmek olmuştur.
Ekim 1996 yılında Kabil’in Taliban tarafından düşürülmesinden sonra Necibullah, yanında
bulunan kardeşiyle birlikte idam edilmiştir.
Necibullah hükümeti, düşürülmeden önce bazı Mücahit grupların liderleri Pakistan’da bulunan Peşaver kentinde bir araya gelerek Afganistan’da kurulacak olan İslami Devlet ile ilgili bazı anlaşmalar yapmışlardır. Afganistan İslam Devleti’nin ilk Cumhurbaşkanı iki ay süreyle Sıbgatullah Müceddedi seçilmiştir. Sıbgatullah Müceddedi’den sonra dört ay süreyle Burhaneddin Rabbani bu görevi yapmıştır.
11 Eylül saldırısından sonra ABD bu saldırılardan Taliban’ın içinde barındırdığı El-Kaide’yi sorumlu tutmuştur. ABD, Birleşik Cephesi’nin yardımıyla Taliban rejiminin sonunu getirmiştir. Bonn’da Birleşmiş Milletlerin yardımıyla Mücahit gruplar bir araya gelerek bazı anlaşmalara varabilmişlerdir. Hamit Karzey ilk cumhurbaşkanı olarak seçilmiştir. Geleneksellik ve Modernleşme
Her toplum ne kadar geleneksel veya tutucu olsa bile değişme ile karşı karşıyadır.
Zira tam anlamıyla statik veya durağan bir toplumdan bahsetmek mümkün değildir.
Her toplum sürekli olarak bir değişim süreci içindedir.
Bu bağlamda sosyologlar, toplumların oluş nedeni olarak değişmeyi göstermişlerdir.
Toplumlarda meydana gelen değişmeye paralel olarak toplumsal yapılar, toplumsal sistemler ve toplumsal kurallar devamlı bir değişiklik ve hareketlilik göstermektedirler.
Ancak bu değişme, toplumsal hayatın farklı alanlarında farklılık arz etmekle beraber hız bakımından her dönemde, toplumdan topluma farklı olabilir. Teorik planda toplumlarda meydana gelen bu değişim ve farklılaşmalar, sosyologlar tarafından gelişme veya modernleşme kavramlarıyla izah edilmiştir. Bazı düşünürlere göre gelişme, sürekli büyümeyi ve toplumun ekonomik yapısındaki değişmeleri ve modernleşme ise sosyal, kültürel, siyasi ve psikolojik değişme süreçlerini kastetmiştir. Toplumsal yapının bu çerçevede değişmesiyle birlikte toplumda mevcut olan değer yargıları, toplumsal kurallar veya roller, toplumsal sistemler ve sosyal davranışlar bir “bütünlük” ve “süreklilik” içinde değişmektedir. Dolayısıyla endüstrileşmeyle birlikte toplumlarda meydana gelen değişmeler daha fazla hız kazanmış, değişmelere paralel olarak sorunlar, bu sorunların çözüm arayışları ve tekrar yeni sorunlar ve çözümler birbirlerini izleyerek günümüze kadar gelmiştir.
Geleneksel dönemden sonra modern dönem gelmektedir. Ama unutmamak gerekir ki bütün toplumlarda değişim birdenbire ortaya çıkmayıp aşamalı olarak gerçekleşmektedir. Buna göre modern toplumlarda geleneksel döneme ait bazı izler hala varlığını sürdürebilir.
Örnek olarak İngiltere’de ne kadar sembolik olsa bile Kraliçe hem dinin hem de devletin başı sayılmakta ve taç giyme merasiminde Anglikan kilisesinin inanç ve esaslarını koruyacağını yemin etmektedir.
Kısaca “modernlik bazen gelenekselleşmiş, geleneksel düzen de modernleşmiş olabilir”. Bu çerçevede modernliği eskiden tamamen ayırarak bir kopuş noktası olarak algılamak ve aşırı uçlara kaymak hatalı sonuçlara sebep olabilir. Dolayısıyla geleneksel ile modern arasında devamlılık söz konusudur ve bu ikisini birbirinden tamamen ayrı düşünmek hatalı sonuçlara götürebilir.
Modernliği, Batı ülkelerinin bugün temsil ettikleri teknik, bilgi ve zihniyet olarak da söylemek mümkündür. Bugün ise modernlik Batı toplumunun adeta bir simgesi haline gelmiştir.
Zira “Batı uygarlığının Rönesans ve Aydınlanma dönüşümünden sonra kazandığı kültürel değer ve sosyal ilişkilerin özümsenmesi ile ortaya çıkan” bir hayat şekli olarak tanımlanmıştır. Nietzsche’nin bir asır önce Tanrı’nın ölümünden söz ettiği dönemi adeta tasvir etmiştir.
Bu bağlamda modernizmi “tanrıdan kurtuluş” çabası olarak da yorumlana gelmiştir. Böylelikle bireylerin diğer bireylerle ve içinde yaşadıkları toplumlarla ilişkilerini yeniden yapılandırılmasına yol açmıştır.
Modernliği, din ile ilişkisi perspektifinden bakıldığında artık tanrısal varlıklar ve kuvvetlerle dolu bir evren mevcut değildir. Modernite akla önem vermekte ve bu yolla elde edilen bilgilere daha fazla itibar etmektedir. Akılla uyuşmayan her çeşit otoriteyi kabul etmemektedir.
Modernliğin getirmiş olduğu hesaplayıcı ve yasa koyucu çabalarıyla ahlaki meselelerine, tanrıya ve ruhun ölümsüzlüğüne olan inancın sarsılmasına sebep olmuştur.
Afganistan gibi ülkeler, hızlı toplumsal değişmenin karşısında ayak uydurmada zorlanmıştır. Bu geçiş süreci çok sancılı ve problemli geçecektir. Bu süreçte toplumsal çatışma ve kargaşa değişme sırasında yaşanabilir. Afganistan’da modernleşme hareketleri, Emanullah Han’ın iktidara gelmesiyle başlamıştır. Emanullah Han Batı modelini örnek alarak, Afganistan’da modern ve milli bir devlet kurmak amacındaydı. Bu doğrultuda ülkede Batı yaşam tarzını ve düşüncesini yerleştirmeye çalışmaktaydı. Ama Emanullah Han’ın bu çabaları dine yani İslam dinine doğrudan bir saldırı olarak algılandı. Özellikle kırsal alanlarda mollaların ve dini önderlerin öncülüğünde isyanlar başlatılmış ve sonuç olarak Emanullah Han ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır.
Afganistan’da modernleşmeyi savunan aydın kesim ile din adamları ve kabile mensupları arasında çatışma ve anlaşmazlılar çıkmıştır. Bu çatışmalar, ülkede iktidarların ve hükümetlerin değişmesine sebep olmuştur. Afganistan’da yapılan reform çabaları, birçok alanda tartışmalara yol açmıştır. Bu çerçevede kız çocuklarının eğitimi tartışmaların odak noktası olmuştur. Kız çocuklarının eğitimi için bazı reformlar yapılmıştır. Bu reformların arasında kız çocuklarını Türkiye’ye göndermek ve tesettürü kaldırmak gibi uygulamalar da vardı. Emanullah Han’ın bu gibi yenilik çabaları sonuç vermediği gibi ülkede büyük protestolara da sebep olmuştur.
Afganistan’da modernleşme ve yenilik hareketleri, Emanullah Han’ın döneminde başlayıp Emanullah Han’ın ülkeden kaçmasıyla birlikte sonuç vermeden bitmiştir. Türk-Afgan İlişkilerinin Arka Planı Türk kabileleri Orta Asya’ya yerleşmesiyle birlikte Türklerle Afganistan’da yaşayan kabileler arasında ilişkiler başlamış oldu. Bu ilişkileri, dinsel, kültürel, siyasal ve ekonomik alanlarda görmek mümkündür. Gazneliler ve Selçuklular döneminde Afganistan, Türkler için önemli geçitlerden biri sayılmaktaydı. Türk devletlerinin Kuzey Hindistan’a yapılan fetih seferleri Afganistan üzerinden olmuştur. İki ülke arasındaki ilişkiler ise Osmanlı döneminde II. Abdulhamit zamanında başlamıştır. Bu dönemde Osmanlılar, Ruslarla olan 93 harbi olarak bilinen savaşın sıkıntılarıyla uğraşmaktaydı. Afganistan’da ve Orta Asya’da Rusların nüfuzu her gün artmaktaydı. İngilizler de Rusların bölgedeki artan gücünü kırmak amacıyla Osmanlı devletinin İslam dünyasındaki manevi gücünü kullanarak dönemin Afganistan Emiri Şir Ali Han’a (1877) bir heyet göndermiştir. Ancak Afgan Emiri Osmanlı heyetinin tekliflerine sıcak bakmamıştır.
Afganistan Birinci Dünya savaşında tarafsız kalmıştır. Ancak Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra iki ülke ilişkileri farklı boyutlarda devam ederek, bu ilişkiler Afganistan’ın yeniden yapılandırılmasında ve modernleşmesinde hız kazanmıştır. 1 Mart 1921 tarihinde Moskova’da Türk heyeti ile Afgan heyetinin bir araya gelmesi sonucunda İngilizlere karşı İslam ülkeleri arasında dayanışmayı sağlayacak paktlar imzalanmıştır.
Türkiye-Afganistan arasında yapılan bu antlaşma hiçbir zaman geçerliliği olmamıştır. Ancak bu antlaşma sayesinde iki ülkenin uzak mesafelerine rağmen hem devlet hem de millet bazında dostluğunun kurulmasına vesile olmuştur. Afganistan’da gerçek manada modernleşme sürecini başlatan Emanullah Han’dır. Emanullah Han’ın ülkesinde başlattığı ıslahatları ve yenilikleri sürdürürken bir taraftan da bazı Avrupa ülkelerini görmek için 1927 yılında ülkesinden ayrılarak dünya turuna çıkmıştır. Emanullah Han en son Türkiye’ye gelmiş, Türk makamlarınca en üst düzeyde karşılanmıştır. Bu seyahat sırasında iki ülke arasında Moskova antlaşmasına ek olarak iki ülke arasında “Dostluk ve Teşrik-i Mesai Muahedenamesi” imzalanmıştır. Bu antlaşmaya göre:
1. İki ülkenin birine üçüncü bir ülke saldırırsa, saldırı her iki ülkeye sayılacak,
2. Türkiye-Afganistan ülkelerine zarar verecek üçüncü ülke ile antlaşma yapılmayacak,
3. Türkiye, Afganistan’a eğitim ve askeri konularda yardımcı olacak,
4. İki ülke arasında ticaret hacmi arttırılacak.
Emanullah Han ülkesinde başlattığı reform ve yenilikçi hareketleri sürdürürken, ülkenin sosyo-kültürel sorunlarıyla hiç ilgilenmemiştir. Kral, başlattığı reformların sonucunu hemen görmek istiyordu. Modernleşme adına yapılan bu reformlar sayesinde Emanullah Han 1929 yılında İtalya’ya kaçmak zorunda kalmıştır. Emanullah Han’ın ülkeden gitmesiyle hem modernleşme adına yapılan reformlar yarıda kalmış hem de Türkiye-Afganistan ilişkileri sekteye uğramıştır. Türkiye-Afganistan ilişkileri Emanullah Han’ın ülkeden kaçmasıyla sekteye uğramış, iki ülke makamları resmi bayramlarda birbirlerine göndermiş oldukları resmi mesajlardan öteye geçmemiştir. Nadir Şah döneminde iki ülke ilişkileri, Afganistan’a yardım etme noktasında tekrar başlamıştır. Ancak Afganistan, Emanullah Han’dan sonra sancılı ve acılı bir döneme girmiştir. Günümüz bile Afganistan toplumsal sorunlarını hala çözememiştir. 11 Eylül 2001 yılında Afganistan için yeni bir dönem başlamıştı. Ancak aradan 12 yılı aşkın geçmesine rağmen ülkenin durumu düzelmiş görünmemektedir. Bu yeni dönemde Türkiye, Afganistan’ın yeniden yapılandırılması konusunda eğitim alanından askeri, sağlık alanına kadar yardım etmiştir. Bu yardımlar günümüz hala devam etmektedir. Her yıl Afganistan’dan 100 öğrenciye burs vererek Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinde eğitim görmektedirler. Afganistan ordusunu eğitmek amacıyla her yıl belli aralıklarla Afganistan’dan Türkiye’ye subay ve asker gelmektedir. TİKA başkanlığında Afganistan’ın iki kentinde Türk imar ekibi görev yapmaktadır.
Afgan Modernleşmesinde Türk Etkisi Askeri Alanında 1920 yılında Afganistan ordusunu modernize amacıyla giden Cemal Paşa Moskova üzerinden Kabil’e gitmiştir. Cemal Paşa, Mustafa Kemal Atatürk’e göndermiş olduğu mektupta şöyle yazmaktadır: “25 subaydan kurulu bir heyet gönderecek olursanız Afganistan’da mükemmel bir ordu meydana getirebiliriz. Gerçekte burayı elde etmiş oluruz. Doğuda istediğimiz işlerde başarılı olabilirsem, İngiliz dostlarının başına bela olacağıma ve sizin yükünüzü hafifleteceğime eminim” bu mektup Mustafa Kemal’e ulaştıktan sonra “Savunma ve maliyemizce olumlu olması durumunda” Afganistan’a bir askeri heyet gönderilmesi konusunda Fevzi Paşa’ya vermiş oldukları 21 Aralık 1920 tarihli talimatta şöyle yazmaktadır: “Acizane fikrime göre bu heyeti oluşturacak subayların seçiminde ve kendilerine verilecek talimatta aşağıdaki hususlar dikkate alınmalıdır. Öncelikle, bu heyetin başlangıçta kesinlikle siyasi konularla uğraşmayıp sadece askeri görevlerini yerine getirmesi gerek gerekirse Türkistan ve Buhara halkı ve askerlerine kendilerine fevkalade sevdirmesi, ikinci olarak, giden subayların görünürde Afgan hükümetinin adamaları gibi görünmekle birlikte daima ve her zaman Türk hükümetinin bütün emirlerine tabi olacak ahlak ve dayanıklılıkta olanlardan seçilmesi ve Afganistan hizmetinde bulundukları müddetçe her istediği imkanı temin etme ve diğer hususlarda Türk ordusu kadrosunda dahil bulundurulmaları, üçüncü olarak, bu heyetle telli ve telsiz telgraf muhaberesinin kurulmasına çalışılması, dördüncü olarak, Afganistan Dış İşleri Direktörü entrikalar sayesinde İslamiyet ve Türklüğün menfaatine aykırı bir şekilde hareket etmeye hazırlandıkları takdirde heyetimizin bu suretle hareketlerine mani olabilecek İslam ve Türk menfaatine hizmet eden bir Afgan grubunun iktidara getirebilecek kadar sağlam bir yer edinmesi.”
Türkiye’nin o dönemdeki zor şartlarına bakılırsa Afganistan ordusunun yeniden yapılandırılması için çaba göstermiştir. Aynı zamanda Türkiye hem İslam hem de Türk olgusuna önem verdiği açıkça görülmektedir. Türkiye Kurtuluş savaşından yeni çıkmış hem sosyo-kültürel hem ekonomik hem de siyasi anlamda sorunları mevcuttur. Ancak dönemin Türk Hükümeti yetkilileri Afganistan’ın jeopolitik önemini iyi okumaktadır.
Afganistan ordusunu modernleşme çabalarına katkı sağlamak amacıyla Türkiye’ye öğrenim için 25 Ağustos 1926 yılında 8 yüzbaşı daha sonra 8 Eylül 1926 yılında 30 subay getirilmiştir. Bu subayların maaşları da Türk hükümeti tarafından ödenmiştir. Türkiye’ye gelen Afgan askerleri çeşitli askeri alanlarda eğitim almışlardır. Askeri eğitimin yanı sıra Afgan ordusunun askeri malzemelerin ihtiyaçları da karşılanmıştır. Ancak Türkiye’nin Afganistan ordusunun modernleşmesi için yapılan yardımlar, Emanullah Han’ın ülkeyi terk etmesiyle sekteye uğramıştır. Türkiye 2001 yılından itibaren İSAF barış gücü adı altında tekrar yardımlarını başlatmış oldu. Türkiye, Afganistan ordusuna eğitim desteği verdiği gibi, askeri malzeme ve teknik destek de vermektedir. Sağlık Alanında Afganistan’da Hilali Ahmer (Kızılay) Osmanlı devleti döneminde kurulmuştur.
Cumhuriyet döneminde ise sağlık alanında yapılan yardım daha fazla olmuştur.
1930-1932 yılları arasında Afganistan’ın modernleşmesine katkı sağlayacak düşüncesiyle Türkiye’den Afganistan’a doktor kadrosu gönderilmiştir. Afganistan’ın ilk ve önemli üniversitelerinden Kabil Üniversitesinin Tıp Fakültesini kuran Prof. Dr. Kamil Rıfkı Urga’dır. Aynı zamanda Tıp Fakültesinin ilk dekanı olarak da görev yapmıştır. Prof. Dr. Kamil Bey Tıp Fakültesini kurduktan sonra Türkiye’den Tıp alanında temel kitapları da Farsçaya çevirterek Tıp Fakültesinin kütüphanesini de oluşturmuştur. Aynı zamanda öğrencilerin kalması için de yurt inşa ettirmiştir. Türkiye’den tıbbin çeşitli alanlarında uzman doktor Afganistan’a gönderilmiştir. 2001 yılından sonra da bu yardımlar devam etmiştir. Türkiye’nin Afganistan’ın sağlık alanının modernleşmesi için ülkenin çeşitli kentlerinde Kabil başta olmak üzere Samangan, Cevzcan ve Vardak illerinde hastaneleri ve doktorları mevcuttur. Afgan doktor ve hemşirelerin daha kaliteli hizmet verebilmek amacıyla kısa dönemli kurslar için Türkiye’ye gelmiştir. Eğitim Alanında Afganistan’da modern anlamda lisenin açılması 1904 yılında Habibullah döneminde açılan Habibiye lisesidir. Ancak 1921 yılında Afganistan’ın modernleşmesine katkı sağlayacak ve modern anlamda liselerin açılması Emanullah Han dönemiyle birlikte başlamıştır. Bu dönemde Türkiye başta olmak üzere Avrupa’ya da okumak üzere öğrenci gönderilmiştir. Emanullah Han eğitime önem vermiştir. Ancak Emanullah Han’ın yanlış politikaları sonucunda eğitime atılan adımlar kendi dönemiyle sınırlı kalmıştır. Emanullah Han ülkenin sosyo-kültürel yapısını iyi analiz etmeden geleneksel yapıyı bir gecede değiştirmeye kalkmıştır. Dönemin şartlarına bakılırsa Batılı düşünce akımları doğru İslam’a karşı algısı vardır. Kralın bu anlamda yaptıkları İslam’a karşı olarak algılanmıştır. Halbuki toplumsal zihniyet zaman içinde ancak değişebilir.
Türkiye’deki çeşitli lise ve üniversitelerinde okutulmak üzere pek çok Afgan gencine Türk hükümeti burs sağlamıştır. Türkiye’ye okumak üzere gelen Afgan öğrencilerin sayısı konusu ile ilgili kesin bir bilgi mevcut değildir. Ancak “İzmir Erkek Lisesine on, Manisa Orta Mektebine de altı Afganlı öğrenci”nin kaydı bulunmaktadır. Ankara Kabil Büyükelçiliği görevini yapan Ahmet Han 26 Şubat 1922 yılında Eğitim Bakanı Vehbi Bey’den öğretmen istemiştir. Bunu üzerine “Afganistan’a altı öğretmen ve Afganistan Maarif Vezareti’ne müşavir olarak İsmail Hikmet Ertaylan, Kabil Muallim Mektebi için bir müdür ve iki öğretmen gönderilmesine izin verilmiştir. Tıp Fakültesi’nde ve Kabil İlköğretmen okulunda görevlendirilmek üzere dört öğretmen daha Türkiye’den Afganistan’a gönderilmiştir.”
Türkiye’den gönderilen uzman elemanlar sayesinde Afganistan’ın eğitim kurumları modernleşmeye ilk adımını atmıştır.
Emanullah Han döneminde modernleşme politikaları hız kazanmış, bu konunda Türk modeli uygulanmaya çalışılmıştır. Ancak Afganistan’da modernleşme olgusunun dine karşı algılandığından dolayı bazı din adamların ve dindar kesimin tepkisini çekmiştir. 1924 yılında kız okulların açılması, kadınlara verilen anayasal haklar gibi kanunlar ‘din elden gidiyor’ propagandasıyla karşı karşıya kalmıştır. Ülkenin bazı bölgelerinde din adamları liderliğinde isyanlar başlatılmıştır. İsyancılar devlet tarafından idam ettirilmiştir. Islahat kanunları devam ettirmeye çalışılmıştır.
1992 yılından bu yana Türkiye’nin verdiği destekle Afganistan’dan okumak üzere öğrenci gelmektedir. Afganistan’dan gelen öğrencileri iki gruba ayırmak mümkündür. Birinci grup lisede, ikinci grup ise üniversitede okumak için gelenlerdir. Son iki yılda Türk Hükümeti Afgan öğrencilere verilen kontenjanlar arttırmıştır. Her yıl 100 öğrenci okumak amacıyla Türkiye’ye gelmektedir. Bursun dışında da kendi imkanlarıyla okuyan Afgan öğrenciler mevcuttur. Şuanda çeşitli üniversitelerde okuyan Afgan öğrencilerin sayısı bine yaklaşmıştır.
Sonuç
Afganistan bulunduğu coğrafi konumundan dolayı eski çağlardan beri dış ülkelerin ve çeşitli kabilelerin gözünden kaçmamıştır. Afganistan’ın jeopolitik önemi hala devam etmektedir. Bu bölgenin önemi zamanın şartlarına göre okumak ve değerlendirmek lazımdır. Afganistan eski çağlarda ticaret, göç ve askeri yollarının üzerindeki konumundan dolayı önemliydi. Bugün ise enerji hatlarının geçtiği veya geçeceği yollar üzerinde yer almaktadır. Dolayısıyla şunu diyebiliriz ki Avrasya ve Ortadoğu’daki yeni gelişmeler, Afganistan’ı önemli bir bölge haline getirmiştir. Türkiye-Afganistan ilişkileri Osmanlı döneminde devlet düzeyinde başlamış Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra ikili ilişkiler devam etmiştir.
Ancak Afganistan, Türkler için bilinmeyen bir yurt değildir. Zira Afganistan, Kuşanlar, Gurlular, Gazneliler, ve Selçuklular döneminde bir Türk yurdu olmuştur. Günümüzde ise ülkede önemli bir Türk nüfusu yaşamaktadır. Afganistan ne zaman ki iç sorunlarından kurtulmuşsa modernleşme politikalarını hızlandırmıştır. Afganistan’ın modernleşme süreci Habibullah Han döneminde başlar, Emanullah Han’la devam eder, Emanullah Han’ın ülkeden kaçmasıyla sekteye uğrar. Bu dönemde Afganistan’ın ıslahatlarını destek veren ve her konuda yardım eden tek ülke Türkiye’dir. Türkiye, Afgan ordusunun modernizasyonundan tutun sağlık, askeri ve eğitim alanlarına kadar yardım etmiştir.
Emanullah Han’ın 1929 yılında Afganistan’dan kaçmasıyla, ülke 2001 yılına kadar iç huzura kavuşmamıştır. 2002 yılında geçici hükümetin kurulmasıyla reformlar uzun zamandan sonra tekrar devam ettirilmeye çalışılmıştır. Türkiye, Emanullah Han dönemindeki gibi Afganistan’a her konuda yardım eli uzatmıştır. Bugün eğitim, sağlık, güvenlik konularında Türkiye’nin büyük yardımları olmuştur. 2014 yılından sonra İSAF adı altında görev yapan barış gücü ülkeden çıkma planları yapmaktadır. Türkiye bu bölgede söz sahibi olmak istiyorsa Afganistan’da eğitim, sağlık ve güvenlik konularında eskide olduğu gibi yardımlarını devam etmesi gerektiğini düşünmekteyim.